11 Ocak 2019 Cuma

EOS R - 3

Başta DSLR, lensleri değişebilen kameraların önemli aksamlarından biri Lens Mount ismi verilen, lenslerin kameraya takıldığı bağlantı noktasıdır.

Bu bağlantı aksamı öncelikle lenslerin mekanik olarak kameraya takılıp, kitlenmesini sağlar.

Yine bu noktadaki kontaklar sayesinde kamera ile lens arasındaki haberleşme sağlanır. Auto Focus, Apperture, gibi değerler kameradan lense bu bağlantı protokolüyle aktarılır.

Canon 1987 yılına kadar kullandığı FD isimli Lens Mount'u EF isimli yenisi ile değiştirdi. Canon için ciddi bir karardı bu, çünkü EF mount ile FD mount için yapılmış lenslerin hiçbiri araya kaliteyi düşüren optik bir uyumlaştırıcı koymadan kullanılamıyordu. Auto Focus falan hak getire tabi. Canon sadece ya tutarsa diye kameraya bağlı motorları kullanan dört Auto Focus FD lens yapmıştı.

Auto Focus'un yaygın hale gelmesiyle Canon bu sistemi FD Mount üzerine yamamaktansa, yeni bir tasarımı tercih etti.

İyi de etti. Geniş çaplı, tamamı elektronik bağlantılı yeni EF Mount hem hızlı, hem de derli toplu bir arayüz sağladı. Eski FD lenslerin hepsi pratikte hurdaya çıkmış olsa da fotoğrafçılar yeni EF lensleri sevdi, Canon da eskileri yenileyerek bir servet yaptı.

Canon APS-C kameraları piyasaya çıkarırken bunların üzerime EF-S isimli yeni bir lens mount koydu. EF-S Mount, EF Mount'un tamamen aynısı olup, sadece full-frame kameralara görüntünün kenarlarında kararmalara yol açabilecek APS-C lenslerin takılmasını önlemek için mekanik bir bloğa sahipti.

Canon, aynasız sistemlerle ilk denemesini EOS-M kamera sistemiyle yaptı. Bunlar APS-C sensöre sahip, doğrudan ya da sonradan eklenebilen EVF'lere sahip kameralardı. Canon bu kameralarda EF-M Mount isimli bir lens mount kullandı. Bu yeni mount da teknik olarak bir EF Mount'du, sadece aynanın kalkmasıyla sensöre yaklaşan lensi destekliyordu.

Kısacası hepimiz 1987'den beri otuz küsür senedir aynı lens mount'u kullanıyorduk.

Bu EOS R ile değişti.

Canon bu yeni lens mount'u baştan aşağı sıfırdan başlayıp tasarımladı.

Neyin değiştiğini anlatmaya en önemlisinden başlayalım.

Defalarca söylediğimiz üzere EOS R'da, diğer kameralarda bulunan ve doğrudan lensin gördüğünü viewfinder'a aktaran optik reflex sistemi bulunmaz.

Bu optik reflex sisteminde lensin hemen arkasında görüntüyü yukarı yansıtan 45 derecelik eğimde duran bir ayna vardır. Fotoğraf çekerken de bu ayna yukarı katlanır ve lensten gelen görüntü doğrudan sensörün (ya da filmin) üstüne düşer.

İşte bu aynanın hareket edebilmesi için kamera içinde ciddi bir hacim bulunması gerekir. Canon DSLR kameralarda lensin bağlantı noktasıyla sensörün arasında 44 mm'lik bir açıklık bulunur. Biraz terminoloji, bu açıklığa flange uzaklığı derler.

Canon EOS R'da bir ayna bulunmasa da, bu açıklığı 44 mm'de tutup, EF Mount'u kullanmaya devam edebilirdi ancak doğru bir kararla aynanın gitmesinden dolayı artık gerekmeyen bu aralığı kaldırıp, lens bağlantısı ile sensörün aralığını 20 mm'ye düşürdü. Bunun sayesinde kameranın kalınlığı da doğrudan iki santim kısaldı. İki santim diye küçümsemeyelim, ciddi ve farkedilebilir bir boyut tasarrufudur bu.

Ancak boyut tasarrufundan çok daha önemli, bu kısa flange uzaklığı, lenslerin arkasının daha büyük olabilmesinin sağladı.

Bunun nedeni tamamen bir mühendislik tasarım kararı. Niyesine girmeyelim, ben de hattızatında bir optik mühendisi değilim, bilmiyorum. Şimdilik flange uzaklığının kısaldıkça lensin arka açıklığının büyük olabileceğini kabul edelim.

Elinize bir EF lensi alıp, arka kapağını açın. Oradaki karenin 35 mm'lik sensörün boyundan çok daha küçük olduğunu göreceksiniz. Eğer bu küçük aralıktan görüntü büyük sensörü nasıl kaplayabiliyor derseniz, lensin arkasında bir yerdeki konveks bir optik eleman görüntüyü kırarak dağıttığını, yani sinema makinelerindeki gibi büyüttüğünü düşünebiliriz.

Lensin arka açıklığı ile sensörün boyu arasındaki oran büyüdükçe bu optik elemanın görüntüyü daha bir şiddetle kırıp, büyütmesi, yine işin optiğine çok girmeden, bu optik elemanın kenarlarının da daha kalın camdan yapılması gerekir.

Sorun da burada oluşmaya başlar.

Lensin tam ortasında, yan yana iki nokta düşünün. Bu iki nokta lensin arkasındaki büyüten elemandan hiç kırılmadan dümdüz geçer ve sensörün üzerine düşer.

Sensörün en kenarında iki nokta ise büyütmeden dolayı ciddi bir kırılmaya uğrar. İlk nokta ile ikincisi arasında minik bir açı farkı olur. Lensle sensörün arasındaki uzaklık arttıkça bu iki noktanın sensör üzerinde araları açılır. Aynı noktadan başlayıp otuz derecelik bir açıyla farklı yönlere giden iki insanı düşünün, bunlar yürüdükçe, birbirlerinden uzaklaşacaklardır.

İşte bu nedenlerden, fotoğrafların kenarları, ortalarına göre daha az keskin, yani daha fludur, renkleri daha az canlı, daha az belirgindir çünkü lensin arkasından çıkıp büyüyen görüntü, kenarlarda, ortaya göre daha uzun, daha açılı bir yol izler.

Bu kırılma meselesinde başka bir bela daha vardır sevgili arkadaşlar.

Işığı oluşturan dalga boylarının tümü - yani renkler, aynı açıyla kırılmazlar. Dalga boyu kısa renkler, örneğin mor, dalga boyu uzun renklere göre, örneğin kırmızı, daha yüksek açılarla kırılır.

Hafif bir kırma yapan ince bir optik elemanın arkasında bu ayrım çok belirgin olmazken, kırma miktarı şiddetlendikçe bu ayrım da gözle farkedilir hale gelir. Buna da Chromatic Abberration derler, siz Türkler nasıl diyor, ben bilmiyor.

Sözün kısası, 44 mm'den 20 mm'ye düşen flange uzaklığı, lenslerin optik elemanların, sensörlerin falan kalitelerinin değişmediğini varsayarsak görüntü kalitesinde ciddi bir artış sağlar. Fotoğrafın kenarlarında daha fazla keskinlik, daha az şiddette chromatic abberation bekleyebiliriz.

Bu demek değildir ki her RF lens EF kardeşinden daha kaliteli olacaktır. Flange uzaklığı her şey demek değildir. Canon, flange uzaklığından kazanılan kaliteyi, az kaliteli cam kullanıp, maliyeti düşürerek de dengeleyebilir. Burada şimdilik emin olabileceğimiz bir tek şey var, Canon 'isterse' çok kaliteli RF lensler yapabilir.

RF lenslerin arkalarının büyük olabilmesi başka bir avantaj daha sağlar. Bunun da niyesine çok girmeyelim, aynı miktarda ışığı alabilmek için lensin arkası büyüdükçe önünün büyümesi gerekmez.

Bunu tersten okursak, lensin arkası küçüldükçe, önünün büyümesi gerekir.

Lenslerin aldığı ışık miktarı çok önemlidir sevgili arkadaşlar. Işık arttıkça poz süresi kısalır, hızla hareket eden cisimlerin net fotoğrafları çekilebilir, kamerayı tutarken elinizin titremesi daha az görünür hale gelir.

Daha çok ışık için daha büyük lens elemanları gerekir. Yukardaki önermemiz çerçevesinde daha hızlı lensler yapabilmek için, eğer lensin arkası küçükse zaten büyümesi gerekli ön tarafının daha da bir büyük olması gerekir ki belli bir noktadan sonra boyutlar kabul edilemez bir duruma gelir.

Bu sebepledir ki genelde zoom lensler en fazla f/2.8 hızında olur.

Yeni RF mount'un arkası yeteri kadar büyük olduğu için Canon ön tarafını bir tabak kadar büyük yapmak zorunda kalmadan 28-70 mm, f/2 hızında, şimdiye kadar bir ilk, delice hızlı bir lens yaptı. Söylenene göre bu lensin optik kalitesi prime lensler kadar yüksekmiş. Eğer bu doğruysa dört prime lens yerine bu zoom alınıp, kullanılabilir.

Yeni RF Mount olmasaydı bu lens mümkün olamazdı.

Yeni RF Mount'la değişen tek şey flange uzaklığı değil.

EF Mount, kamera ile lens arasında sekiz kanal üzerinden haberleşiyordu. RF Mount bunu yüzde elli artırıp, 12 kanala çıkardı.

Sadece kanal sayısı artmadı, bu kanalların üzerindeki veri akışı da ciddi biçimde hızlandı. RF lenslerin üzerine yeni ve güçlü bir işlemci kondu.

Canon bu yeni RF Mount lenslerin üzerine, klasik Focus ve (varsa) Zoom kontrol halkalarına ek olarak bir kontrol halkası daha koymuş.

Bu halka neyi kontrol ediyor diye sorarsanız, cevap neyi isterseniz onu kontrol ediyor.

Bu halkayla Apperture, Shutter Speed, ISO, Exposure Compensation gibi parlaklık değerlerinden seçtiğiniz birini değiştirebilmeniz mümkün.

Bu değerler kamera üzerinde de değişebilir tabi, ancak fotoğraf çekerken boş kalan sol elinizle bu halkayı çevirmek çok daha pratik ve hızlı.

Bu halka dönerken tatlı bir 'tık' 'lamayla geri bildirim yapıyor. Eğer video çekerken bu tıklamanın audio'ya girebilme olasılığından rahatsızsanız, Canon bir ücret karşılığı bu tıklamayı kaldırabiliyor.

RF Mount EVF kullanmanın başka bir avantajını da başarıyla kullanmış.

Eskiden, bir DSLR ile sensör ancak fotoğrafın çekilme aşamasında görüntüye ilk kez hasıl olurdu. EOS R'da EVF ile sensör devamlı görüntüye hakim.

Çoğu lensin üzerinde titremeyi önleyici bir görüntü sabitleme mekanizması bulunur. Bu mekanizma da bir cayroskop kullanarak titremenin yönü ve miktarını belirlemeye çalışır.

Bir DSLR üzerinde görüntü sabitleme görevini lens tek başına yapar. EOS R'da ise sensör devamlı görüntüyü izlediğinden bu görev lens ve kamera tarafından ortak olarak yerine getirilir.

RF Mount lens üzerindeki cayroskopun ölçüm değerlerini kameraya aktarır, kamera ise bu bilgiyi sensörden gördüğü hareketten dolayı ortaya çıkan flu alanlarla birleştirir ve titremeyi gidermek için yeni dengeleme değerlerini hesaplayıp, geri lense gönderir.

Bu da görüntü sabitlemeyi çok etkin bir hale getiriyor.

Bunu size güvenle teyit edebilirim. Eski EF 24-105 f/4L IS lensini on sene boyunca kullandım. Huyunu, suyunu çok iyi bilirim. Yeni RF 24-105 f/4L IS'in görüntü sabitlemesi tartışmasız çok daha iyi çalışıyor. Neredeyse bir saniye uzunluğundaki shutter speed'i ile f/4, 50 mm'de kamerayı elde tutarak resim çekebilecekmişim gibi duruyor.

RF Mount'un özellikleri bir nefeste işte böyle.

RF lensler elbette ki geleceğin lensleri. Canon geleneksel odak uzaklığı ve hızları ile klasik RF serisini çok yakın zamanda tamamlayacakmış. Bundan sonra da yeni teknolojileri kullanarak fazlasıyla egzotik RF lensleri yapacağını tahmin ediyorum.

Eski EF lenslere ne olacak derseniz...

Canon, bu lensleri EOS R üzerinde kullanabilmek için üç tane adaptör yapmış.

44 mm'lik bir flange uzaklığında çalışmak üzere tasarlanmış bu lensleri sadece sevdikleri flange uzaklığına getiren ve işin aslı sadece 24 mm'lik ortası bomboş bir boru olan adaptörlerle hiç sorunsuz kullanmak mümkün.

Bu adaptörlerin hepsi RF, EF-S, TS gibi bütün full-frame EF lensleri kullanıyorlar. EOS R ile EF-M lensleri kullanmak mümkün değil - zaten bu lens sistemi ölü doğmuştu, şimdi de garantili bir şekilde ölüme mahkum oldu. Bu üç adaptör arasındaki fark fazladan sağladıkları özellikleri.

İlk adaptör sadece eski lenslerin takılmasını sağlıyor. Bununla sanki eski DSLR'ınızı kullanıyor gibi işinizi görebiliyorsunuz. Ben bu adaptörü tercih ettim.

İkinci adaptör üzerinde RF lenslerindeki standard kontrol halkasını bulunduruyor. Yani adaptörün üzerinden bir EF lensi sanki RF lensiymiş gibi belirlediğiniz parlaklık değerini sol elinizle değiştirerek kullanabiliyorsunuz.

Üçüncü adaptör ise flange uzaklığını uydurmak için boş kalmış borunun içine ND yada CPL filtreleri takabilmenizi sağlıyor. Eğer filtre seviyorsanız adaptör sayesinde aynı filtreyi bütün EF lenslerinizle kullanabiliyorsunuz.

EOS R, ilginçtir EF-S lensleri de kullanabiliyor. Bu da Canon dünyasında bir ilk. Eski full-frame DSLR kameralarının hiçbiri bu APS-C lensleri kullanamıyordu.

Bir EF-S lensi EOS R'a taktığınızda kamera otomatik olarak 12 Megapiksel bir APS-C sensörlü kamera gibi çalışıyor.

Full frame sensörlere göre daha ufak APS-C sensörler için tasarımlanmış EF-S lensleri niye EOS R'a takayım diye sorabilirsiniz.

Bunun öyle dünyanızı değiştirecek önemde bir cevabı yok tabi, ama gelin EF-S bir lensi EOS R'la kullanılma senaryolarına bir bakalım.

EF-S lensler küçük ve hafiftir. Öyle poster basacak kadar megapiksele ihtiyacınızın olmadığı, bir zevk tatiline çıkıyorsanız 18-135 IS gibi çok amaçlı bir lens takıp, hafif hafif gezebilirsiniz. Bu odak uzaklığı aralığının (bir Stinger füzesinden daha ağır EF 28-300L'i saymazsanız) EF yada RF lensler arasında dengi yok.

Yine Canon'ın elde tutulabilir en hızlı çok amaçlı zoom lensi olan EF-S 17-55 f/2.8 IS de bir kullanım alternatif olabilir. Canon'ın bu odak uzaklığı aralığında ve bu hızda görüntü sabitlemeli bir full-frame alternatifi yok. Bu lens bende var ve EOS R ile hiç de fena çalışmıyor.

EOS R 4K video çekerken 1.8'lik bir crop alıyor demiştik. Eğer mesela EF-S 10-18mm'lik bir EF-S kullanırsanız, bu crop'a rağmen rahatlıkla ve hiç kalite kaybı olmadan 4K selfie video çekebilirsiniz.

Yeri gelmişken başka ilginç bir lensten bahsedeyim. Sigma 18-35 f/1.8 Art. Bu lens APS-C sensörler için tasarımlanmış ama Sigma her nedense bu lensi EF-S yerine EF Mount"a göre imal etmiş. Bu lens full-frame sensörler üzerinde elbette ki kenarlarda koyu bir vignetting oluşturuyor. Ne var ki bu vignetting düşündüğünüz kadar büyük değil. Biraz cropping yaparak bu kaliteli lensi EOS-R'da kullanmak mümkün (sadece EOS R değil, diğer full frame DSLR'lar da bu lensi kullanabilir).

Bu adaptörlere Canon'ın range extender'larını da takmak olanaklı. 2x bir extender ile kullanılan f/5.6 bir telefoto f/11 hızına düşer. EOS R, f/11'de bile Auto Focus yapabiliyor. Bu da bir ilk.

Bu adaptörle lens kullanmayı önceden denediyseniz bilirsiniz. Herşey her zaman çalışmaz, bazen yavaş çalışır, aksaklıklar çıkar falan.

Canon EOS R ile gerçekten özenli bir uyarlama yapmış. EF ve EF-S lensleri adaptörle kullanırken orijinal DSLR'lara göre herhangi bir fark göremedim. Bütün lensler kusursuz çalıştı, hatta Auto Focus eskiye göre daha bile hızlı diyebilirim.

Ben elimdeki EF ve EF-S lenslerin çoğunu sattım. Sadece bir EF 50 f/1.4 ve klasik 70-200 f/2.8L IS II, 17-40 f/4L ultra geniş açı, bir de yukarda bahsettiğim EF-S 17-55 f/2.8 IS kaldı.

Ben çok fazla 50 mil hastası sayılmam ama bu lensi low light için tutuyorum.

17-40 ultra geniş açılı lensi ilk aldığımda çok sevmiştim, ama görüntüyü o kadar çarpıtıyor ki, şu sıralar çok, çok istisnai durumlarda kullanıyorum. Bu lensi, çıktığında, RF versiyonu ile değiştirmek için bir neden görmüyorum.

RF versiyonu çıktığımda 70-200'ü değiştireceğim - ki bu bile o kadar acil ve gerekli değil. Başka da bir lens almayı düşünmüyorum çünkü RF 24-105 f/4L, yukarda bahsettiğim görüntü sabitleme, bir de EOS R'ın anormal yüksek ISO kapasitesi eklendiğinde, benim workflow'umda 24-70 f/2.8L başta, çok başka lenslere ihtiyaç bırakmıyor.

Olasılıkla RF 24-70 f/2.8L, IS ile gelecek, belki dayanamam alırım ama o da şımarıklıktan, yoksa çok iyi biliyorum, bir yere giderken yanıma yine RF 24-105 f/4L IS'i alacağım.

RF Mount işte böyle.

EOS R'a bakmaya devam edeceğiz.

7 Ocak 2019 Pazartesi

EOS R - 2

EOS R Canon firmasının yaptığı full-frame yani 35 mm'lik bir sensöre sahip, EVF adı verilen Electronic Viewfinder yani elektronik görüntü bulucuya sahip ilk kamera.

Canon'la birlikte Nikon ve uzunca bir süreden beri Sony markalı benzeri full-frame EVF kameralar piyasada bulunuyor. Panasonic de benzeri bir kamera lanse edeceğini açıkladı.

Daha önce de değindiğimiz gibi bu kameralarda gözünüzü dayadığınızda kameranın lensinden çekeceğiniz fotoğrafı gördüğünüz OVF, yani Optical Wiewfinder'lar yerine gözünüzü dayadığınızda küçük bir ekrandan çekeceğiniz fotoğrafı gördüğünüz bir EVF var.

Bu EVF, DSLR kameralardaki OVF'lere göre birçok avantaja sahip.

Bunlardan ilki, OVF'li DSLR kameralarda bulunan ve kameranın lensinden gelen görüntüyü insan gözüne aktaran açılır kapanır ayna ve prizma gibi hem optik, hem mekanik düzeceğin bu yeni kameralarda bulunmaması.

Bu düzenek olmadığı için yeni EVF kameralar daha hafif, daha küçük ve mekanik aksamın olmamasından dolayı bozulma şamsı çok daha düşük. Bu yeni sistem sonraki nesil kameralarda saniyede çekebileceği fotoğraf sayısına göre bir hız üstünlüğü de sağlayacak, ancak şimdilik uzmanlık DSLR kameraları bu alanda daha hızlı.

Eğer almayı düşündüğünüz kameraların özelliklerini yan yana koyup, karşılaştırmayı seven biriyseniz peşinen söyleyeyim, bu kamera sizi mutlu etmeyecektir.

EOS R kamera özellikleri bakımından rakiplerinin arasında en geride olanı.

Peki, niye gittin, kendine bunu aldın diye sorarsanız hemen arzedeyim.

Tanıdığım bir büyük şirkette yöneticilik yapan biri vardı. Adamın hali vakti yerinde, kendisine bir Porsche almaya karar verdi. Okudu, test drive yaptı, karşılaştırdı falan, ve sonunda parayı bayılıp, kendisine düz vitesli bir model aldı. Buralarda düz vitesli araba neredeyse kalmadı. Herkes otomatik vitesli arabaları tercih ediyor.

Bu adamın düz vites alma nedeni ise şöyle.

Otomatik vitesli Porsche, düz vitesliye göre 0-100 km'ye meğer yarım saniye falan geç çıkabiliyormuş!

Dahası da var. Otomatik Porsche'larda vites, direksiyonun sağ ve solundaki, Tiptronik ismi verilen düğmelere basarak değiştirilir. Viraj yada dönüş esnasında bu düğmelere basmak zor oluyormuş, o da bir kaç saniye vakit kaybetmesine yol açıyormuş!

Adam da bu arada yarışçı falan değil. Finansçı!

Neyse, sonuçta özellikleri bakımından daha 'hızlı', daha 'atak', düz vitesli modeli aldı.

Bu daha 'iyi' modeli aldı da ne oldu? Hayatında kaç kere 0-100'e yarım saniye geç çıktığımdan bir toplantıyı kaçırdı, ya da kaç kere virajda vites değiştirirken bir saniye kaybetti diye para kaybetti?

Neyse, bu arkadaş böyle bir kaç sene hamal gibi debreyaj-vites gezdi, sonra da kimse düz vites istemediğinden arabasını satamadı, elinde patladı.

Kısacası özellikler her şey demek değil. Bazen uygunluk, kullanılabilirlik, kullanım amacı ve tarzı, özelliklerin çok önüne geçebiliyor. EOS R bana bu yüzden çekici geldi.

EOS R'ı almadan hem Nikon, hem de Sony'i elime alıp şöyle bir tarttım. EOS R hem diğerlerinden büyük, hem de daha ağır. Benim ellerim çok büyüktür, o yüzden EOS R elime çok güzel oturdu. Diğer kameralarda parmaklarımın hepsi 'grip' denilen, kamerayı tuttuğunuz aralığa sığmıyordu.

EOS R yine bana daha derli-toplu, daha sağlam göründü.

Disneyland'de dan dun çarpanlara, yağmura, Roller Coaster'ların sarsmalarına, Karayip Korsanlarının sıçrayan sularına bana mısın demedi. Kamera metal bir iskelete sahip. Canon bu korumanın 6D II seviyesinde olduğunu söylüyor. İşin açıkçası, Canon markasını kullandığım on küsür sene boyunca her hangi bir kameramın hava koşulları ya da çarpmalardan etkilendiğine tanık olmadım. Sadece Dominik Cumhuriyetinde denize düşen bir lens - ki bu Canon'ın profesyonel kalitede değil, oldukça amatör bir lensiydi - yavaş Auto Focus yapmaya başlamıştı.

Youtube'da Jared Polin isimli bir manyak var. Kameralara 'snif test' yapıyor, yani koklayıp, kokularını yorumluyor. Görünüşe göre EOS R'ın kokusunu beğenmiş, bunu da yazmış olalım.

EOS R’ın 35 mm film boyunda, full-frame 30.4 megapixel'lik bir sensörü var. Bu sensörün üzerindeki Dual Pixel özelliği çok hızlı ve yumuşak, yani ileri-geri aramadan Auto Foucus yapabiliyor.

Auto Focus için 5,655 nokta kullanıyor. Garip 5D II'mda 9 nokta vardı! Bu beş küsür bin noktalar ekranın enlemesine %100'ünü, boylamasına da %88'ini kaplıyor. Daha bir kaç sene öncesine göre bile delice sayılabilecek değerler bunlar. Bir çok farklı amaca uygun Auto Focus yöntemi var, bunlara daha sonra geleceğiz.

Bu sensör ne yazık ki rakipleri Nikon ve Sony'de bulunan IBIS (In Body Image Stabilisation, yani kamera içi görüntü dengeleme) özelliğine sahip değil. İşin aslı, rakipleri ile karşılaştırıldığında olmadığına üzüldüğüm tek özellik bu.

ISO 100-40,000 aralığımda çekim yapabiliyorsunuz. ISO 102,000'e çıkmak mümkün ama...

1/8000 saniyeye kadar da shutter speed mümkün.

EOS R, lens bağlantısı için Canon'un ilk defa tanıtıp, kullandığı R-Mount isimli yepyeni ve gelişmiş bir bağlantı standardı kullanıyor. Bu konuya da daha sonra geleceğiz.

Hızlı modda saniyede sekiz, eğer her kare için yeniden odaklanma yapmak isterseniz de saniyede beş resim çekebiliyorsunuz. Elektronik perde kullanarak tamamen sessiz fotoğraf çekmek de mümkün.

EOS R bir video kamerası değil. Eğer ileri video özellikleri arıyorsanız, okumayı burda bırakın derim.

EOS R, 4K videoyu saniyede 30 kare (30 FPS) ile sensörün ortasından bir crop alıp kaydediyor. Bu da fotoğrafa göre 1.8 katı daha büyütülmüş bir görüntü veriyor. Neyse ki 5D IV'daki aptalca Motion JPEG yerine çok daha medeni H.264 codec'ini kullanıyor.

HD 1080p modunda bütün sensörü kullanıyor, yani bir crop almaya gerek kalmıyor. Burada da 30 ve 60 FPS çekim yapabiliyorsunuz.

Ancak en çok sinirimi kaldıran yavaş çekimde sadece HD 720p, 120 FPS modunu kullanabilmesi. Burada da ses kaydetmiyor. Bu tamamen kullanıcıya eziyet olsun diye düğmeleri kapamak. Canon'da buna kim karar verdiyse tez zamanda Hara Kiri yapa...

Harici bir mikrofon ve kulaklık bağlamak mümkün. HDMI portu üzerinden harici bir cihaza 10 bit 4K video da kaydedebiliyorsunuz.

Hala inanamıyorum, iPhone bile EOS R'dan daha fazla video özelliklerine sahip. EOS R ile sadece günlük video çekmek mümkün. Canon Cinema Line isimli ürün serisini korumak için bir çok özelliği kaldırmış ve bence çok tehlikeli bir seçim yapmış. Rakip Nikon ve Sony kameraların video özellikleri Canon'ı tuvalete sokup, sifonu çekiyor.

Neyse ki video ile iştigalim sadece ilginç bir şey gördüğümde videosunu çekmek. Bunun için de zaten iPhone'u kullanıyorum. iPhone'un H.265 codec'i çok daha küçük video dosyaları oluşturuyor, yer kaplamıyorlar.

4K video çekmek için de Henüz geçerli bir sebep göremiyorum. Özellikle Internet'e yüklemek ya da indirmek bir eziyete dönüşüyor. HD formatı en azından bana fazlasıyla yetiyor.

Ama yine de Canon ayıp etmiş bu video işinde. Üç bin küsür dolarlık kamera üzerinde insan biraz daha fazlasını bekliyor.

EOS R'ın belki de en önemli özelliği 0.5 inç boyumdaki 3.69 milyon noktalık OLED EVF, yani elektronik görüntü bulucusu. Kusursuz, pırıl pırıl bir görüntüsü var. Ve tabi ki çok daha da fazlası.

EOS R'ın ekranı dokunmatik, her yöne dönebilen, görüntüsü şimdiye kadar gördüğüm en netlerinden biri. 2.1 milyon noktalı ve 3.15 inç boyunda.

Tam dönebilen ekran benim için hayati önem taşıyan bir özellik ve rakiplerin hiç birinde yok. Bu ekran sayesinde selfie ve kendinizin videosunu çekmek olanaklı.

Ayrıca bir kalabalığın ortasındayken ekranı aşağı çevirip, kamerayı baş üstüne kaldırarak ya da ekranı yukarı çevirip, kamerayı yere doğru alçaltarak çok farklı açılardan resim ve video çekilebiliyorsunuz.

Beğendiğim ya da popülaritesi yüksek resimlerin önemli bir bölümü hep bu farklı açılardan çektiklerim.

EOS R'ın menüleri de çok kullanışlı. Diğer Canon DSLR'ların menülerine çok yakın. Canon'un menüleri evvel ezel tutarlı ve düzenlidir. Aradığınızı çok kolay bulursunuz.

Çok tanımamama rağmen Nikon'larda da yolumu bulabiliyorum.

Ancak Sony bu menü işinde tam bir felakettir. Her şey her yere dağılmıştır. Ekranın yarısı boş olmasına rağmen 'estetik' olsun diye ufacık fontlarla, işlevleri oraya buraya serpiştirirler. İkonlarını anlamak mümkün değildir.

On sene önce aldığım bir su geçirmez kameraları var, hala kart nasıl formatlanır bulamıyorum. NEX model başka bir kameraları var, mükemmel de fotoğraf çeker ama sadece menülerine duyduğum nefretten dolayı yıllardır elime almıyorum. Yeni modellerinde menüleri baştan tasarımlayıp, daha anlaşılır, daha intüitif bir hale getirmişler diye duydum ama süt ve yoğurt işte...

EOS R'ın üst kenarında bir Canon DSLR'da hiç görmediğim, ve görünce de gerçekten mutlu olduğum dijital bir LCD ekran var. Kameranın kritik değerlerinin gösterildiği çok kullanışlı bu ekran her nedense eski modellerde bizim çocukluğumuzda dedemin Hac'dan getirdiği Casio saatlerdeki gibi gri-siyah, tatsız bir ekrandı.

Bu ekran hala monokrom ancak hem çok daha modern görünüşlü, hem de çok daha kullanışlı şekilde tasarımlanmış.

EOS R'ın üzerinde bir flaş yok, ancak hot shoe dedikleri klasik bağlantı noktasını kullanarak uygun her flaşı takıp kullanmak olanaklı.

EOS R'ın üzerindeki düğme sayısı, muadili bir DSLR'dan çok daha az. Bir çok kamera sahibinin egosu bakımımdan hoş bir özellik değil bu. Önünde, arkasında, sağında, solunda yüzlerce düğme elbette kamera sahibinin 'önemini' artırmakta. İşin aslı, kamerayı bir Boeing-747'nin kokpitine döndürmektense, az sayıda akıllıca tasarımlanmış düğmeyi her zaman tercih ederim.

Bana kalırsa Canın bu işi çok iyi becermiş. Düğmeler ilk başta biraz alışma gerektirse de bir saatten az bir sürede ben problemsiz uyum sağladım.

Hem basılabilen, hem de çevrilebilen düğmeler fiziksel olarak da çok sağlam ve kullanıldığında tıklayarak temiz bir geri bildirim veriyorlar.

EOS R'da menü ve AF noktalarını değiştirmeye yarayan bir joystick yok. Onun yerine dokunmatik ekranı kullanıyorsunuz. Bana sorarsanız ekran joystick'ten çok daha kullanışlı.

Ancak Youtube'a giderseniz, orada yüzlerce yorumcunun bu joystick bulunmamasına kafayı takıp, kıçlarını yırttığını göreceksiniz. Bunlar abartıp, işi joystick yok diye kamerayı almayın'a kadar getiriyorlar. Bunların çoğu, camiada lafı geçen birinin yorumunu alıp, amplifiye eden müptezeller. Ben joystick olmamasında hiçbir mahzur görmüyorum. Ekranı kullanmak çok daha çabuk, etkili ve duyarlı.

EOS R, bellek olarak bir tane SD tipi kart kullanıyor. UHS-III dahil yüksek hızların tümüne uygun ancak uzun süreli 4K video çekmeyecekseniz, hele fotoğraflar için hemen her tür SD kartı kullanabilirsiniz.

Burada yine başka bir Youtube fenomeninin ortaya attığı bir argümana değinelim.

Efendim, sadece bir bellek kartı aldığı için bu kamera güvensizmiş ve önemli işler için kullanılmazmış. Eğer yedekleme amaçlı iki kart alsaymış pro bir kamera sayılabilirmiş.

Yaygaracılık, başka hiç bir şey değil.

1996 yılından beri dijital kamera kullanıyorum, bellek kartları sadece üç kere sorun çıkardı. Yani yirmi küsür yılda üç kez!

İlk bellek kartı sorunumu Canon 5D-II ile yaşadım - 5D-II tam bu egomanyakların 'profesyonel' sayacağı iki tane kart alabilen bir kameradır.

Ne acıdır ki içinde sadece bir tane kart vardı. Yani böylesi de mümkün 😛

Kart bozulduğunda son çekilen kare hariç bütün resimler ulaşılabilir durumdaydı. O kartı çıkarıp, başka bir kart taktım ve hayat devam etti.

İkinci vukuatım bir 6D üzerinde oldu, bu kez iki kare kaybettim. Kartın üzerinde geriye kalan bütün fotoğraf ve videolar ulaşılabilir durumdaydı.

Üçüncüsü ise sıkı durun, EOS R ile Disneyland'de geldi başıma. Ali Express'ten beş dolara mı ne, 256 GB bir SD kart almıştım. Ya tutarsa diye denemek için taktım. Kartın çalışması bile zaten mucizeydi, hatta bir gün boyunca hiç vukuatsız resim çekti!

Akşama da hakkın rahmetine kavuştu...

Bu kart üzerinde bile sadece bir kare kaybettim ve çekmek istediğim bir kareyi de kaçırdım. Hadi toplam iki kare diyelim.

Yani bir kart ile iki kart arasındaki risk çoğunlukla son kareyi kaybedip, kartı değiştirirken kaybedeceğiniz zaman. Bunun için de bence bu kadar yırtınmaya değmez.

Bu işi büyütenler sanki kameranın tek sorun çıkaracak parçası bellek kartıymış gibi davranıyorlar. İki bellek kartı kullanıyorsunuz diyelim, atıyorum ya shutter çalışmazsa ne yapacaksınız mesela?

Yirmi küsür senede, birinin geleceği bariz toplam üç bellek kartı problemi yaşadım. Ancak aynı süre içerisinde pilim bozuldu, lens değiştirdiğimde kamera lensi tanımayıp, ha bire reboot etti, kameraya kum doldu, bir çocuk yağlı elleriyle lensin ön camını sıvadı, bir keresinde de adaptör bozuldu, hatta yukarda söylediğim gibi kamera lensle birlikte denize düştü. İkinci bellek kartının olup olmaması bunların hiç birini çözmeyecekti.

Kısacası, bir roket fırlatılması ya da kızkardeşinizin nikahını çekecekseniz, iki bellek kartı ile redundancy oluşturmaya çalışmak yerine, yanınıza yedek bir kamera almanızı öneririm.

Çok büyütmeyin bu kendini profesyonel zannedenlerin ukalalığını...

EOS R'ın üzerinde hem Wi-Fi, hem de Bluetooth var. Her iki fonksiyonda biraz 'eh işte' çalışıyor. Canon, henüz bir yazılım firması olamamış, ondandır, bu bağlantılardan fazlaca mucize beklemeyin.

Wi-Fi ile doğrudan ya da aynı ağ üzerinden bir smartphone veya tablete bağlanabiliyorsunuz. Bu bağlantıyı kamerayı remote olarak uzaktan kontrol etmek, ya da fotoğrafları transfer etmek için kullanabiliyorsunuz. RAW formatında transfer olanaklı değil. Bütün transferler JPEG'e dönüştürülüp yapılıyor. Çekilen fotoğrafları otomatik olarak transfer etmek de olanaklı ancak diğer cihaz ile devamlı bir Wi-Fi bağlantısı gerekiyor. Bu da ekstra pil kullanımı anlamına geliyor tabi.

Bağlantı zahmetsiz değil. Kamera üzerinde her nedense iki menü fonksiyonuna gitmek gerekiyor, ancak ilk Canon kameralarına göre birden fazla cihazı aklında tutabiliyor. Bu da biraz işinizi kolaylaştırıyor.

Bluetooth ise benim için çok önemli bir işlevi gerçekleştiriyor. Fotoğraf çekildiğinde telefonun üzerindeki GPS'den konum bilgisini alıp fotoğraf dosyalarına yazıyor. Bütün parkuru kaydedip, zaman bilgilerine göre resimleri sonradan geotag'lemek de mümkün.

Bluetooth bağlantısı neredeyse hiç pil tüketmiyor. Benim iPhone X'im günün sonunda yüzde on falan pil kullanmıştı. Bu arada tabi ki GSM ve Wi-Fi açıktı.

Hem Wi-Fi, hem de Bluetooth için telefon ya da tablette Canon'ın CameraConnect aplikasyonunun yüklenmiş ve çalışıyor olması gerekiyor. Bluetooth üzerinden geotagging yaparken de bu aplikasyon önde (foreground) iken ekranı kapatmanızı öneririm. Geri planda da geotagging yaptığını idda etse de en azından benim kullanımımda bir kaç kez bağlantı koptu. Aplikasyon öndeyken hiç problem yaşamadım.

CameraConnect daha çok fırın ekmek yemesi gerekli bir aplikasyon. Bana sorarsanız hala emekleme devresinde. Bazı basit işlemlerde bile çuvallayabiliyor.

Örneğin Apple cihazlarda GPS, GSM bağlantısını sağlayan chip'in üzerindedir. Birçok iPad GSM bağlantısına sahip olmasa da bazılarında, örneğin benim iPad'imde bu özellik mevcuttur. Ancak bu aplikasyonu geliştiren Hiro Nakamura, eğer bağlantı iPad'e ise nasılsa konum bilgisi yoktur diye kesip atmış. Böylece üzerinde GPS özelliği bulunsa da iPad üzerinden EOS R'a konum aktarmak mümkün olmadı.

Böyle basit şeyler işte.

Ancak bu gün bile ne istediğinizi bilip, daha fazlasına göz dikmezseniz bu aplikasyon gayet güzel çalışıyor.

Connectivity sizin için önemliyse, bu işin erbabı Sony. Nikon ise duyduğum kadarıyla acınacak durumdaymış. SnapBridge isimli aplikasyonları herkese saç baş yolduruyormuş.

EOS R, son on senedir Canon DSLR'larda kullandığımız LP-E6 pilini kullanıyor. Yani elinizde varsa eski piller işe yarıyor. Kamerayla gelen yeni DSLR'lara mahsus LP-E6N modeli ise biraz daha uzun dayanıyor.

Hiçbir güç ekonomisi seçeneğini aktive etmeden, gün boyu fotoğraf çekerek, devamlı Bluetooth geotaging aktif haldeyken ve zaman zaman resimleri Wi-Di üzerinden aktarmak kaydıyla bir pil bana tam bir gün yetti.

Unutmayalım EVF devamlı pil kullanan bir özellik. Eski OVF'ler hiç pil kullanmazdı. Yine unutmayalım, EOS R'ın işlemcisi DIGIC 8 daha hızlı ve daha güçlü bir işlemci. Kamerayla gelen birçok yeni özellik kulağa hoş gelse de, bunların hepsi daha fazla enerji kullanıyor.

Eğer EOS R ile seyahat ediyorsanız, kesinlikle ikinci bir pil almanızı öneririm.

EOS R'ın üzerinde bir USB-C portu var ve DSLR kameraların aksine, bu port üzerinden kameraya takılı pili şarj etmek mümkün. Ne yazık ki bu işlem için sadece Canon'ın iki yüz dolara sattığı kendi adaptörünü kullanabiliyorsunuz.

Bir USB adaptöre iki yüz dolar vermek akla zarar bir şey. Onun yerine iki yeni pil almak daha mantıklı. Yine aklınızda olsun, yeni Macbook Pro adaptörlerinin de EOS R'ı şarj edebildiğini duydum. Kendim denemedim ama 'güvenilir kaynaklar' bu bilgiyi doğruladı. Zaten bir Macbook Pro'nuz varsa adaptörü EOS R ile de işe yarayabilir.

İşte size bir nefeste EOS R.

Sonraki yazılarda biraz daha detaya gireceğiz.

6 Ocak 2019 Pazar

EOS R - 1

Metalik gri-beyaz bir gövdesi vardı. El ve parmakların dokunduğu noktaları kaymayı önleyen tırtıklı plastik bir dokuyla kaplanmıştı.

Eski, birinci jenerasyon denen, hiç bir özelliği olmayan alelade bir fotoğraf makinesi (kısaca kamera) idi.

Babam doğduğum günden on altı yaşıma kadar bu kamerayla binlerce fotoğrafımı çekmişti. Kim bilir nerededir şimdi. Neler vermezdim onu bulabilmek için.

Bu kameranın üzerinde sabit bir objektif (kısaca lens) vardı. Yani bu lensi çıkarıp, farklı birini takmak olanaklı değildi. Üzerinde başkaca hiç bir özellik yoktu.

Sevgili babam daha ben beş yaşımdayken bu kameranın kullanımını bana öğretmeye başlamıştı.

Doğru düzgün bir fotoğraf çekebilmek için önce kaç "DIN" film kullandığınızı bilmek zorundaydınız. DIN o zamanki siyah-beyaz filmlerin bir özelliğiydi ve filmin ışığa duyarlılığının bir ölçüsüydü. Yüksek DIN'li filmler, ışığa daha fazla duyarlıydı ve ışığın az olduğu koşullarda işe yarıyordu. Düşük DIN'li filmler ise sözde daha kaliteli sonuç veriyordu.

O günlerde ekonomide İthal İkamesi denilen bir politika uygulanıyordu. Yani bir mal eğer ülkede üretiliyorsa ithali yasaktı. Sivri akıllının biri fotoğrafların basıldığı kağıtları üretiyorum diye lisans almıştı. Bundan dolayı uzun bir süre boyunca baskı kağıdı ithal edilemedi. Dolayısıyla da kullandığınız filmin DIN değeri ne olursa olsun, bu yerli kağıtlara basıldığında fotoğrafların kalitesi her zaman çok kötü oluyordu.

Babam bu eski kamerayı kullandığında, yanında hep iki sayfalık bir tablo taşırdı. O çocuk aklıma girsin diye ekstremleri ayırıp, bir özetini benim için hazırlamış, kameranın çantasına koymuştu.

Bana hazırladığı sayfanın bir yüzü küçük, diğer yüzü de yüksek DIN'li filmler için makinenin ayarlarını içeriyordu. Bu iki tabloda, ortamın ışık düzeyine, yani güneşli, bulutlu, gece ve suni ışıklı - yani kapalı ortamda olmasına göre makinenin alacağı diyafram ve enstantane değerleri yazılıydı.

Diyafram, lensin ne kadar açılıp ışık alacağı, enstantane de lensin ne kadar süre açık kalacağını gösteren değerlerdi.

Bu günlerde diyafram açıklığına 'apperture', enstantane'ye de 'shutter speed' diyoruz. Çok isterseniz DIN eşleneği değerin bu günkü ismi ise 'ISO'. ISO, biraz yine eski günlerdeki ASA'nın dengi. Bu üç değer fotoğrafın parlaklığını belirler.

Örneğin güneşli bir günde durağan bir nesnenin fotoğrafını 21 DIN'lik bir film kullanarak çekmek için diyaframı 11'e, enstantaneyi de 400'e getirmek gerekiyordu (bu değerler afaki tabi, üzerlerinde asıl değerlerin bulunduğu, sevgili babamın bana yaptığı özet tablolar kamera ile kayboldu). Bu günkü aklımla diyafram 11'in f/11, enstantane 400'ün de 1/400 saniye olduğunu anlıyorum elbette.

Neyse. O günlerde bir fotoğraf çekerken önce filmin DIN değerine göre uygun sayfayı çeker, sonra kafayı kaldırıp havaya bakar ve güneşli, bulutlu, kapalı falan olmasına göre tablonun uygun satırını seçer, hareketin olup olmadığına göre de uygun sütunu bulup aşağı yukarı doğru diyafram ve enstantane değerlerini lensin üzerindeki halkaları çevirerek belirlerdim.

O zaman hem film, hem de kağıt delicesine pahalıydı. Deklanşöre bir kere basmadan önce bu kadar ilim yapmak gerçekten de gerekliydi.

Beş yaşımda rakamları okuyabiliyor olsam da (hıyarlık olsun diye söylemiyorum, doğrusu bu), elbette ki bunların anlamını bilmiyordum. Anlamlarını hep çok sonradan öğrendim, ancak bu tablolar sayesinde makineyi biraz da şansla doğru ayarlayabiliyordum.

Ne var ki yukardaki ayarların üstüne, fotoğrafı çekmeden belirlemem gerekli başka bir değer daha vardı ki, onu doğru olarak çok nadir tutturabiliyordum. Bu değer fotoğrafını çektiğim nesnenin uzaklığıydı ve bu uzaklığı doğru olarak belirleyemediğim zamanlar resim hep flu çıkıyordu. Bu uzaklık ayarı, yani odaklama yukardaki üç değer gibi fotoğrafın parlaklığını değil, netliğini etkiliyordu.

Burada babamın yardım edebileceği çok fazla şey de yoktu. Ya elime metreyi alıp, uzaklığı ölçecektim, ya da deneyimlerime dayanarak bir tahminde bulunacaktım.

Bacak kadar çocuğun deneyimi ne olur, siz düşünün. Bu yüzden uzun bir süre hep burası kaç metredir diye eğer yanımdaysa sevgili babama sormuştum.

Herneyse, üç aşağı, beş yukarı bu değerleri makineye girip, deklanşöre bastığımda sonuç uzun bir süre boyunca bir muamma olarak kalıyordu. Çekilen fotoğrafları görebilmek için önce film rulosunu tamamen çekip, bitirmek, sonra filmi banyoya göndermek, daha sonra da kağıda bastırmak gerekiyordu. Böylece ancak, bazen aradan aylar geçtikten sonra, çekilen resmi iyi mi, kötü mü kağıt üzerinde görebiliyordum.

Ve ancak flu resmi gördüğünüzde "Lan, demek uzaklık bir metreden fazlaymış" diye dövünüyordum.

Halbuki ne güzel olurdu çektiğim resmin nasıl çıkacağını daha resmî çekmeden önce görebilseydim ve ona göre ayarları değiştirip doğru değerleri kameraya girebilseydim? Daha da fazlası, keşke kamera ışığın falan ne kadar olduğuna bakıp, bu ayarları kendisi yapabilseydi...

Resmin parlaklığındaki küçük sorunlar banyo ve basım esnasında giderilebilse de, netlikte bir problem olduğunda fotoğraf işe yaramaz hale geliyordu. Kamera üreticileri önceliği ilkin bu netlik, yani fotoğrafı çekilen nesne ile kamera arasındaki uzaklığın belirlenmesine verdiler.

Babamın eski kamerasında fotoğraf karesi, gözünüzü dayayınca gördüğünüz dikdörtgen bir vizörle ayarlanabiliyordu. Bu vizörün kameranın lensi ile hiç bir bağlantısı yoktu. Sadece deklanşöre bastığınızda lensin göreceği alanı üç aşağı, beş yukarı tahmin ederek gösteriyordu. Lensin kapağı kapalı bile olsa, bu vizörden bir şeyler görmek mümkündü.

Gözünüzü dayadığınız bu vizörlere viewfinder, yani görüntü bulucu derler. Viewfinder'lar görüntünün sınırlarını belirlese de, fotoğrafın parlaklığı ya da netliği hakkında hiç bir fikir vermezler. Bunlara baktığınızda görüntü her zaman net, parlaklık da gözünüzün normalde gördüğü parlaklıktır.

En azından fotoğrafı çekmeden netlik nasıl, onu fotoğrafçıya gösterelim diyen kamera tasarımcıları, daha ta o eskilerde iki lensli kameralar yaptılar. Bu lenslerden ilki görüntüyü filmin üzerine odaklayan, yani fotoğrafı çeken lens, ikincisi de bel hizasından, kameranın üzerinden görüntüyü viewfinder'a, yani fotoğrafçıya gösteren lensti. Her iki lensin de odak uzaklığı aynıydı ve uzaklık bilgisi girildiğinde her iki lens de aynı şekilde odaklama yapıyordu. Böyle kameralara Twin Lens Reflex kamera dediler. Twin ikiz demek, kullanılan çift lense bir referans. Reflex ise normalde ileri bakan lensin arkasına konulan kırk beş derecelik bir ayna sayesinde görüntüyü yukardan bakan fotoğrafçıya yönelten ayna yüzünden verilmiş bir isim. Bu reflex sözcüğü ileride de önemli olacak.

Kameraların en pahalı parçaları olan lens sayısını ikiye katlamak çok ekonomik olmuyordu. İşin içine bir de odak uzaklığı değişebilen zoom lensler girdiğinde, aynı mekaniğin ikinci lense de eklenmesi gerekiyordu ki, bu hiç de pratik değildi. O yüzden Twin Lens Reflex kameralar çok uzun ömürlü olmadılar.

Sonraları Rangefinder, yani menzil bulucu isimli bir sistem gelişti. İki ayrı görüntünün üst üste geldiği noktanın uzaklığını bulmaya yarayan bu yöntem, yine filmin gördüğü lensten bağımsız çalışıyordu. İlk başlarda rangefinder'ların bulduğu uzaklığı okuyup, kameranın lensini bu değerlere ayarlamak gerekiyordu. Bu sistem zamanla gelişse de hiçbir zaman fotoğrafçıların arzuladığı hıza ve esnekliğe ulaşamadı.

Gerek TLR, gerekse de Rangefinder kameralar fotoğrafçıya uygun ayar yapmak için yardım etseler de, yaptıkları fotoğrafın neye benzeyeceği sadece bir tahmindi ve çekilen resimler viewfinder'da görünenden çok farklı çıkabiliyordu.

Netlik için fotoğraf karesine film ile aynı lensten bakmak gerekiyordu.

Bunun için tam bir Zihni Sinir sistemi tasarladılar. Kamera normal halinde beklerken, bir perde ile filmi kapıyor, lensten gelen ışık, kırk beş derecelik bir ayna ile önce yukarı, ve viewfinder seviyesine geldiğinde de başka bir ayna, ya da prizma ile tekrar yatay konuma kırılıp, fotoğrafçının gözüne ulaşıyordu. Fotoğrafçı da resmini çekeceği nesnenin görüntüsü netleşene kadar uzaklık halkasını sağa sola çevirip, fotoğrafı çekiyordu.

Böyle kameralara Single Reflex Camera dediler. Single tek demek ve sadece bir lens kullanılmasından dolayı bu ismi almış.

Bu sistemin karmaşıklığı fotoğrafı çekerken ilk aynanın yukarı doğru katlanıp, filmin önünden çekilmesi, perdenin açılıp, filmin görüntüyle karşılaşması, sonra da perdenin kapanıp, aynanın geri aşağı doğru açılmasının gerekmesinden kaynaklanıyordu.

Neredeyse araba şanzımanı gibi karmaşık bir mekanizmadır bu arkadaşlar. O yüzden Single Lens Reflex, kısaca SLR, bir kamera ile fotoğraf çektiğinizde klak, şırak, tırak şeklinde canhıraş sesler duyarsınız.

Yine de çok başarılı bir sistemdir bu. Günümüzde tam gaz bir çok kamerada kullanılmaktadır.

Geriye dönersek, yine başka bir akıllı niye fotoğrafçı bir nesnenin görüntüsü netleşene kadar uzaklık halkasını çevirsin, bunu kamera otomatik olarak yapamaz mı diye düşündü.

Elbette bu netleştirme işi otomatik hale getirilebilirdi. Burada sorun fotoğraf karesindeki hangi nesnenin netlenmesi gerektiğiydi.

Tüm kare net olsun falan diyebiliriz tabi, ancak bir fotoğrafta sadece bir düzlem net olabilir. Bu düzlemin önündeki ve gerisindeki her nesne flu görünecektir. Bu düzlemden her iki yöne doğru uzaklaştıkça fluluk da artacaktır.

Bunu biraz açıklayalım.

Kameranın lensine bir metre uzaklıkta bir vazo koyalım. Lensin uzaklığını bir metreye ayarladığımızda bu vazo net olarak çıkacaktır. Şimdi bunun hemen yanına bir vazo daha koyalım. Bu ikinci vazonun da lense uzaklığı bir metre olduğundan o da fotoğrafta birincisi kadar net çıkacaktır.

Şimdi ikinci vazoyu birincinin yanından alıp, bir metre kadar arkasına koyalım. Bu haliyle ikinci vazonun lense uzaklığı iki metreye çıkacaktır. Lens bir metreye ayarlı olduğu için birinci vazo net, ikincisi flu çıkacaktır.

İşte netliği otomatik hale getirmenin inceliği burada karşımıza çıkıyor. Kamera hangi vazoyu netlesin, başka bir değişle uzaklığı bir metreye mi, iki metreye mi ayarlasın?

Bu sorunun doğru cevabı fotoğrafçıdadır sevgili arkadaşlar. Kamera doğrudan bunu bilemez.

Tasarımcılar bu nedenle viewfinder'ın ortasına küçük bir kare koydular. Makine bu karenin altında ne varsa uzaklığı, dolayısıyla netliği ona göre ayarlıyordu. Örneğimizde fotoğrafçı vazoların hangisini netlemek istiyorsa kamerayı yavaşça çevirip, o vazoyu viewfinder üzerindeki karenin altına getiriyor, deklanşöre yarım basarak odaklamayı tamamlıyordu. İsterse de resmi çekmeden kamerayı tekrar hareket ettirip, mesela odaklandığı vazoyu fotoğrafın ortasına değil de bir kenarına alabiliyordu.

Sonradan bu karelerin sayısını artırdılar. Fotoğrafçı kamerayı hareket ettirmeden fotoğrafın değişik noktalarına odaklanabiliyordu.

Bu sisteme Auto-Focus ismini verdiler. Auto-Focus sistemi günümüzde o kadar çok gelişti ki hareket eden nesneleri hatta yürüyen bir insanın gözlerini fotoğraf çekilene kadar izleyebiliyor.

Fotoğrafın netliği bu şekilde halledilse de parlaklığı ayarlamak o kadar kolay olmamıştı.

Öncelikle kullanılan filmin karakteristiği, banyo edenin ve karta basanın tercihleri fotoğrafın parlaklığını ve renkli fotoğraflardaki renk dengesini önemli ölçüde değiştiriyordu. Kameranın fotoğrafı çekerkenki tercihleri sonuçta ortaya çıkacak resmin her özelliğini belirlemeye yetmiyordu.

Ta ki dijital sensörler filmlerin yerini alana kadar.

Dijital sensörler banyo ve baskı işini ortadan kaldırmışlardı. Bu kameraların oluşturduğu dijital fotoğrafları sonradan rötuşlamak mümkün olsa da sürecin yeteri kadar büyük bir bölümü kamerada geçtiği için parlaklık ayarlarını otomatikleştirmek de olanaklı olmuştu.

Filmin ışığa duyarlılığının yerini sensörlerin ışığa duyarlılığı almıştı. Kameranın üreticisi içine koyduğu sensörün ne olduğunu bildiğinden bu duyarlılığın ölçüsünü de biliyordu. Fazlası, bu duyarlılık sensör üzerinde farklı DIN/ASA değerlerinde film kullanıyormuş gibi ayarlanabiliyordu.

SLR kameralara kadar doğru parlaklığın otomatik olarak ayarlanması bakımından çok fazla bir ilerleme olmadı. Point And Shoot dedikleri, her ayarın otomatik olduğu kameralar olağan koşullarda doğru parlaklığı ayarlayabiliyorlardı ancak kontrastın çok yüksek olduğu, örneğin karlı bir alandaki koyu kahverengi bir kulübenin fotoğrafı çekildiğinde sonuçlar çok iyi olamayabiliyordu.

SLR kameralar parlaklık ayarlarını yani apperture, shutter speed ve ISO değerlerini detaylı olarak hesaplamaya başladılar. Ancak bunlar da tahmini değerlerdi ve ortaya çıkan fotoğraf her zaman beklendiği gibi olmuyordu.

Dijital sensörler sayesinde sonuç fotoğrafın neye benzeyeceğini daha resmi çekmeden görmek olanaklı bir hale gelmişti. Bir çok dijital kamera, arkalarında ufak bir ekranla piyasaya çıktı ve bu ekranı izleyerek istenilen noktada bir kare resmi çekmek mümkün oldu.

Ancak bu ekranlar viewfinder'ların yerini alamadı.

Öncelikle güneşli havalarda bu ekranların üzerinde bir detay görmek olanaksızdı.

İkinci olsa da, belki de birincisinden daha önemli olarak, bu ekranların üzerinde Auto-Focus çok, çok yavaş çalışıyordu. Odaklanma tamamlanana kadar sahne değişiyor, fotoğrafı kaçırıyordunuz.

Bu nedenle gerçekten çok uzunca bir süre SLR tarzı, optik şanzımanlı viewfinder ve arkalarında dijital ekranlı hibrid kameralar fotoğrafçıların tercihi oldu. Optik viewfinder'larla güneşli günlerde bile kusursuz bir biçimde detayları görüyor, gerçekten hızlı biçimde Auto-Focus yapabiliyordunuz. Resmin parlaklığı da çoğunlukla işe yarar bir biçimde hesaplansa da, profesyonel fotoğrafçılar viewfinder ile fotoğrafı çektikten sonra kamerayı göz hizasından aşağı indirip, arka ekrandan parlaklığını kontrol edebiliyorlardı. Bu o kadar yaygın bir refleks haline dönüştü ki bir ismi bile oldu.

Chimping!

Chimp şempanze demektir. Gerçekten de her defasında çıtır resmi çekip, hop diya ekrandan izleyen fotoğrafçılar bir maymunu andırır. Rivayete göre baktıktan sonra resmi beğenip, bir şempanze gibi uh, uh diye sesler de çıkarırlarmış 🙂

Güneşli günlerde pek işe yaramasa da, özellikle kameralarını tanıyıp, değişik ışık şartlarına reaksiyonlarını bilen fotoğrafçılar uzun bir süre viewfinder+chimping ile idare ettiler.

Bu iki fonksiyonu birleştirmek, yani arkadaki ekranı viewfinder'a taşımak uzun süredir tasarımcıların aklındaydı. Yani lensten gelen görüntüyü optik olarak viewfinder'a aktarmaktansa sensörün gördüğü ve gerçek fotoğrafı oluşturacak görüntüyü küçük bir ekranla televizyon misali fotoğrafçıya göstermek, bir de odaklanma hızını kabul edilebilir düzeylere çıkarılabilirse, bütün geri kalan sorunları çözecekti.

İlk elektronik viewfinder'lar kalite olarak çok kötüydü. Optik viewfinder'lar kadar detaylı değillerdi. Kamerayı hareket ettirdiğinizde eski siyah beyaz televizyonlardaki gibi görüntü atlıyor, resmi çekilen son görüntü viewfinder'da görünenle aynı olmuyordu. Auto-Focus'u ise sormayın bile. Gelin ile damat imzalarken deklanşöre bastığınızda kamera odaklanana kadar çift balayılarına çıkmış oluyorlardı.

Ancak elektronik viewfinder'lar kaçınılmaz gelecekti. Artık kimse içlerindeki şanzıman yüzünden kocaman boyutlara büyümüş, eşek cesedi gibi ağır SLR kameraları taşımak istemiyordu. Aynayı katlayan sonra da açan bu mekanik düzen hem maliyetliydi, hem de bozulma riskini artırıyordu.

Her şey gibi elektronik viewfinder’lar da gelişti. Mühendislik sorunları çözüldü ve ortaya çıkan bu mini ekranlar optik viewfinder'lar kadar net ve kesintisiz görüntü vermeye başladılar.

Başta Canon firması, Auto-Focus yavaşlığına da çare buldular ve yeni nesil elektronik viewfinder’lı kameralar piyasaya çıktı.

Ben de Canon'un ilk full-frame dedikleri, sensörü 35 mm'lik filmlerin boyundaki EOS R isimli bu kamerasını satın aldım.

Bu kamerayla sevgili kızımızla gittiğimiz Disneyland'de bir hafta geçirdim. Bol bol resim çektim ve iyi sayılabilecek bir deneyim elde ettim.

Önümüzdeki günler boyunca bunları sizle paylaşacağım.

Sevgi ile kalın.

27 Aralık 2018 Perşembe

Masonlar - Bilinenler

Her devrin kendine özgü popüler bir iş kolu vardır. Örneğin annem benim bir "mühendis" olmamı istemişti, çünkü onun zamanında deyimi uygunsa dünyayı döndüren üretim olgusuydu. Para üretip, satarak kazanılıyordu. Gençliğimde popülarite işletme, ekonomi gibi finansal alanlara kaymıştı, yani para, parayı yöneterek kazanılıyordu. Şimdilerde ise popülarite çoğunlukla bilgi ve internet üzerinde iş kollarında. Yine yukarıdakilerin benzeri bir parelelde, para bilgiyi yöneterek kazanılıyor.

Ortaçağda ise en popüler iş kolu inşaattı. Avrupa'nın her önemli kentinde baktığımızda heybetleri ve mimarileri ile hala bizi etkileyen katedraller, şatolar ve saraylar bulunur. Bu göz kamaştıran yapılar, zamanın egemenlerinin halklarını ve dost ya da düşman, diğer egemenleri etkilemek için kullandıkları bir yöntemdi.

Bir katedralin inşaası yüz yılları alıyordu. Bu nedenle, özellikle o devrin ortalama yaşam süresinin kısalığı da dikkate alındığında, yapıma başlayıp, bitiren kişiler de genellikle farklı oluyordu. Yine yapıların mimarları çok detaylı olmayan genel bir yapı planı hazırlıyor, gerçek detaylı planlama ise ustalar tarafından yapım esnasında tasarımlanıp, uygulanıyordu. Yani o devrin ustaları sadece birer çalışan değil, aynı zamanda tam anlamıyla birer sanatçıydılar.

Bu eserlerin yapıldıkları günlerde vinçlerin ve diğer inşaat makinelerinin, standard yapı malzemelerinin ve binaları ayakta tutan modern hesaplama yöntemlerinin bulunmadığını düşünürsek, mimarları ve ustaları biraz daha fazla takdir ederiz.

Katedral, şato ve sarayların elbette ki ahşap işleri ve heykel gibi dekorasyonlarıyla ilgilenen meslek gurupları vardı, ancak bu yapıların can damarları olan duvarlarının yapıldığı taş işçiliğini "stone mason" ismi verilen taş ustaları yapıyordu. Bu ustaların taş işleme ve inşa etme yöntemleri birer meslek sırrı olarak saklanıyor, böylece bu kişiler dişe dokunur bir yapı inşa etmek isteyen her asil için çok aranan birer değer olmalarını sağlıyordu. Bu ustalar Avrupa'da, ülkeler arasında serbestçe dolaşabiliyorlardı.

Bugün işinin ehli bir uzman arandığında diploma, eski işvereninden referans gibi yazılı belgeler istenir, ancak takdir edersiniz ki o zamanlar ne resmi taş ustası enstitüleri, ne de bunların verdiği diplomalar vardı. Taş ustaları İngilizce'de 'Guild' denilen, Türkçesi ise 'Lonca' olan, bir tür esnaf derneklerinde toplandılar. Böylece yerel olarak bildiklerini diğer taş ustalarına öğretme ve bu bilgileri dış dünyadan gizleme olamamağı buldular.

Yerel olmayan bir inşaat projesinde çalışmak isteyen bir taş ustasını sahtesinden ayırmak için de yine sadece taş ustalarının bildiği el sıkma ve kendilerini tanıtma yöntemi geliştirdiler.

Taş ustalarının birden fazla alt grupları vardı. Bunlardan en önemlisi ise kireçtaşı gibi yumuşak ve işlenebilir taşlarla çalışan taş ustalarıydı. Bu tür taşlara 'Free Stone' yani 'Uygun Taş', bu taşlarla çalışan ustalara da 'Free Stone Mason' deniyordu.

Özellikle Birleşik Krallık sınırları içinde örgütlenen bu taş ustaları ilk kez 1717 de, İngiltere'de, ismi Mason Locası olarak kurulan bir topluluğa evrildiler. Bu topluluk Birleşik Krallık, bu devletler topluluğunun zamanımda bir üyesi olan Amerika ve başta Fransa, tüm dünyaya yayıldı.

Bu topluluk kendini, kökleri olan Free Stone Mason'dan alıntı, Freemasons şeklinde adlandırdı (Freemasons isminin eski taş ustalarının Avrupa'da serbestçe dolaşabildiklerinden dolayı da verildiği söylenir). Sonraları topluluğa taş ustası olmayan kişiler de kabul edildi. Bu yeni üyelere Accepted Mason ismi verildi. Hepsine de kısaca Mason dediler. Bugün zaten Masonlar içerisinde neredeyse hiç taş ustası kalmadığını düşünürsek, bu üç isim de aynı anlamda, her biri diğerinin yerine değişimli biçimde kullanılıyor.

Masonluk kurulduğu günlerde sadece erkekleri üye kabul ediyordu. Zaten kadın taş ustası yoktu ve bu insanlar çalıştıkları yerler yüzünden zamanlarının çoğunu evlerinden uzakta, inşaatlarda 'loca' ismi verilen barınaklarda geçiriyorlardı. Masonların bugün 'loca' ismi verilen asli organizasyon biriminin ismi buradan gelir. Neyse, bu hayat tarzı zamanın kadınının evde oturup, çocuk bakma gibi görevlerine uymadığından kadınlar taş ustası olmuyordu.

Bugünün Mason localarının bir bölümü hala sadece erkek üye kabul ediyor. Ancak sadece kadın, ya da hem erkek, hem kadın üye kabul eden bir çok loca var. İşin aslı sadece erkek üye kabul eden localar, bunu daha ziyade ritüelistik nedenlerle yapıyorlar. Bu localar çoğunlukla sadece kadın, ya da karışık üye kabul eden diğer locaları doğrudan destekleyerek bu açıklarını kapıyorlar.

Benzeri bir ayrımcılık ABD'de, bu kez de siyahi üyeleri için yapılmış. İlk kurulan Mason locaları siyahi üyeleri kabul etmemişler. Irkçılığın zirvesi olan günlerde kurulan Prince Hall isimli bir loca sadece siyahi Amerikalıları Mason olarak kabul etmeye başlamış. Sonrasında ise siyahiler diğer localara da üye olarak kabul edilmiş.

Bu kadınlara ve siyahilere yapılan ayrımcılık yüzünden Masonları ırkçı, ayrımcı bir topluluk olarak düşünebilirsiniz. Bana sorarsanız Masonlar bu günkü güçlerini ırkçılık ve ayrımcılık yapmamalarına borçludur.

Nasıl mı?

Din bakımından.

İlk günden beri Masonlar dini, tanrı ile insanın arasındaki bir inanç tercihi olarak görmüş, Mason olabilmek için herhangi özel bir dine inanma zorunluluğunu kaldırmışlardır. Mason olabilmek için üstün bir yaratıcının olduğuna inanmak yeterlidir. Mason felsefesi dinin, kişinin kimliğini tanımlayan önemli bir parametre olduğunu kabul eder ama dinin uygulamasını kişiye bırakır. Mason toplantılarımda din (ve siyaset) tartışılması yasaktır.

Bu da Masonları dünyada yaşayan yetenekli, güçlü 'her' kişiyi üye kabul etmesine olanak sağlar. Yahudisi, Katoliği, Protestanı, Müslümanı, hepsi aynı çatı altında birleşebilir.

Her Mason bir Mason locasına bağlıdır. Bu localar üye kabülü, gelir temini ve yeni üye kaydı bakımımdan otonomdurlar. Ancak bütün bu localar bölgesel ya da ülkesel düzeyde kurulu Büyük Loca isimli bir üst locaya bağlıdır. Bu büyük locada politika belirlemesi, kayıt tutulması gibi daha üst düzeyde fonksiyonları yerine getirir. Locaların yöneticisine Worshipful Master, bölgesel locaların başındakilere de Grand Master derler. Bu ünvanları doğrudan çevirirsek ortaya "Tapılası Efendi", "Büyük Efendi" gibi ünvanları çıkar, ancak unutmayalım, bunların hepsi Ortaçağ'dan kalma ünvanlardır. Başkan ve Genel Başkan gibi anlasak daha doğru olur.

İşim şaşırtıcı tarafı, dünya üzerinde bu bölgesel locaların bağlı olduğu bir en üst loca ya da bir Masonlar Konfederasyonu yok. Yazıldığına göre bölgesel localar tamamen bağımsız ve otonomdur.

İşte ben de bu noktada yok artık diyorum. Böyle köklü bir topluluğun bölgesel ya da ülkesel bir seviyeye kadar örgütlenip, orada duracaklarına inanmak gerçekten zor. Belki de dünyanın bir köşesinde, gerçekten Bond filmlerindeki gibi herkesin aynı kırmızı üniformayı giydiği, yer altında, sadece üyelerin parmak izleriyle açılan kapıların ardında Masonik bir genel merkez bulunmakta. Neyse... Varsa da biz bilmiyoruz.

Peki nasıl Mason olunur?

Mason olmanın şartları başvuruda bulunduğunuz locaya göre bazı farklılıklar göstermekte. Özellikle kadınsanız bazı localar sizi kabul etmeyebilir. Ancak bunun dışında, din, dil, ırk ayırmadan herkes eşit bir biçimde Mason olmak için başvurabilir, yeter ki bir büyük gücün yaratıcılığına inanın. Masonluk hiç bir şekilde üye toplamaya yönelik bir faaliyette bulunmaz. Üye olmak isteyenlerin kendilerinin gidip baş vurmaları gerekir.

Bundan sonra bir başvuru formu doldurup, katılmak istediğiniz locaya veriyorsunuz. Başka bir Mason'un size referans vermesi anladığım kadarıyla çok önemli. Sonra bir mülakata çağrılıyorsunuz. Mülakat ve araştırmaların sonucu eğer üye olma maksadınız ve kişiliğiniz uygun bulunursa kabul ediliyorsunuz.

Üzerinde çok spekülasyon yapılan, ancak kesin bir teyidi olmayan önemli bir kabul seromonisinden geçiyor ve 'Çırak' ünvanı ile Masonluk kariyerinize başlıyorsunuz. Bu rütbeler çok karmaşık değil. Çıraklıktan sonra sadece iki rütbe daha var. Ustalık ve Efendilik. Rütbe yükseldikçe de birbirlerini tanımak başta, farklı amaçlar için kullanılan, yine başta el sıkma şekilleri, diğer şifreleri öğreniyorsunuz. Unutmadan, kabul seromonisinin önemli bir parçası inandığınız kutsal kitap üzerine ettiğiniz bir yemin. George Bush'un ve George Washington un el bastığı İncil aynı İncil.

Yine kabul seromonisi esnasında uygulanan bir ritüel, kuru sıkı bir silahın kafanıza dayanıp, tetiğin çekilmesi. Yakın zaman önce avanak bir Mason silaha kuru sıkı mermi yerine gerçek mermi koyup, yeni üyeyi dan diye kafasından vurmuş ve öldürmüş. Tabi dünya ayağa kalkmış, "Biz demedik mi, bu adamlar şeytan diye" şeklinde.

Mason olduktan sonra Mason olduğunuzu dış dünyaya açıklama kararı tamamen size kalmış. Loca size bu konuda hiç bir telkinde bulunmuyor. Ancak toplantıların gizli bölümlerinde konuşulanları açıklamak yasak.

Mason localarında ve üyelerin kendilerinin Mason olduklarını göstermek amacıyla kullandıkları en önemli sembol, bazen ortasında bir "G" harfi de bulunan bir pergel ve köşe cetveli. Başka semboller de var tabi, ilgileniyorsanız bir Google araması yetiyor.

Masonların gençlik kolları da var. Bunlardan en önemlilerinden biri DeMolay Topluluğu. Daha önceki yazıları okuduysanız bu ismi hatırlayacaksınız. Jacques de Molay, Tapınak Şövalyeleri'nin diri diri yakılan son lideri. Size daha önce de yazdığım gibi Tapınak Şövalyeleri'nin Mason'ların kurucuları olma olasılığı bence çok yüksek.

Sadece Masonlar değil, bir araya gelip, bir topluluk oluşturan her gurup insanın bir amacı vardır. Masonların resmi amaçları yardımlaşma ve eğitim ya da felaketler sonrası yardım gibi hayır işleri. İşte ben burada da biraz skeptik kalmayı tercih ediyorum. Bunca insan yüzlerce yıl boyunca sadece okul bursu dağıtmak için bir araya gelmez gibi geliyor bana.

Umarım Masonlar hakkımda basit de olsa bir bilgi sahibi olmanıza katkıda bulundum.

Herkes gibi ben de gizli olan şeylere şüphe ile balarım. Masonlar da bu şüpheyi hak edecek kadar gizliliğe sahipler. Hal böyle olunca benim de şüpheci gözlerim üzerlerinde kalıyor, ancak bunca yüz yıldır yaptıkları ispatlanan zararlı bir şey yok. Bir köprüye asılı bulunmuş, Mason, ancak Mafya falan gibi örgütlere biraz yakın İtalyan bir bankacı ile size yukarda anlattığım, adamın kafasına boş diye dolu tabancayı dayayıp, tetiği çeken avanak dışında doğrudan Masonlara bağlanabilmiş bir yasadışı olaya rastlamadım. Komplo teorilerine göre Fransız İhtilalinden Bolşevik harekete kadar her şey Masonların işi tabi, ama bir kanıt yok ne yazık ki.

Mason olduğunu dolaylı yollardan bildiğim bir iki kişiyi tanıyorum ancak sıkıştırıp ağızından laf alabilecek kadar yakından tanıdığım bir Mason yok - varsa da ben bilmiyorum. O yüzden size 'insider information' da sağlayamıyorum.

En iyisi burda durmak.

Sevgi ile kalın.

21 Aralık 2018 Cuma

Masonlar - Ne Değiller

Bir önceki bölümde sizle paylaştığım ünlü Masonların öyküleri sadece size ilginç gelebileceğini düşündüğüm sınırlı sayıda örneklerdi. İşin aslı on dört ABD başkanı Mason'du. Ünlü Masonların listesinde İsveç Kralları, Sırp Prensleri, Rumen şairler, İngiliz, Amerikan senatörler, devlet adamları, sanatçıları, filozofları var. Bugün itibarıyla dünya üzerinde beş milyon Mason bulunmakta.

Bizde Mason deyince bilir bilmez - aslında bizde herhangi bir şeyi bilmeyen yoktur, herkes her şeyi bilir o yüzdem 'bilmez de bilir' şeklinde düzelteyim, herkesin aklına sinsi, dünyayı ele geçirmeye çalışan, James Bond filmlerindeki Hugo Drax tarzı yasa dışı bir örgüt akla gelir.

Mesela "Demirel" dersiniz, "Bırak ya, o Masondu" derler. Masondu da ne yaptı diye sorarsınız, Amerikan uşağı falan gibi klişe, başı sonu olmayan saçma bir cevap verirler.

Masonluğu, ritüellerinde insanların kurban edildikleri gizli bir din zannedenler bile vardır.

Benzeri bir anlayış, yani Masonların yararlı bir topluluk olmadığı, Türkiye'deki gibi saçma boyutlarda olmasa da batıda da görülür.

Peki kimdir bu Masonlar? Amaçları iyi midir, yoksa kötü mü? Yasa dışı, sinsi, karanlık, zararlı bir topluluk mudurlar yoksa yasal bir toplum örgütü müdürler? Nasıl seçilirler? Bir Mason olabilmek için neler gereklidir? Masonluk bırakılabilir mi?

Bu soruların tümü için bir cevabım yok. Ben Mason değilim, o yüzden bu konu hakkındaki bilgim araştırdıklarımla sınırlı. Neyse ki bu topluluğu biraz tanıyabilecek kadar bilgi erişilebilir bir durumda. Bu bilginin kaynağı da Masonların ta kendileri.

Masonların hiç bir şekilde saklamadıkları, hatta biraz da gururla hiç çekinmeden bütün ayrıntılarını umuma açtıkları en önemli bilgi, bu topluluğun üyelerinin kim olduklarıdır.

Mason olmak topluluk üyelerinin korumalarının beklendiği bir sır değildir. Bir çok Mason yakasında bir Mason rozeti taşır. Yani Mason sembollerinin ne olduklarını biliyorsanız, bu kişilerin Mason olduklarını hemen anlarsınız.

Masonların toplanma yerleri de gizli değildir. Bazı ülkelerde biraz da güvenlik için kapılarına neon işaretlerle "Mason Locası" falan yazmasalar da, dünyanın uygar kesiminde bu bilgi de halka açıktır.

Ancak bu mekanların kapıları toplantıları için kapandığında içerde ne konuşuluyor, ne yapılıyor, bunları bilmiyoruz. Topluluk, bunların detaylarını umumla paylaşmıyor.

Gizli olan her şey ilgi çeker ve yoruma açıktır. Zaten Masonlarla ilgili komplo teorilerin çoğu bu gizlilik yüzünden ortaya atılmıştır.

Bir uçak yolculuğu esnasında yanımdaki yolcunun yakasındaki, üzerinde Mason işareti bulunan rozetine gözüm takıldı. Adam da bunu farkedip gülümsedi. Ben de biraz utandım.

"Her halde ne olduğunu biliyorsun" dedi. Ben de "Kusura bakmayın, böyle 'stare ettiğim' - yani fazlaca dikkatlice baktığım için" dedim. Kendini tanıtıp elini uzattı. Ben de cevap verip, elini sıktım. Bu el sıkışması esnasında Masonların özel bir şekilde birbirlerini tanıtabildiklerini bir yerlerde okumuştum ama bu el sıkışması gerçekten benim Mason olup olmadığımı anlamak için miydi, yoksa sadece nezaketten miydi, bilmiyorum.

Neyse. Konu tabi ki Masonlara geldi, ben de niye toplantılarını gizli tuttuklarını sordum. Bana "Şimdi ben senin çalıştığın şirketin kapısına gelip, falanca tarihteki executive toplantıda ne konuşulduğunu sorsam bana söylerler mi?" diye sordu. Haklı mı, haklı... Söylemezler tabi.

Toplantıları, ritüelleri, detaylı amaçları gizli tutulam bir topluluk Masonlar.

Madem amaçlarını, ritüellerini, toplantılarında ne konuştuklarını bilmiyoruz, o zaman onları tanıyabilmek için bildiklerimizden başlayalım.

Masonlar hakkında bildiklerimizin en detaylıları kimlerin Mason oldukları.

Zaten bir önceki yazıda da bu yüzden size ünlü Masonların kısa öykülerini detaylıca anlattım. Bu insanların profillerine bakarak Masonların tam olarak ne olduklarını olmasa da, ne olmadıklarını anlayabiliriz.

Her şeyden önce Masonlar dini bir topluluk değiller. Listeye balarsanız Katolik, Ortodoks, Protestan, Yahudi, Müslüman, Ateist bir çok Mason göreceksiniz. Zaten daha sonra da değineceğimiz üzere Mason olmanın koşullarından biri, ismi, tanımı ne olursa olsun 'sadece' üstün bir varlığa, bir yaratana inanmak.

Masonlar dini bir topluluk olmadıklarına göre Masonluk da bir din değil.

Masonluk coğrafik, ırkçı, ulusçu bir topluluk da değil. Nat King Cole'dan, Eyfel’e, Talat Paşa'dan Garibaldi'ye, siyahı, beyazı, Avrupalısı, Asyalısı, Amerikalısı, Türkü, Sırpı, İtalyanı, Almanı, Rumeni, dünyanın her köşesinden, aklınıza gelen her ırk ve ulustan üyeleri var ve olmuş.

Masonluk, bir meslek, bilim, sanat ya da başka bir ilgi alanının üyelerine hitab eden bir oluşum da değil. İçlerinde politikacılar, bilim adamları, kaşifler, sanatçılar, mucitler, iş adamları, filozoflar, askerler, yaşamın aklınıza gelen her alanından insanlar var.

Özellikle günümüzde bazı sosyal topluluklar, üyelerine maddi ya da kariyerlerinde yükselme benzeri avantajlar sağlarlar. Masonlar ne kadar bu işin içindeler bilmek zor. Topluluğun üyelerinin bir birlerine yardım ettiklerini düşünmek her halde yanlış olmaz. Ancak bir araya geliş nedenlerinin sadece bu olduğuna ben pek emin değilim.

Bir kere Mozart gibi neredeyse açlıktan ölen, Garibaldi gibi köyüne dönüp, çiftçilik yapan ünlü Masonlar var. Eğer Masonluk finansal bir yardımlaşma kuruluşu olsaydı, bunlar maddi sıkıntıya düşmezlerdi.

Kariyerlerinde yükselme konusunda biraz daha grinin tonlarında kalıyoruz. McArthur ve Roosevelt"in ikisi de Masondular. Roosevelt'in McArthur'a yükselmesinde yardımcı olduğunu düşünebiliriz. Ancak Buffalo Bill'den Henry Ford'a, Samuel Colt'a, Benjamin Franklin'e, Amudsen'e bir çok ünlü Mason, Mason amcalarından ziyade, kendi bilgi ve yeteneklerinden dolayı yükselmiş görünüyorlar. Yine de bilinmez tabi.

Masonların kimlikleri ile ilgili en önemli soru olan şeytan mı melek mi oldukları ise bence yine ünlü Masonların öykülerine bakarak öngörülebilir.

Modern demokrasinin temelini oluşturan Jean-Jacques Rousso, Goethe gibi filozofların, herkese eşitliği öngören ABD anayasası gibi ilerici bir anayasayı yazıp, uygulayan devlet adamlarının, Mozart, Beethoven gibi sanatçıların, endüstri devrimini gerçekleştiren Ford, Colt gibi girişimcilerin horoz kanı içip, Şeytana taptıklarını düşünmek zor. Bir Mason olan Gerald Ford'un elinde nükleer silahlar vardı. Masonlar dünyayı yok etmeye kararlı şeytani bir örgüt olsalardı, her halde bu silahları kullanırlardı.

Kısacası ben Masonların şeytani bir örgüt olduklarını düşünmüyorum, ancak bu birer melek oldukları anlamına da gelmeyebilir tabi.

Masonların ne olmadıklarına baktık. Gelin şimdi de ne olduklarını anlamaya çalışalım.

Devam edeceğiz...

13 Aralık 2018 Perşembe

Prelude

“When you have eliminated the impossible, whatever remains, however improbable, must be the truth - Olanaksızı ayırdıktan sonra geriye kalan, her ne kadar düşük olasılıklı görünse de, gerçek olmalıdır"

Bu sözler Sherlock Holmes'e aittir. Holmes, Londra'da, 221B Baker Street'de ikamet eden hayali bir roman kahramanıdır. Buradan başlayan öykülerinde, yaveri Dr. Watson ile birlikte kriminal olayları başarıyla çözer, suçluları bulur.

Biz romanlarda, Holmes'un öykülerini Dr. Watson'un ağızından dinlesek de, bunların asıl yazarı Sir Arthur Conan Doyle'dı.

—-

Japonlar Pearl Harbor limanına demirli Amerikan donanmasına savaş ilan etmeden saldırmış, Amerikalılar da bu saldırıdan sonra o güne kadar dışında durmayı tercih ettiği İkinci Dünya Savaşına fiilen katılmışlardı.

Ancak Amerikan ordusu ve halkının Pearl Harbor'da verdikleri kayıplar sonrası moralleri bozulmuştu. Başkan Roosevelt hem moralleri düzeltmek, hem de Japonlara bir mesaj göndermek için o güne kadar benzeri görülmemiş bir askeri harekat emrini verdi.

Japon adaları o günkü bombardıman uçaklarının menzili dışında kaldığı için Japonlar kendilerini güvencede hissediyorlardı. Amerikalılar bir uçak gemisine, normalde sadece karadadaki üslerden kullanılabilen orta menzilli bombardıman uçaklarını doldurdu. Uçak gemileri Japon adalarına yaklaştılar ve bu uçaklar kalkıp, Japonya'nın başkenti Tokyo'yu bombaladılar.

Menzilleri, bu çakların geri gemilere dönmelerine yetmiyordu. Zaten dönseler de uçak gemilerine inebilecek donanımları yoktu. Hareket planları çerçevesinde Çin'e yöneldiler ve zorunlu iniş yaptılar.

Bu dahiyane planın sahibi Yarbay James Harold Doolittle'dı.

—-

Edward Kennedy Ellington cazı bir sanat haline dönüştüren kişi olarak bilinir.

Gerçek bir müzik efsanesidir, yedi yaşında piyano çalmaya başlamış, elli yıl boyunca müzik yapmıştır.

Bir keresinde caz müziği için şunları söylemiştir.:

"Caz müziği, hemen her zaman, kızınızın birlikte olmasını istemediğiniz bir adama benzer."

Cenazesine on iki bin kişi katılmıştı. Son sözleri "Müzik benim yaşam tarzım, yaşam nedenim ve insanların beni nasıl hatırlayacaklarıdır." olmuştu.

Bu efsanenin sahne adı Duke Ellington'dı.

—-

Göreceli olarak kısa sayılabilecek Amerikan tarihinin en çok bilinen olaylarından biri, bir gurup Amerikalı göçmenin, Teksas'da bulunan Alamo kalesini Meksika ordusuna karşı savunmasıdır. General Santa Anna komutasındaki Meksika ordusu bu savunmayı kırmış, sonunda kaleyi ele geçirerek sağ kalan Amerikalıları kılıçtan geçirmiştir.

Bu savaşın en ikonik figürü ise, Meksikalılar kaleye girdiklerinde, kurşunu bitmesine rağmen tüfeğinin namlusundan tutup, kabzasını bir topuz gibi sallayarak mücadeleye devam eden, ancak daha sonra öldürülen David “Davy” Crockett'ti.

—-

İşleri o güne kadar çok iyi gitmemiş olsa da, Amerika-Meksika savaşı esnasında Teksas Ranger'ları 1000 adet tabanca siparişi verdiler. Bu tabancaların yapımcısı değiştirilebilir parçaları etkin bir biçimde kullanarak bir imalat hattı kurdu ve burada üreteceği silahların patentini aldı.

Amerikan iç savaşı esnasında hem güneyliler, hem de kuzeyliler müşterisiydiler.

Gerçek bir iş adamıydı, ürettiği silahların bir bölümünü hediye olarak dağıtıyor, ünlülerin bu silahlarla görünerek etkili bir biçimde reklamını yapıyordu.

Her kovboya lazım, Western’lerin vaz geçilmez aksesuarı başta .45 kalibrelik Colt tabancalarının imalatçısı Samuel Colt'du.

—-

Endüstri devriminin kalbi üretim hattı olmuştu. Üretim hattı, değişebilir parçalar ve üretim sürecini hatta çalışan bir kişinin mekanik olarak tamamlayabileceği parçalara bölerek karmaşık ürünler hızlı bir biçimde üretilebiliyordu.

Samuel Colt'un ateşli silahlarda yaptığının benzeri şekilde bir arabayı montaj hattında üretip, orta sınıfın satın alabileceği kadar düşük bir fiyatta satmayı başarmıştı.

Henry Ford, Ford Motor Company’i kurdu ve tarihe otomobilcilerin kralı olarak geçti.

—-

Manhattan’ın en güzel gökdeleni ne Empire States, ne de eski ikiz kulelerdir. Bana sorarsanız bu ünvan tartışmasız Chrysler binasına aittir.

Bu binanın ilk sahibi hem bir demiryolu mühendisi, hem de tren makinistiydi.

İlk arabasını otuz beş yaşında almıştı. Arabasına ilgisi o kadar büyüktü ki, daha bir kez bile kullanmadan, nasıl çalıştığını anlamak için her parçasını söküp, yeniden bir araya getirmişti.

İki yıl sonra Buick'de çalışmaya başlamış, 1917 yılında da Buick'in genel müdürü ve CEO'su olmuştu.

Henry Ford'un izinden gidip, kendi otomobil fabrikasını kurdu.

Kahramanımızı her halde tanıdınız. Chrysler imparatorluğunun kurucusu Walter Chrysler.

—-

Amerikan otomobil üreticilerin üç büyükleri diye adlandırılanlardan ikisi, Ford ve Chrysler'dan söz ettik. Sıradaki Amerikalı girişimci, bunların üçüncüsü olan General Motors'un daha General Motors olmadan ilk seri üretim otomobilini imal eden kişi.

İlk buharlı arabasını 1894'te, ilk benzinli arabasını da 1894'te imal etmişti. Bir tane de elektrikli araba yapıp satmıştı.

Olds Motor Vehicle Company İsimli bir şirket kurdu. Bu şirket daha sonra bir demirci tarafımdan satın alındı bile ancak o genel müdür olarak eski şirketinde çalışmaya devam etti.

Henry Ford, bir otomobili üretim hattında seri üretim teknikleri kullanarak en başarılı şekilde üreten kişi olsa da, bunu ilk olarak başaran kişi Oldsmobile markasının adına çıkarıldığı Ransom Eli Olds olmuştu.

1904 yılında çalıştığı şirketten ayrılıp, isminin baş harflerinden oluşan REO Motor Company'i kurdu. Bu marka da dünyaca üne kavuştu. Müzik gurubu REO Speedwagon'ın ismi REO'nun ürettiği Speed Wagon isimli kamyonetten gelir.

Oldsmobile daha sonra General Motors'a katıldı ve 96 yıl üretildikten sonra 2000'li yılların başında üretimi durduruldu.

—-

Annesi Polonya, Babası Hollandalı Yahudilerdi. 1800’lü yılların sonlarında Varşova’dan Paris'e taşınmışlardı.

Eyfel Kulesi’nin yapımına tanık olmuş, bu olaydan sonra da mühendis olmaya karar vermişti. Manav olan dedesinin soyadı Limoenman’i yine limoncu anlamına gelen Citroën’e çevirdi.

Bu ünlü kişi, tahmin edeceğiniz üzere Citroën marka arabaların tasarımcısı ve yapımcısı André-Gustave Citroën’di.

—-

Sahneye ilk kez dört yaşında çıkmıştı. Daha çocukken evden kaçar, kulüplerde Louis Armstrong, Earl Hines ve Jimmie Noone gibi ünlüleri dinlerdi.

Hem filmlerde, hem televizyon şovlarında, hem de Broadway müzikallerinde oynadı. Tarihte bir televizyon şovunu sunan ilk siyahi sunucu olarak geçti, ancak dünya onu unutulmaz piyanosu ve sesiyle tanıdı.

Siyah bir sanatçı olmasının sıkıntısını yaşadı. Çok sık ırkçılığa maruz kaldı. Televizyona çıktığımda çok siyah görünmesin diye beyaz pudrayla teninin rengini açarlarmış. Birmingham'da sahnedeyken bir saldırıya uğramış, sonrasında da bir daha siyah düşmanlığının çok yüksek olduğu ABD'nin güneyine gitmeyeceğini söylemişti. Gerçekten de bir daha güneye gitmedi.

Alabama’lı bu sanatçı Nathaniel Adams Cole, ya da bilinen ismiyle Nat King Cole'du.

—-

Annesi Amerikalıydı. Dersleri o kadar kötüydü ki, neredeyse hayali olan askeri akademiye almayacaklardı.

Güney Afrikaya gitmiş, orada hem savaş muhabirliği, hem de subaylık yapıyordu. İngilizlerle savaşan bir gurup onu yakalamış, bir esir kampına kapatmıştı. Bu kamptan kaçmayı başardı ve ülkesinde bir kahraman olarak tanındı.

Birinci dünya savaşında Ingiltere ve müttefiklerine en büyük yenilgiyi, planlayıp yönettiği Çanakkale savaşlarıyla yaşattı.

İkinci Dünya Savaşı'nın tartışmasız en bilinen politikacılarından biriydi.

Ne Adolf Hitler'in tehditlerinden korktu, ne de barış ve ittifak için verdiği rüşvetlerini kabul etti. Bütün Avrupa elden gitmişken inadına adasını korudu. Unutulmaz konuşmasında söylediği gibi hem sahillerde, hem tepelerde mücadele etti ve savaştan galip çıktı.

Kim olduğunu elbette tahmin ettiniz. Zamanın İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill.

—-

William Frederick Cody babasını 11 yaşında kaybettiğinde çalışmaya başlamıştı. On dört yaşına geldiğinde de vahşi batının posta servisi olan Pony Express'de at koşturuyordu. Sonrasında, orduda sivil kılavuz olarak çalışmış, Kızılderili Savaşlarındaki başarılarıyla şeref madalyasına hak kazanmıştı.

Amerikan İç Savaşı sonrası Kansan Pasifik Demiryolları, işçilerinin yemek ihtiyacını karşılamak için Cody ile et tedariki kapsamımda bir anlaşma yapmıştı. Cody de bu anlaşma çerçevesinde tek başına on sekiz ayda 4,282 tane bizon avlayıp getirmişti. William Frederick Cody bu performansımdan sonra da herkesin bildiği Buffalo Bill ismini aldı.

—-

Kazananların başarısız sayılamayacağı bir savaşta ister istemez bir kahraman olmuştu.

Elbette ki Amerikan askeri tarihinin namlı tüm generalleri gibi West Point akademisi mezunuydu. İkinci Dünya Savaşı esnasında General Patton'ın altında görev yapmış, sonra da Normandiya Çıkarması'nı idare etmişti. Avrupa'daki Nazilere karşı ilerleme esnasında ise eski komutanı Patton'a komutanlık yapmıştı.

Bu ünlü askeri figürün ismi Omar Bradley'di.

—-

Korsika'da doğmuştu. Ana dili İtalyancaydı ve Fransızcayı bir aksanla konuşuyordu, bu yüzden de çocukluğunda herkes onla alay etmişti. Ailesine ekonomik olarak yardımcı olmak için askeri akademiden erken mezun olmuştu. Fransız ordusunda muvazzaf bir subay olduğunda daha henüz ın altı yaşındaydı.

Karısının ilk kocası Fransız İhtilali sırasında giyotine gönderilmiş, karısı canını kıl payı kurtarmıştı.

Karısına tam anlamıyla aşıktı. Sefere çıktığında her gün karısına yazardı. Karısı ise bu esnada başka erkeklerle işi pişirmişti. Bu evliliğinden hiç çocuğu olmadı.

Herkes onu boyu çok kısa olarak hatırlar ancak çağına göre normal bir boyu vardı. 1.68 metre!

1800'lü yıllarda imparatorken İspanya'dan Mısır'a kadar bir çok ülke doğrudan ya da dolaylı olarak Fransız Egemenliğine girdi. Katolisizmi yeniden Fransa'nın resmi dini yaptı, ancak özellikle İslam, diğer dinlere hep yakın durdu, sempatik davrandı. İlk karısını boşadı, 18 yaşındaki Avusturya prensesi ile evlendi. Bu evlilikten bir oğlu oldu.

Sonra Rusya'ya saldırdı, yenildi. Elba adasına sürüldü. Oradan kaçıp, yüz günlüğüne de olsa, yeniden Fransa İmparatoru oldu. Waterloo'da yenildi. Bu kes Saint Helena adasına sürüldü ve burada öldü.

Yakın tarihin en ünlü İmparatorlarından biri olan bu kişiyi tanıdınız herhalde. Napoléon Bonaparte.



İtalyanın en önlü medya baronlarından biridir. A. C. Milan spor kulübünün 31 yıl boyunca sahipliğini yapmıştı.

Dört ayrı hükümette başbakan olmuş, bu süre içinde birden çok rüşvet, yolsuzluk gibi suçlardan hüküm giymişti.

Milano'da bir saldırı sonucunda burnu ve birkaç dişi kırılmıştı.

Vergi yolsuzluğundan suçlu bulunmuş, cezasını bir yıl boyunca bir huzur evinde yaşlılara hizmet ederek çekmişti.

18 yaşından küçük bir kızla seks yapmaktan yedi yıl hapse mahkum olmuş, ancak temyiz mahkemesi bu hükmü bozmuştu.

Ülkemize de başbakanlığı esnasında sık sık gelip giden bu liderin ismi Silvio Berlusconi'ydi.

—-

1600'lü yılların sonunda Bonn'da doğmuş, yirmili yaşlarında da Viyana'ya yerleşmişti. Otuzuna yaklaştığında ise duyma yeteneğini tamamen kaybetmişti.

Hayatının son on beş yılını tamamen sağır bir halde geçiren bu sanatçı, bu dönemde yazdığı klasik müzik eserleriyle dünyanın belki de en iyi, en çok bilinen bestecisi olmuştu.

İsmini bilmeyeniniz yoktur herhalde. Ludwig van Beethoven.

—-

Hamburgda doğmuştu. Müzisyen bir ailenin çocuğuydu. Daha çocukken dans salonlarında, mali olarak çok zor durumda olan ailesine yardım için piyano çalıyordu.

İlk bestelerini on bir yaşında yapmaya başlamıştı, ancak yaşı ilerlediğinde bunları beğenmeyip, bir çoğunu ortadan kaldırmıştı.

Weimar Dükünün süzenlediği oldukça ışıltılı bir ortamda başka bir sanatçı, onun C Minör Sonatını çalıyordu. Bizzat kendinin bestelediği bu eser çalarken o, yol yorgunluğunu bahane edip uyuya kalmıştı.

1850 yıllarında Macar göçmeni bir çingene kemancı ile tanışmıştı. Kemancı ona Çigan müziğinin bir çok inceliğini tanıttı. Bundan sonraki bestelerinde çingene ezgileri hep belirgin olmuştur.

İlk senfonisini 1854 yılında yazmıştı ancak 1876 yılına kadar hiç bir yerde çalınmasına izin vermedi. Yirmi iki sene boyunca orasını, burasını düzeltti ve sonra iyi olduğuna karar verip, premierini yaptırdı.

Onun reklamını yapan ve üne kavuşmasını sağlayan Schumann öldüğünde dul karısını teselli etmek için Düsseldorf'a gitti, burada da uzun sayılabilecek bir süre kaldı. Schumann'In karısı ile arasında ne geçti bilinmez ama birbirlerine yazdıkları mektupların çoğunu yaktıkları düşünülürse insanın aklı başka yerlere gidiyor tabi.

Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi müzisyenlerinden biri olan bu sanatçının ismi Johannes Brahms'dı.

—-

Bir insan düşünelim. İdeolojisi Fransız Devriminin bütün süreçlerini etkilemiş, fikirleri hem milliyetçilik hem de sosyalizmin temel taşlarından biri olmuş.

Avrupa'da aydınlanma hareketi, herkesin ismini çok iyi bildiği, ama çoğunlukla İsviçreli olduğunu gözden kaçırdığı, Cenevre doğumlu bir filozofa borçludur.

İnsan doğası, politika, cumhuriyet, eğitim gibi modern dünyanın temel kavramlarının bu günkü hallerine gelmesinde bir kaç satıra sığamayacak kadar önemli katkıları olmuştu.

Düşününce hak verirsiniz, bu filozof insanın doğduğumda masum ve iyi olduğuna inanır. Hayat ve toplumsal ilişkilerden edinen deneyimler üzüntü ve bozulmayı getirir. Hatta bir adım ileri giderek der ki, eğer toplum olmasaydı, kötülük de olmazdı.

Bu değerli filozofun ismi Jean-Jacques Rousseau idi.

—-

İngilizlerle yapılan bağımsızlık savaşında orduların başkomutanıydı. Zafer kazanıldıktan sonra cumhuriyetin kurulabilmesi için gönüllü olarak bu görevini bıraktı.

Bu günkü Amerika Birleşik Devletlerinin kurucularından biri ve seçilmiş ilk başkanıydı.

İsmi George Washington.

—-

Normalde uzay yürüyüşlerinde kapsülden dışarı ilk olarak genç ve tecrübesiz astronotlar çıkar, çünkü bir sorun yaşanırsa, kapsülde kalan tecrübeli astronotun durumu düzeltmesi daha garantili olur.

Apollo 11 Ay'a ilk kez insanları götürürken de Ay modülündeki iki astronottan daha genç olanının Ay'a ilk ayak basan insan olması gerekiyordu. Ancak kader bile sayılmaz, basit bir ayrıntı, bu genç astronotun Ay'a ilk ayak basan insan unvanını almasını önledi.

Ay modülünün dışarı açılan kapağı yaşlı astronotun yanındaydı ve Nasa görev komutanları genç astronotun sırtımdaki yaşam destek cihazı ve koca astronot elbisesiyle yaşlı astronotun üzerinden atlayarak dışarı çıkmasının güvenli olmayacağına karar vermişti. Genç astronot da Ay'a ayak basan ikinci insan unvanı ile yetinmek zorunda kaldı.

Bütün dünyanın tanıdığı bu fazlasıyla renkli kişiliğin ismi Edwin Eugene Aldrin Jr., ya da bilinen hali ile "Buzz" Aldrin'di.

—-

Yaş olarak belki benim bir önceki neslime hitab etse de, çocuk aklımızla çok western filmini izlemiştik.

Ayakta dururken hafif bacaklarını açar, bir eli hemen beline asılı silahının yakınında dururdu.

Fazlasıyla "Amerikan" bir Amerikalıydı, ne var ki filmlerinin önemli bir bölümünde bir savaş kahramanı olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşına isteyerek katılmamıştı.

İspanyolcayı çok iyi konuşurdu, evlendiği kadınların üçü de Latin kökenliydi.

Stalin, bir aktör olarak sevmesine rağmen anti kominist söylemlerinden ötürü onun öldürülmesini emretmiş, iki KGB ajanını bu iş için görevlendirmişti. Olayı farkeden FBI bu ajanları durdurmuş, suikasti önlemişti. Stalin öldüğünde yerine geçen Khrushchev ile karşılaştıklarında, Khrushchev olanlar için özür dilemiş, bunların Stalin'in aklını yitirdiği günlerde verdiği bir emirden kaynaklandığını ve kendisinin bu emiri yürütmeden kaldırdığını söylemiştir.

İsmi Marion Mitchell Morrison'dı, ama çoğu kimse onu lakabı The Duke, ya da sahne ismi John Wayne olarak tanır.

—-

Norveç'te doğmuştu. Annesinin isteği üzerine tıp eğitimine başlamış, annesini kaybedince de okulu bırakıp, kaşif olmaya karar vermişti.

1880'lerde Kuzey kutbuna yapılan seferlere katılmıştı. Bunlardan birinde, tarihte ilk kez olmak üzere kış mevsimi kutupda geçirilmişti.

Burada tanıştığı Eskimolar ona zorlu kutup koşullarında hayatta kalmayı sağlayan, örneğin kalın kürkler yerine hayvan derisi giymek, ya da köpeklerin çektikleri kızaklarla yolculuk yapmak gibi çok önemli becerileri öğretmişlerdi.

O güne kadar Kuzey kutbuna kendisi de dahil bir çok kişi, bir çok kez ulaşabilmiş olsa da Güney kutbuna hala gidilememişti.

Güney kutbunun keşfi Norveçli ve İngiliz iki ekibin rekabetine sahne oldu. Soğuğa uygun giysileri, kayakları ve köpeklerin çektiği hafif kızakları ile kutba ilk ulaşan ekip Norveçliler olmuştu,

İngiliz gurup kutba bir ay sonra ulaşabilmiş, ancak dönüş yolunda donarak ölmüşlerdi.

Güney kutbunu ilk keşfeden Norveçli kaşifin ismi Roald Amundsen'di.

—-

On dokuzuncu yüzyılın sonumda Rusya, Polonyanın Krasnosielc kentinin de içinde bulunduğu bölgeyi topraklarına katmış, Yahudi bir aile olan Wonskolaser'lar Harry, Albert, Sam, ve Jack isimli çocuklarıyla birlikte Kanada'ya göç etmişlerdi.

Sam ve Albert kardeşler eski bir projektör satın almış, Pennsylvania ve Ohio'daki madencilere film oynatıyorlardı. 150 dolar vermiş, Life of an American Fireman ve The Great Train Robbery isimli filmlerin gösterim hakkını almışlardı. 1903 yılında ilk sinema salonları The Cascade'i, New Castle, Pennsylvania'da açtılar.

Wonskolaser kardeşler 1904 yılımda Duquesne Amusement & Supply şirketini kurdular. Birinci Dünya Savaşı günlerinde artık kendi filmlerini yapıyorlardı. 1918 yılımda ise Hollywood'da, Sunset Bulvarının üstğnde ilk Warner Bros stüdyolarını açmışlardı.

Birinci Dünya Savaşı esnasında Amerikalı bir askerin Fransa'dan getirdiği bir köpek olan Rin Tin Tin sayesinde üne kavuştular. Bu köpek ilk olarak Where the North Begins filminde oynadı. Sonradan haftada 1000 dolar maaşla yirmi yedi filmde daha de rol aldı.

Warner Bros için bundan sonrası yavaş yavaş bir büyüme şeklinde gerçekleşti.

Warner biraderlerden Jack Warner fazlasıyla renkli bir kişilikti, Bir gün Albert Einstein’la karşılaştıklarında ona "Benim de bir rölativite teorim var." demişti, "Asla onları işe alma!" Rölativite'nin kökü 'relative' aynı zamanda akraba demektir.

Jack Warner kardeşlerini ikna ederek sahip oldukları Warner Bros'un bütün hisselerinin bir yatırımcı konsorsiyumuna sattırmıştı. Sonrasında bu hisseleri tek başına geri aldı. Diğer kardeşler o günden sonra Jack ile bir daha konuşmadılar.

Warner Bros günümüzden en geniş film koleksiyonuna sahip stüdyodur. Tam 6800 film! Bu filmleri ve aktörlerini yazmak sayfalar alır. Kadrosunda Superman ve Batman olan DC Comics de Warner Bros'un bir alt şirketidir.

—-

Samuel Langhorne Clemens 1835 yılında, yedi aylıkken dünyaya gelmişti. Kimse onun hayatta kalacağını düşünmüyordu ama o yedi kardeşin arasında ergenliğe ulaşabilen üçünden biri oldu.

Çocukluğunu babasının işi dolayısıyla yerleştikleri Missouri'nin Hannibal kentinde geçirmiş, hayatının bir bölümünde Mississippi nehrinin üzerinde çalışan gemilerde kaptanlık yapmıştı.

Pennsylvania İsimli bir gemide çalışırken, küçük kardeşini de aynı gemide işe almıştı. Ancak Pennsylvania'nın kazanı patladı ve kardeşi bu kazada hayatını kaybetti.

Kaptanlık ehliyetini almış, Mississippi üzerindeki gemi trafiği iç savaş yüzünden durana kadar bu işte çalışmaya devam etmişti.

İşini kaybedince de yazmaya başladı. Kitaplarında gemilerin güvenli bir biçimde hareket edebileceği iki fatoma (12 feet ya da 4 metre) derinlik anlamına gelen Mark Twain ismini kullanmıştı.

Mark Twain, Amerikan edebiyatının en bilinen yazarlarından biridir. Yine çocuk aklımla Tom Sawyer, Huckleberry Finn gibi kitaplarını defalarca okumuştum. Bu kitaplardaki öykülerin çoğu zaten Missouri'de geçer ve Twain bunları Hannibal günlerine dayanarak yazmıştır.

—-

Paris'e gittiğinizde kuşkusuz görülecek yerler listesinde ön sıralarda bir yerde Eyfel Kulesi bulunur. Kuleye de ismini veren mimar Gustave Eiffel'di.

Ancak Eyfel kulesinin tasarımını aslen Gustave değil, yanında çalışan Maurice Koechlin isimli bir mühendis yapmıştı. Hatta Gustave tasarımın ilk halini beğenmemiş, Maurice'den biraz daha göz dolduran bir yapı planlamasını istemiştir. Projenin son halini beğenip, onaylamış, sonra da bunu hayata geçirmek için temaslara başlamıştır.

Gustave, kuleyi aslen İspanya'da, Barselona kentinde yapmayı istemiştir, ancak Barselonalılar bu boyutta bir demir yığınının gözlerini rahatsız edeceğini söyleyip, reddetmişlerdi.

Neyse ki Fransız Devriminin yüzüncü yılı kutlamaları için fuar alanına girişte archway dedikleri bir çemberli kapı düşünmüşlerdi, Gustave'ın projesi seçildi de Eyfel kulesi Paris'e yapıldı.

Eyfel kulesi, Gustave'ın ilk eseri değildi. Ne York'daki özgürlük heykelinin içini tasarımlayan sanatçı ölünce yerine Gustave'ı almışlardı. Bu heykelin hatrı sayılır bir bölümü Gustave'ın eseridir.

Kule daha yapılmadan birçok Parisli şikayet etmeye başlamış, bittiğinde ise bu şikayetler tavan yapmıştı. Birçok kişi bu kuleyi amaçsız, işe yaramayan, estetiği olmayan bir demir yığını olarak tanımlamıştı. Guy de Maupassant, her gün Eyfel Kulesinin dibimdeki bir restoranda yemek yiyiyordu. Bunun sebebi olarak da kulenin altındaki bu restoranın, Paris'te Eyfel'i görmeden oturabileceği tek yer olmasını gösteriyordu.

Tamamlandığında 300 metrelik boyu ile dünyanın en yüksek binası olma rekoruna sahip oldu. Bu onuru 1930 yılında 319 metre yüksekliği ile New York'daki Chrysler binasının yapımına kadar 41 yıl korudu. 1957 yılında tepesine takılan 20 metrelik bir anten ile Chrysler binasının boyunu 2 metre ile geçmişti ama o günlerde yine New York'daki Empire State binası hem Eyfel'e hem de Chrysler'a çoktan fark atıp, rekoru eline geçirmişti.

Eyfel Kulesi, güneşli bir günde yapıldığı metalin ısınarak genişlemesiyle 15 santim uzar, bir kaç santim de güneşin aksi yönüne doğru eğilir.

Normalde fuar alanı için geçici bir yapı olarak düşünülen bu kule planlandığı üzere 20 yıl sonra yıkılacaktı. Ama Parisliler savaşta gözlem ve radyo kulesi olarak kullanılsın diye dokunmadılar.

İkinci dünya savaşı esnasında Almanlar Paris'e girdiklerinde Fransız direnişi asansörleri sabote etmişti. Böylece eğer Naziler kuleye bir Nazi Svastika'sı asmak isteselerdi binlerce basamak merdiven çıkmak zorunda kalacaklardı.

Naziler her şeye rağmen bir Svastikalı bayrağı Eyfel'in tepesine astılar, ancak rüzgar o kadar kuvvetliydi ki, bayrak uçup, gitti.

Savaşı. Sonlarında müttefikler Paris'i geri almak üzereyken Hitler, General Dietrich von Choltitz'e kuleyi yıkma emrini verdi. Ancak General Dietrich von Choltitz Paris'e karşı bir yakınlık geliştirdiğinden ve biraz da Hitler'in delirdiğine inandığından bu emri yerine getirmedi.

Eyfel kulesi, Parisli bir Sülün Osman - olasılıkla Piyer dö Sülün, tarafından iki kez 'satıldı'. Ancak kuleyi satan açıkgöze hiç bir şey olmadı. Parayı veren akıllı yaptığından o kadar utanmıştı ki, şikayetçi olmadı.

Erika Labrie İsimli Amerikalı bir kadın, Eyfel kulesi ile 'evlendiğini' ilan etti ve ismini Erika Eiffel olarak değiştirdi. İnsanlar bunu duyduğunda onla alay edip, küçük düşürmeye başlayınca kule ile ilişkisini bitirip, bu kez Berlin Duvarı'yla evlilik dışı bir aşk yaşamaya başladı.

Bu anıtsal yapının Fransız mimarı sadece Eyfel Kulesiyle anılsa da başka önemli eserlere de imza atmıştır. Örneğin Porto kentindeki Douro nehri üzerindeki Maria Pia köprüsü. Muhteşem bir köprüdür.

—-

Üç yaşında piyano çalmaya, beş yaşında müzik bestelemeye başlamıştı. Bu yaşımda harp ve kemanı bir profesyonel kadar iyi çalıyordu. Neste yapmaya yani müzik notaları yazmaya başladığımda henüz harflerle okuma ve yazma bilmiyordu.

Altı yaşımda kraliyet ailesi için çalmaya başladı.

İlk senfonisini sekiz yaşında yazdı.

Senfonilerinin yarısını sekiz ila on dokuz yaşları arasında yazmıştı.

On beş yaşlarında, Sistin Şapelinde Vatikan’ın notalarını kimseye vermediği Allegri’nin Miserere'sini dinleyip, eve gittiğinde bütün notalarını kafasından eksiksiz ve yanlışsız yazmıştı.

Yine hala çocukken Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa için çalıyordu. Bu esnada İmparatoriçenin kızlarından birini çok beğenmiş, ona kendisiyle evlenmek isteyip, istemediğini sormuştu. Bu küçük kız büyüdüğünde Fransa Kraliçesi olup, ekmek yoksa pasta yesinler diyecek ve kafasını giyotinde kaybedecek olan Marie Antoinette'ti.

Hayatının geri kalanında vücuda getirdiği eserleriyle ismi dünyanın gelmiş geçmiş en iyi müzisyenleri arasına yazıldı.

Biraz eksantrik bir kişiliği vardı. Salzburg Arcbişopu Kont Hieronymus von Colloredo, için çalıyordu, ancak Kont onun habersiz ortadan kaybolmalarından, gecikmelerinden şikayetçiydi. Klasik müzik tarihçileri için bir klasik haline gelen şu cümleyle işine son verdi “Soll er doch gehen, ich brauche ihn nicht! - Söyleyin gitsin, artık ona ihtiyacım yok!".

İnanması zor ama bu müzik dahisinin kulaklarında duyma bozukluğu vardı,

Çocukken bir yıldız, gençken ise döneminin en iyi müzisyeni sayılan bu deha, yaşamının büyük bir bölümünü parasız, iş arayarak geçirdi.

Otuz altı yalında öldüğünde beş parası yoktu. Bugün mezarı nerede kimse bilmiyor. Öldüğünde bir tören falan yapılmamış, hatta bir mezar taşı bile konmamıştı.

Herkesin bildiği bu bestecinin adı Wolfgang Amadeus Mozart'dı.

Eddie Van Halen, çocuğunun ismini Mozart'a ithafen Wolfgang (Van Halen) koymuştu. Eddie Hollandalıdır ve bilenleriniz bilir, bu iki Jermen halk birbirlerini 'çok' da fazla sevmezler.

—-

Büyük büyükbabası Etiyopya,da doğmuş, sekiz yaşında kaçırılıp İstanbula getirilmişti. Padişah onu haremde bir odaya kitlemişti. İstanbul'daki Rus konsolosu onu her nasılsa bulup, kurtarmış, Çar Büyük (Deli) Petro'ya hediye olarak Rusya'ta göndermişti.

Çar Petro bu çocuğa çok bağlanmış, onu vaftiz edip dini babası olmuştu.

İki nesil sonra bile büyük büyük babasının Afrikalı görüntüsünün izlerini taşıyordu.

Yazdığı şiirlerden birinde Çar'ı zalim, kaba bir adam olarak betimlemiş, Çar da ceza olarak onu güneye, onun gibi bir asil için ceza sayılabilecek memurluk yapmaya sürmüştü.

Hayatı boyunca 29 kez düello yapmıştı. Ölümü de karısını baştan çıkarmakla suçladığı bacanağı ile yaptığı bir düellonun sonrasında oldu.

Bir çok kişi tarafından modern Rus edebiyatının kurucusu ve Rusya'nın en büyük ozanı olarak kabul edilir. Tüm dünyaca bilinen Boris Godunov, Yüzbaşının Kızı gibi eserleri vardır.

Bu ünlü Rus şair ve yazarının ismi Alexander Sergeyevich Pushkin'di.

—-

Birinci Dünya Savaşı dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğunu yöneten üç paşadan biriydi.

Jöntürkler devrimine liderlerinden biri olarak bilfiili katılmıştı.

Devlet yönetiminde önce Dahiliye Nazırı, yani İçişleri Bakanı, sonra da Vezir-i Azam, yani Başbakan olmuştu.

Dünya onu çıkardığı tehcir kanunu sonrası Ermeni olaylarının müsebbibi olarak tanır.

İsmi Mehmet Talat Paşa.

—-

Babası da kendisi gibi yetenekli bir askerdi. Baba oğul şeref madalyasına sahip olan ilk aileydiler.

West Point Akademisini toplam 2470 puan üzerinden 2424 puan alarak bitirmişti. 100 üzerinden 98 anlamına gelen bu skor akademinin tarihinde sadece iki kez daha tekrarlanabilmiş ya da geçilebilmişti.

Başkan Roosevelt ordu harcamalarında önemli bir kısıtlamaya gitmeyi düşünüyordu. Onu Beyaz Saraya çağırdı ve bu fikrini açıkladı. Amerikan ordusunun bir generali olarak elbette başkanla aynı fikirde değildi. Tartışma alevlendi ve bir noktada başkana şunları söyledi.

"Bir gün Amerika bir savaşı kaybettiğinde, karnında düşman süngüsü, boğazında düşman askerinin bastırdığı botu ile çamurda yatar askerin ölmeden önceki son küfrü bana değil sana olsun."

Biraz sakinleşince, Başkana karşı bu şekilde konuştuğu için özür diledi ve hemen istifasını verdi. Roosevelt istifayı kabul etmedi, o da Beyaz Saray'dan ayrıldı.

Ana kapıdan çıkıp, merdivenlerden inerken de tartışmanın sinirinden basamaklara kustu!

İkinci Dünya Savaşı esnasında, Pasifik,deki Amerikan kuvvetlerinin komutanıydı. Japonlar Pearl Harbor'a saldırdıktan sonra Filipinlere yönelmişler, o da karısı ve çocuğu ile küçük bir tekneye binip, canını zor kurtarmıştı.

Sonrasında bir kaç sene boyunca hiç durmadan ada ada savaşarak Filipinleri Japonlardan geri aldı. Bir sonraki görevi Japonya'nın işgaliydi ama Amerikan yönetimi bu işi kısa yoldan iki nükleer bombayla halletti.

Kore savaşı sırasında yine müttefik kuvvetlerin komutanıydı. Çinliler Kuzey Kore'nin yanında savaşa girdiğinde o doğrudan Çinlilere saldırmak istedi, ancak Başkan Truman daha temkinli bir strateji izleme taraftarıydı. Bu anlaşmazlık yüzünden Truman onun görevine son verdi, yani uygun deyimiyle onu kovdu.

Ülkeye döndüğünde görevinden azledilmiş bir asker değil, muzaffer bir komutan gibi karşılandı. Halk onu Başkan Truman'dan daha çok seviyordu.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Avrupa cephesi George Patton, Omar Bradley, Bernard Montgomery gibi bir çok general gördü, ancak o, Pasifik’teki tek isimdi. Douglas MacArthur.

—-

Sessiz sinema günlerini yaşayacak kadar yaşlı olmasak da, bu dönemin unutulmaz iki karekterini hatırlayacak kadar yaşlı sayılırız. Kendisi oldukça şişman olmasına rağmen, incecik partneri Stan Laurel ile unutulmaz komedi filmlerine imza atan bu aktörün adı Oliver Hardy'ydi.

—-

Frankfurt'da doğmuştu. Yedi kardeştiler ama hayatta ancak sadece kendisiyle birlikte bir kardeşi daha hayatta kalabilmişti.

Ailesi çok varlıklıydı. Özel hocalar sayesinde çocuk yaşta Latince, Yunanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce, İbranice, İtalyanca ve İspanyolca konuşabiliyordu. Bunlara ek, dans, eskrim, atçılık, piyano ve çello öğrenmişti.

Bir Alman şair ve filozofu olmasına rağmen ilk şiirlerinden birini Ingilizce yazmıştı.

Bir kaç kez nişanlanmış, arada da çok çam devşirmişti ancak evlendiğinde yaşı elli yediydi. Evlendiklerinde zaten on yedi yaşında bir çocukları vardı.

1776 yılında adına adaleti temsilen bir "von" eklenmiş ve maliye bakanı olmuştu, ama aklı hala yazarlıktaydı. 1786 yılında ise ünlü İtalya gezisini yaptı. Görevinden istifa etmemiş, dönüş tarihini açık bırakmıştı, böylece maaşını hala alabiliyordu. Bu gezisinde bol bol bilimsel çalışma yapmış, insanlar en karmaşık organizmadır tezini burada vücuda getirmişti.

Bilinen on binden fazla bilimsel yada edebi makale, mektup ve çizimleri vardır.

Almanya'da başlayan Sturm und Drang, yani Fırtına ve Baskı hareketinin öncülerindendi. Bu hareket, işin çok felsefesine girmeden, mantığa rağmen duyguların serbestçe ifade edilmesini savunmaktaydı.

İsmi doğru olarak telaffuz edildiğinde hepimizin yüzünden bir gülümseme geçer. Bu dünyaca ünlü Alman yazar, filozof ve devlet adamının ismi Johann Wolfgang von Goethe'dir.

—-

Bu programa katılmadan önce bile Amerika'da çok tanınan bir kişiydi. İkinci Dünya Savaşında ve Kore'de savaştıktan sonra ilk kıtalar arası süpersonik uçuşu gerçekleştirmiş, bundan ötürü de NASA'nın dikkatini çekmiş, bu çok ışıltılı uzay programına çağrılmıştı.

Bir Atlas roketi Mercury kapsülünü uzaya çıkaracaktı. Astronotların barındığı bu kapsüllere takma birer isim koymak adettendi. Ailesine sordu ve onlardan gelen istek üzerine kapsülün ismini Friendship-7, yani Arkadaşlık-7 koydu.

Her şey hazırlanıp, roket ateşlenecekken aksilikler başladı. Yakıt sızıntıları, mekanik sorunlar, kötü hava koşulları gibi farklı nedenlerle görev aylarca ertelendi.

Roket ateşlendiği anda kontrolle görevli personelden bir dua ile karışık bir temennide bulundu. Görevin yedek astronotu ise herkesin bu görevle hatırladığı o ünlü dileğini yüksek sesle söyledi. "Godspeed!" Ya da tanrı yolunu açık etsin. Ancak tarihe geçen bu dileği bir tek o duyamamıştı. Yedek astronot ve kendisinin telsizi farklı frekanslardaydı.

Görev dört saat kadar sürmüştü, ancak bir esnada yerdeki görev kontrol birimine kapsülün etrafında ateş böcekleri gördüğünü bildirdi. Yerdekilerin bir bölümü astronotun akıl sağlığını kaybettiğini, diğer bölümü de ciddi bir mekanik problem yaşandığını düşündüler. İşin sırrı başka bir Mercury görevinde çözüldü. Bu kez de astronot ateş böcekleri değil, kar taneleri gördüğünü söylemişti. Sonradan anlaşıldı ki ısı farklılıklarından dolayı, kapsülün yüzeyinde donmadan dolayı yoğuşarak oluşan parçacıklar bu fenomene neden oluyormuş.

Görevini tamamladı ve dünya çevresinde yörüngede dolanan ilk Amerikalı astronot ünvanını kazandı. Görevi süresince dünya etrafında üç kez dönmüştü. Bu cesur havacının ismi John Glenn'di.

Glenn 77 yaşında, uzay mekiği Discovery ile bir kez daha dünya yörüngesine çıkmıştı.

—-

Fransa'da bulunan Nice kentinde doğmuştu, ancak o günlerde bu kent birinin kendisinin olduğu iki İtalyan aileye bağlanmıştı.

Ulusal birlikçi ve cumhuriyetçi bir harekete karışmış, gıyabında ölüm cezası verilince de önce Tunus'a, oradan da Brezilya'ya kaçmıştı. Brezilya,da yine yönetime karşı bir gurupta yerel bir savaşa karıştı.

Sonra Uruguay'a gidip, evlendi ve bu kez de bir İtalyan lejyonu kurup, Uruguay iç savaşına karıştı.

Palermo'da başlayan bir devrimci harekatı öğrendiğinde, lejyonunun bir kısmını alarak yurduna, İtalya'ya döndü.

O günlerde İtalya, Çoğunluğu Avusturya'nın etkisinde, küçük sayılabilecek, İtalyanın güneyi ve Sicilya adasında Sicilya Krallığı, Orta İtalya'da Papa'ya bağlı şehirler, kuzeyde Lombardiya-Venedik Krallığı, Parma, Toskana ve Modena düklükleri ve içine Sardunya Adası, Piemonte'nin anakaradaki bölgeleri, Cenova ile Nice'i alan Sardunya Krallığı gibi şehir devletlerinden oluşmuştu.

Bu monarşilere karşı ilk kıpırdanma Roma'da gerçekleşmiş, yeni seçilen ve göreceli olarak daha lilerici bir yaşam görüşüne sahip bir Papa, bu şehirde yaşayanlara bazı özgürlükçü ve liberal haklar tanımıştı.

Bunun hemen ardından Sicilya'da bağımsız bir hükümet kurmak için ciddi boyutta bir devrim başladı. Bunu Salerno ve Napoli izledi. Avusturya Kralı Ferdinand'ın güçleri Güney İtalya'dan püskürtülmüştü.

Birinci İtalyan Bağımsızlık Savaşı,na yol açan bu olaylar esnasında Milano,da, Roma'da bağımsızlıkçıların saflarında mücadele etti, ancak bu ilk deneme başarısız olmuş, Avusturya ve Fransa İmparatorluklarının orduları kontrolu sağlamışlardı.

Roma Fransız ordusu tarafından kuşatılmış, galipler Roma'da direnen cumhuriyetçilere üç seçenek sunmuşlardı. Teslim olun, ya da caddelerde savaşmaya devam edin ya da Roma,dan çıkın. Duvarları hala kanlı konsey salonuna girdiğimde şu tarihi sözünü söylemişti "Ovunque noi saremo, sarà Roma - Biz nereye gidersek gidelim, Roma orada olacaktır."

Roma,dan çekilmiş, İtalya içerisinde hala direnen guruplara yardım etmeye çalışmış, ancak sonunda etrafında kalan 250 askeriyle İtalya'dan ayrılıp, Amerika'ya, New York'a gitmek zorunda kalmıştı. Oradan Nikaragua,ya, oradan da Peru'ya geçti. İnanması zor, oradan da Çine...

Hayat onu bir kaptan olarak geri Avrupa'ya, bu kez İngiltere'te getirdi. Sonrasında kardeşi ölmüş, ondan kalan mirasla Sardunya'nın kuzeyinde bir adanın yarısını almış, çiftçiliğe dönmüştü.

Bu esnada İkinci Italyan Bağımsızlık Savaşı patladı. Sardunyalılar ona general rütbesi verdi ve o da yeniden Avusturyalılarla savaşa başladı.

Bu esnada on sekiz yaşında bir kadınla evlenmişti. Nikah günü kız ona başka birisinin çocuğunu taşıdığını söyledi. O da aynı gün kızı bıraktı.

Messina ve Palermo'da ayaklanmalar olduğu haberini alır almaz 4000 askerle bu bölgeye geldi.

İlk önce Sicilya adasını, sonrasında da Napoli'yi ele geçirdi. Sonrasında ise Vittorio Emanuell ile Teano'da modern İtalyan tarihinin en önemli toplantısını yaptı.

26 Ekim 1860,da Vittorio Emmanuel'i birleşik İtalya'nın kralı olarak karşıladı.

Amerikan İç Savaşında Abraham Lincoln'ın tarafında kaldı ve ona desteğini sundu. Bu çağrısı karşılık buldu ve Amerikan ordusunda tümgeneral rütbesi ile görev aldı.

Sonrasında ise İtalya'nın tam bağımsızlığı için yeniden harekete geçti. Bu kez hedef Papa'nın kontrolündeki şehirlerdi. Roma'ya saldırdı, yaralandı ve esir alındı. Arkasındaki uluslar arası desteğin sayesinde serbest bırakıldı. Bu kez Londra'ya sürüldü.

Üçüncü İtalyan Bağımsızlık Savaşı başlamıştı. İtalyanlar Prusyalılarla birlik olup, Avusturyalılara saldırmışlardı. Hedef Venedik’i kurtarmaktı. Neyse ki Venedik’i kurtardılar ama o sonrasında yine esir düştü, sonra bir kez daha serbest bırakıldı.

Sonra Fransa iç savaşı çıktı. O Fransa'ya gidip, yine Monarşiye karşı savaştı.

Kahramanımızın hayli uzun be karışık öyküsü böyle. Ancak bugünki İtalya bağımsızlığının önemli bir bölümünü ona borçludur.

George Washington Amerikalılar için, ya da İnönü Türkler için neyse Giuseppe Garibaldi de İtalyanlar için hemen hemen odur.

Bir not. İtalya'nın bağımsızlık öyküsü şimdiye kadar duyduğum en uzun, en karmaşık ve en ilginçlerinden biridir. Fırsatınız olursa okumanızı öneririm.

—-

Zamanının en yetkin bilim adamı olmasına rağmen sadece iki yıl okula gidebilmişti. Eğitiminindeki eksikliği tek başına, çalışarak kazandığı küçük miktarda parayla aldığı kitapları okuyarak tamamlamıştı.

Kardeşinin çıkardığı gazetede bir kadın ismiyle kadın hakları gibi konularda yazılar yazıyordu. Bu yazıları o kadar tutulmuştu ki Boston'ın bekar erkeklerinden evlenme teklifleri almaya başlamıştı. Kimliğini açıkladığında özellikle erkekler ciddi bir hayal kırıklığına uğramış, kıskanç kardeji de bu duruma çok sinirlenmişti.

Kardeşinin yanında çalışırken devamlı yediği dayağa ve maruz kaldığı aşağılanmaya dayanamamış, Boston'u bırakıp, hayatının gerisini geçireceği Philadelphia'ya taşınmıştı.

Beş parasız geldiği Philadelphia'da bir matbaa açmış, maddi durumunu ciddi biçimde düzeltmişti.

Kırk iki yaşına geldiğinde ise matbaada çalışmayı tamamen bırakıp, bilimsel araştırmalarına yönelmişti. Yağmurlu bir günde uçurduğu uçurtmasıyla bulutlardaki elektriklenmeyi ve paratoneri bulmuştu. Yine bu günlerde çift odaklı gözlüğü ve yakıtını zamanın örneklerine göre çok daha verimli yakabilen sonayı icat etmişti.

Islak parmakla çalınan, camdan bir harmonika icat etmişti. Bu müzikal enstrümandan binlercesi imal edilmiş, Mozart, Beethoven ve Strauss bu ilginç enstrüman için özel besteler yazmıştı.

Amerika'nın İngiltereden tamamen ayrılıp bağımsızlığını elde etmesine o kadar sıcak bakmıyordu. İngiltere ile daha bir uzlaşmacı, orta yolcu bir politika izlemek istiyordu. Ğnlü Boston Çay Partisinden sonra denize dökülen çayların bedellerinin ödenmesi ve şirketin kayıplarının karşılanmasını önermişti.

Etrafındakiler onun bir İngiliz casusu olmasından şüphe etmeye başlamışlardı.

Ancak ne olursa olsun, Amerika'nın bağımsızlığında çok önemli bir rol oynamıştı. İngilizlere karşı uluslararası desteği neredeyse tek başına oluşturmuştu.

Amerika'nın kuruluşunda aslan payı, askeri başarılarından dolayı George Washington'a verilse de onun payı en az Washington'ınki kadar büyük ve önemlidir.

Bugün her yüz dolarlık banknota baktığımızda onun portresini görürüz.

İsmini her halde tahmin ettiniz! Benjamin Franklin.

—-

Macaristan'da doğmuş, ailesiyle birlikte Amerika'ya göç etmişti.

Çok ilginç ve az rastlanır bir kariyeri vardı.

Kaçmak!

İhtisası kapalı hücrelerden, sandıklardan, zincirlerden, kelepçelersen kurtulup, kaçabilmekti.

Bunun için genellikle vücudunun bir yerinde sakladığı maymuncuğu kullanıyordu. Eğer bu mümkün değilse onu hücreye uğurlayan yardımcısı elini sıkarken gizlice ona bir maymuncuk veriyor, gideceği hücreyi önceden biliyorsa, orada bir maymuncuk saklıyordu.

Ama sonunda hep kaçıyordu...

Dünyanın en iyi illüzyonisti, ya da eski tabiriyle sihirbazı herhalde Harry Houdini'ydi.

—-

Doğduğunda, nüfus kağıdına cinsiyeti kız olarak yazılmıştı. Daha bir yaşına bile gelmeden annesini kaybetmişti.

Otuzlu yaşlarının başında ağızında bir tek doğal dişi kalmamıştı. Diş etlerindeki bie enfeksiyon yüzünden bütün dişlerini kaybetmiş, takma diş kullanıyordu.

Bir temizlik delisiydi. Günde bir kaç kez duş alır, hiç bir zaman banyo yapmazdı. Kirli suyun içinde oturuyor olmak fikri aklını başından alırdı.

Bir film yapımı esnasında kadın karekterle bir ilişkiye girmişti. Kadın bir süre ortadan kaybolmuş, sonra da bir bebekle geri dönmüştü. Kadın herkese bebeği evlat edindiğini söylese de bebek biraz büyüdüğünde kimsenin babasının kim olduğu hakkında bir şüphesi kalmamıştı. Büyük kulakları dahil tartışmasız babasının bir kopyasıydı.

Ona Hollywood'un kralı derlerdi. Red Dust, Manhattan Melodrama, San Francisco, Saratoga, Test Pilot, Boom Town, The Hucksters, Homecoming, ve The Misfits gibi unutulmaz filmlerde oynadı.

Bu unutulmaz aktörün ismi Clark Gable'dı.

—-

Suyun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluştuğunu ilk o önermişti. Suyu 100 derecede kaynarken, sıcaklığı yükseltmeden sıvıdan buhara çeviren gizli ısı kuramı da ona aittir. İlk fotokopi makinasını da o icat etmiştir.

İskoçya'da doğmuş, bir süre Londra’ya gidip, geri Glasgow üniversitesine dönmüştü.

Endüstri devrimini buhar motoru başlatmıştı. O zamana kadar konsept bir kaç buhar motoru yapılmış olsa da gerçek anlamda işe yarar ilk buhar motorunu tasarımlayıp, yapmıştı. Bugünkü modern hayatımızın önemli bir bölümünü başlamasına önayak olduğu endüstri devrimine borçlu olduğumuzu düşünürsek, bu bilim adamının önemini daha iyi anlarız.

İşe yarar ilk buhar motorunu da İskoçyalı bir bilim adamı olan James Watt tasarlamıştı. Tahmin edeceğiniz üzere bir güç birimi olan Watt da James Watt'a ithafen isimlendirilmiştir.

—-

Türkiye Cumhuriyetinin dokuzuncu Cumhurbaşkanlığını ve yedi kez de Başbakanlığını yapmıştı. Türk siyasi tarihinin en çok bilinen, en önemli ve en çok sevilen figürlerinden biri olan bu politikacının ismi Sami Süleyman Gündoğdu Demirel'di.

—-

Yukardaki tarihi şahsiyetlerin tümünün ortak bir özelliği vardı.

Hepsi birer Mason'du.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...