20 Nisan 2016 Çarşamba

Dünyanın Sonunun Geldiğini Nasıl Anlarsınız?

Dünyanın sonunun geldiğini nasıl anlarsınız, biliyor musunuz arkadaşlar?

Bir Türk dükkanında başka milletten birini çalıştırdığı zaman.

Bugün Lozanın göbeğinde, bir Türk restoranında çalışan iki kişiyle biraz sohbet ettim.

Biri Afgan, diğeri Suriyeli.

İçim sızladı. Afgana nasıl sizin memleket diye sordum. Gözleri doldu. Dünyanın en güzel ülkesi dedi.

Sonra da devam etti.

Burada bir çocuğun başı ağrısa helikopter geliyor. Daha dün bir teknede dört yüz Afgan öldü. Böcek gibi.

Dedi.

İşte bizim oralar böyle diye cevapladı sorumu.

İçim cız etti.

Birinin ülkesini sözde dindarlar, diğerinin ülkesini de bir diktatör mahvetmiş.

Hayatları beş para etmiyor - bunu içim kan ağlayarak söylüyorum. Kendi değimiyle böcek gibi ölüyorlar. Ülkelerine gidemiyor, sevdikleriyle bir arada olamıyorlar. Afgan işçinin Türkiye, Sırbistan, Macaristan vesaire üzerinden bir hikayesi var ki yüreğiniz acır duysanız.

Lan Hülooooğğğğlar, aklınızı başınıza alın. Buradan başka ülkeniz yok. Anlamadığınız, ucunu görmediğiniz bir din sömürüsünün peşine takılıp yakmayın kendinizi de, ülkenizi de.

Ve eyyyyy teneke aydınlar. Bırakın işin havasını, hem kendi kıçınızı, hem de ülkenizinkini kurtarmak için viyaklamak dışında faydalı birşeyler yapın.

Yarın nasılsa bugün gibi olur demeyin.

Çayınızı içip işenize gittiğiniz bir gün ile, evlerinizin yıkılıp harabeye döndüğü, mevkiniz, öğretiminiz ne olursa olsun, açlıktan, çaresizlikten dilendiğiniz, diğer insanların sizi böcek gibi gördüğü bir gün arasındaki uzaklık zannettiğinizden çok daha kısa.

18 Nisan 2016 Pazartesi

Yassah!

Bir sorunu çözmeye çalışmanın en ahmakça yolu, o soruna yol açan olguyu yasaklamaktır.

İki kere altında çalışanı telefonla konuşurken mi gördün, telefonu yasakla. Yemekten sonra miden mi ağrıdı, yemeği yasakla. Bir doğum günü kutlamasında, biri ahlaksız bir eylem mi yaptı, doğum günü kutlamasını yasakla. Biri denizde mi boğuldu, yüzmeyi yasakla.

Rahmetli Zeki Alasya ve Metin Akpınar koca bir kabare yazdılar bu konu üzerine. Evrensel bir oyundur Yasaklar. Şimdi de, yüz sene sonra da geçerliliğini koruyacaktır. Ahmakların nüfusa oranının azalacağına inanmamız için hiçbir neden yok ortada.

Beyin eksikliğinden muzdarip karar vermeye yetkili ahmaklar sorunun kaynağına inip onu çözmeden, böyle aptalca yasaklarla tedbir aldıklarını, istemedikleri olayları engellediklerini zannederler.

Amerikada bir ara içki yasaktı. En çok içki o zaman içilmiş, üstüne mafya adlı koca bir suç örgütü büyüyüp neredeyse küresel bir güç olmuştu. Aynı şey bugün uyuşturucuda da oluyor. Pekaka dan Talibana, bütün terör örgütleri mali kaynaklarını uyuşturucudan sağlıyor.

Burada potansiyel viyaklamaları önlemek için, beyaz üstüne siyahla bir kez daha tekrarlayayım. Uyuşturucuyu, alkolü vesaire savunmuyorum, onların zararlı olmadığını söylemiyorum. Sadece yasaklamayla sorunun çözülmeyeceğini anlatmaya çalışıyorum.

AKP hükümeti yakın zamanda mutlu, ileri ve müreffeh ülkemizde buna en güzel örnektir. Sığ anlayışları ve tecrübesizlikleriyle tivitırı, yutubu, mivitırı yasaklayıp akıllarınca sosyal medyadan kaynaklı baskıyı engellemeyi hayal ettiler. Yine ona yayın yasağı, buna gizlilik yasağı koyup aptalca insanları kontrol etmeye çalışıyorlar.

Özgecan'ın ölmüş katilini yeniden asıp kesmekten sıkılan teneke aydınlar, şimdi de Facebook'da Avataria oyununa taktılar. Ben ne gördüm, ne oynadım, ama oradaki rezilliklerin gerçek olduğuna tüm kalbimle inanıyorum.

Teneke aydınlarımız tabii ki böyle bir viyaklama fırsatını kaçırmadı. Hepsi doğuştan herşeyi bilmeleri ve bilmeselerde ölümcül, şeytani zekalarıyla şıp diye anlamaları sayesinde olayı hemen çözdüler.

Erişim engellensin!

Çocukların Facebook'da ne işi var, yasaklansın.

Çocuklar İnternete girmesin.

Bu kadar zeka yoksunu ile aynı havayı solumak zorunda olmamı hayli aşağılayıcı buluyorum.

Bu boş tenekelerin hayallerinde bile çocuklarına İnternete girmeyi yasaklayabileceklerine inanması toplumsal bir sorun. Sen yasakla, ertesi gün senin gözünün içine baka baka Facebook'a da girer, porno da seyreder (hem de history den senin ziyaret ettiğin siteleri bulup arama zahmetine de katlanmazlar), sen hala ne iyi ettim de yasakladım, İnternet artık çocuğumu kirletemeyecek diye avunursun.

Sen çocuğuna doğruyu yanlıştan ayırmayı öğret, gerisinden korkma. İnternet dünyanın en önemli bilgi kaynağı. Dünya İnternet sayesinde gelişecek. Çocuğunun elinden bu kaynağı salakça bir nedenle almak yerine vaktini ayır, doğru düzgün iyiyi, kötüyü, faydalıyı, faydasızı anlat ona.

Sen yasaklasan da, yasaklamasan da çocuğun İnternete de girecek, Facebook'da da chat edecek.

Aşağıya hiç aramadan karşıma çıkan bir iki viyaklamayı koyuyorum.

Tanrı hepimizi bu boş tenekelerden korusun.


14 Nisan 2016 Perşembe

Ben Muhafazakarım!

Ben muhafazakarım, karım çalışmasın, evde otursun.

Ben muhafazakarım, kızım okumasın, evde otursun.

Ben muhafazakarım. Devlet öğretmen yetiştireceğine imam yetiştirsin.

Ben muhafazakarım, kimse benim karıma, kızıma bakmasın ama ben yolda gördüğüm her kadını, kızı taciz edeyim.

Ben muhafazakarım. Hiç çalışmayayım, devlet bana versin.

Ben muhafazakarım, ülkem her ülkeden ileri olsun.

Ben muhafazakarım, ülkem her ülkeden kuvvetli olsun, lafım geçsin.

Ben muhafazakarım, ülkem refah içinde yaşasın.

.
.
.

De get la....

31 Mart 2016 Perşembe

Oğlancılık

Herkes öyle bir havaya girdi ki, sanki ilk defa oğlan çocuklarına tecavüz ediyorlar.

Osmanlı tarihidir bu oğlancılık işi.

Lafım gay'lere değil ha, doğru anlaşılsın. Bir erkek midesi kaldırıyorsa, rızasıyla başka bir erkekle ne yaparsa yapsın, umurumda değil - ha, bir de bana çok yaklaşmasın tabi.

Lafım, ufacık çocuklara zorla sarkan şerefsizlere...

Yine herkes İslama kaydırıyor bu işi. O da yanlış bana sorarsanız.

Katolik kilisesinin en büyük sorunudur bu, papazların oğlanlara sarkması.

Çünkü sorun İslam, İsevilik falan değil, muhafazakarlıktır.

Katolik papazlar evlenemez. Seks, meks günahtır.

Bizde de çocuk kazık kadar adam olur, hala seks yok.

Açlık kadar güçlü ve temel bir duygu işte bu seks.

Sonra ne yapsın, kimi koyunlara, keçilere, kimi de oğlan çocuklarına.

Muhafazakarlık illetinin yasakladığı bu işler, hadi adını koyalım, heteroseksüel ilişkisizlik yüzünden akıl sağlığını kaybeder insanlar.

Sağlıklı düşünemez, ilmi, bilmi, sanatı bırakır, aklında bir tek karı kalır benim kavruk muhafazakarımın.

Kadını da aynı. Türk kadını genelde kibirlidir, sinirlidir, temizlik hastasıdır, kaprislidir. Hep bu muhafazakarlık yüzünden bana sorarsanız.

Çok genelleme yapmış olmayayım ama insan da insan işte.

Seks günah, kadını kapa, evlenmeyi yasakla, işte böyle manyaklar yaratırsınız.

İ.lik, oğlancılık, ensest, çocuk evlilikleri, akraba evlilikleri falan hep muhafazakar topluluklarda yaygındır.

Başladığımız yere dönersek, aaa, çocuklara tecavüz etmişler diye şaşırmayın.

Hep ediyorlardı.

Sadece bugün tivitır, mivitır var da oradan duyuyoruz, yoksa...

22 Mart 2016 Salı

Bedlam in Belgium!

Belçika hükümeti hemen medyaya yayın yasağı koydu. Tivitırı kapadı. Hükümet saldırıyı şiddetle kınadı, suçluların derhal adalete teslim edileceğini söyledi.

Muhafazakar Belçikalılar Ya Jesus, Ya Maria, God is King diye bağırarak ellerinde sopalarla yakaladıkları müslümanları dövmeye başladılar.

İsminin açıklanmasını istemeyen bir hükümet yetkilisi, olayların Belçikanın büyümesini kıskanan Hollandanın işi olduğunu söyledi.

Belçikalı aydınlar olayı derhal ABD'nin emperyalist politikalarına bağladılar. Halkların özgürlüğü için emperyalist güçlerin ellerini Belçikanın emekçilerinin üzerinden çekmesi gerektiğini, sol ellerini kaldırarak protesto ettiler.

Bir başka gurup, pekaka türkiyeyi bölecek diye gösteri yaptı. Sonradan bunların Belçikada tatil yaptıklarını unutup kendilerini olaya kaptıran türk aydınları olduğu ortaya çıktı. Bu gurup, Belçikada oldukları hatırlatılsa da viyaklamaya devam etti.

Belçika cumhurbaşkanı, terör yüzünden asıl konunun dağılmasına sinirlenip, derhal başkanlık tartışılmasına geri dönülmesini istedi.

Eyyy Avrupa, benim başkanlığıma engel olamayacaksın diye bir beyanat verdi.

Başbakan, hemen bir açıklama yapıp, suçlunun Belçika çikolatalarını kıskanan İsviçre hükümetinin finanse ettiği, radikal bir gurup olduğunu, intahar bombacısının kendisini patlattıktan sonra derhal kıskıvrak yakalandığını söyledi.

Daha sonra İsviçrellilerin olayla ilgisi olmadığı anlaşıldı. Başbakan hemen konuyu değiştirip, Belçikanın tez zamanda komşu Hollandadaki Emevi katedralinde ayin yapacağını buyurdu.

Hükümetin bedava patates kızartması dağıttığı Belçika halkı, yine hükümetin dağıttığı haçlarını öpüp, mutlu biçimde hayatlarına devam etti.

13 Şubat 2016 Cumartesi

Yerçekimi Dalgaları

Sevgili arkadaşlar, son iki gündür bilim dünyası ayakta, herkes işi gücü bırakmış, büyük bir heyecanla aynı şeyi konuşmakta.

Konu yerçekimi dalgaları.

Yerçekimi dalgaları sonunda gözlenebildi.

Dünyanın bildiğimiz kadarıyla en zeki insanı Albert Einstein'ın (Aynştayn) yüz yıl önceki öngörüsünün gerçek olduğunu anlamış olduk ve bir kere daha bu dahinin önünde şapkamızı çıkarıp onu selamladık.

Size dilimin döndüğünce neyi selamladık, niye selamladık, anlatayım istedim arkadaşlar.

Bilim insanları on küsür bin yıldır etraflarında gözlemledikleri olayları açıklamaya çalışmaktadırlar. Günümüzde teorik fizik diye kısaltabileceğimiz bu herşeyi açıklama fenomeni aslında gelmiş geçmiş en bilimsel sallama işidir.

Teorik fizikçiler, aynı boğaza karşı ellerinde pipo ve viskileri ile oturdukları yerden memleketi kurtaran aydınlarımız misali, dünya yuvarlaktır çünkü..., kutuplar soğuktur çünkü... diye ahkam kesen bilim insanlarıdır.

Teorik fizikçilerin başarılarının ölçütü, çoğunlukla kehanetlerinin sonradan yapılan gözlemlerle ters "düşmemesi", yani yanlışlıklarının ispatlanmamasıdır. Yoksa söyledikleri zaten o anki gözlemlerle uyuşmaktadır.

Empedocles (Empedoklis) isimli, zamanında filozof denilse de, bu günkü tanımıyla tam bir teorik fizikçi olan Yunanlı bilim adamı, milattan önce 400 yıllarında, gözlenebilen evrendeki herşey su, hava, toprak ve ateşten oluşmuştur diye sallamıştı. Aristotales (Aristo) bu dört temel elemente bir de Aether'ı (Eter, Güneş, Ay ve yıldızlar gibi o zaman ulvi sayılan cisimleri oluşturan madde) eklemiş, kendi çapında bir varoluş teorisi oluşturmuştu.

Şu an bize komik gelse de, bu teori zamanının gözlemlerine aykırı değildi ve iyi kötü etrafta olan biteni açıklayabiliyordu.

Sonrasında su, hava ve toprağın farklı elementlerden oluşmuş maddeler, ateşin de kimyasal bir fenomen olduğu anlaşıldı ve bu teori tamamen çöpe gitti.

Gelişen gözlem yöntemleri ve ilerleyen matematik sayesinde teorik fizikçiler, maddelerin temel elementler yani atomlardan oluştuğunu salladı.

Bu teoriye göre bir elementi sonsuza kadar ikiye ayırdığınızda, her iki parça da aynı özellikleri taşıyan, aynı element olacaktı.

Bu teori gözlemlere ters düşmüyor ve kendi çapında olan biteni açıklayabiliyordu. Ancak sonunda bir teoriydi, çünkü kimse gözleriyle bir atomu görmemiş, sonsuza kadar bir maddeyi ikiyle ayırmamıştı.

Sonra atomların da, elektron, proton ve nötron gibi daha küçük parçacıklardan oluştuğu ortaya çıktı ve bu teori de çöpe gitti.

Atomik teori, yani nötron, proton ve elektronları temel parçacık sayan teori de proton ve nötronların quark isimli daha küçük parçacıklardan oluştuğu ortaya çıkınca çöpe gitti.

İşte böyle. Teorik fizik ve fizikçilerin kaderlerini özetlersek, birileri doğal bir fenomeni açıklamak için bilimin o anki gerçeklerine ters düşmeyen bir önermeyi ortaya atıyor, zamanla bilim ilerleyip, gözlemlerin hassaslığı arttıkça bu teorinin yanlışlığı ortaya çıkıyor ve yeni gözlemler ışığında başka bir teorik fizikçi yeni bir teori ortaya atıp sallamaya devam ediyor.

Einstein işte burada fark yaratıyor.

Adam ne salladıysa doğru çıkıyor. Şimdiye kadar daha yanılmadı. Kendisinin bile yanlış zannedip, hayatımın en büyük aptallığı dediği teorisi bile bugün kara enerji adıyla doğrulanmaya başladı.

İşte bu yerçekimi dalgaları da Einstein'ın ciddi sonuçları olan bir önermesi.

Ciddi sonuçlarını anlatmadan önce bu dalgaların ne olduğuna bir bakalım.

Kütlesi, yani maddesi olan herşey birbirini çeker. Buna yerçekimi diyoruz. Bu evrenimizin a-be-cesi gibi açık, bilinen bir olgu.

Yerçekiminin bilinmeyen tarafı ise bu çekimin nasıl gerçekleştiği.

Kuantumvari bir teoriye göre yerçekimi bir güçtür ve diğer temel güçler gibi onu taşıyan bir parçacık sayesinde iletilir.

Örneğin elektronları atomun çekirdeği etrafımda döndüren, ışığı oluşturan, kimyanın temeli ve günlük hayatımızın en önemli parçası elektro-manyetik güç foton isimli parçacıkların değişimiyle taşınır.

Benzeri biçimde yerçekimini bir güç olarak kabul eden teori, bu gücün graviton isimli parçacıklarla taşındığını varsayar. Söylemeye bile gerek yok, kimse henüz bir graviton falan görmüş değildir. Bu sadece aksi ispatlanmamış bir teorik fizik sallamasıdır.

Einstein ise yerçekiminin bir güç değil, maddesi olan cisimlerin etrafını eğip bükmesinin bir sonucu olduğunu ileri sürmüştür.

Bu noktayı tam anlamak için biraz hayal gücünüzü zorlamanız gerekecek.

Kafanızda, bir yatak çarşafını alın ve onu her tarafından gererek yerden yarım metre yükseklikte, bir odanın duvarlarına çivileyin.

Tramboline benzer bir şey çıktı ortaya değil mi?

Bu hayali dekorda, çarşaf dümdüz, pürüzsüz, gergin bir yüzey oluşturur.

Bir pinpon topunu bu gergin çarşaf üzerinde yuvarlarsak dümdüz gidecektir.

Şimdi bu çarşafın tam ortasına ağır, metal bir gülle koyalım.

Çarşaf istediği kadar gergin olsun, güllenin ağırlığı onu aşağı doğru bükecek, güllenin etrafında giderek keskinleşen ve derinleşen bir çukur oluşturacaktır. Çarşaf yırtılmasa da artık düz değil, güllenin bulunduğu merkeze yaklaştıkça daha fazla eğilmiş, bükülmüş bir haldedir.

Tam bu anda çarşaf düzken yuvarladığımız pinpon topunu yeniden yuvarlarsak, top gülleye yaklaştıkça düz gitmek yerine güllenin etrafında yolunu değiştirip dönme eğilimi gösterecektir. Başka bir değişle gülleye yaklaşmaya başlayacaktır.

Einstein genel görecelilik, yani rölativite teorisinde yerçekimini böyle tanımlar. Kaba bir benzetmeyle gülleyi güneş, pinpon topunu da dünya olarak kabul edebiliriz. Güneş çarşafı büktüğü için dünya düz gitmek yerine güneşin etrafında dönmektedir. Bunu da biz yerçekimi olarak algılamaktayız.

Burada tüm dikkatimle şimdiye kadar kaçınmayı başardığım bir soruya artık cevap vermek zorundayım.

Gülle güneş, pinpon topu dünyaysa çarşaf ne?

İşte çarşaf evreni oluşturan uzay.

Tabii ki bir madde değil, ancak bir boyut, hatta üç boyut, işin gerçeği uzunluk, genişlik ve yüksekliğe zamanı da eklersek dört boyut.

İşte madde bu dört boyutu da bükerek yerçekimini oluşturuyor. Uzunluk, genişlik ve yükseklik, maddesi olan gülle gibi bir cisime yaklaştıkça uzuyor, zaman da daha ağır geçmeye başlıyor, yani bir nevi zaman da bükülüyor.

İşin burasına çok takılmayın. Gülle/çarşaf deneyimde iki boyutlu çarşafın bükülmesini üç boyutta düşünmeye alışmış beynimizle çok rahat anladık. Dört boyutlu uzay-zamanın bükülmesini anlamak için ise beş boyutta düşünmeye alışmış bir beyine ya da Einstein olmaya ihtiyacımız var :).

Şimdi hayali çarşaf deneyimizde, güllenin, çarşafın ortasında küçük bir daire çizerek hareket ettiğini varsayalım.

Çarşafın bükülmesi güllenin hareketiyle değişecektir. Gülle hareket ettikçe, çarşafın güllenin altında kalan en derin noktasının yeri gülleyle birlikte değişecek, çarşafın üstünde deyimi uygunsa dalgalar oluşacaktır.

Ahan size yerçekimi dalgaları.

Evrende, güllenin temsil ettiği yüksek maddeli yani göreceli olarak ağır cisimler olan nötron yıldızları, kara delikler falan hareket ettikçe, uzay-zamanda çarşafın üzerinde olduğu gibi yerçekimi dalgaları oluştururlar. Eğer bu cisimler birbiri etrafında dönüyorlarsa yerçekimi dalgaları gözlemlenebilecek kadar yoğun olurlar.

İşte iki gün önce tespit edilen de birkaç milyon yıl önce birbirlerinin etrafında dönüp sonrasında çarpışan iki kara deliğin ortaya çıkardığı yerçekimi dalgaları. Aradan geçen birkaç milyon yılın nedeni ise yerçekimi dalgalarının bile en çok ışık hızında hareket edebilmeleri. Galaksiler arasındaki mesafeyi anca kat edip bize ulaşabilmişler. Evrende bildiğimiz hiç birşey ışıktan hızlı gidemiyor arkadaşlar...

Olayın özüne dönersek, yerçekimi dalgalarının gözlemlenmesinin önemi sadece ve sadece yerçekiminin Einstein'ın dediği gibi maddenin uzayı bükmesi lehine önemli bir kanıt olması, yoksa bu dalgaların kendilerinin fazlaca bir önemi yok.

Einstein'ın haklı çıkmasının nasıl bir sonucu var derseniz, burası önemli işte.

Eğer uzay bükülebiliyorsa, örneğin uzaktaki yıldızlara ulaşmak için ışık hızının empoze ettiği limiti aşabiliriz. Işık hızından yavaş yolculuk etsek de aradaki uzayı bükerek mesafeyi kısaltabilir, kısa zamanda büyük mesafeleri kat edebiliriz. Böylece Einstein-Rosen köprülerinin gerçekliğini kanıtlar, Einstein'ı da bir kez daha haklı çıkarmış oluruz :) Ama bunu da başka bir yazıya bırakalım.

Yerçekimi dalgalarının gözlemlenmesi ile Einstein'ın uzayı bükme teorisinin kanıtlanmasının başka bir sonucu ise anlı şanlı kuantum teorisinin bir gol daha yemesidir.

Kuantum teorisi umut vadeden, çok önemli ve ciddi bir teoridir arkadaşlar ama bazılarının düşündüğü gibi tanrıların bize bir hediyesi değil işte. Herşeyi parçacıklarla açıklamak yerine genel rölativite gibi teorilere de şans tanımak gerekiyor.

Burada eminim, birileri gravitonlarla nasıl yerçekimi dalgalarının oluşabileceğini açıklamaya çalışacaktır, aynı filmi ışık dalga mıdır, parçacık mıdır tartışmasında gördük. Ancak şu an itibarıyla scoreboard genel rölativite lehinde.

Durum böyle işte. İnsanlık olarak hep öğreniyoruz. Önemli olan enerjimizi böyle konulara yöneltmek. Yine de kaynağını nereden aldığını bilmediğim, her şeyi bilme yetisindeki diyanet kurumunun bu işe ne diyeceğine bir bakalım. Zat eğer haram derse yüz yıllık zekayı at çöpe. Hele bir de Einstein'ın yahudi olduğunu anlarsa... Vay anam vay!

Sağlıcakla kalın...

23 Ocak 2016 Cumartesi

Mezzy'nin İlk Yeni Yılı

Melissa'yı hiç korkudan, aman başına bir iş gelir, hasta olur falan diye eve kapamayı düşünmedik. İlk göl kenarı yürüyüşünü on günlük falanken yaptı canım kızım. Bizle alışverişe çıktı, cafelerde oturdu, restoranlara gitti, arabayla yakın yerlere seyahat etti, sözün kısası, hiç ev kızı olmadı.

Melissa ilk defa Disneyland gezimizde altı saat arabayla yolculuk yaptı, sonrasında bizle alışverişe gitti, Billy Bob barda kabare seyretti ve yılbaşı gecesi Planet Hollywood gibi cehennemvari bir ortamda iki saat geçirdi.

İşin açıkçası, aklım çıkmıştı, bir şey olmuş mudur kızıma diye.

Ancak ertesi gün o güzel gülüşüyle uyandığımda içim biraz rahatladı.

Sabahları bizle konuşur Melissa. Hem de bayağı ciddi, uzun uzun birşeyler anlatır. Gıvvvv, bıvvvv, au, eü, bu-bu diye. Annesini tanıdığım için çok fazla sürpriz olmadı bana, kızımın bu konuşmaya meyili :) Biz de onla konuşuruz. Bu artık bir ritüel haline dönüştü neredeyse.

Yeni yılın ilk gününde sevgili kızım Melissa olanca neşesiyle, uzun uzun birşeyler anlatınca. Jelenayla birbirimize baktık ve geçen geceden bir şey kalmamış diye birbirimizi onayladık. Melissa'yı paketledik ve biz de ceketlerimizi giyip Disneyland'e doğru yola koyulduk.

Sadece ben, bir gece önce giydiğim Noel Baba kukuletasını giymemiştim, çünkü küçük bir kız Melissayla beni görünce "Aaa Papa Noel et son bebe - Aaa Noel baba ve bebeği" diye bağırmış, Jelena da bunu duyunca yere yatıp gülmeye başlamıştı. Artık bir babaydım ve böyle ciddiyetsizliklere gelemezdim...

Üzerimizde bomba, sarin gazı falan olmadığına kanaat getiren güvenlik, park bölgesine geçmemize izin verdi ve biz de hiç vakit kaybetmeden içeri girdik. Ancak herkesin hedefi Disneyland Parkı yerine sola dönüp, önce Disney Stüdyolarına yöneldik.

Studio-1
Yolun içinden geçtiği bir numaralı stüdyo, kafeleriyle, restoranlarıyla tam bir konaklama yeri. Her lokalin ayrı bir teması var. Benzin istasyonundan, dedi-kodu sütununa, film setlerinden tropik kafelere, eski otomobillere kadar zevkle tasarlanmış bir hayal dünyası bu dev bina.

Buradan çıkar çıkmaz da stüdyolar bölgesine geliyorsunuz ki, ucu, bucağı olmayan, devasa genişlikte bir alan burası.

Bu önerme sadece Disney Stüdyoları için değil, bütün Disneyland için geçerli. Çok geniş bir alana kurulmuş bu hayal dünyası. Eğer bir günde gezerim gibi bir düşünceniz varsa, atın onu çöpe. Parkı ve stüdyoları, bütün atraksiyonlardan faydalanarak gezmek üç günden fazlasını rahatlıkla alıyor.

Stüdyo bölgesinde, çizgi filmlerin tarihinden, üçüncü dünya savaşı sonrası şehir kalıntılarına, stunt sahneleri diye isimlendirilen, tehlikeli sahnelerin canlandırımlarından, Disney filmlerinde kullanılan dekorlara kadar sinema endüstrisinin birçok ilginç ögesini birinci elden görebiliyorsunuz.

Bu işlerin en hasosunu bir on sene kadar önce, Jelena ile Hollywood'da, Universal Stüdyolarında görmüştük. Yiğidi öldürüp, hakkını yemeyelim. Amerikalılar böyle organizasyonların gerçekten ustası.

Studio-1
Universal Stüdyolarında aldığımız bir turda Jaws'un bir iki metre ötemizde sudan fırladığını görmüş, üzerimize bağlı sensörlerle robotları hareket ettirmiştik.

King Kong'dan Waterworld'e, Mummy'den Karayip Korsanlarına, Desperate Housewives sahnelerini yaşamış, patlamalardan tutun, yangınlara, su baskınlarına, hatta metro vagonlarının üzerimize devrilmesine tanık olmuştuk.

Paristeki Disney stüdyoları, bu deneyimden sonra, işin açıkçası biraz altı-gıdıkladı geldi. Fransızlar artistik insanlardır, o yüzden işin dehşetinden ziyade, sanatına önem vermişler. Yine de Disney Stüdyolarını kaçırmayın derim. Bakmayın benim Universal daha iyiydi dediğime...

Zamanımız çok fazla olmadığından ve Melissa'nın da ne kadar dayanacağını bilmediğimizden, biraz seçici davrandık ve her şeyi görmek ve denemek yerine en çok ilgimizi çeken atraksiyonlara yöneldik.

İlk olarak Studio Tram yani gezi arabalarıyla bir stüdyo turu aldık.

From Pearl Harbor
Tur boyunca Pearl Harbor filminin çekiminde kullanılan uçak ve arabaları, Armageddon'da kullanılan uzay mekiğini, dinozorlu bir Disney filminde (ben ne izledim, ne de adını duydum) kullanılan dinozor parkını, onlarca eski arabayı, benim ilk gördüğümde Nautilus diye sazanladığım, sonradan Dinotopia (her ne ise) çıkan tahta bir denizaltıyı gördük.

Turun heyecanlı bölümlerinden biri Disaster Canyon setiydi. Burada, bir patlama sonrası, tonlarca suyun üzerinize boşaldığını görüyorsunuz. Yine bir alevli patlama sahnesi ve harabeye dönmüş Londra sokakları turun diğer ilgi çeken bölümleri.

Filmlerde kullanılan arabalar
Bu tur esnasında canım kızım Melissa hiç korkmadı. Alevler, patlamalar, su baskınları olurken bile neşeyle gülüyordu sevgili bal arım.

Paraşüt temalı başka bir atraksiyon, ve yanından her geçtiğimizde "ciyak" diye bağırtıların yükseldiği, olasılıkla içinde bir roller coaster bulunan gökdelen harabesini bir sonraki gelişimize bırakıp Armageddon filminin özel efektlerini yaşayabileceğiniz atraksiyonun önüne geldik.

Melissa'yı içeri almadıkları için Jelena ile dışarda beklerken, ben bu animasyona tek başıma girmek zorunda kaldım.

Bir uzay istasyonunda meteor fırtınası ve sonrasındaki yangını Rus aksanlı bir kozmonotun sesi eşliğinde yaşıyorsunuz. Sarsılan platformları, neredeyse yüzünüzü yakacak sıcaklıktaki alevleri, kuvvetli rüzgarları ile çok canlı. Sahnelerin orijinal filmle pek alakası olmasa da bence fazlasıyla görmeye değer. Tek kusuru, aksiyon başlayana kadarki on-onbeş dakikalık, Fransızcayla karışık soğuk espirileri dinlemek ve yarı belgesel bir filmi izlemek zorunda kalmanız.

Ben bu film izlettirme işine çok kıl oluyorum. Binlerce kilometre gelip Pariste bu filmi izlemekle, İnternetten indirip, evde izlemenin pek farkı yok. Ancak, tabii ki film izlettirmek hem kolay, hem ucuz, bu yüzden zaman doldurmak için birebir. Bunun istisnası, yine Hollywood'daki Universal Stüdyolarında izlediğim üç boyutlu bir film. Burada, üzerime gelen bir mızrak çarpmasın diye eğildiğimi hatırlıyorum :)

Lafı çok fazla uzatmayayım. Disneyland'ın Disney Stüdyoları bölümü, sinemaya ilgi duyanların kaçırmaması gereken bir yer. Ancak hakkıyla gezmek tam bir gününüzü rahatça alır.

Ayak üstü birşeyler yedikten sonra, Disneyland"e gelme sebebimiz olan bölgeye, yani parka doğru yöneldik. Canım kızım büyüdüğünde sadece resimlerine bakarak birşeyler hatırlamaya çalışacak olsa da, Jelena ile kendi kendimize verdiğimiz bu sözü yerine getirmek, yani Melissa'nın ilk yeni yılında bu parkı göstermek bir zorunluluk olmuştu. Biz de "istemeye istemeye" parkın yolunu tuttuk.

Parkın girişindeki pembe şato
Parka girmek için devasa, pembe bir şatonun içinden geçiyorsunuz. Şatonun dışarı bakan duvarında da koca bir Donald Duck resmi. Bir önceki gün benle alay eden tezgahtarın annesini bir kez daha yad ettim...

Şatodan geçtikten sonrasını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Dünyanın gerçeklerinden kopup bir hayal alemine dalıyorsunuz.

Disneyland Parkının ana caddesi 1900'lerden kalma bir batı kasabası. Bu caddenin sağında ve solundaki, birbirinden güzel renkli binaların içerisinde onlarca mağaza, cafe ve restoran var.

Sanki bizim gelişimizi kutlamak için, biz girer girmez yeni yıl geçidi başladı. Cinderella, Pamuk Prenses, Rapunzel, Peter Pan başta, neredeyse bütün masal kahramanları, Disney'in orijinal karekterleri, danseden kızlar, ren geyikleri ve Noel Baba büyüleyici bir müzik eşliğinde ana caddeyi baştan başa kat etti.

Danscı kızlar Melissa'yı görünce ona öpücükler yolladılar, Noel Baba bile el salladı canım kızıma.

Size parkı santim santim anlatıp bayıltmayayım, zaten yerimiz yetmez. On beş milyon kişinin ziyaret ettiği, içinde on beş bin çalışanı olan, devasa bir yer burası.

Uyuyan Güzel'in şatosu
Masalsı şatoları, Western kasabaları, define adası benzeri tropik adaları, korsan gemileri, Arap çarşıları, Meksika köyleri, 19 yüzyıl madenleri, lanetli evleri, korku şatoları, yani hayal gücünüzü çalıştıracak her şey var burada. Karayip korsanlarından Peter Pan'a, Indiana Jones'dan Mickey Mouse'a kadar bir çok film karekterinin habitatları ve şapkaları, kamçıları ve tüfeklerinin satıldığı mağazaları da bol bol görüyorsunuz.

Bu parkta bir muhasebecinin bile hayal gücünü kımıldatabilecek kadar malzeme var, sizin anlayacağınız :)

Canım kızımla Karayip Korsanlarının animasyonuna girdik. Bir bot üzerinde şarkı söyleyip, birbirleriyle kavga eden, tahta bacaklı, tek gözlü korsanları, zindanlarda çürümüş iskeletleri, birbirlerine top atan gemileri, esirleri, defineleri gördük.

Eyfel Kulesi
Roller-Coaster kılıklı botun metrelerce kayıp suya çarptığı an bile Melissa kahkahalarla gülüyordu. Melissa'nın bizim kızımız olduğuna bir kere daha kanaat getirdik. Hiç korkmadı benim güzel kızım.

Hava kararana kadar, hatta karardıktan sonrasında bile gezmeye devam ettik. Jelena'nın ısrarları sonucu ben de inat etmeyi bıraktım ve Melissa'ya bir Olaf oyuncağı aldık. Ve tabii ki Pamuk Prenses kostümünden, Kabus Noeli filminin anısına My Daddy's Sweet Nightmare - Babamım Tatlı Kabusu t-shirt'üne kadar başka bir dolu ıvır zıvır da aldık.

Akşam yemeğini bir Afrika restoranında yedik ve binlerce fotoğrafla birlikte otelimize döndük.

Ertesi gün Melissa hayatımda ilk kez bir trene bindi ve bizle birlikte Paris yolunu tuttu. Trenden, her nedense Etoile ismini verdikleri istasyonda indik. Burası aslında tam Arc de Triomphe'un dibi, aynı zamanda belki de dünyanın en ünlü caddesi olan Champs-Élysées'nin de başladığı nokta.

Arc de Triomphe
Yine Melissa'nın bir çok ilki burada gerçekleşti. İlk defa bir büyük şehir, ilk defa Paris, ilk defa Champs-Élysées, vs...

Buradan aşağı, Concorde meydanına doğru yürüdük, Concorde'a gelmeden de Champs-Élysées'den ayrılıp, Eyfel Kulesine doğru yöneldik. Seine nehri kıyısından, Leydi Diana'nın öldüğü tünele, oradan da Eyfel kulesine ulaştık.

Kuleyi Melissa'ya gösterip, hemen bir metro ile Grandes Boulevards istasyonuna ulaştık. Melissa hayatında ilk kez bir metroya binmişti.

Burada Melissa'nın hayatında başka önemli bir ilk gerçekleşiyordu. Canım kızım ilk defa bir Hard Rock Cafe'yi görecekti.

İçerde, Jelena ile klasik fajita menümüzü söyledik. Melissa ise havuç ezmesi yiyip, annesinin saçlarını çekti.

Canım kızımla beraber Hard Rock Cafe'de Metallica dinledik :)

İşte bu kısa yolculuğumuzun uzun öyküsü.

Sağlıcakla kalın...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...