9 Nisan 2019 Salı

Bir Kilo Elma İle Bir Sepet İç Çamaşırı

Arkadaşlar, öyle bir tartışma aldı, yürüdü ki, her okuduğumda beynim acıyor.

S-400 mü alalım, F-35 mi gibi bir soru ima ediliyor, hemen sonrasında da bu iki askeri ekipmanın özellikleri yan yana koyulup, karşılaştırılıyor.

Aklımızı mı kaybettik?


Sorun bu ikisinden hangisini mi seçeceğimiz?

Bir kere S-400 ile F-35'i karşılaştırmak, bir kilo elma ile bir sepet iç çamaşırını karşılaştırmaya benzer.

Zaten cevaplar da bu istikamette yürüyor.

Efendim elma yenir ama giyilmez, iç çamaşırı da giyilir ama yenmez. Eğer iç çamaşırı giyeceksek S-400, elma yiyeceksek de F-35 alalım!

Birbiri ile alakasız iki askeri sistemden bahsetiyoruz. S-400'ler bir hava savunma sistemi, F-35'ler ise bir pilotun uçurduğu ağırlıklı olarak bir yer taarruz uçağı.

Askeri olarak hem S-400 gibi bir orta/yüksek irtifa hava savunma sistemine, hem de özellikle eskimiş Phantom'ların yerine kullanılacak F-35 gibi bir uçağa ihtiyacımız var.

Ama bu işin en önemsiz tarafı.

İnsanlar sanki bu ikisinden birini seçmenin, Türkiyenin müttefiklik ilişkilerini kökten değiştireceğinin farkında değilmiş gibi konuşuyor, ona hayret ediyorum.

Burada soru NATO mu, Rusya mı?

Kapiş?

4 Nisan 2019 Perşembe

Muaf

Türk olmanın güzel bir tarafı, bazı şeylerden 'muaf' olmaktır sevgili arkadaşlar. Yani bazı şeyleri başkalarına yapabilir, ama aynı şey size yapıldığında esip, gürleyebilirsiniz.

Geçenlerde bir toprakla geyikliyoruz. Arkadaş biraz "muhafazakar" cenahtan, öyle koyu hüloooğğğ değil ama yine de kan çekiyor tabi. Söylemeye bile gerek yok, elbette "her şeyi biliyor"...

Bir-iki kadeh şaraptan sonra açıldı bizimki.

"Abi, sizin oralarda ırkçılık çok de mi?"

Ona klasik cevabımı verdim.

"Sizin oralarda Suriyelilere yaptığınızdan çok değil."

Artık dinlemedi mi, anlamadı mı bilmiyorum, ama aradaki ilişkiyi kuramadı bir anda. Bu konuşmanın üstüne bir kadeh şarap geçmedi bile. Bu öyle bir başladı ki...

"Orasına koyduğumun Suriyelileri... Adamlar vergi vermiyor, doktor bedava, okul bedava, onlar yüzünden Türkler iş bulamıyor..."

Gülsem olmayacak, bıraktım gitsin...

Avrupa'daki her Türk bir yerlinin işini elimden almıyor, hiç bir sosyal yardımdan faydalanmıyor, o yardımlar da çalışıp vergi veren yerlilerin cebinden çıkmıyor çünkü.

Ama Avrupalı yapınca ırkçılık oluyor, bu yapınca milliyetçilik.

Niye?

Çünkü Türk olduğu için "muaf"...

Burada göçmenler mi haklı, ırkçılar mı haklı konusuna girmiyorum. Yapmak istediğim sadece uygulanan mantığın tutarsızlığına dikkat çekmek.

—-

Çok yakınlarda, yine başka bir toprağımla, popüler bir mesele hususunda bir "beyin fırtınası" yaptık - bu kez teşbihte hata olabilir, kusuruma bakmayın.

Aya Sofya işine çok kızmış. Eskiden kilise olması beni ilgilendirmez, yüz yıllar boyunca orada namaz kıldık diyor, Türkiye toprağında istediğimizi yapamayacak mıyız diye kızıyor.

Atina'nın merkezi sayılabilecek bir meydanda güzelim bir cami var. Türkiye Cumhuriyeti devleti uzunca bir süredir onu ibadete açtırmaya çalışıyor. Aya Sofya fatihine bunu anlattım.

Sanki taş bir duvara konuşuyordum. Ulaşamadım ona. Kafasında Aya Sofya da, Atina'daki cami de cami olarak kullanılmalı.

Niye?

Çünkü Türk olduğu için “muaf”...

Burada Aya Sofya cami olmalı mı, olmamalı mı, yada Atina'daki cami ibadete açılmalı mı, açılmamalı mı tartışmasına girmiyorum. Yapmak istediğim sadece uygulanan mantığın tutarsızlığına dikkat çekmek.



Yine şimdilerde yukardakilerin benzeri, öyle gereksiz bir tartışma var ki, dinledikçe beynim acıyor.

Yine milliyetçi mi diyetim, muhafazakar mı diyeyim, tam bilmiyorum, yerli ve milli bir gurup Yunanlılar İstanbul'a Konstantinopol dediler diye kendilerini yırtıyor.

Nasıl derlermiş? İstanbul İstanbulmuş...

Neresinden tutup anlatırsın, bilmiyorum.

Bugün Suriye'nin başkentine Şam diyoruz. Niye diyoruz? Çünkü Osmanlı ona yüzyıllarca Şam dermiş. Suriyeliler ne diyor peki? Dimask. Dünya ne diyor? Damascus. Şimdi bunlardan biri çıkıp, sen bizim başkentimize niye Şam diyorsun dese ne deriz?

Allahtan muafız da...

Bunlara daha çok örnek var.

Sakız adası eski bir Osmanlı Sancağı. Yunanlı kalkıp "Sakız deme Kios de" dese, ne diyeceğiz?

Ama birileri İstanbul'a Konstantinopol dedi diye yıkıyoruz ortalığı.

İşin biraz daha komiği, Osmanlı yüzyıllar boyu İstanbul'a Konstantiniye demiş. İstanbul ismi sadece 20. yüzyılda kullanılmaya başlanmış.

İşin en komiği ise, İstanbul kelimesi yüzde yüz Yunanca bir kelime. Aslı Stan-Poli, haydi şehre gibi bir anlamı var.

Durum böyle olunca yine iyi ki "muafız" diyor insan , yoksa otur uğraş bunlarla...

Hadi bir kez daha tekzip yapalım. Burada İstanbula Konstantinopol desinler mi, demesinler mi onu tartışmıyorum. Sadece mantığın tutarsızlığına vurgu yapıyorum.

Hatta bana sorarsanız ben hem İstanbul ismini, hem de şehrin kendisini çok seviyorum. Ben İstanbul diyorum, başkası Konstantinopol mü der, Konstantiniye mi der, beni hiç alakadar etmiyor.

Alakadar edenlere de çok kasmamalarını tavsiye ederim. Ulu Abdulhamit Han'da bu güzel şehre Konstantiniye diyormuş, benden söylemesi...

Ancak en iyisini The Four Lads söylemiş.

Istanbul was Constantinople
Now it’s Istanbul, not Constantinople
Why did Constantinople get the works?
That’s nobody’s business but the Turks

İstanbul bir zamanlar Konstantinopol'dü,
Şimdi [ismi] İstanbul, Konstantinopol değil,
Konstantinopol niye değişti [diye sorarsanız],
Türklerden başka kimseyi de alakadar etmez.

Sevgi ile kalın...

26 Mart 2019 Salı

Dil

Sevgili arkadaşlar, yabancı bir dil konuşmanın günümüz dünyasında çok önemli olduğuna inanan biriyim. Çalışma hayatım boyunca konuştuğum yabancı dil, bana üniversite diplomam, sistem deneyimim ve diğer profesyonel kalitelerimden kat be kat fazla yardımcı oldu.

Günümüz dünyasında İngilizceye hakim bir birey İnternet aracılığı ile istediği tüm bilgilere rahat rahat ulaşabilir. İngilizce konuşamayan bir birey için ise Internet’in yüzde doksanı ulaşılamaz durumdadır.

Elbette İngilizce dünyadaki tek ya da en yaygın dil değildir. Ancak büyük bir güvenle söyleyebilirim ki, dünyadaki en yaygın ikinci dildir.

Ne demek istediğimi biraz açayım.

Fransızca bilen biri Afrika'da, İspanyolca bilen biri de Latin Amerika'da yolunu bulabilir. Ancak eğer Ingilizce biliyorsanız, hem Afrika'da, hem Latin Amerika'da, hem Avrupa'da hem Asya'da yolunuzu bulabilirsiniz.

Çünkü buralarda her zaman az yada çok İngilizce konuşan birini bulmak mümkündür.

Ben çok genç yaşta İngilizce öğrenmeye başladım. Hem okulum, hem de İngilizce hocalarım bakımından çok şanslıydım. Yirmi küsür sene yurt dışında, İngilizce konuşulan bir ortamda çalıştım. Matematiği ve hesaplamaları istemsiz olarak İngilizce yaparım. Türk olmayan yazarları problemsiz İngilizce okurum. Gazete, televizyon, sinema artık hep İngilizce oldu. On beş seneye yakındır da evdeki ortak dilimiz İngilizce. Rüyalarım bile artık İngilizce.

Konuşmaya gelince, onu da kıvırırım. Ama kırk yıllık eğitimden sonra bile ağır bir aksanım var. Zaten bundan kaçış yok, çok da problem değil.

Orta derecede Fransızca konuşurum. Günlük hayatta yolumu bulabiliyorum. Alış-veriş, doktor, haberler, gazete, basit sohbetler ve çok ağır olmayan kitapları Fransızca yapabiliyorum. Dili anlamam çok kötü sayılmaz ancak iyi ve akıcı konuştuğumu düşünmüyorum ama İsviçre devletine göre B1, yani ortanın ilk seviyesindeymişim. İdare ediyorum yani.

Üç yıl Polonya, üç yıl da Sırbistan'da kaldım, orta avrupa ve eski Sovyetlerde hem iş, hem eğlence amaçlı çok sayılabilecek kadar gezmişliğim var. Sevgili karım da Sırp. Yani Slavik dillere oldukça aşinayım. Konuşuyorum demek çok iddalı olur ama iyi kötü Polonyaca (yani Lehçe), Sırpça ve az biraz Rusça anlarım. Eğer iş köpek yada çocuk bakmaya gelirse problemsiz Sırpça konuşurum - oturma kızım, ısırma kızım, koşma kızım, tükürme kızım, uyu kızım, yemek ye kızım, vesaire kızım😛

Niş’deyken bir sene Durlan isimli bir semtteydi evim. Durlan, Ankara’da, benim çocukluğumun Çın Çın Bağları ayarında bir yer! Yağmur bile yağmaya korkarmış, birini ıslatırsam sopa yerim diye. Rivayete göre bu bir seneden sonra Sırpça konuşurken hafif bir Durlan aksanım oluşmuş 😜

Bunları yazıyorum ama sanmayın ki öyle dil öğrenmeye yatkın biriyim. Tam aksine...

Öyle insanlar vardır ki, hiç bilmediği bir dilin konuşulduğu bir ülkeye giderler, bir hafta sonra alış verişlerini falan lokal dille yapmaya başlarlar.

Mesela sevgili karım.

Jelena ile bütün dünyayı gezdik, her yerde yolunu buldu.

Latince, eski Yunanca, Fransızca, İngilizce ve tabi ki anadili Sırpça'yı akademik olarak konuşur. Latince ve Fransızca konuştuğu için İspanyolca'yı, Portekizce’yi ve İtalyanca'yı anlar ve iyi kötü konuşur. Eski Yugoslavya ve Bulgaristan zaten ana dili alanımda yerlerdir. Sırpça bildiği için Rusça'yı anlar ve biraz gayretle konuşur, en önemlisi Kiril alfabesini okuyabildiği için, Rusyada evindeymiş gibidir. Rusyada Kiril okuyamadan dolaşmak, özellikle metro, otobüs vesaire durağı bulmak çok eziyetli iştir. Bilmeyen biri için "злато" yu "zlato" yada "Ниш" 'i "Niş" diye okumak ciddi hayal gücü gerektirir.

Bir Almancası yoktur, ona da heves etti, şu yakınlarda bir online kursa başlayacağım falan diyordu.

İsviçreliler dil konusunda çok donanımlıdırlar. Ufacık ülkede dört resmi dil olduğunu düşünürseniz, çoğu kişi bu dillerden ikisini artı İngilizceyi konuşur.

Burada minicik bir köyde yaşıyoruz. Yani ne bir bakkal, ne bir banka, ne bir postane. Uzun süre köydeki tek yabancı bizdik, bir kaç yıl önce bir İspanyol aile taşındı da tek olmaktan kurtulduk. Yani hiç öyle enternasyonel bir yer değil köyümüz - bundan da fazlasıyla memnunum, o ayrı mesele. Buna rağmen yan komşumuz Fransızca, Almanca, Felemenkçe ve Ingilizce konuşuyor.

Avrupa'nın gerisi, özellikle orta Avrupa yabancı dil konuşma konusunda bence oldukça ileri bir durumdalar. Karışık evlilikler de farklı dilleri konuşmayı çok olağan bir hale getirmiş.

Diyeceğim o ki yabancı dilleri bilmek ve konuşmak, Türkiye dışında adımınızı attığınızda evrensel bir fenomen haline dönüşüyor.

Türkiyede ise bu işin çok, çok gerisindeyiz - aman, nasıl şaşırdık bu işe tabi..

Kapalı devre, kendi kendimize İngilizce zannettiğimiz mutant bir dili konuşmakla kalmıyor, bu dili doğru konuşmaya çalışanlarla alay edip, onların hevesini kırıyoruz. Bir öğrenip iki uyduruyor, uyduramayanlar da uyduranlardan uydurulmuş halini öğreniyor, sonra da Lusezyan Profesör, Ruj State, Jiipii Morgan, Cigabayt, Kim Besincır falan diyoruz.

Yanlış bildiğimiz telaffuzlar bir kenara, doğru bildiklerimizi söylediğimizde bile çoğunu yabancılar anlamıyor. Dışarda en çok ağırıma giden şey, TV'de falan İngilizce konuşan Türklere altyazı koymaları.

Öyle çocuklara eğitim tavsiyesi vermeye babalık kıdemim yetmez tabi. Ama buralarda biraz vakit harcamış biri olarak belki biraz faydam dokunur.

O yüzden bunları yazıyorum.

Lütfen çocuklarınıza bir yabancı dil öğretin.

Bu öneriye İngilizce dahil değil. Yani bir yabancı dil öğretin derken İngilizcenin üstüne bir yabancı dilden sözediyorum.

Bu işi de lütfen A La Turca yapmayın. İmkanınız varsa çocuğunuzun en azından İngilizce'yi doğru olarak konuşulduğu bir ortamda öğrenmesini sağlayın. İnternet çağında kaynak sıkıntımız yok. Youtube videoları, filmleri alt yazılı izleme ama en önemlisi İngilizce kitaplar okumasını teşvik edin.

Ona Latin alfabesiyle yazılan her dilin Türkçe gibi okunmayacağını anlatın.

Bir dilin yazıldığı gibi okunması şeklinde bir önermenin tamamen gerçek dışı olduğunu, her dilin farklı yazım kuralları olabileceğini gösterin.

İngilizcede sesli harflerin uzun ve kısa olmak üzere iki ayrı ses verdiklerini anlatın. "Pot" daki "o" 'nun Türkçedeki "o", "foot" daki "oo" nun Türkçedeki "u", "pet" 'deki "e" nin Türkçedeki "e", "feet" deki "ee" nin ise Türkçedeki "i" olduğu gibi. Yavrunuz böylece "Google" 'a "Gogıl" demeyecektir.

Özellikle sözcüklerin sonundaki "e" 'lerin okunmayacağını anlatın ki 'Skype" 'a "Skaype" demesin.

"Th" 'i doğru telaffuz etmesini sağlayın ki Celal Şengör'den bir anektod ile, üçüncü anlamına gelen "third" 'e bok anlamına gelen "törd" demesin.

İngilizce'de her hecenin Türkçe'de olduğu gibi aynı stresle, yanı aynı hız ve uzunlukla okunmadığını anlatın. İstisnaları saklı, isimlerin çoğunun ilk hecelerinin, fiillerin ise son hecelerinin uzun ve nameli okunması gerektiğini anlatın. Hediye anlamındaki "present" "PREzınt", hediye sunmak anlamındaki "present" "priZENT" dendiğini bilsin.

Her harfin Türkçedeki şekliyle okunmadığının farkında olsun. İngilizce'nin "d" 'si bizim "d" 'ye göre çok yumuşaktır. İngilizce "f" hele eğer ardında başka bir"f" yoksa neredeyse "v" gibi okunur. Ingilizcedeki "W" ise bırakın "v" 'yi, aslen sesli bir harftir. Özellikle birleşik krallıkta, keleme içindeki bir "s", eğer yanında başka bir "s" yoksa çoğunlukla "z" şeklinde okunur.

Unutmayın, bunlar yapılırsa iyi olabilecek isteğe bağlı öneriler değil, dilin ta kendisidir. Birine "Sveden" deyip, İsveç anlamındaki "Sweeden"'ı anlamasını bekleyemezsiniz. Israr ederseniz de altyazı koyuyorlar işte.

Neyse, amacım sıkıcı gramer kurallarını art arda sıralamak değil, sadece bir fikir vermek.

Dil, hele hele Türkiye dışında bir iş, bir yaşam, bir gelecek için bir doktora derecesinden daha önemli ve kullanışlı, "should you ask me!".

İyi geceler...

23 Mart 2019 Cumartesi

Ty Moy Polkovnik!

Moskova'da, Lubyanka meydanında oldukça büyük bir bina, içinde de Rusya'nın en büyük oyuncak mağazası olan Detskiy Mir, yani "Çocukların Dünyası" bulunur.

Aynı meydanın diğer bir köşesinde ise, Rusların biraz da ironiyle "Yetişkinlerin Dünyası" ismini taktıkları, yine oldukça büyük bir bina vardır.

Bu bina, Sovyetler Birliği döneminde KGB'nin yönetim merkeziydi. Bu günlerde ismi KGB'den FSB'ye değişmiş olsa da, fonksiyonu çok da fazla değişmemişti.

KGB merkezine, özellikle alt katlarındaki hapisaneye yolu düşenler, eğer geri çıkabilmişlerse tabi, burada geçirdikleri günleri genelde biraz zor unutma eğilimindedirler.

Albay Dmitry Korsakov, bu binanın ikinci kattaki odasında, yorgunluğunu biraz olsun atabilmek için oturduğu büyük kahverengi koltuğunda geri yaslanmış, gözlerini kapamıştı.

Hafta sonu bir toplantı için Novorossiysk'deydi. Gün boyu yeni istihbarat stratejilerini dinlemiş, sonrasında ise liman güvenlik bürosunda çalışan metresi, yüzbaşı Katia Osinova ile uzun ve votka-yoğun iki akşam geçirmişti.

Sertçe vurulan kapı Albay Korsakov'u hafta sonunun mahmurluğundan, Pazartesinin gerçekliğine döndürdü.

Askeri serlikte bir ses tonuyla buyurdu:

"Vkhodit!"

Kapı açıldı ve içeriye sırım gibi bir üsteğmen girdi. Albayın karşısında hazrola geçti.

"Izvinite Polkovnik!"

Albay ses tonunu biraz yumuşattı.

"Pozhaluysta Sergei, skazhi mne"

"Güney 4D istasyonunun istihbarat raporları Albayım!"

"Spasibo Sergei"

Albay Korsakov masasının üzerindeki paketten bir sigara alıp, Zippo çakmağı ile yaktı. Derin bir nefes çekip, raporu okumaya başladı.

İlk paragraftan sonra yüzü kıpkırmızı kesildi ve istemsizce bağırdı.

"Chertovskiy!"

"Albayım?"

"Türkler S-400'lerden vazgeçip, Patriot almaya karar vermişler!"

"Çok zamansız olmuş Albayım, bu satış bizim için çok önemliydi"

"Yok, onla ilgili değil, Albay Igor'la iddiaya girmiştik, onu kaybettim. Ben Perşembe dönerler demiştim, o da Pazartesi. O kazandı, ona sinirlendim!"

"İçerdeki kaynaklarımız bunu bize bildirmemişler mi Albayım?"

"Türkiye’de her şey o kadar hızlı değişiyor ki, artık içerden istihbarat toplamayı bıraktık Sergei. Bugün Nato'dan çıkıyorlar, yarın Nato'ya kayıtsız bağlılıklarını bildiriyorlar. Ertesi gün AB'den vazgeçip, Shanghai Beşlisi'ne gireceğiz diyorlar, bir sonraki gün de AB'ye niye giriş müzakerelerini açmıyorsunuz diye kızıyorlar. Haftanın tek günleri ABD'ye dayılanıyor, çift günleri de stratejik müttefikleri oluyorlar. İstihbarat Moskova'ya ulaşana kadar fikirleri değiştiği için artık bakmıyoruz bile. Ama iddia için iyi oluyor böyle."

Masanın çekmecesinden bir şişe Stolichnaya çıkarıp, üsteğmene verdi.

"Bunu Albay Igor'a götür Sergei. Ona de ki, bir sonraki şişe bu kadar kolay olmayacak."

Sergei hazrola geçip, şık bir asker selamı verdi.

"Ty moy polkovnik!"

Sergei şişeyle odadan çıkarken, Albay Korsakov da istihbarat raporunun devamını okumaya başlamıştı. Sergei çıkmak üzere açtığı kapıyı fikir değiştirip kapadı ve geri döndü.

"Polkovnik!..."

"Skazhi mne Sergei."

"Matushka Rossiya eski güçlü günlerine dönecek mi sizce?"

"Rusya Ana eski günlerinden daha bile güçlü olacak Tovarishch Sergei. Şüphen mi var?"

"Evet, biraz şüphem var Tovarishch Polkovnik. Ordumuz eskisi kadar büyük değil. Tanklarımız eskidi, uçaklarımız parasızlıktan uçamıyor, denizaltılarımız vakitlerinin çoğunu limanda geçiriyor, füzelerimizin nükleer başlıklarını yenileyemiyoruz."

"Zaman değişti Sergei. Savaşlar artık tanklarla, uçaklarla kazanılmıyor. Elli yıl boyunca bütün paramızı, çocuklarımızın geleceğini, bir kere bile kullanmadığımız nükleer başlıklı füzelere, bunları taşıyan nükleer denizaltılara gömdük. Sonunda ne oldu? İflas ettik, battık. Matushka Rossiya gangsterlerin, kaçakçıların, fahişelerin eline kaldı."

Albay Korsakov biten sigarasıyla yeni bir sigara yaktı ve devam etti.

"Artık savaşmadan kazanıyoruz Sergei. Yankee'lerin dediği gibi bu kez we stole a page from their book. Obama isimli bir kafasız, bize Kırım'ı, Irak'ı, Suriye'yi hediye etti, hem de bir kurşun bile atmadan. Skazhi mne Sergei, soğuk savaş varken Suriye'deki bu üssü almak için kaç nükleer füze atmak gerekirdi, kaç yoldaş askerin kanı akardı?"

Albay Korsakov erin bir nefes alıp devam etti.

"Artık bizim adımıza Araplar, Yankee'lerin adına da Kürtler savaşacak. Irak'ta savaş çıkardılar, Irak İran'ın oldu. Suriye'de savaş çıkardılar, Suriye bizim oldu. İran'da, Türkiye'de savaş çıkaracaklar, her ikisi de bizim olacak. Parmağımızı kıpırdatmayacağız, hepsini bize hediye edecekler."

Sigarasından bir nefes daha çekti.

"Bugün Moskova kapılarına dayanmış, Stalingrad'da binlerce yoldaşın kanını akıtmış Almanya Rusya Ana'nın doğal gazı olmadan yaşayamayacak durumda. Yarın Berlin'de kırmızı, mavi, beyazlı bayrağımız dalgalancak. Bugün vizeyle girdiğimiz Klaipeda'ya gemilerimiz yeniden demirleyecek. Stalin'e vaat edilip, elimizden kaçan İstanbul, yeniden Çar Kenti olacak. Belki Obama artık yok ama yerine geçen Trump, Rusya Ana için ondan çok daha hayırlı."

Albay Korsakov, sesini alçaltarak devam etti.

"Sorunun cevabı Tovarishch Sergei, Rusya Ana geçmiştekimden çok daha güçlü olacak!"

Genç üsteğmen hiç bir şey söylemeden sert bir selam verdi ve geri dönüp yürüyerek odadan çıktı. Gözümden bir damla yaş süzüldü.

KGB binasından çıkmış, Moskva Nehri kıyısında yüksek duvarı ve kubbeleriyle Kremlin'e bakarak yürüyordu.

Kafasının içinde de durmadan aynı şarkı çalıyordu.

"Kalinka, kalinka, kalinka maya,
f sadu yagoda malinka, malinka maya..."

—-

Epilogue:

Diyeceğim o ki, bunların olmasını istemiyorsak, gözümüzü açık tutalım. Ben İstanbul'daki kırmızı ve beyazdan fazlasıyla memnunum. Üçüncü bir mavi renk istemiyorum. Ne Rusyanın, ne Amerikanın mavisi...

21 Mart 2019 Perşembe

Kasmayalım

Sevgili arkadaşlar, uzaklarda olsam da hepimizde seçimdi, ekonomiydi, enflasyondu, dolardı, bir kasılma gözlemliyorum.

Herkes asabi, herkes gergin, herkes ajite durumda.

Kısaca herkes kasıyor.

Kasmayalım.

Diyeceğim o ki beterin beteri var.

Robbie Williams'ı bilirsiniz. Super Supreme, Millennium Robbie.

Adam bir hastaneye gitmiş, aynı anda akıl hastalığı, depresyon, obezite, alkol bağımlılığı, madde bağımlılığı ve kendine güven eksikliğinden tedavi görmüş. Yüzde kırk dokuz homoseksüelim, ama bu zaman zaman yüzde elliyi buluyor diyormuş. Affınıza sığınarak ağızımı bozuyorum, adam ibne mi, değil mi, ondan bile emin değil!

Yani Ingilizcede dedikleri gibi hiçbir özelliği olmayan, run of the mill bir sanatçı!

2016 yılında Robbie efendi on yedi milyon pound 'u bastırıp, Londra'da, Kensington'da bir köşk satın almış.

Kapı komşusu da Led Zeppelin'in efsanevi gitaristi Jimmy Page!

Robbie, evine kapalı bir yüzme havuzu yaptırmak istemiş, ama komşu Jimmy, hayır deyip, işe taş koymuş. Oralarda, yine buralarda olduğu gibi komşu hayır derse kendi evine çivi bile çakamıyorsun.

Durum böyle olunca Robbie önce depresif olmuş tabi. Ama sonra aklına gelen bir intikam planını uygulamaya koymuş.

Hiç durmadan, gece gündüz, müziğin sesini sonuna kadar açıp, Led Zeppelin'in gitaristi Jimmy Page'e Deep Purple dinletmiş!

Robbie depresyondan kurtulmuş. Jimmy'e ise ne olduğunu şimdilik bilmiyoruz.

Gördünüz mü, alemde ne dertler var...

Başka bir öykü.

Herhalde bir çoğunuz Charlie Sheen'i tanırsınız. Two And A Half Men dizisinin unutulmaz Charlie Harper'ı.

Charlie gerçek hayatta, aynı bu dizideki rolü Charlie gibi yaşayan birisi. Yani içki, kumar, karı...

Şu anda biri porno film yıldızı, evli karım dediği iki kadınla aynı anda yaşıyor. HIV pozitif, yani hayata biraz karanlık bakıyor.

Ancak Charlie her zaman böyle bohem değilmiş. Gerçek anlamıyla evlenmiş, çocukları falan bile olmuş.

Bu evliliklerinin birisinin arifesinde, müstakbel karısıyla birlikte akşam yemeği yerken Donald Trump ile karşılaşmışlar. Trump, o zaman başkan değil tabi.

Neyse, Trump işleri yüzünden nikaha gelemeyeceği için içtenlikle özür dilemiş.

Charlie önce biraz şaşırmış, çünkü Trump nikaha davetli bile değilmiş. Ama bozuntuya vermemiş.

Trump ise katılamayacağının verdiği üzüntü ile Charlie'ye unutamayacağı bir düğün hediyesi vermek istemiş. Hemen platin ve elmaslardan yapılma Harry Winston kol düğmelerini çıkarıp, Charlie'ye vermiş.

Aradan altı ay falan geçmiş, sigorta için Charlie'nin bu kol düğmelerinin değerlerini belirlemesi gerekmiş. Bir ekspere gitmiş.

Sonuca inanmayacaksınız.

Kol düğmeleri sahteymiş!

Ne platin platin, ne de elmaslar elmas!

Trump, sahte mücevherlerin tanınmayacağına o kadar eminmiş ki, üzerlerine kendi ismini bile işletmiş.

Bu hikaye doğru mudur, bilinmez. Ama ben Sheen'in bir suç duyurusunda bulunmadığına eminim...

Dert, tasa bu işte.

Nashville'de 2014 yılında bir araştırma yapmışlar.buna göre toplumun yüzde yedisi tanrıya bir park yeri versin diye dua ediyormuş!

Siz de hala turist duasına çıkanlara kızın...

Amerikan resmi Salgın Korunma Ve Önleme Dairesinin, zombi işgaline hazırlıklı olma konulu bir Internet sitesi varmış!

Beka sorunu her yerde var işte...

Eğer rock müzik seviyorsanız Ozzy Osbourne kimdir bilirsiniz.

Bu arkadaşın denemediği alkol, uyuşturucu, vesaire kalmamış. Birgün acil bir uyuşturucu ihtiyacı baş gösterdiğinde burnunu bir kaldırıma dayayıp, bir sıra halinde geçen karıncaları, hort, fort yapıp, içine çekmiş. Zavallı karıncaların bazıları bunun ağızımdan çıkmış!

Bir konser esnasında bir kuğunun kafasını dişleriyle koparmış!

Başka bir kez bir yarasayı ağızına sokup ısırarak kafasını kopartmış. Söylediğine göre yarasayı plastik zannetmiş. Bunun yüzünden kuduz tedavisi görmüş!

İşte böyle.

Bu hayatta derdim var, kafam bozuk demeden bir kez daha düşünmek lazım.

Takmayalım kafaya, kasmayalım. Yoksa bunlar gibi oluruz.

Gününüz güzel olsun.

15 Mart 2019 Cuma

Boeing 737 MAX Kazaları

Bir uçağı havada tutan kanatlarıdır sevgili arkadaşlar. Yerçekimi uçağı aşağı çekerken, uçağın kanatları, uçağı yukarı doğru iterler. Böylece uçak havada kalıp, yoluna devam eder.

İlk bakışta biraz alakasız gelebilir, ancak bir uçağın havada kalması için ileri doğru hareket etmesi gerekir.

Uçak havada ilerledikçe, hava kanatların üstünden ve altından geçer.

Eğer kanatların altından, kanatların üzerindekinden daha fazla hava geçirebilirsek, altta biriken hava kanatları yukarı iter ve kanatlar az önce söz ettiğimiz kaldırma işlevini yerine getirirler.

Çok fizikle baş ağrıtmadan söyleyelim, kanatlar altlarıyla üstlerinde bir basınç farkı yaratırlar, bu basınç farkı da uçağı yukarıya doğru iter.

Yine işin çok aerodinamiğine girmeden, bir kanat uçağın uçuş yönüne parelelken bu kaldırma kuvvetini yaratabilir. İşin aslı tam paralellik yerine kanadın ön tarafı hafifçe yukarı kalkıkken bu kaldırma güçü en verimli bir biçimde kullanılır (kanatların şekilleri de bu kaldırma kuvvetini artırırlar ama konumuz bu değil).

Kanadın ucu yukarı, arkası da aşağı dönükken uçak ilerlediğinde kanadın altına daha fazla hava sıkışır ve alttaki basınç yükselir. Biraz dikkatle arabadayken camı açıp, avucunuzu önce yere paralel uzatın, sonrada parmaklarınızı hafifçe yukarı kaldırarak elinizin yere göre açısını artırın. Basınç farkı elinizi kuvvetle yukarı itecektir.

Ancak tekrar söyleyeyim, bu deneyi araba çok hızlı değilken ve etrafta elinizin çarpacağı başka arabalar, ağaç dalları vesaire yokken çok dikkatle yapın.

İşte bundandır, uçakların kanadı gövdeye paralel değil, küçük bir açıyla yukarı doğru tasarımlanmıştır. Ancak bu açı o kadar küçüktür ki, sadece bakarak bu eğimi çok zor hissedebilirsiniz.

Bu açıya kanadın hücum açısı (angle of attack) derler.

Peki bu hücum açısını artırırsak, yani kanatları yukarı doğru, yani uçuş yönüne dik olmaya başlayacağı yöne çevirirsek ne olur?

Öncelikle kanatların kaldırma etkisi artar.

Bu iyi bir şey gibi gelebilir kulağımıza, ancak artan kaldırma kuvvetinin karşılığında çok ağır bir bedel öderiz.

Sürtünme.

Havanın sürtünme, yani direnç gücü uçağı yavaşlatır. Uçağın hızını korumak için deyimi uygunsa gaza biraz daha fazla basmak gerekir. Unutmayın. Uçak ileri gitmezse kaldırma kuvveti oluşmaz.

Eğer uçağın uçuş yönü yerle paralel değilse kanatların kaldırma kuvveti doğrudan uçağı aşağı çeken yerçekimi ile de karşılaşmaz. Bu da uçağın havada kalması için kanatların normalden daha fazla kaldırma kuvveti yaratmalarını zorunlu kılar.

Hücum açısını artırmaya devam edersek öyle bir noktaya geliriz ki, hızı me kadar artırırsak artıralım, kanatlar hiçbir kaldırma güçü yaratamaz. Çünkü hava artık kanadın üstünden ve altından akmadığından, bir basınç farkı oluşturamaz.

Bu noktada uçak uçmayı bırakır, bir taş gibi düşmeye başlar.

Buna da "Stall" derler.

Peki kanatların hücum açıları değişebilir mi?

Kanatlar uçaklara sabit bir şekilde takılıdırlar, o yüzden uçaktan bağımsız olarak hücum açıları değişemez (Amerikan Deniz Kuvvetlerinin F-8 Crusader uçağı bunun bildiğim tek istisnadır).

Ancak bir uçağın kendisinin hücum açısı değiştiğinde, kanatların da hücum açısı buna bağlı olarak değişir. Kısaca uçağın burnu kalktığında, kanatları da uçak ile birlikte kalkar.

Uçağın hücum açısının stall olmadan ne kadar artacağı, uçağın hızı, yüksekliği ve kanatlarda bulunan flap, slat gibi kontrol yüzeylerinin durumuyla ilgilidir. Ancak çok detaylara girmeyelim.

Önemli olan hücum açısı arttıkça, yani uçağın burnu kalktıkça hızı düşeceğinden, kanatların kaldırma kuvvetinin azalacağı ve bir noktaya geldiğinde kaldırma kuvveti yaratamayacağı, yani stall olacağıdır.

Bu stall durumu çok kaka bir iştir sevgiki arkadaşlar. Özellikle bir yolcu uçağının stall'dan kurtulması çok zordur. Yeteri kadar yüksekteyse uçağın burnunu aşağı çevirip hız kazanmayı, böylece de kanatların üzerinden hava akımını yeniden sağlamayı deneyebilir.

Ama önemli olan bu stall durumuna hiç girmemektir.

Yakın zamanda iki kere düşüp uçuşlarının durdurulduğu Boeing 737 MAX'lerde kullanılan MCAS (Em-kes diye okunuyor), bu stall durumuna düşmeyi önlemek için tasarımlanmış bir sistem.

Yaptığı iş ise, uçağın burnunun iki tarafına takılı iki sensörle uçağın hücum açısını, yani burnunun ne kadar kalkık olduğunu okuyup, uçağın hızı, yüksekliği ve kanatlardaki kontrol yüzeylerinin durumuna bakarak stall olmaya ne kadar yaklaştığını hesaplamak. Eğer uçağın burnu stall olacak kadar kalkmış ise onu aşağı indirmek.

Herkes Endonezya ve Etiyopya hava yollarının 737 MAX'lerinin bu MCAS sistemi yüzünden düştüklerine neredeyse emin.

Her iki uçak da kalkış anında MCAS sisteminin bir stall zannıyla uçakların burunlarını aşağı indirmesiyle düşmüşler.

Cevap bulmaya çalıştıkları soru ise MCAS'in niçin beklendiği gibi çalışmadığı.

İlk izlenim, hücum açısının okunduğu sensörlerdeki bir uyuşmazlık, bozukluk olduğuydu. Şimdilerde daha ziyade bir yazılım sorunundan bahsediliyor.

Boeing 737, 1960'lardan kalma çok eski bir tasarım. İlk uçuşunu 1967'de yapmış, yani benle yaşıt sayılır. Bu da kulağa ilk geldiğinin aksine kötü bir şey değildir sevgili arkadaşlar. Boeing 737 bu elli sene boyunca tasarım sorunları bir bir giderilmiş, olgunlaşmış, dünyanın en güvenli uçaklarından biri olmuş.

Boeing 737'ler yere çok yakındırlar. Neredeyse motorları piste dokunacak zannedersiniz. Bu tasarım özelliğinin amacı motor bakım ve kontrollerinin daha çabuk ve etkin yapılabilmesidir.

Jurassic, Classic ve Nextgen modellerinde bu özellik korunsa da MAX modelinin belkemiği, bu uçağın ekonomik ve sessiz olmasını sağlayan LEAP motorlarının büyük boyu yüzünden Boeing 737'leri biraz değiştirmek zorunda kaldılar.

İniş takımları bu geniş çaplı motorların sığması için yükseltildi, ancak en önemlisi motorlar kanatların önüne, biraz daha yükseğe alındı.

Dananın kuyruğu da işte burada koptu.

Motorların yeni yeri, onlarca yıldır kendini kanıtlamış uçağın aerodinamik karekteristiklerini değiştirdi.

Kimse bunu sesli dile getirmese de uçak stall olmaya biraz daha yatkın bir hale geldi. Bunu engellemek için de MAX'lere konumuz olan MCAS sistemini yerleştirdiler.

Pilotlar aynı uçağın bir modelinden diğerine geçtiklerinde fark eğitimi isimli bir eğitimden geçerler. Adından da anlaşılacağı üzere bu eğitimde sıfırdan başlamak yerine, sadece yeni modeldeki değişiklikleri öğrenirler.

Artık aceleden mi, dikkatsizlikten mi bilinmez, Boeing bu fark eğitiminin programına 737 MAX'lerle birlikte ilk kez kullanılan MCAS sistemini dahil etmemiş.

Buna paralel bir iddaya göre de Endonezyalı pilotlar bilmedikleri bu sistemin devreye girip, uçağın burnunu indirmesi sonucu kontrolü kaybedip, yere çakılmışlar.

Sorun ne olursa olsun, bu kazaların ve 737 MAX'lerin uçuşlarının durdurulmasının Boeing için katastrofik sonuçları olacaktır.

Uçuştan alınıp bağlanan uçakların havayollarında neden olduğu maddi kayıplar bir kenara, MAX'lerin karizması öyle bir çizildi ki, sorun giderilse de birçok kişi bu olanları hatırlayacaktır.

Eminim bu günlerde, Airbus firmasının koridorlarında birçok çalışanın yüzü gülmektedir.

24 Şubat 2019 Pazar

Obez Balina

Jet motorlarının üretimiyle Amerika ile Avrupa, yada Amerikanın doğu kıyısı ile batı kıyısı arasında non-stop uçabilecek yolcu uçakları fikri bütün üreticilerin en önemli hedefi haline dönüşmüştü.

Bu görevi hakkı ile ilk kez bir uçak başarabildi.

Onu bir şarkıyla analım.

But my heart keeps calling me backwards
As I get on the 707
Riding high, I got tears in my eyes
You know you got to go through hell before you get to heaven

Big ol’ jet airliner
Don’t carry me too far away
Oh, big ol’ jet airliner
‘Cause it’s here that I’ve got to stay

Steve Miller bu şarkıda büyük, eski bir jet yolcu uçağıyla, aklını geride bırakıp, evinden uzaklara biraz isteksizce uçuyor.

Bu büyük, eski yolcu uçağı bir Boeing 707.

Boeing, uzun menzilli bombardıman uçağı B-52’nln sekiz motorumdan dördünü, gelmiş geçmiş en sağlam uçak gövdelerinden birine takıp, bu kıtalar arası yolcu uçağını tasarımlamış.

Ama öyle bir uçak yapmış ki, bugün yolcu modelleri hizmetten kalkmış olsa da, tanker, AWACS gibi askeri modelleri halen kullanılıyor. Bu uçaklar askeri hizmetin ağır ve hoyrat kullanımına rağmen, onları uçuran pilotlardan ileri yaşları ile hala taş gibi ayakta duruyorlar.

707 ya da ‘seven oh seven’ lar 1958’de yapılmaya başlanmış ve üretimleri 1979’da durmuş. 1970’lerde THY’de de uçmuş, ama çok uzun bir süredir ana akım hava yollarımda kullanılmıyorlar.

İşin en acı tarafı, bugüne kadar hiçbir 707 ile uçamadım. Bundan sonra da uçabilmemin görünürde bir imkanı yok.

Kıtalar arası uçuşların öncülüğünü Boeing 707'ler yapmış olsa da, büyük kitlelerin ucuz biçimde uzun mesafe seyahat etmelerini olanaklı kılan tam anlamıyla efsane bir uçak vardır.

Onu da bir şarkıyla analım.

Got on board a westbound seven forty seven
Didn’t think before deciding what to do
All that talk of opportunities, TV breaks and movies
Rang true, sure rang true

Ne yapacağını çok da fazla düşünmeden doğuya uçan bir yedi-kırk yediye binmiş. TV'de izlediklerinden orada çok iyi fırsatlar olduğunu düşünmüş. Sonra gittiğinde de ne para ne karı... Kaliforniya'nın güneyine hiç yağmur yağmazmış, o yüzden sızlanıyor.

Konumuz doğuya uçan yedi-kırk yedi, yani Boeing 747. Herkesin bildiği adıyla da Jumbo Jet.

Gördüğüm en güzel uçak desem yeridir. Dört motoru, devasa gövdesi, hemen öndeki first class ile pilot kabininin bulunduğu ikinci katı ve geniş, kondorlu yolcu kabini ile bir kız gibi gökyüzünde süzülür.

Yüzlerce yolcuyu çok uzun mesafelere taşıyabilir. Şarkıda örneğin, kahramanımız Amarika'nın doğu kıyısından batı kıyısına, olasılıkla New York'dan Los Angeles'a uçuyor. Çok uzun, üç saatlik bir zaman dilimidir bu uzaklık. Türkiya ile Portekiz ya da İngiltere arası, meridyen hesabıyla sadece iki saattir, siz hesaplayın.

Jumbo ile ilk tanışmamız bundan otuz sene öncesinde olmuştu. TWA'in bir 747-200 modeliyle Atlantik’i geçmiştim. İyi de etmişim. Artık bu klasik modeller hepten hizmetten kaldırıldı.

Sonrasında her fırsatta, planları bir kaç gün erteleme ya da öne çekme pahasına 747-400'lerle uçtum. Hele birinde Frankfurt'tan Seul'e, business class'ta ilk sırada uçmuştum, ki bilenler bilir, Kamil Koç'ların 302'lerindeki iki numarası gibi bu uçağın en güzel koltuğudur. Pilot kabini üst katta olduğu için business class'ın en ön sırası uçağın tam burnundadır ve burun konisi mağara gibi önünüzde açılır. Uçakta değil, bir sinema salonundaymışsınız izlenimini verir.

Başka bir kez aynı koltuğu bir Buenos Aires uçuşu için almıştım ama Luftwafe öndeki boşluğu bir dolap ile kapamıştı ve bu duruma çok içerlemiştim.

Boeing 747'ler 1970'lerde ticari uçuşlarına başladılar ve bugün hala üretiliyorlar.

Şimdi yavaş yavaş konumuza girelim.

Boeing 747, Boeing firmasını ihya etmiş, yarım asır boyunca ona milyarlar kazandırmış rakipsiz bir uçaktır.

Hal böyle olunca Avrupalılar da bu büyük uçak pazarından pay kapmak için harekete geçtiler.

Avrupalılar nedense "en" 'lere çok meraklıdırlar.

Bu yüzden 747'den biraz küçük olsa da hala büyük ancak çok daha uzun menzilli, hatta dünyanın "en" uzun menzilli uçağı A-340'ı yaptılar.

Bu uçak hiç yere inip, yakıt ikmali yapmadan dünyanın yarısını geçebiliyordu.

Ancak bunun bir bedeli vardı. Neredeyse uçan bir tanker olan bu uçak, ihtiyacı olan yakıtı taşımak için de ekstra yakıt taşımak zorunda kalıyordu. Bu sebeple hiç de ekonomik değildi. Emirates gibi hava yolları, Londra'dan Sydney'e uçmak isteyen yolcuları ekonomik iki motorlu uçaklarla Dubai'ye taşıyıp, orada bir gün ağırlayıp, Sydney'e, Singapur'a, Hong Kong'a vesaire, rahat, yol yorgunluğunu atıp dinlenmiş ve Dubai'nin shopping mall'larında para harcamış bir biçimde taşıyabiliyorlardı.

A-340 da bu nedenle ölmeye mahkum bir uçak haline geldi. Airbus bu noktada akıllı bir hamle yaptı ve A-340'ın iki motorunu atıp, gövdesi neredeyse A-340 ile aynı A-330'u üretti. Bu uçak belki "en" uzun menzilli uçak olmadı ama aptal gibi tonlarca yakıt taşımak için tonlarca yakıt yakmadığımdan, A-340 konforunu hava yollarına çok daha ucuz bir platformda sağlayarak Airbus'a "en" çok para kazandıran uçaklardan biri oldu.

Bu "en" tutkusunun havacılıktaki en acıklı kurbanı ise Concorde'dur.

Bu uçak dünyanın "en" hızlı yolcu uçağıdır. Gerçek bir mühendislik harikasıdır. Dünyanın bence gelmiş geçmiş en güzel görünümlü uçaklarından biridir.

Sesin iki katından fazla bir hızda uçar. Bu hızın yol açtığı sürtünme yüzünden o kadar ısınır ki, havada boyu yirmi santim uzar. Yere indiğinde ısıdan dolayı pencereleri hala sıcaktır. O kadar yüksekten uçar ki, yolcular dünyanın eğimini görebilir. Londra'dan kalktığı saat, New York'a indiği saatten daha ileridir, yani saat sabah sekizde Londra'dan kalkıp, New York saatiyle sabah yedide inmiş olur.

Ancak bir benzin canavarıdır. Sadece kapıdan pistin başına gitmek için iki ton yakıt yakar.

Daha da kötüsü, ses hızının üzerinde uçtuğunda çok gürültü yapar, hiç kimse de haklı olarak tepesinden Concorde geçerken camının, çerçevesinin kırılmasını istemez. Bu yüzden de sadece okyanus üzerinde ses hızının üzerine çıkabilir. Bir uçağı hem düşük, hem yüksek hızlarda ekonomik uçacak şekilde tasarımlayamarsınız. Concorde da doğal olarak yüksek hızlara optimize edilmiştir. Ses hızının altında uçarken tam bir felakettir. Bundandır ki okyanus üzerinde değilken bütün avantajını kaybeder. Amerika ve Avrupa üzerinde sesten hızlı uçamadığı için kullanılamaz.

Düşünün, Zürih'ten New York'a gideceksiniz. Aktarma sonrası Heathrow'da transfer, kontrol, güvenlik, kapıda yarım saat, uçakta yarım saat, taksi, vesaire bir yarım saat daha ve alın size dört saat. Üç saatlik Concorde uçuşunu da ekleyin, oldu mu size yedi saat?

Buna bir de hedefiniz New York değil ise Amerika içi uçuşu eklediğinizde on iki, on üç saati buluyorsunuz. Halbuki Boeing 747, 767 ya da özellikle 777 ve 787 gibi Concorde'a göre kat be kat ekonomik bir uçakla, non-stop altı-yedi saatte dangadanak final destinasyonunuza ulaşabilirsiniz. Hem daha az zamanda, hem de ÇOK daha ucuza.

Al takke ver külah, enflasyon, erken bilet falan, gidiş-dönüş bir kişi için Paris-New York uçuşu 15 bin dolardı. Biz daha geçen Cenevre-New York gidiş dönüş, üç kişi için toplam bin iki yüz dolar ödedik.

Kısacası Concorde ölü doğmuş bir uçaktı.

Yapan devletlerin sübvansiyonuyla sadece İngiltere ve Fransa kullandı, zarar etmelerine rağmen namımız yürüsün deyip, hizmette tuttular. Sonra da benim gibi havacılık tutkunlarını üzüntüye boğarak hizmetten kaldırdılar.

Söylemek bile gereksiz, Concorde ile hiç uçmadım. Personelin rahatını fazlasıyla ön planda tutan eski şirketim bile Concorde ila yapılacak iş gezilerini haklı olarak imkansıza yakın koşullara bağlayan bir kısıtlama getirmişti.

Neyse. Concord'a da Michel Sardou'dan bir şarkıyla veda edelim.

Le soleil, la nuit,
Tout concorde.
New York et Paris,
Tout concorde.
L’espace et le temps,
Les larmes et le sang,
Tout concorde.

Gün ışığında, gecede, hep Concorde. New York, Paris, hep Concorde, uzayda, zamanda, gözyaşında, kanda, hep Concorde!

Bugünlerde, Avrupa havacılığı bu "en" merakına acılı bir kurban daha verdi.

Airbus, A-380 modelinin üretimini sonlandıracağını açıkladı.

Boeing'in 747 ile yakaladığı güzel kardan pay almak isteyen Airbus, 747'den çok daha büyük, tüm gövde boyunca iki katlı, 800 yolcu taşıyabilen devasa bir uçak tasarımladı.

Ancak A-380, kız gibi Boeing 747'nin yanında obez bir balina kadar çirkin kalmıştı.

Bu uçakla uçan pilotlar teknolojisini yere göre koyamasalar da, izlediğim bir kaç belgesele dayanarak söyleyebilirim ki bu uçak bir bakım faciasıydı. Uçağı uçabilir halde tutmak havayollarını çıldırtıyordu.

A-380 tam olarak dolduğunda ekonomik sayılabilecek maliyetlerle uçabiliyordu, ne var ki gerçek hayatta bu uçağı doldurmak o kadar da kolay değildi.

Yukarda Concorde'u anlatırken değindiğimiz "hub" modeli, yani yolcuları sağdan soldan hub şeklinde kullanılan merkezi havaalanlarına getirip bir uçağa tıkıştırmak Concorde gibi sesin iki katında uçan hızlı bir uçakla bile uzun sayılırken ses hızının altında uçan A-380 için nasıl çalışabilirdi?

Bir de yüzlerce yolcuyu indirip, bindirmek ÇOK uzun zaman alıyordu. Bu kadar yoğunluğu bir çok havaalanı kaldıramayacak durumdaydı.

İki motorlu ekonomik ve uzun menİlli uçaklarla her yerden her yere uçmak mümkünken, sadece A-380'le uçtum deme için hangi akıllı yolcu saatlerini kaybetmeyi kabul ederdi?

A-380'e prensipte sadece Fellahlar ilgi gösterdi. Dubai hub'ını kullanarak bu uçakları doldurabileceklerini düşündüler, o bile olmadı.

Bir çok havayolu A-380 yerine Boeing'in ekonomik başarısı 777 modeline yöneldi.

Dünyanın "en" büyük yolcu uçağı A-380'de yolun sonuna geldi, hem de elli yaşındaki rakibi Boeing 747 hala üretimde kalırken.

A-380 için yazılmış bildiğim bir şarkı yok. Belki onu bir yalelli ile anabiliriz, ona da söz yazmak gerekmiyor malumunuz..

Şimdi tek hedef, havayolları bu zarar makinesini tamamen çöpe atmadan, onla bir kere uçabilmek.

Sevgi ile kalın.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...