23 Ekim 2017 Pazartesi

Bu Günlerde Kendimi Hıyar Gibi Hissediyorum

Yıllar öncesinden kalma bir şarkı vardı bilmem hatırlar mısınız, bu günlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum diye?

İşte şu sıralar aynen öyleyim sevgili arkadaşlar. Elim hiçbirşeye gitmiyor. Ne yazasım var, ne oturup müzik dinleyesim. Nadir anlarda bir şey yapmaya başlasam da sonu bir türlü gelmiyor. Magandaların denize attıkları pet su şişesi gibi amaçsızca, bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalaya yalpalaya sürükleniyorum.

İki yeni projemiz var, ve doğal olarak biraz vakit alıyor ama onlara da pek öyle "umph" asılamıyorum.

Bu gün iki termos kahve içip, sekiz saat bilgisayarın başında reklam slaytları hazırladım. Böyle bol kafeinli ve zihin doldurucu aktivitelerden sonra, bilirsiniz, öyle cup diye uyuyamıyor insan. Ben de uzanıp aldım iPad'i elime ve sizlerle biraz dertleşeyim dedim.

Aman telaşa düşmeyin. Kılıçdaroğlu falan yazmayacağım. Tanrı size bağışlasın onu, ağzımı açarsam dişim kırılsın!

Zaten memleket meselelerini de yazmayı bıraktım. Bir sonucu olmadığı gibi, kendi kendimin de sinirini bozuyorum. Bu meyanda memleketi de sizlere ve hülooooğğğ'lara emanet ediyorum. Tepe tepe yaşayın 😀

Gelin çok ciddiyete dalmadan, hafif, hafif, tatlı tatlı geyikleyelim.

🐝Mezzy🐝 ve Jelena uyuyorlar, o yüzden kulaklıkta gecenin bu saatinin anlam ve önemine uygun tatlı bir müzik çalıyor. Omega isimli Macar bir gurubun Pearls in Her Hair isimli şarkısı. İsminden tanıyamadıysanız Youtube ya da Spotıfy'dan dinleyin, kesin hatırlarsınız.

Lise yıllarımda ilk defa dinlemiştim Omega'yı. Sonrasında paketlenip kalktı tabi. Taa ki iş için 2001 di yanılmıyorsam, Macaristan'a gidene kadar.

Eğer kentine iner inmez bir müzik mağazasına koşup ellerindeki bütün Omega CD'lerini almış, eksikleri de Budapeşte'den tamamlamıştım.

Böyle böyle, o zamaki işimin beni götürdüğü her ülkenin tabi ki rock müzik yapan guruplarını dinlemeye başladım.

İstisnasız her ülkede de çok özgün, çok başarılı müzisyenler ve bunların şarkılarını keşfettim.

Üç sene kadar yaşadığım Polonya'da bir taksideyken radyoda mükemmel gitar eşliğinde çalan rock şarkıyı duyar duymaz şoför'e bu kim diye sordum. O da bana şarkının adını söyledi, ben de bir kağıda anladığım kadarını yazdım.

Taksiden inip beraber yemek planı yaptığımız Polonyalı arkadaşa mağazalar kapanmadan şu CD'yi alalım mı diye miyavladım. O da sağ olsun tabi dedi, ve ilk gördüğümüz CD mağazasına daldık.

Tezgahtar hangi CD'yi istiyorsun diye sordu, ben de takside yazdığım kağıdı çıkarıp gösterdim. Kız kağıdı evirdi, çevirdi, baktı, bir daha baktı, "Nie razumiem - anlamadım" deyip geri verdi.

Yanımdaki arkadaş bu kez kağıdı alıp okumaya çalıştı ama sonunda o da ayıp olmasın diye sadece gülümseyip kağıdı geri verdi. Haliyle taksiciden duyup yazdığım kadarı Polonyacada çok manalı olmamıştı.

Polonyaca telaffuzu en zor dillerden biridir arkadaşlar. Bu dili konuşan bir tanıdığınız varsa mesela çok popüler isimler olan Grzegorz - ki bunca seneden sonra hala yanlış yazmış olabilirim ya da Krzysztof'u telaffuz etmesini isteyin, ne demek istediğimi anlarsınız.

O güne dönersek, taksicinin bana söylediği Polonyacadaki doğru hali "Bo do tanga trzeba dwojga" olan şarkı ismini nasıl uydurup yazdığımı artık siz düşünün.

Neyse ki yanımdaki arkadaş kağıda karaladığım abur cuburun içinde gördüğü tango sözcüğüne uyandı ve bu Budka Suflera olmasın dedi.

Tezgahtar kız şarkıyı çaldı ve hedef on iki, benim şarkı.

Taksici bana şarkının ismi yerine nakaratını söylemiş. Şarkının asıl ismi Takie Tango, söyleyen gurup ise Budka Suflera. Canavar bir şarkı!

Hemen aldım diski tabi. O günden bu güne üç ev, üç ülke değiştirmiş olsam da halen sapasağlam durur 😛

Polonya'dan başka bir favorim Urszula. Biraz daha pop ama Supernova isimli bir albümü var ki, baştan sona mükemmel dinlemelik.

Çek cumhuriyetinden, Kazakistan'dan, Romanya'dan, hatta Rusya'dan böyle cımbız çekimi favori müziklerim var, ama gelin onları tek tek sayıp yazıyı bir Billboard chart'ına çevirmeyelim.

Ancak yaşadığım yerlerde müziği en zengin olanı tartışmasız Sırbistan.

Müzik Sırpların, daha doğru deyişiyle eski Yugoslavların hayatlarının mütemmim cüzü. Herkes her yerde fanatik bir biçimde müzik dinliyor. Göreceli olarak küçük bir ülke olmasına rağmen Sırbistan'da herhalde Türkiyeden daha çok müzisyen ve müzik vardır.

Turbo Folk dedikleri bizim arabeskin modern aletlerle çalındığı felaket bir müzik türü var. Benim midem kaldırmıyor ama milyonlarca insan dinliyor bu müziği.

Ceca (Tsetsa okunuyor) diye bir hatun var mesela, bir konser veriyor, insanlar Bulgaristan'dan dinlemeye geliyor. Konser günü hayat duruyor, kavgalar çıkıyor, kıyametler kopuyor, vesaire... Yine Beşiktaşlı Toşiç'in karısı Jelena Karleuša da turbo folk söyler. Bizim Jelena çok gıcık olur bu hatuna hattızatında 😛

Ümit Besen'in Nikahına beni de çağır, şahidin olayım sevgilim gibi bir iki şarkısı kelime kelime çevrilip, genelde Bosnalı Şaban Bayramoviç falan gibi sanatçılar tarafından söylenmiş.

Sırpların kendi folk müziği, tür olarak yakın olduğum bir müzik olmasa da gerçekten çok severek dinlediğim şarkıları var. Bir de Niş'te yaşadığım üç sene boyunca o kadar çok dinledim ki artık bazı şarkıların Sırpça sözlerini ezbere biliyorum.

Katibim falan gibi bir iki ortak şarkımız da var, kim kimden çalmış bilemiyoruz tabi.

Ancak Sırp pop müziği bence gerçekten on numara. Örneğin Zdravko Colic diye bir müzisyenleri var ki sabah akşam hiç durmadan dinlenir. Mükemmel müzik yapıyor! Bir de yanılıp yenilip lokal şarkıcı muamelesi yapmayın. Bu arkadaş uzun bir süre Abba gurubunun anlı şanlı esmeri prenses Frida'yı boinklemiş 😜

Yine Karadağ'lı Vlada Giorgiev isimli bir popçularını da çok severim. İki kere canlı dinledim. Gerçekten güzel müzik yapar.

Herkesin bildiği Goran Bregoviç'in gurubu Bijelo Dugme (Bijelo beyaz, dugme de bizim düğme) için her halde çok reklam yapmaya gerek yok. Gerçek birer müzisyen bunlar, ancak Bijelo Dugme'nin üç farklı lineup'ı var ve müzikleri çok farklılık gösteriyor. Benim zevkime daha ziyade Zeljko Bebek hitab etmişti. İşin komiği, bu arkadaşları canlı olarak Sırbistanda değil, ilk defa Zürihte dinlemek kısmet olmuştu😛

Rock tarzında ise mükemmel bir maden bölgesi Sırbistan.

Çok güzel müzik yapan Van Gogh, Ekateeina Velijka gibi guruplar var tabi, ancak benim tartışmasız favorim Bora Corba.

Aslında gurubun adı Riblja Corba (Riblja balık, Corba da bizim çorba). Bora (Đorđević) ise grubun solisti ve en renkli üyesi. Tam bir bohem, tam bir rock virtiözü. Nefis bir müzikleri var. O kadar çok ve bir o kadar zevkle dinledik ki daha fazla nasıl üzerine basarak yazıya dökerim bilmiyorum.

İşte böyle.

Müzik evrensel bir dil. İstisnasız herkes bu dili konuşuyor, duygularını, zevklerini, arzularını dünyanın gerisi ile sınırsızca paylaşabiliyor.

Haftanız, hatta tüm hayatınız müzikli olsun.

🎶🎸

18 Eylül 2017 Pazartesi

Sunum

"Değerli yönetim kurulu üyesi arkadaşlar, herkese iyi günler diliyorum. Bu toplantıda size..."

"Bir dakika..., devam etmeden..., Kemal bey nerede? Onsuz başlamayalım."

"Az önce muhasebede gider makbuzlarını dosyalayan arkadaşla konuşuyordu. Gelmemiş mi salona?"

"Aman! Niye alıp getirmedin? İki saat sürer şimdi onun orda şeyetmesi. Gürselcim, bir zahmet kap gel onu, n'olur."

"Tamam, siz başlayın, ben koşup geliyorum hemen."

On beş dakika sonra...

"Kusura bakmayın arkadaşlar. Gider makbuzlarının bazılarında tarih yazılmamış, muhasebeci arkadaşla bir daha olmasın diye anlatıyordum. Bundan böyle, 1) Gider makbuzlarının üzerine tarih yazılacak, 2) Seri numaraları kontrol edilecek, 3) Taksiye binmişseniz mutlaka plaka yazılacak, 4)..."

"Sayın genel başkan, Sonda araştırmadan Çetin bey, geçen seçimde seçmen eğilimleri hakkında bir sunum içim burada. İsterseniz sunuma bir bakalım, sonra gider makbuzlarını hale yola sokarız."

-"Ne sunumu? O sunum Pazartesi günü değil miydi?"

"Bu gün Pazartesi sayın genel başkanım."

"Yapma ya! Yine mi atlamışız... Geçen CNN Türk'de Ahmet Hakan'a da Perşembe dedim, bütün gazeteciler yani yarın mı diye atladılar üzerime. Ayıp oldu, koskoca genel başkan bugün hangi gün, farkında değil gibi. Bundan sonra her TV programından önce 1) Günün tarihi, 2) Ertesi günün tarihi, 3) Haftanın önemli olayları bir kağıda yazılıp yarım saat önce bana verilsin."

"Derhal uygulamaya koyalım sayın genel başkanım. Şimdi arzu buyurursanız sunuma devam edelim mi?"

"Tabii, tabii devam etsin arkadaş..."

"Sağolun sayın genel başkan. Geçen seçimde dini hassasiyeti yüksek seçmen Cehapenin dini söylemlerini samimi bulmamış."

"Ya, bir türlü anlamadım ben bu siyaset işini. Recep kuran, kitap diyor, bu muhafazakarların hepsi ona oy veriyor. Biz de aynısını yapıyoruz, bir oy bile alamıyoruz."

"Aslı varken taklidine oy vermiyorlar sayın genel başkan. Hatta, böyle sapmalar yüzünden kendi seçmenimizin de aklını karıştırıyoruz."

"Valla anlamadım bu işi ben. Neydi adı, Eklemedim, Tekmeledim, onu aday gösterdik, ondan iyisini mi bulacaklardı, olmadı seçtiremedik. İstifa etti, gitti, Mehapeden aday oldu. O eski müftüyü milletvekili yaptık, yine oy alamadık, sonra o da istifa etti gitti. Gürsel, bu seçimde bir dinci bulabildin mi, aday gösterelim?"

"Sayın genel başkan, tam bu konuda... Yaptığımız araştırmaya göre seçmenin hassasiyeti bu seçimde dinden ziyada Kürt konusu üzerinde."

"Bu siyaset modadan daha hızlı değişiyor, bak şu işe. Gürsel, bir Kürt bul, aday gösterelim."

"Sayın başkan, bu Kürt konusu biraz farklı. Etnik aday göstermek yerine, çözüme yönelik irade beyanı istiyor seçmen."

"Haa... Öyle desene. Ben valla anlamadım bu siyaset işini. Eee, gerekiyorsa biz de beyan ederiz irademizi. Ercan, ne demiştik geçen seçimde bu Kürt şeyi için?"

"Sayın genel başkan, önce biz sosyal demokrat bir partiyiz, etnik sorun yaşayan bir halkı desteklemeliyiz demiştiniz..."

"Eeee?"

"Sonra da lan biz bu Kürtleri desteklersek ulusalcıları kızdırır, milli duyguları hassas seçmenin oyunu kaybederiz dediniz."

"Sonra?"

"Sonra da parti arşivinin rutubeti artmıştı, ne yapalım diye onu tartışmıştık..."

"Peki ne dedik sonunda seçmene?"

"Kürtler haklarını almalı ama Türkiye Cumhuriyeti de bir bütündür. Kürt sorunu çözülmeli ama bu çözüm herkesi tatmin etmeli falan dedik."

"Sayın genel başkan, araya girmeme izin verirseniz, yaptığımız araştırmaya göre kimse partinizin Kürt sorunu hakkımdaki görüşünü anlamamış."

"Üzüldüm şimdi bak. Altıyüzyetmişaltı maddelik bir seçim bildirgesi bastırıp dağıtmıştık bir de..."

"Peki bu seçimde ne yapalım sayın genel başkan?"

"Valla herşeyi bana soruyorsunuz. Geçen seçimin yıldızı Demirtaş naaptıysa onu yapalım. O başarılı oldu, biz de oluruz muhtemelen."

"Nasıl yani sayın genel başkan? Pekakalılara terörist değil de gerilla mı diyelim?"

"Sayın genel başkan, saz çalmayı biliyor musunuz?"

"Arkadaşlar, hep bir ağızdan konuşmayalım. Bundan böyle, toplantılarda 1) Konuşmak isteyen her kimse önce elini kaldıracak, 2) Adını soyadını söyleyecek, 3) Söz verildiğinde sesini yükseltmeden..."

Gürsel fısıldayarak:

"Muharrem, yine açıldık, bir toparla istersen."

"Sayın genel başkan, isterseniz bu basın özgürlüğüne ve medya üzerindeki baskılara değinelim."

"İyi dedin Muharremcim. Geçen televizyonda da söylediğim gibi ben bu savcıya savcı demem, o hukuk fakültesini bitirmiş mi, ona bile emin değilim, bitirmişse dört yıl mı okumuş, o da belli değil..."

"Sayın genel başkan, savcının tahsili esnasındaki devam durumunu bıraksak da basın üzerindeki baskılara gelsek?"

"Gelelim, gelelim, haklısın. Ben de bu sabah basından okudum, basın üzerindeki baskıyı."

"Sayın genel başkan, ben akşam sizi aradım, sıcağı sıcağına bir kınama yapın diye ama kimse açmadı telefonu."

"Geçen akşam geç saatte, Deniz de aramış, o da bulamamış. Akşam sekizden sonra kapatıyoruz telefonu, yaş kemale erdi işte..."

Aradan birkaç saat geçer. Sunum devam etse de, sunumu yapan kişi ikinci slayttan ileri gidememiştir. Sonrasında bir sandalyeye oturmuş, partililer tartışırken masada bulduğu kurabiye ve portakal suyu ile açlığını bastırmıştır.

Uzun tartışmalar sonunda, saat de akşam sekize yaklaştığından Kemal bey yeni seçim bildirgesini yazmaya karar verir.

"Yaz kızım, yeni seçim bildirgesi. 1) Cehape dine düşman değidir ama dindar da değidir. 2) Cehape Dindar değildir ama dindarlara da karşı değildir. 3) Cehape Kürt sorununa sempati ile bakar ve çözülmesini ister, ama Türkiye üniter bir devlettir." 4) Cehape basın özgürlüğünü savunur...."

"..."

"... 769) Cehape Türkiye merkez projesı ismiyle, Anadolunun ortasına bir liman yapacaktır. 770) Emeklilere bayramlarda çift maaş verecektir. 771) Şero'nun parazit aşıları her yıl düzenli olarak yapılacaktır..."

Fısıltıyla:

"Şero kim yahu?"

"Partinin kedisi."
"Partinin Kedisinin parazit aşısının seçim bildirgesiyle ne alakası var?"

"Valla gücüm kalmadı şimdi olurdu olmazdı diye dövüşecek. Yaz gitsin, nasılsa kimse 770 maddeyi okumayacak..."

İki ay sonra bir televizyon kanalında Kemal bey partisinin seçim bildirgesini izleyicilere tanıtmaktadır.

"Sayın seçmenler, Cehape iktidara geldiğinde: 1) Şero'nun parazit aşısı her yıl düzenli olarak yapılacak, 2) Basın özgürlüğü güvence altına alınacak..."

15 Eylül 2017 Cuma

Bir Jet Pilotunun Anıları

Ve bitti. Aynı gün de biterdi ama 🐝Mezzy🐝sağolsun, havuz başında kitap okuma günleri geride kaldı.

Son on sene boyunca beni en çok etkileyen kitap oldu İrfan Paşa'nın Bir Jet Pilotunun Anıları.

Beni doğup beş yaşına kadar yaşadığım Merzifon Hava Üssüne götürmekle kalmadı, belleğimde bölük pörçük kalmış bir çok boşta noktayı birleştirdi.

Sevgili babamın bir parçası olduğu dönemin havacılarının yaşamını, ailelerin çektiği zorlukları, devletin olanaksızlıklar yüzünden temin edemediği uçuş elbiselerini yamayan elleri öpülesi pilot eşleri, sinekten yağ çıkarıp dünyanın başka yerlerinde çoktan hizmetten alınmış yüzbaşı rütbesindeki bir Amerikalı pilotun görüp tanımakta güçlük çektiği C-47'leri on yıllarca havada tutan ikmal ve bakım personeli tek tek yaşlı gözlerimin önünden geçti.

Otuz sene önce birlikte uçtuğu başkadiklinin adını şükranla anan anlı şanlı tümgenerallerin camiası bu. Bugün her yerde zibil, beş kuruşa arkadaşını satan utanmazların değil.

Bu kitap beni yine ön kapısı şoförün çevirdiği kollarla açılan servis otobüslerine, "gayri faal" uçakların "kal" edilmesi gibi tabirlere geri götürdü.

Bunca seneden sonra üzerine bir yüz koyamasam da, kitapta bahsi geçen bir çok kişinin ismine aşinayım.

Bunlardan birisi, hem de kelli felli bir paşa, 1970'lerde, beni askeri birlikte tek başıma gezerken görmüştü. Yüzü kıp kırmızı kesilmiş, "Bu çocuğun burada ne işi var? Alın götürün bunu" diye bağırmıştı.

"Nalcı yüzbaşının oğlu" dediler, "Annesi de stok kontrolde çalışıyor"

Anlamıştı evde bana bakacak kimse kalmadığından babamla annemin işyerine gelmek zorunda olduğumu.

Kafasını kaşıdı.

"Öyleyse o da personel sayılır. Bir gazoz getirin oğluma" demiş, başımı okşayıp gitmişti.

İşte böyle.

Sevgiki Istemihan bundan daha güzel bir hediye bulamazdı benim için. Sağolsun, varolsun.

Sevgi ile kalın.

5 Eylül 2017 Salı

Saint Julien

Bu akşam "Vive la France!"...

Bordo'da, Rive Droite dedikleri, Dordogne nehrinin doğu kıyısında, Saint Emilion'dayız (yorumlardaki haritada nümero 21).

Buradan gelen Bordo, nazik, meyve kokulu Merlot üzümü ağırlıklı. Biraz Cabernet Sauvignon ve Franc da var tabi.

Merlot'muz nazik dedik ya, o yüzden geniş değil dar bir karafta demleniyor - hoş aslında gerçek karaf budur hattızatında, yani sapsız sürahi, o geniş, labaratuar imbiği gibi olana decanter derler ama argoda hepsi karaf oluyor işte 😝

Bu gelecek bir kaç haftanın sonuna kadarki son şarap akşamımız sevgili arkadaşlar, çünkü tatil geliyor. Şaraba devam tabi ama şarap akşamlarına ara sadece. Hem önümüzdeki iki hafta boyunca canım Türk şaraplarını içeceğim.

No more "Sante". ŞEREFE olacak abicim, anasını satayım🍷😍

---


Önemli not: Demek cidden tatile ihtiyacım var. Size Saint Emilion anlatıp, Saint Julien açmışım 😶

Rive Droite değil, Rive Gauche'dan gelme, Medoc bölgesinden ve sapına kadar Cabernet Sauvignon tabi ki. Şimdi karaf değiştiriyorum. Yine o Alman aklımı başımdan aldı - Alsheimer.

😝😝😝😇😇😇

Akşam görüşürüz...

Akşam!

Bir de Kemal efendiye şaşkın diye kızarım...

"Hayat averaj şarap içilmeyecek kadar kısa"
Bu akşam güzel bir şarap açayım dedim. Altı yaşında bir Saint Julien'la dokuz yaşımda bir Saint Emilion Grand Cru arasında gittim geldim. Sonra da hadi lan Merlot olsun bu gece anasını satayım deyip Saint Emilion'u alayım derken, Saint Julien'ı almışım.

Bir de oturup Saint Emilion şöyledir, böyledir diye anlattım 😇

Demek kalbimde o varmış 😜

Saint Julien, Bordeaux'nun en iddalı şaraplarından biri. Bu akşamki şişe ise tam bir içim su!

Yani "Hayat averaj şarap içilmeyecek kadar kısa" mottomuzu devam ettiriyoruz.

Herkesin gecesi mutlu, kutlu olsun 🍷

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Yeni Bir İnsan Tipi

Yeni bir insan tipi türedi anasını satayım!

Kendisi dana olup, danalardan, dinlemeyi bilmeyip, dinlemeyi bilmeyenlerden, konuşmayı bilmeyip, konuşmayı bilmeyenlerden, maganda olup magandalardan, hıyarın alası olup hıyarlardan devamlı şikayet eden tuhaf, kendini akıllı zannedip, aslen süzme salak olan, acayip bir tür bu.

Kendisi gibi olanlara kızınca ben hıyarım ya, onu bu eleştirdiği guruptan ayıracağım. Çünkü etkileyici sesinden ve ölümcül konuşma becerisinden etkilendim, hipnotize oldum anasını satayım 😜

Başka bir tür dingil gurubu daha var.

Bu tür de ha bire konuşuyor, ama konuşmalarında bir bütünlük, bir sonuç, bir sıra, bir düzen yok. Kervan yolda kurulur ya... bu cinler nasılsa ben akıllıyım, bağlarım bir yere diye alıyor sazı eline, konuşuyor da konuşuyor anasını satayım.

İngilizcede "platitude" derler, konuşmaları anlama hiçbir katkısı olmayan, boşluk doldurmaya yarayan böyle zırvalarla dolu.

Şimdi... aslında... öyle.... bir şekilde... aslen... fazlasıyla... muhteşem... inanılmaz...

Ne söyleyeceğini düşünüyor çünkü...

Ama susarsa gol yiyecek aklınca, o yüzden atış serbest, durmuyor tosun... Ne kadar hızlı, ne kadar çok şey söylerse o kadar etkili olacağını düşünüyor, uygar dünyanın uygar görünmeye çalışan neandertali.

Bazen zevk olsun diye konunun başlangıcını hatırlatıp, ne alaka diye soruyorum bunlara. Ama adam karpuz kabuğundan girmiş, konuşa konuşa Trump'a gelmiş, ben ya bunu bi karpuz kabuğuna bağlasana deyince, yavuz hırsız bırak utanmayı, hala bastırabilmek için bok beyni ile yırtıyor kıçını alakayı kurayım diye 😛

Konuştukça batıyor, battıkça kurtulayım diye daha çok konuşuyor, daha çok konuştukça daha da çok batıyor, muhteşem, inanılmaz, dehşet, bir şekilde sarmala düşmüş, harikulade bir tarzda, öylesine şimdi aslında daha da anlamını yitirmiş derinlemesine.... Sorry lan! I'm screwing with ya 😜

Listemdeki siz arkadaşlarımdan başka derdimi anlatacağım kimse kalmadı, kusuruma bakmayın 🙏

Listemde çoğunlukta olsanız da, sizin gibi uygar iletişim kurabileceğim kimseler azınlığın azınlığında.

Akşamın geyiği de bu olsun.

Sevgi ile kalın...

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Medoc ve Peynir


Bu akşam şarap akşamı sevgili arkadaşlar. Şarabımız altı yaşında bir Medoc. Onu demlenmeye bırakalım, akşama görüşürüz ❤️😍🍷

Onu demlenmeye bırakalım
Hayat güzelleşiyor sevgili arkadaşlar. Şarap ve muayyen peynir ve sonrasını sormayın bile... 😛

Nasılsa görgüsüzlüğe başladık, sonunu da getirelim bari...

Peynir çeşitlerimizin önemli olanlarını tanıtayım.

Bas gitarda kuzeybatıdaki Camembert peynirimiz. Ulvi entel, her konudaki engin bilgisiyle gönülleri kazanmış çav bella Soner Yalçın bugünkü hoşaf yazısında bu peynire dokındırmış 😛 Rivayet oymuş ki, Camembert pastörize sütle yapılana kadar yemesi tehlikeli bir peynirken, pastörize sütten sonra güvenli olmuş falan. Bu pastörize sütle yapılmış olsa da peynirin kendisi pastörize olmadığı için rivayete göre hala tehlikeli ama, olur o kadar işte...

Peynir orkestrası
Ritim gitarda güneybatıda Époisses dedikleri peynir var ki, Soner abi bunu fena atlamış. Çok geleneksel bir peynir Hem de hala bazı peynirciler pastörize süt kullanmıyor. Peynirin kendisi de aynı Camembert gibi pastörize değil. Ancak bu petniri Marc denilen canavar, konyak kılıklı bir alkolle yıkıyorlar ki, bakteri, makteri kalmıyor işte 😜 - bu vesileyle sevgili kardeşim Istemihan'a da sataşmış oldum 😍

Davullarda ise kuzeydoğuda Munster var. Baba peynirdir, biraz kuvvetlidir ama erkek adama böylesi gider zaten.

Vokallerde ise altı yıllık bir Medoc var.

Herkesin gecesi güzel olsun 🍷

3 Ağustos 2017 Perşembe

Kıçıkırık Yerçekimi

Evrende şu anki bilgimize göre dört tane temel güç var arkadaşlar (1).

Bunlardan ikisinin isimleri kuvvetli ve zayıf güçler ve atomların çekirdeklerini ve bunları oluşturan daha küçük parçacıkları bir arada tutmaya yarıyor. Atom bombaları, hidrojen bombaları, nükleer reaktörler hep bu iki gücün enerjisini kullanarak işlev görüyorlar.

Üçüncü temel gücün adı elektro-manyetik güç. Modern hayatımızda en çok kullandığımız güç budur. Bütün kimyasal reaksiyonlar bu gücün işi. Yani dinamit, içten yanmalı motorlar, elektrik motorları, elektriği kendisi, ışık, radyo vesaire hep bu gücün kullanımı sayesinde hayatımıza yardımcı oluyor.

Dördüncü temel güç ise yerçekimi ve aralarındaki en zayıf olanı.

Yerçekiminin gücüne 1 dersek, zayıf güç bunun 10 üzeri 25 katı gücünde. Yani 1'in yanına yirmi beş tane sıfır koyun, o kadar kat güçlü. Elektro-manyetik güç 10 üzeri 36, kuvvetli güç ise 10 üzeri 38 kat daha güçlü.

Yani yerçekimi o kadar zayıf ki en yakın takipçisine göre milyon, zilyon falan gibi bir adı bile olmayan 25 sıfırlı bir sayıda biri kadar kadar ufak tefek bir gücü var.

Ne var ki bu yerçekimi melanet bir güç. Gücü mikroskobik derecede az olsa da, evrenin başını, sonunu belirleyecek, yıldızları, gezegenleri oluşturacak kadar önemli bir hale gelebiliyor.

Bu da iki özelliği sayesinde gerçekleşiyor.

Bir, yerçekimi hiç bir zaman itici hale gelmiyor, hep çekiyor (2).

Ve iki, bu çekimin uzaklık bakımından bir sınırı yok. Yani iki cismin arasındaki uzaklık ne kadar büyük olursa olsun, yerçekimi etkili olabiliyor.

Kuvvetli ve zayıf güçler yerçekimine göre çok çok daha güçlüler ama etkili olabildikleri uzaklık o kadar küçük ki, ancak bir atom çekirdeğinin içinde etkili olabiliyorlar.

Elektro-manyetik gücün uzaklık bakımından aynı yerçekimi gibi bir kısıtlaması yok. Ancak elektro-manyetik güç çekici olduğu kadar itici de olabiliyor. Bir atomda normalde elektron kadar proton olduğu için elektro-manyetik gücün toplamı evrende hep sıfır kalıyor, ancak yerçekimi sadece ve her zaman "çekiyor" (3).

Peki yerçekimi çekince ne oluyor, bir de ona bakalım.

İki ucunda birer çocuk olan bir ip düşünelim. Çocuklar ipi kendilerine doğru çektikçe ne olur? Tabi ki birbirlerine yaklaşırlar. Yerçekimi etkisinde iki madde de aynı şeyi yapar. Üzerlerinde kendilerine etki eden başka kuvvetler yoksa, birbirlerine yaklaşırlar.

Sonrasında ise, günlük hayatımızdan deneyimimizle birbirine çarpıp duracağını söyleyebiliriz.

Birbirine çarpma, aslında atomların çekirdeklerinin etrafında dönen elektronların birbirlerini itecek kadar yaklaşmaları demektir.

Örneğin dünyamızı bir arada tutan bu fenomendir.

Güneş sistemi oluşurken dünyamız yörüngesindeki maddeler yerçekimi sayesinde birbirlerini çekerek toplanmış, dünyayı oluşturan maddelerin birbirlerine "çarpması" ile daha fazla iç-içe geçmeden bugünkü yuvarlak biçimini almıştır.

Yerçekiminin başka bir huyu da madde miktarı arttıkça çekim gücünün artmasıdır. Yerçekiminin gücü ise tersi bir biçimde, birbirlerini çeken iki maddenin arasındaki uzaklık arttıkça hızlı biçimde azalır.

Güneş sistemi oluşurken, güneşin bulunduğu merkezi noktada, dünyanın yörüngesinde bulunandan çok daha fazla madde vardı.

Madde toplandıkça yerçekimi arttı ve daha fazla madde toplanmaya başladı. Toplanan maddelerin atomları önce dünyanın oluşumunda olduğu gibi birbirlerine çarparak, yanı yörüngelerindeki elektronların birbirlerini itmesiyle durdu.

Ancak madde miktarı ile yerçekimi gücü artınca, elektro-manyetik gücün itici erkisi bu çekim gücüne dayanamadı ve elektronların oluşturduğu bu duvar kırıldı.

Bu kez maddelerin atomlarının pozitif yüklü çekirdekleri birbirlerine yaklaştı, ancak aynı yüklü çekirdekler birbirlerini iterek çarpışmayı önlüyordu. Sonunda yerçekimi galip geldi ve çoğunluğu bir protondan oluşan hidrojen atomlarının çekirdeklerinden dördü bir araya geldi. Süreçte dört protondan ikisi nötronlara dönüştü ve iki proton, iki nötrondan oluşan helyum atomları ortaya çıktı.

Hidrojen bombasında olduğu gibi dört hidrojen atomu bir helyum atomu oluşturduğunda ortaya çok büyük miktarda enerji çıkar.

Böylece güneş dediğimiz yıldızımız ışımaya başladı.

Hidrojenlerin helyuma dönüşmesiyle ortaya çıkan enerji yani ısı yerçekiminin sıkıştırdığı atomları dışarı doğru iterek, yani yıldızı şişirerek maddenin daha fazla sıkışmasını önler.

Güneşimizin daha fazla içine kapanıp çökmesini önleyerek, bugünkü halinde kalmasını sağlayan, her saniye tonlarca hidrojenin helyuma dönüşmesiyle ortaya çıkan bu enerjidir.

Güneşte o kadar çok hidrojen vardır ki, milyarlarca yıl boyunca yerçekiminden dolayı içine kapanıp çökmesini önleyecek kadar enerji üretebilir. Güneş dahil her yıldızın bu uzun dönemine normal hali denir.

Ancak bir gün güneşte, enerjinin üretildiği çekirdekte, yeteri kadar hidrojen kalmayacak, hidrojenin helyuma dönerek güneşin çökmesini durduran enerji bitecektir.

Yerçekiminin gücü sonucunda bu kez helyum atomları birleşip, daha ağır atomlara dönüşecek, ek olarak güneşin yüzeyindeki hidrojen atomları da birleşip helyuma dönecek ve ortaya daha fazla enerji çıkacaktır. Güneş bu yüksek miktardaki enerji sayesinde çok daha fazla şişecek, genişleyecektir. Bir teoriye göre Venüs'ün yörüngesine kadar genişleyecek, Merkür ve Venüs'ü yutacaktır. Dünya yutulmasa bile kavruklacak, bir ateş topuna dönüşecek ve üzerinde hiç bir yerde yaşam falan kalmayacaktır.

Bu aşamada güneş normal halinden çıkıp, kırmızı dev denilen yeni bir aşamaya geçecektir. Güneşin çapı büyüdüğü için yaydığı beyaz yerine kırmızı bir top şeklimde ışıyacaktır.

Büyük atomları oluşturan bu süreç çok enerji üretse de, astronomik ölçekte çok kısa sayılabilecek bir kaç yüz milyon yıl sürecek, işin çok fazla kimyasına girmeden çekirdekte demir atomları oluştuğunda duracaktır.

Artık güneşi yerçekiminin gücüne karşı şişkin halde tutacak bir enerji kalmadığı için güneş küçülüp, çökecek, ağır atomların birbirlerine çarpması ile küçülmesi duracak, bu küçülmenin topladığı kinetik enerji sayesinde beyaz bir ışık yayacaktır. Bundan sonra hiçbir nükleer reaksiyon olmayacaktır.

Güneş gibi yıldızların bu aşamasına beyaz cüce denir.

Bu enerjisi bittiğinde ise yıldız kara cüce halinde varlığını sürdürür. Ancak yıldız bu çökme esnasında depoladığı enerjisini o kadar yavaş tüketir ki, beyaz ışıması evrenin oluşumumdan günümüze kadar tükenen bir yıldızın olmadığını düşünüyoruz.

Ne var ki her yıldız bu süreçleri aynı şekilde geçirmez.

Kütleleri yani büyüklükleri güneşten çok fazla olan yıldızlar vardır. Bu yıldızlar haliyle çok büyük yerçekimine sahiplerdir ve normal halde kalabilmek için daha fazla hidrojeni helyuma çevirmek zorundadırlar. Bu nedenle büyük yıldızların normal hal süreleri çok daha kısadır.

İşte yakındaki güneş tutulması ile ilgili bir haberde geçen, güneşin boyunun aslında düşündüğümüzden büyük olduğu iddası bu yüzden ilgimi çekti. Eğer bu doğruysa, güneş tahminimizden daha önce normal halini bırakıp, kırmızı dev aşamasına geçecektir. Makalede güneşin düşündüğümüzden ne kadar daha fazla büyük olduğunu belirtmemişlerdi. Zaten güneşin düşündüğümüzden daha büyük olduğuna dair başka hiç bir yerde herhangi bir bilgi de bulamadım.

O yüzden başka bir gezegene göçmek için aceleye gerek yok, güneşin en azından beş milyar yıl daha normal halinde kalacağını düşünebiliriz.

Hadi gelin, konuyu tamamlamak için güneşten büyük yıldızların normal halinden çıktıktan sonra başlarına ne işlerin geldiğine de kısaca bakalım.

Kütlesi güneşten çok fazla olan bir yıldız kırmızı dev aşamasının sonuna gelip çökmeye başladığında madde miktarının fazlalığımdan yerçekimi o kadar güçlenir ki, çöküş bir patlamayla sona erer. Bazen de beyaz cüce olmuş bir yıldız, yakınındaki bir yıldız kırmızı dev olduğumda ından madde çalıp yerçekimini artırır ve çökmeye başlar, benzeri bir patlamaya yol açar.

Bu patlamalara süpernova derler. Patlamanın şiddeti o kadar büyüktür ki bütün evrenden duyulur desek yeridir.

Süpernovalar yıldızın hemen tüm maddesini uzaya saçarlar.

Şimdi bir aynanın karşısına geçin ve kendinize bakın. Elinize, yüzünüze, saçınıza, üzerinizdeki elbiseye.

Gördüğünüz her şey dev bir yıldızın merkezinde yerçekiminin sıkıştırdığı atomlarla yapılmış, bir süpernova patlaması ardından uzaya saçılmış, güneş sistemi ile birlikte bu kalıntıdan oluşmuştur.

Yani hepimiz dev bir yıldızın fırınından çıkmayız.

Evren'in başlangıcında sadece hidrojen atomları vardı. Helyum yıldızlarda oluştu ve güneş rüzgarları sayesinde biraz dağıldı ama hepsi o. Daha ağır atomlar hep beyaz cücelerin merkezinde kaldılar (4).

Bildiğimiz kadarıyla sadece süpernova patlamaları vücudumuzu oluşturan başta karbon, oksijen ve diğer atomları evrene saçabiliyorlar.

İşte bir gün dev bir yıldız patlamış, kalıntılarından güneş ve dünya ile birlikte güneş sistemi oluşmuş, sonrasında da bizler vücuda gelmişiz.

Yani siz, ben, hepimiz birer yıldız mamulüyüz, bir yıldızın merkezinde, nükleer reaksiyonlarla, patlamaların ortasında oluşmuş, daha da vahşi bir patlamayla uzaya saçılmış bir hammaddenin ürünüyüz.

Ünlü bir şarkının dediği gibi "We are stardust!" 🎶🎸

Bir süpernova patlamasının ardından kalan madde yine vahşi bir biçimde çökmeye başlar. Bu çöküş o kadar hızlı olur ki, ağır atomlar bile parçalanır, nötron, proton ve elektronlar serbest kalır. Elektronlar çekimin gücü ile protonlarla birleşir ve nötronları oluşturur. Bu yeni oluşan nötronlar zaten varolan diğer nötronlara eklenir ve ortada sadece nötronlardan oluşan bir madde türü kalır.

Bu tür gök cisimlerine nötron yıldızı derler.

Nötronlar elektromanyetik olarak ne eksi, ne artıdırlar, o yüzden birbirlerini itmezler ve kolayca birbirlerine değecek kadar yaklaşabilirler.

Bu sadece nötrondan yapılma madde o kadar yoğundur ki, bir çay kaşığı dolusu, dünyada bir dağ kadar ağırdır.

Normal maddelerin atomlarındaki, elektronlarla çekirdek arasında boşluk bu tür maddede bulunmaz. Bir benzetme yaparsak, normal bir atomda santra noktasındaki bir topu çekirdek sayarsak, elektronlar tribünler kadar uzakta dönmektedirler. Atomun neredeyse tüm ağırlığının çekirdeğinde yani santra noktasındaki topta olduğunu düşünürsek, normalde stadyum, stadyum aralığında duran atomların yan yana futbol topları halinde dizilmesi gibidir nötron yıldızının maddesi.

Eğer çöken yıldızın madde miktarı daha da fazlaysa, nötronlar bile bu çekim gücüne dayanamaz, onlar da parçalanır, içlerine kapanıp çökerler.

İşte buradan sonrası yandı gülüm keten helva.

Nötronları oluşturan kuarklar serbest kaldığımda ne olur, sadece tahmin edebiliyoruz. Emin olduk diyebileceğimiz tek şey bir kaosun oluşacağı. Kısacası bu aşamada bir tekillik, fizik kurallarının geçerliliğini yitirdiği bir anarşi oluştuğu. Madde o kadar yoğun bir hal alıyor ki, artık ışık bile bu çekim gücünden kaçamıyor.

Sonuçta ortaya bir kara delik çıkıyor.

Gördünüz mü, kıçıkırık yerçekimi nelere kadir?

---

(1) Bazen anlaşılması kolay olsun diye eksik ya da yanlış benzetmeler yaptım. O yüzden yazıyı bilimsel bir makale gibi yorumlamayın lütfen.

(2) Evrende yerçekiminin karşılığı olan itici bir gücü Einstein dahil bazı fizikçiler teorize etmişlerdir. Günümüzde kara enerji diye adlandırılan bir teori, böyle itici bir gücü öngörmektedir.

(3) Konuyu bir parçacık yada grand unified theory tartışmasına çevirmek istemiyorum, ancak rivayet o ki, bu dört temel güç aslında ayni gücün farklı bicimde yansımaları. Günümüzde o kadar çok parçacık, o kadar çok teori üretiliyor ki, neredeyse her gün birisi bir boson, bir lepton buldum diye çıkıyor. Bu kadar çok temel parçacığın olması geçmiş denetimlerimiz ışığında mümkün değil. Aynı geçmişte moleküllerin aslında atomlardan, atomların ise daha basit nötron, proton ve elektronlardan oluştuğunun anlaşıldığı gibi, bunca lepton, proton, boson, hadron, vatron, zatron, sarı quark, kırmızı quark, yavruağızı quark, yarım dönüşlü cam göbeği antiquark ve bu dört gücün iletildiği parçacıklar, vesaire daha basit güç ve parçacıklarla tanımlamacaktır. Quantum teorisi üç kuvveti açıklasa da işin içine yerçekimi girdiğinde zırt demektedir. Sicim teorisi diye bir teori (Türkçesini yeni öğrendim, String Theory) bütün güç ve parçacıkları teorik olarak açıklasa da bizi bilmem kaç tane boyut ve parelel evrenlerle falan baş başa bırakmaktadır. Kısacası bir halt bilmiyoruz, bildiğimiz kadarından da emin değiliz. Yani gidecek çok yol var daha.

(4) Kırmızı dev aşamasından beyaz cüce aşamasına geçen her yıldız çökerken planetary nebula denen, hafif atomlarını etrafına bırakır. Bu artıkta helyumdan daha ağır atomlar olsa da kütle çoğunlukla yeni bir yıldız sistemi oluşturacak kadar büyük değildir ve bu madde de beyaz cüce sisteminin içinde dönmeye devam eder. Yani güneş, dünya, ben ve sizler büyük bir kesinlikle süpernova olup patlayan bir yıldızdan gelmekteyiz.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...