25 Mart 2012 Pazar

Enerji Geyikleri III – Petrol Yerine Ne Kullanalım?

Petrol yerine ne kullanalımın cevabını bulmak için önce kısaca niye petrol kullanıyoruz, ona bakalım.

Petrol kullanıyoruz çünkü:

1) Petrol portatif, yani küçük miktarları örneğin bir arabanın deposunda, yanımızda gezdirebiliyoruz.

2) Petrolü çok küçük miktarlarda, kontrollü bir bicimde kullanabiliyoruz.

3) Petrolün çıkarılması ve islenmesi göreceli olarak kolay.

Bu arada petrolü niye değiştirmeyi düşündüğümüzü de bir daha hatırlayalım. Petrol yandığı zaman çevreye zararlı karbon dioksit veriyor. Ayni zamanda petrol kısıtlı bir kaynak ve gitgide tükeniyor.

Peki petrolü bırakalım da neyi alalım yerine?

Enerji elde etmenin en verimli yolu madde ve karşı maddeyi reaksiyona sokmaktır. Madde ve karşı madde birbirlerini tamamen yok ederler ve tüm kütleleri enerjiye dönüşür.

Bu reaksiyon o kadar verimlidir ki bir gram madde ve bir gram karşı maddeyi birleştirip elde ettiğiniz enerji (Einstein’ın meşhuur E=mc2 formülünü kullanırsak) 50 milyon Kilovat Saat’e eşittir. Daha basitçe, iki milyon litre benzinle kat edeceğiniz yolu bir gram madde ve karşı madde ile alabilirsiniz. Çok etkileyici değil mi?

Anti madde-madde reaksiyonunun hiçbir artığı yoktur, çevreye hiç zarar vermez, tabii ki bir avuç karşı maddeyi yutmaya kalkmazsanız.

Uzay Yolu dizisindeki Atılgan uzay gemisinin motorları karşı madde ile çalışır.

Karşı maddenin tek kusuru, kontrollü deneylerle birkaç karşı madde atomunun üretilmesi yada Uzay Yolundaki hayali kullanımı dışında gerçek hayatta hiçbir yerde bulunmamasıdır.

Bir gün belki karşı maddeden enerji üretebiliriz ama bu gün değil. O yüzden başka taraflara bakalım.

Mesela nükleer enerji.

Nükleer enerji iki yoldan elde edilir. Bir, uranyum gibi büyük atomların çekirdeklerini parçalayarak, iki hidrojen gibi küçük atom çekirdeklerini birleştirerek. Bunlardan ilkine fisyon, ikincisine füzyon denir.

Nükleer fisyon yani uranyum, plütonyum, vs. gibi büyük çekirdekleri parçalayarak enerji elde etmek bugün zaten yaptığımız bir şey. Nükleer santrallerin tümü fisyon prensibi ile uranyum atomunu parçalayarak ısı enerjisi elde ederler ve bu ısıyı elektrik enerjisine çevirirler.

Madde ve karşı madde maddenin %100’unu enerjiye çevirirken, fisyon, maddenin ancak %0.04’unu enerjiye döndürür, yani 2500 kat verimsiz bir yöntem. Başka bir deyişle bir gram madde ve karşı maddeden çıkan enerjiyi fisyon yolu ile elde etmek için altı kilo kadar uranyum kullanmak gerekir. Bu göründüğü kadar kotu değil. Düşünsenize altı kilo uranyumun enerjisi iki milyon litre benzinle ayni.

Nükleer fisyonu petrolü direkt değiştirmek için kullanamamamızın üç sebebi var. Bunlardan biri nükleer santrallerin çok ama çok büyük olmaları ve bu yüzden benzin gibi portatif olmamaları. Başka bir deyişle bir nükleer reaktörü arabanızın bir köşesine sığdıramazsınız. İkinci ama daha da önemli sebep ise nükleer fisyonun çok ciddi ölçüde tehlikeli atik yaratması. Fisyondan sonra ortaya çıkan maddeler yüksek derecede radyoaktiftir ve bu özelliklerini yüz yıllarca kaybetmezler. Üçüncü ve en önemli sebep ise fisyonun kontrolünün çok zor ve hassas olması. Ufak bir aksilik, bir atom bombası benzeri patlamaya yol açabilir.

Nükleer santrallerde elde edilen elektrik enerjisini tüm yollara troleybüs benzeri tellerle dağıtıp elektrik motorlu arabaları çalıştırmak pratik bir yöntem değildir. Her yere kablo döşemek ve elektrik dağıtımını güvenli olarak yapabilmek çılgınlık sınırında bir projedir.

Sonra kısıtlı bir kaynak olan petrolü yine kısıtlı bir kaynak olan uranyumla değiştirmek çok da iyi bir fikir olmayacaktır. Uranyum, göreceli olarak bol bulunsa da fisyon için gerekli olan turu çok da fazla bol değildir.

Son olarak her an bir atom bombasına dönüşebilen arabaların bolluğu pek de güvenli bir ortam oluşturmayacaktır. Kızım beni bıraktı, batsın bu dünya lan deyip kafayı çeken tipik bir cengaverin yapabileceklerini siz duşunun.

Fisyon olmuyorsa füzyona bakalım. Yani atom çekirdeklerini parçalamaktansa birleştirmeye. Bu işlemin fiziğini sonraya bırakalım. Bir cümle ile açıklarsak, dört hidrojen atomunun çekirdeklerini birleştirirseniz ortaya bir helyum atomunun çekirdeği ve bol bol enerji çıkar.

Füzyon, fisyona göre çok daha verimli bir reaksiyondur. Maddenin %0.3’u enerjiye dönüşür. Yani fisyonun aşağı yukarı on katı.

Füzyon enerjisi hayatimizin önemli bir parçasıdır çünkü Günesin ısı ve ışık kaynağı füzyondur. Her saniye 4.3 milyon ton hidrojen helyuma dönüşür. Yazım hatası yok, her saniye 4.3 milyon ton yada 4.3 milyar kilo.

Füzyon dünyevi olarak sadece termonükleer bombalarda yani hidrojen bombalarında kullanılır. Başka hiçbir pratik kullanımı yoktur.

Bunun sebebi ise dört hidrojen atomunun birleşecek kadar birbirlerine yaklaştırmanın zorluğudur. Hidrojen çekirdeklerinin etrafında donen elektronlar ayni eksi yüke sahip olduklarından birbirlerini iterler ve proton çekirdekler birleşemez.

Elektronların bu itişini geçip çekirdekleri birleştirmek için hidrojen çekirdeklerini çok yüksek hızla çarpıştırmak gerekir yani hidrojeni ısıtmak (yüksek isi=hızlı atom). Bu yüksek ısıyı ancak bir fisyon yani atom bombası patlatarak elde edebiliriz. Başka bir deyişle hidrojen bombasını patlatan aslında bir atom bombasıdır.

Bu yöntemle petrolün değişmesinin saçmalığı ortadadır. Kimse arabasının altında bir atom bombası patlatmayı istemez. Fisyonun tüm zorlukları termonükleer füzyon için de geçerlidir.

Başka bir problem ise termonükleer füzyonu kontrol etmektir. Bugünkü durumumuzda bir füzyon reaksiyonunu nasıl yavaş yavaş sürdürüp devamlı enerji alabileceğimizi bilmiyoruz. Başka bir deyişle hidrojenler helyuma dönüşmeye bir baslarsa gerisi kıyamet.

Kontrolsüz enerji üretimi hidrojen bombası için çok önemli olmasa da arabanızı park ettiğinizde oldukça önemli olacaktır.

Peki bir fisyon bombası patlatmadan füzyon reaksiyonu gerçekleşebilir mi?

Hepimiz umuyoruz. Bu güne kadar yapamasak da adını bile koyduk. Soğuk Füzyon.

Yalın yani termonükleer olmayan bir füzyon reaksiyonunun atik maddesi sadece helyum gazidir. Helyum gazi dünyanın en zararsız maddesidir. Kendisi dahil hiçbir maddeyle reaksiyona sokamazsınız. Sıvı haline bile çok nadir şartlarda dönüşür. Bir gaz olarak hayatını sürdürür ve dünyanın atmosferinde bile kalmaz, yavaş yavaş uçar ve uzaya karışır.

Bu gün bazı deneyler ve araştırmalar soğuk füzyon için umut verici sonuçlar ortaya çıkardı. Eğer bir gün gerçekleşirse, reaktörün boyu arabanın bagajına sığarsa ve hidrojenlerin helyuma donuşumu kontrollü bir bicimde gerçekleşirse petrolün yerine kullanılabilecek en önemli alternatif haline gelebilir.

Ama bugün hala halamın olsaydı eniştem olurdu durumundayız. Petrolün alternatifini bulmak için birileri soğuk füzyonu keşfedene kadar başka taraflara bakmamız gerekiyor.

Umudumuzu kesmeyelim, bir sonraki yazda aramaya devam edelim.

24 Mart 2012 Cumartesi

Enerji Geyikleri II – Karbonun Faydaları ve Zararları

Bir önceki yazıda petrol ve kömürün karbondan oluştuğunu ve karbonun oksijenle birleşerek yanması sonucu ısı yani enerji elde ettiğimizi söylemiştik. Bugün bu karbon temelli enerjinin köklerine ve kullanımının sonuçlarına bakacağız.

Dünya, oluşumunun ilk evrelerinde bu güne hiç benzemeyen bir durumdaydı.

Okyanuslar vardı yani bugünkü gibi suyla doluydu. Sadece bu suyun içerisinde hiç yasam bulunmamaktaydı.

Karalar yine vardı ama bugüne göre çok ama çok farklı bir durumdaydılar. Dunyanın oluşumu sırasında çok yoğun volkanik aktivite yani faaliyet vardı. Volkanlardan püsküren lav ve küllerin sonucu karalar Mars gezegenine benziyordu. Kırmızı-siyah arası bir renge sahiptiler ve bu günün yeşil renkleri yani yasam hiç yoktu.

Günümüze göre en farklı olan ise hava idi, yani atmosfer. Geçmişte, Dunyanın bir atmosferi vardı ama bugunun aksine büyük miktarda karbondioksit bulundurmaktaydı. Oksijen, daha doğrusu serbest oksijen hiç yoktu (Unutmayalım, karbondioksit bir karbon ve iki oksijen atomundan oluşur. Solunabilir oksijen ise iki oksijen atomundan oluşur. Geçmişte atmosferdeki oksijen karbonla birleştiği için serbest değildi yani solunamaz durumdaydı.).

Yasam ilk olarak sularda başladı. Önce bitkiler oluştu.

Bitki dünyası, enerjisini karbon yakarak değil, güneş ışığından elde eder. Bu günün popüler deyimiyle çevre dostu bir enerji yapısı vardır. Bitkiler, hücrelerindeki klorofili kullanarak havadaki karbondioksiti alır, güneş isigi ile karbon ve oksijen atomlarını ayırır. Karbonu deyimi yerinde ise büyümek için kullanır (yine hatırlayalım, bitkilerin kati bölümleri karbondan oluşur, örnek olarak odunu alabilirsiniz). Geri kalan iki oksijen atomunu ise havaya bırakır.

Dünyanın erken dönemlerinde milyonlarca yıl boyunca yukarda anlattığım süreç isledi. Bitkiler atmosferden karbondioksiti aldı, onu karbon ve oksijen olarak ayırdı, oksijeni havaya bıraktı, karbonu da karbon olarak büyüyen gövdelerinde, köklerinde ve yapraklarında kullandı.

Bu donemde hayvansal yasam olmadığı için oksijenin müşterisi yoktu o yüzden havadaki karbondioksit devamlı azaldı ve oksijen de devamlı arttı. Bu arada karalar yeşillendi, çayırlar, ormanlar oluştu.

Sonra hayvansal yaşam başladı, iyi de oldu. Aksi halde atmosferdeki tüm karbondioksit oksijene dönecekti. Bu da ilk akla geldiği üzere iyi bir şey değildir. Oksijenin çok olduğu bir ortamda ayağınızı yere hızlıca sürtseniz yangın çıkar. Zaten havada karbondioksit kalmazsa bitkiler de yasayamaz, ölüler.

Dönelim hayvansal yasama. Hayvansal yasam bitkisel yaşamın aksine karbonu yakarak enerji elde eder. Yani karbonu bitkileri yada diğer hayvanları yiyerek alır, havadaki oksijenle birleştirerek yakar ve karbondioksit olarak havaya geri verir.

Böylece doğada çok makul bir denge oluştu. Bitkiler karbondioksiti oksijene dönüştürüyor, hayvanlar da bu oksijeni karbonla birleştirip karbondioksit olarak bitkilerin kullanımına geri sunuyordu.

Bu denge insanlar ortaya çıkana kadar güzel ve uyumlu bir bicimde sürdü.

İnsanların diğer hayvanlardan bir farkı vardı. O da karbonu sadece yasamak ve büyümek için değil yaşamsal zevkleri için de yakmalarıydı. Yani insanlar enerjiyi hem yasamak hem de yaşamlarını kolaylaştırmak için kullanmaktaydılar. Bu özellik ateşin keşfiyle başladı ve günümüze kadar büyüyerek geldi. Gerçekte, doğada enerjiyi doğal yaşam işlevlerinin ötesi için kullanabilen tek canlı insanoğludur.

Karbonun hikayesinde bir önemli nokta daha var. Geçmişte ölen bitki ve hayvanların vücutlarındaki karbon çoğunlukla toprak içerisinde diğer canlılar tarafından özümlenmekte ve tekrar karbon devinimine katılmaktaydı. Bununla birlikte, zaman zaman volkanik oluşumlar, seller, depremler bu olü bitki ve hayvanları yaşamın ulaşamayacağı derinliklere çekmekte ve bu derinliklerdeki ısı ve basınçlar bitki artığı karbonu başka şekillere döndürmekteydi. Dünyadaki elmas çoğunlukla bu şekilde oluşmuştur. Elmasın ötesinde dünyadaki kömürün bir bolumu ve en önemlisi petrolün kaynağı bu miyomlarca yıllık bitki ve hayvan cesetleridir.

Bu deyimi yerinde ise saklı karbon toprağın altında kalmış, bitkilerin kullanımına geri sunulmamıştır. Yani yaşamın deviniminden çekilmiştir.

İşte insanlar bu doğadan çekilmiş karbonu yakarak karbondioksit oluşturmakta, bu karbondioksit de atmosfere salınarak karbondioksit miktarını her geçen gün artırmaktadır.

Bu günkü yaşamsal dengede (denge falan kalmadı ama lafın gelişi soyluyorum), bu fazladan gelen karbondioksiti oksijene çevirecek kadar bitki de yoktur. Olan bitkileri de katletmekteyiz zaten.

Bu yüzden atmosferde karbondioksit hiç durmadan artmaktadır.

Öyleyse bir gün gelecek, bu artan karbondioksit yüzünden soluyamayacak ve boğularak öleceğiz!

Bu çok akla yakın geliyor olsa da hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Evet, atmosfer karbondioksitle dolarsa nefes almamız zorlaşır ama bizi öldüren konsantrasyonlara ulaşmadan önce karbonun başka bir özelliği Dünyayı çoktan yaşanamayacak bir yer hale getirmiş olacaktır.

Yazı uzuyor ama bu defalık idare edin, bu çok önemli.

Dünyanın güneşe bakan tarafı, yani gün yüzü, güneşten gelen ışınlarla ısınır. Yani atmosfer, gözümüzün görebildiği kırmızıdan mora tüm renkli ışıkların geçerek dünyanın yüzeyine ulaşmasına izin verir.

Gece olduğunda ise dünya, altı kapatılmış bir çaydanlık gibi soğumaya çalışır, yani güneşten aldığı ısıyı geri verir.

Aradaki fark, dünyanın bu ısıyı aldığı bicimde yani kırmızıdan mora görülebilir ışık olarak değil, kırmızının altında kalan görülemeyen kızıl ötesi alanda ışıyarak vermesidir.

Atmosferin bugünkü oksijen ve karbondioksit miktarı bu kızılötesi ışımanın geçmesine izin verir, yani bu kızıl ötesi ısıma atmosferden geçerek uzaya salınır, böylece dünya soğumuş olur.

Karbondioksit işte bize burada çok büyük bir kazık atar.

Karbondioksit, Dünyanın soğumak için kullandığı kızılötesi ışığın geçip uzayda dağılmasına izin vermez ve bir ayna gibi yansıtarak dünyaya geri gönderir. Böylece dünyanın ısısı, soğuyamadığı için yükselmeye baslar.

Bugün buna popüler deyimiyle “Küresel Isınma” yani “Global Warming” diyoruz.

Bu artan ısı buzulların erimesine, çölleşmenin artmasına sebep olur. İklim değişir, yazlar, kışlar birbirine karışır. Buz cağlar, kuraklıklar baslar.

Bugün bana sorarsanız bu facianın başlangıcındayız ama bunu iyimser olarak almayın, bence facia başladı, durdurulması pek mümkün görünmüyor. Çocuklarımız ve onların çocukları küresel ısınmayı bizden çok daha fazla hissedecekler.

Fazla uzattık. Burada bırakalım ve ne yapabiliriz bir sonraki yazıda anlatmaya çalışalım.

Enerji Geyikleri

Günlük hayatımızda üzerinde en çok konuştuğumuz konular ülkelerin yani günümüz insanının enerji pesinde koşmasının sonucudur. Farkındayım, çok uçuk, çok ilgisiz oldu. Hemen bağlayalım.

Amerika, İran’ı bombalayacak, Rusya Avrupa’yla hırlaşıyor, hava kirleniyor, enflasyon artıyor, küresel ısınma, dolar yükseliyor, euro düşüyor. Bunların hepsi enerji pesinde koşmanın sonucu.

Günümüzde enerjinin hayatımızdaki yeri çok büyük demek bile onun önemini küçümsemek olur. Enerji bizim hayatimizin ta kendisi.

Nedir enerji? Ne yapar, ne ise yarar?

Sorunun cevabi sorunun içinde. Enerji is yapar. Evimizi işitir, arabamızı yürütür, cep telefonumuzu çalıştırır, uçakları uçurur. Yasamamız bile enerjinin bir sonucudur. Vücudumuz enerji kullanarak hareket eder, düşünür, yani yasar.

Peki nereden gelir bu enerji?

Hiç bir yerden gelmez. Enerji, fiziksel olarak her zaman vardır ve olmuştur. Enerji yaratılmaz yada yok edilemez. Evrenin toplam enerjisi her zaman aynıdır ve ayni kalacaktır. Enerji is yapar dedik ya, bu isi ancak bir alan içerisinde eşit olarak dağılmamışsa yapabilir. Enerji her zaman çoktan aza, yüksekten alçağa, sıcaktan soğuğa akar. Ta ki az ve çok, yüksek ve alçak, sıcak ve soğuk eşitlenene kadar. Buna fizikte ikincil entropik etki ya da yasa derler.

Yine uçtuk. Yukardaki fiziki tanımının bu yazının gerisi üzerinde hiçbir önemi yok.

Sorumuzu yeniden tekrarlayalım. Nereden gelir bu enerji? Ve bu sefer uçmadan günlük dilimizle cevaplayalım.

Evimizi ısıtan enerji kömür yada doğal gazdan gelir. Bilgisayarı çalıştan enerji elektrik prizinden, cep telefonunu çalıştıran enerji pilden, arabamızı çalıştıran enerji petrolden gelir. Vücudumuzu çalıştıran enerji de yediğimiz besinlerden.

Enerjinin en basit ve en temel sekli ısıdır. Enerji başlangıçta nereden gelirse gelsin, sonunda ısıya dönüşür. Yani enerji = ısı.

Isının en basit ve doğal kaynağı ateştir. Ateşten elde edilen ısı da odun, kömür yada benzin yakarak elde edilir. Odun, kömür ve benzinin temel yapı taşı ise karbon atomudur.

Simdi durun ve etrafınıza bir bakin. Elinizin altındaki fare plastikten, plastik de karbondan yapılmıştır. Fareyi tutan eliniz ve vücudunuzun geri kalan kati bölümlerinin neredeyse tümü karbondan oluşur. Ahşap masanız ve tüm diğer ahşap eşyaların temel yapı taşı da karbondur. Kömür de karbondur. Tabii ki petrol de. Ve son olarak elmas da karbonun bir turudur.

Bunun sebebi karbonun evrendeki en arsız atomlardan biri olmasındadır. Çekirdeğinin etrafında donen elektronlar öyle bir şekilde dizilmiştir ki diğer karbon atomlarıyla ve başka atomlarla çok farklı şekillerde birleşebilir.

Bir benzine bir de elmasa bakin. Biri sıvı, diğeri dünyanın en keskin kati maddesidir. Benzin kokar, elmas kokmaz. Benzin mavimsi bir renge sahipken elmas sarı/beyaz, kömür de siyahtır. Bu çeşitli maddelerin tümü karbon atomlarının değişik bicimde dizilmesinden oluşur.

Karbon atomu birleşmeye her zaman hazırdır. Başı hiç ağrımaz, hiç hayır demez.

Karbon kadar arsız bir atom daha vardır ki, o da oksijen atomudur. Oksijen atomu kendi atomlarıyla birleşmeyi sevdiği gibi diğer başka atomlara da yapışmaya çok meyillidir. Mesela metallere yapıştığında ona pas deriz.

Oksijenin karbonla birleşmeye bayılır. Aralarında nimfo-manyak bir ilişki vardır. Bir oksijen atomu, bir karbon atomunu yakaladığında hemen yapışır.

Bu yapışmanın en önemli sonucu ise ortaya ısı çıkarmasıdır. Karbon oksijenle birleştiğinde “yanmış” olur, yani bayaa bildiğimiz ateş.

Vücudumuz karbonu hamburger (yada İskender kebap) seklinde alıp ciğerlerimizden gelen oksijenle kaslarımızda yakar ve enerji oluşturur. Bir termik santral karbon ihtiyacını kömür seklimde karşılayıp havadaki oksijenle yakar, ortaya çıkan ısıyı elektrik sekline çevirir.

Arabamızın motoru ise karbonu benzin halinde kullanır.

Benzinin yada daha genel olarak petrolün çok kullanışlı birkaç özelliği vardır.

Bunlardan biri petrolün sıvı olmasıdır. Sıvı benzini çok küçük miktarlarda kullanabiliriz. Motorun karbüratörü yada enjektörleri benzini bu yolla damla damla kullanır. Mesela kömürü bu şekilde kullanamayız. Ancak kürekle kazana atmamız gerekir, bu da arabanızda yapmayı isteyebileceğiniz bir is değildir.

Sıvı petrolü içten yanmalı motorlarda kolayca patlatarak hareket elde edebiliriz. Kömürden (yada nükleer yakıttan) hareket elde etmek için bir buhar kazanına ihtiyacınız vardır.

Bu yüzden raysız taşıtların tümüne yakını petrolle çalışır. Bu da petrolü en çok aranan enerji kaynağı haline getirir.

Modern yasam motorlu taşıtlara dayanır. İnsanlar işlerine arabalarıyla gider. Uçaklar benzinle uçar. Yaşamımızın her alanında kullandığımız plastik petrolden elde edilir.

Petrole o kadar bağımlıyızdır ki onsuz yasayamayız.

Petrolün problemi ise kısıtlı olmasıdır. Oluşması için milyonlarca yıl gerekir ama tüketilmesi saniyeler alır.

Bu yüzden ülkelerin dış politikaları, askeri plan ve stratejileri, ekonomileri kısacası hemen her şeyi petrole endekslenmiştir.

Yazımızın başına dönersek, Uygarlık=Enerji, Enerji = Çoğunlukla Petrol diyebiliriz.

21 Mart 2012 Çarşamba

Volkanlar

Vezüv yanardağı, Napoli kentine kuşbakışı 15 kilometre mesafede, 1280 metre yüksekliğinde bir yanardağ, yani volkan.

Yani simdi ne var bunda diyebilirsiniz. Dünyadaki tek volkan bu değil ya. Alin bizim Ağrı dağını. Ağrı daği volkanik bir dağ. Bundan daha kallavi volkan mi bulacaksınız? Koç gibi 5165 metre, Vezüv'ün neredeyse beş katı yüksekliğinde.

Niye Vezüv diye tutturdun diye sorabilirsiniz.

Vezüvün özelliği halen aktif bir volkan olması. Hem de kıta Avrupa’sının tek aktif volkanı. İtalya’da iki tane daha aktif volkan olsa da bunlar Sicilya adasında olduğundan kıta Avrupası sayılmıyor (ısrar ederseniz, Mafya gelip bacağınıza sıkıyor).

Ne demek bu aktif volkan derseniz, adi üzerinde, sönmemiş bir volkan. Yani her an gümleyebilir. Bizim Ağrı dağı en son milattan önce 3000 civarlarında yani beş bin yıl önce gümlemiş. Yani Ağrı'yı volkanik tehlike yüzünden boşaltmaya gerek yok.

Vezüv, bilinen tarih boyunca gümlemeyi sürdürmüş. En son ikinci dünya savaşı sırasında 18 ile 23 Mart, 1944 arasında faaliyette bulunmuş. Arada bir yine gürlemekte. Bugün hala kraterinin içinde duman tütüyor.

Vezüvün en önemli gümlemesi milattan hemen sonra, 79 yılında gerçekleşmiş. Etrafındaki tüm ufak tefek yerleşim merkezleriyle birlikte on kilometre kadar uzağındaki iki Roma şehrini, Pompeiyi ve Herkulinium’u 16 bin nüfusuyla tarihe gömmüş. Yolunuz düşerse görmenizi tavsiye ederim. Pompei bugünün ölçeğinde bile çok büyük bir yerleşim merkezi.

Bu patlama sırasında Vezüv'ün volkanik jeti yani fışkıran bolumu 30 kilometre yüksekliğe çıkmış. Ortalama bir yolcu jeti 10 kilometre yükseklikte uçar. Düşünün. Küller İstanbul’a ulaşmış.

On altı bin kişinin büyük bolumu 700 dereceye yaklaşan sıcaklıklar dolayısıyla hayatlarını kaybetmiş. Geri kalanları ise zehirli volkanik kul ve gazlardan.

Vezüv'ün faaliyeti bir 17 sene önceki bir depremle başlamış. Birazdan değineceğiz, volkanlar deprem kuşaklarında gerçekleşir. Neyse, depremin hemen ardından sadece 600 koyun yer altından sızan zehirli gazları solumaları sebebiyle ölmüş. İki yıl sonra küçük bir deprem daha olmuş.

Sonra 79 da bir daha güm!. 20 saatten fazla bir süre boyunca Vezüv lav ve gaz kusmaya devam etmiş. Pompeii‘de lavlar üç metre yüksekliğe yaklaşmış. Bir şehir yok olmuş, çok acı, hele bir de banyolarıyla, tuvaletleriyle o evleri görünce insan olayın boyutunu daha iyi anlıyor.

Su an itibariyle, Vezüv'ün etrafında üç milyon insan yaşıyor. Volkan yine faaliyete geçerse ne olur siz düşünün. Bir keresinde yanlış alarmdan dolayı kırk bin kişiyi boşaltmışlar, insanlar acayip sinirlenmiş.

Bugün Vezüv patlayacak olsa iddiaya girerim aşağıdaki benzeri bir diyalog geçecektir volkanolojistle belediye başkanı arasında.

- Bak Umberto, emin misin bu volkanın patlayacağından?”

- Sayın belediye başkanı, patlayacak gibi duruyor. Basınç yükselmiş, yer sarsıntıları falan var.

 - Umberto, sana yüzde yüz emin misin diye sordum!

 - Sayın başkan yüzde yüz emin olunmaz böyle şeylerde...

 - Tamam Umberto anladım, biz dikkatli olmaya devam edelim şimdilik. Yüzde yüz emin olduğunda söyle, boşaltırız insanları.

İşyerinde olağan bir gün gibi geliyor kulağa, değil mi?

Bu volkan patladığında ortaya çıkan enerji, Hiroşima’ya atılan atom bombasından onlarca kat daha büyük. Ne olacağını düşünmek bile istemiyor insan.

Sahi niye gümler bu volkanlar?

Söyle ayağınızı hızla yere vurduğunuzda, çoğunluğu silikat kaya olan kara parçasını yani kıtaları rahatsız etmiş olursunuz.

Bu kıtalar aslında devamlı hareket halinde olan tektonik platoların su üstündeki parçalarıdır.

Tektonik platolar birbirine yaklaşır yada uzaklaşır. Yan yana geldiklerinde Pangea isimli büyük, tek kıtalık kara parçasını oluştururlar.

Söyle bir haritaya bakın. Afrika’nın batısı, Güney Amerika’nın doğusu ile yap-boz bulmacası gibidir.

Neyse bu platolar birbirlerine çarptıklarında kaza sonrası arabanın kaputunun buruş buruş olup kabardığı gibi kabarır, dağları oluştururlar. Himalayalar, Hindistan platosunun Avrasya platosuna çarpmasıyla oluşmuştur. Keza Alpler de İtalya’nın Avrasya’ya çarpmasıyla.

Bu platolar çarpışsalar da öyle kaynak yapılmış gibi birbirlerine yapışmazlar. Zamanla, toz toprak bu araları doldursa da bunlar fiziksel olarak farklı taraflara doğru hareket etmek isteyen büyük kara bloklarıdır.

Bunlardan biri sağa, diğeri sola gitmek ister ama tırtıklı kaya parçaları birbirinin içine geçerek bu hareketi geçici olarak durdururlar. Platolar hareket etmeseler de, bu karşılıklı itme sonucu bir noktada birbirlerini tırtıklarıyla tutan parçalar kırılır, platolar bir sonraki birbirini durdurmaya yetecek formasyonu bulana kadar hareket eder.

Biz günlük hayatta buna deprem deriz.

Bu depremlerin çoğunlukla olduğu yerlere yani tektonik platoların birleşme noktalarına ise fay hattı.

Bu tektonik platoların yüksekliği ve yoğunluğu ayni değildir. Hatta çarpışma da öyle asfalt yolda arabaların çarpışması gibi olmaz. Bazen bir plato diğerinin altına girer, vs.

İşte bu noktada eğer bu platoların inceldiği bir konuma denk gelirse bazen bu platoların altındaki magma tabakası yani lav tabakası da bu fay hatlarından sızar ve yeryüzüne ulaşır.

İşte size volkan. Vezüv (ve Etna), Avrupa ve Afrika platoların tokuştuğu fay hatlarında bulunurlar.

Patlamanın mekaniği aynen düdüklü tencere prensibi gibidir. Volkanlar genelde (mesela) ilk defa düz alanda ortaya çıkar. Basınçla lav yeryüzüne ulaşır. Lav püskürdükçe basınç düşer. Basınç hava basıncıyla eşitlendiğinde püskürme durur, lavlar donar ve Vezüv gibi bir dağ ve krater oluşur.

Sonrasında, basınç artmaya baslar, artar, artar ve en sonunda üstteki donmuş lav artık bu başınca karşı koyamaz. Sonrasında güm! Bazen arada lav tabakasıyla volkanın donmuş lavları arasında su birikir. Bu su basınçla buhar olur ve patlama daha da neşeli hale gelir.

Umarım eğlendiniz.

Bilimsel hassasiyet ile ilgili disclamer’imizi tekrarlayalım ve anlaşılmasını kolaylaştırmak için fazlasıyla basitleştirme yaptığımızı hatırlatalım.

16 Mart 2012 Cuma

Tatile Beş Kala

Neredeyse iki ay oldu şöyle bir yerlere gidip iş hayatının sıkıntılarını bir kenara atmayalı. Yani Ingilizcede dedikleri gibi biraz wound-up durumdayım. Bu yüzden bu kısa tatil tam zamanında yetişti yardıma.

Yarın Jelena’nin doğum günü. Köpeği de burada bir yere bırakıp sadece ikimiz dört günlüğüne kaçıyoruz Napoli’ye.

Ben Güney İtalyayı ilk kez göreceğim. Romadan güneyine hiç geçmemiştim. Yazın sonu yada sonbaharın başında da Sicilya gündemde. Bakalım zaman ne gösterecek…

Bildiğiniz üzere Güney İtalya kebap demek. İşlerin yavaş yürüdüğü, siestalı, dolçe vita’li bir bölge. Ha bir de Mafya’lı :) Napoli ise pizza’nin doğum yeri. Yani koşullar fazlasıyla umut verici.

Planlar kısaca Napoli ve çevresini yani Vezüv yanardağını ve hemen yakınlardaki Pompeii kalıntılarını görmek. Bu arada makarna ve zeytinyağı stoklarını yenilemek.

Fotoğraflar için full ekipman gidiyoruz. Kamera çantasının ağırlığı on kiloya yaklaşıyor.

İlk defa tatile yağlı ballı 70-200 f/2.8L IS II objektifi de götürüyorum, bol bol dumanı tüten Vezüv kraterinin detaylarını çekebilmek için. Şimdiye kadar elimin deydiği belki en güzel, en keskin, canlı renkli objektif. Bununla çekilen resimleri seyretmeye doyum olmuyor. Tek kusuru eşşek cesedi gibi ağır olması.Tam 1.5 kilo. Üzerindeki tum ıvır zıvırıyla iki kiloya yaklaşıyor. Çile yani…

Geniş geniş açılı, bir karenin içine herşeyi sığdıran 17-40 f/4L ve Çinlilerin bile günde yüzlerce kez çarparak kırmayi başaramadıkları 24-105 f/4L IS de gidiyor Napoliye. Bir de 50 mil f/1.4, gece ve loş müzeler yada katedraller için.

iPad, flaş, piller, şarj adaptörleri, bezler, blower’lar…

Ha bir de fotoğraf makinesinin kendisi tabii. 5D Mk II, dünyanin en güzel kameralarından biri. Bir arkadaşın dediği gibi insan bu kamerayla “yatmayı” bile duşunebilir :)

10 Kg.!

Yarın sabah baslayacak seyahat, Cenevreye bır tren yolculuğu ile. Arabayı evde bırakıyoruz, Cenevre Otomobıl Fuaru yüzünden. Cenevreden bır EasyJet uçuşu ile Napoliye. Uçak bileti 25 Frank (Dolar deyin kolaylık olsun diye), Lozan Cenevre tren bileti ise 60 Frank civarı, gel de çık içinden, anlayabiliyorsan anla.

Dönünce görüşmek üzere. . .

13 Mart 2012 Salı

Aptal, Salak Yasalarla Türkiye'yi Vurmaya Calışıyoruz

http://www.hurriyet.com.tr/planet/20117382.asp

ABHaber’e göre, Cohn-Bendit, Strazburg’da yaptığı açıklamada Schengen anlaşması ile ilgili en büyük sorunun Yunan sınırından kaynaklandığına dikkat çekerek “Benim Yunan sınırındaki sorun ile ilgili bir önerim var. Türkiye'ye karşı aptal olmayı bir kenara bırakalım. Fransa ve başka Avrupa ülkelerinde Ermeni soykırımı gibi aptal, salak yasalarla Türkiye'yi vurmaya çalışıyoruz. Avrupa haksız yere Türkiye ile müzakereleri bloke ediyor” şeklinde konuştu

...

Liberal Grup lideri Guy Verhofstadt ise “'Fransa'daki göçmenlerin yarısı gitsin' diyor. Helal ete saldırıyor. Schengen konusunda Avrupalı ortaklarına saldırıyor. 'Acaba bunları söyleyen gerçekten Sarkozy mi yoksa aşırı sağcı Marine Le Pen mi?' diye kendi kendime soruyorum” şeklinde konuştu.

Bu haberin Türkiye kısmını bırakın. Bir Mr. Nothing Türkiye’ye ayıp oluyor demiş de…

Asil ilginci Sarkozy’nin dedikleri.

Aslını aradım, henüz bulamadım ama Hürriyette okuduğun doğruysa bu iyice zıvanadan çıkmış demek ki.

Adam, çok göçmen var, yarısı gitsin diyormuş. Sonra Schengen’i kaldıralım (Avrupa’da pasaportsuz dolaşım anlaşması) diyormuş. Sonra helal ete saldirmis (nasıl bilmiyorum).

Sarkozy tüm bunları ve kat kat fazlasını secimi kazanmak için gözünü kırpmadan yapacak tiniyette biri, bunu biliyoruz.Benim anlamadığım, milyonlarca Fransız bunu görmüyor mu?

12 Mart 2012 Pazartesi

Gezi 101

Gecen Trip Advisor’a baktım, esimle birlikte dünyanın yüzde yirmi besini gezmişiz. Eğer bu yazıyı Facebook’tan okuyorsanız sayfamdaki Trip Advisor linkini takip edip bir bakin.

Bir düşününce dünyanın yüzde yirmi beşi yani dörtte biri bayağı büyük geldi gözüme.

Ee, madem bu kadar gezmişiz, herhalde gezi üstüne bir tricks & tips, yani ipuçları, yazısı yazacak kadar tecrübe edinmişiz demektir. O zaman lafı fazla uzatmadan hemen gecelim konumuzun özüne.

İpucu #1: Bu en önemlisi. Kendinize düzgün bir fotoğraf makinesi alin. Fotoğraf makinesiz gezi, dondurmasız külaha benzer. Hem de paraya kıyıp bir DSLR, yani o büyük siyah Canon yada Nikon makinelerden birini alin. Bu DSLR’larla o cebe sığan ufak makinelerin arasındaki fark, bir BMW ile at arabası arasındaki farktan daha büyüktür. Bu arada iPhone 4S acil durumda çok iyi is gören bir kameradır, biline.

İpucu #2: Eğer yanınızda esim Jelena gibi ayaklı bir sözlük yoksa mutlaka dilinizi konuşan bir turla gidin. Birçok şeyi sadece görmek yetmiyor, bilmek ve bunun için de duymak son derece önemli. En kolayı, İngilizce bilmiyorsanız az biraz öğrenmek. Her yerde iyi kotu ise yarıyor.

İpucu #3: Önceden biraz araştırma yapın. Kafanıza uygun gelen yerlere öncelik verin. Louvre müzesini bastan aşağıya hakkıyla gezmek on gün kadar alır. Eğer resimlerle pek aranız yoksa, Louvre ‘un Mona Lisa ve Mısır sergilerini iki-uç saatte görebilirsiniz. Bunu bilmek için de önceden biraz okumak, biraz plan yapmak gerekir.

İpucu #4: Eğer benim çoğunlukla yaptığım gibi tembellik edip önceden araştırma yapmadıysanız size çok basit bir ipucu. İlk hediyelik eşya dükkânına girip kartpostallara bakin. Bir bölgenin en popular, görülmeye değer ne varsa bulacaksınız.

İpucu #5: Konuşurken basit, kısa ve anlaşılabilir şeyler söyleyin. Her nedense sadece biz Türkler “yoruldum” demek yerine “ayaklarımıza kara sular indi”’yi kelime kelime İngilizceye çevirip yoldan çevirdiğimiz birine hafif espriyle anlatmaya çalışırız. Bunun benzeri olayları o kadar çok gördüm ki inanamazsınız. Unutmayın, bazı, bir dile mahsus incelikli deyimler tercüme edilemez. Bir İngiliz size Türkçe, “Gökten kedi kopek yağıyor. Ho. Ho. Ho.” dese, muhtemelen siz de sinirlenir, benle alay mi ediyor diye düşünürsünüz.

İpucu #6: Biraz cesaret. Rio’ya gidip karnavalı görmek, Paris’e gidip Eiffel’i görmekten daha ucuz, kolay ve az eziyetli çünkü oteller ucuz, vize mize gerekmiyor ve uçak bileti sadece marjinal olarak pahalı. Ancak herzedense kafamızda Paris’e gitmek, Brezilyaya gitmekten daha kolay görünür, belki yakın diye. Söyle biraz zorlayın kendinizi, kabuğunuzdan çıkmak, enginlere sığmayarak taşmak için :) Brezilya, Peru, Arjantin, Tayland, Singapur, Japonya hep sizi bekliyor.

İpucu #7: Hem Jelena hem ben bu “hop on, hop off” otobüsleri çok seviyoruz. Bu otobüsler genelde iki katli olurlar ve birbirlerini yirmi dakika ile yarım saat arası aralıklarla takip ederler. Belirli durakları vardır. Bu duraklar şehirlerin görülecek yerlerindedir. Aklınıza yatan gezmek istediğiniz bir durakta otobüsten iner, istediğiniz kadar vakit harcar sonar bir sonraki otobüsle yolunuza devam edersiniz. Hem kullanışlı, hem ucuz bu yöntemi atlamayın.

İpucu #8: Mutlaka geceleri dışarı çıkın, aman çok yoruldum, ayaklarıma kara sular indi, ben otelde oturacağım demeyin. Özellikle şehirler geceleri çok güzel olurlar. Eğer fotoğraf çekmek isterseniz biraz paraya kıyıp geceye uygun bir kamera ve objektif almayı unutmayın.

İpucu #9: Mutlaka otelinizin adresi ve telefon numarasının yazılı olduğu bir kart, broşür yada elle yazılmış bir kâğıt parçasını yanınızda bulundurun. Yine dışarı çıkmadan otele nereye, nasıl gidebileceğini sorun, güvenli olup olmadığını öğrenin. Dışarıda kendinize dikkat edin, vs., vs. Yani tüm geleneksel turist ve güvenlik uyarılarını yapmış olalım. Neyin nereden geleceği hiç belli olmuyor. Jelena’yla Rio’nun gecekondularını, Buenos Aires’in arka sokaklarını ve Amsterdam’ın kırmızı ışık bölgesini gezdik, hiçbirinde kâğıt üzerinde bunların hepsinden medeni olan Beverly Hills’da korktuğumuz kadar korkmadık.

İpucu #10: Özellikle bati Avrupa’da, araba ile bir otele gidiyorsanız, yaklaştığınızda kendinize bir park yeri arayın. Oteller çoğunlukla park yerimiz var diye ilan verseler de gittiğinizde size yer kalmış olma şansı sıfıra çok yakındır. İspanya, Fransa, Almanya, Avusturya bu konuda çok dertli. İtalya’da çok az park yeri problemi yaşadım.

İpucu #11: Bir şehrin havasını hissetmenin en verimli yöntemlerinden biri o şehrin toplu taşıma araçlarını kullanmak. Mutlaka metro, tramway, otobüs, vapur, ne varsa kullanın. Bir küçük nokta, bunların her birine ücret ödemek ayrı bir tecrübe gerektirir. Bazen önce öder, bazen bileti çıkışta kullanırsınız. Çoğunlukla ayni bilet başka araçlarda da geçer. Siz siz olun, biletlerinizi yada kartlarınızı atmayın. Amsterdam’da kartınızı okutup otobüse binersiniz ama inerken kartınızı bir daha okutmazsanız bir sonraki binişte kullanamazsınız :)

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...