![]() |
Stuttgart’a geldik... |
Otelin önünde taksiciler var, konuşuyorlar “Ayıp etti, ben onu adam zannederdim”, “Siktir et abi, takma kafanı…”
Hepsi Türk!
Jelena geldi, “Tarif ettiler ama anlamadım” dedi. Bu kez ben gittim, gerçekten de resepsiyondaki Alman arkadaş yol tarifinde başarılı değil. Tam o anda resepsiyonistin yanındaki çocuk, ismime bakıp, İngilizce “Türk müsünüz?” Diye sordu. “Evet anam babam, Türküm” dedim. Türkçe, bana bir güzel park yerini anlattı. Jelena’yı resepsiyonda bıraktık, 🐝Mezzy🐝 ile arabayı park etmek üzere çıktık.
Park yerinden asansörle lobiye çıkmak için bekliyoruz, yanımızda da bavul arabasıyla bir bellboy, telefonuyla konuşuyor, “Amk, olmadı mı olmuyor, ben ne yapayım şimdi…”. Asansör geldi. Bellboy eliyle bize buyrun yaptı, ben de “Siz geçin, biz lobide ineceğiz dedim. Türk olduğumu anlayınca biraz utandı, biraz güldü.
Otelin kapısındaki doorman general de Türk’tü.
Odaya çıkmadan akşam için biraz fındık, fıstık alalım dedim. Herhalde otelin yüksek rütbeli bir çalışanı, sağa sola “Gehinzi”, “Şayze”, “Şnel" falan diye emirler yağdırıyor. Yanına gittim, İngilizce nereden fındık fıstık alırız diye soracağım, daha ben başlamadan yanındakine dönüp, Türkçe konuşmaya başladı. Ben de Türkçe, nereden alış veriş yaparız diye sordum, bana dışarda bir büfeyi tarif etti.
Daha sonrasında Stuttgart’ta gezerken her daim Türkçe duymaya devam ettim. Beni asıl şaşırtan, Türkçe aksanının mükemmele yakın olmasıydı. Daha önceki yıllarda hep ağır bir Anadolu aksanı duyardım. Herhalde Türk dizileri nedeniyle diye düşündüm.
Bu Türkçe işine en çok 🐝Mezzy🐝 şaşırmıştı. Hem okulda - malumunuz Almanca, İsviçrenin resmi dillerinden biri, hem de iPad’i üzerinden kendi şevkiyle Almanca öğreniyor sevgili kızım. Almanya’ya gittiğimizde ben size Almancamla yardım ederim demişti. Türkçe ile benim yol bulmama hem anlam veremedi, hem de karizması çizildi diye hafiften bozuldu.
Eşyaları otele atıp, yola koyulduk. Bir U-Bahn istasyonundan alacağımız tren/metro ile şehir merkezine gidecektik. Otomatik bilet makinalarının birine bilet almak için yaklaştık. Dil seçeneklerinden İngilizce’nin üzerine dokunduk ama ekranda bir hareket yok. Bir daha dokundum, nada… Şöyle yumruğumla bir tane çaktım, elim acıdı ama ekran bana mısın demiyor. Acıyan elimi ovalarken ekran İngilizce’ye döndü.
Sonradan anladık, makinenin işlemcisi yada teknik adıyla PLC’si o kadar yavaş ki, makinenin reaksiyon göstermesi gerçekten çok uzun zaman alıyor. Net olarak söylüyorum, evdeki çamaşır makinesinin işlemcisi bile bundan daha hızlı!
Almanya’nın başka bir problemi bu sevgili arkadaşlar. Adamlar öyle bir mühendislikle yapıyorlar ki, nükleer bir patlama sonrası bile makineleri çalışmaya devam edebilecek kadar sağlam. Hal böyle olunca da hala sorunsuz çalışan eski makinelerini on yıllar boyunca değiştirmiyorlar. Proletarya da böyle eski teknolojiyle mahkum kalıyor.
Her neyse, makineyle vurdulu kırdılı bir iletişimle bilet alma aşamasına gelebildik. Bu sefer de makine hangi ‘zone’ diye sordu. Ne bileyim hangi ‘zone’… Durağın ismini biliyoruz ama hangi bölgededir, kim nereden bilsin? Ama Almanya işte, bileceksin!
Bir iki kişiye sorduk ama ya İngilizce anlamadıklarından, ya da bizle uğraşmak istemediklerinden cevap bile vermediler.
Geri makineye döndüğümüzde işlem sıfırlanmış, başa dönmüştü. Tren kalkıyordu ve makineyle dakikalar sürecek aynı kavgayı bir kez daha etmek için zamanımız yoktu. Charlemagne bizi affetsin, trene son anda kapılar kapanırken, biletsiz bindik. Yakalasalardı canımızı alırlar, yüzlerce Euro ödemek zorunda kalırdık. Şansımız yardım etti, yakalanmadan durağımıza ulaşabildik.
Stuttgart ilk bakışta bana bir bir şantiye izlenimi verdi sevgili arkadaşlar. Her yer inşaat. Şehir merkezi, yani tren garının çevresi ise - Almanya’da şehir merkezi, çoğunlukla şehrin birincil tren garının (Hauptbahnhof) çevresi anlamına geliyor - beklendiği üzere ‘Karadenizli Müteahhit’ tarzı binalarla çevrili.
Mükemmel bir steakhouse’da yine mükemmel bir öğlen yemeği yedik. Sonrasında da Königstrasse isimli, şehrin kalbi sayılabilecek yaya yolunda yürümeye başladık. Sağı ve solu yemyeşil ağaçlarla bezeli, hayat dolu bir cadde, ancak binalar yine ‘Karadenizli Müteahhit’ tarzı (Tamam artık bir kez daha tekrarlamayacağım). Artık kanında mı, geninde mi var bilmiyorum, hani Almanya’ya gelince alış-veriş yapılırdı ya bizim eski zamanımızda, sevgili kızım da yüz kremi alacağım diye tutturdu. Biz de cadde üzerindeki mağazalarda zigzaglar yaparak 🐝Mezzy🐝’ye bir yüz kremi bulduk.
Königstrasse caddesi (tekrar oldu, Strasse zaten cadde demek ama idare edin) bizi Schlossplatz meydanına çıkardı (Platz da meydan demek, yine tekrar oldu, yine idare edin).
Schlossplatz gerçekten güzel bir meydan sevgili arkadaşlar. Tarihi bir nokta. Eski Kraliyet Sarayı’nın (Neues Schloss) önünde konumlanmış. Barok mimarili saray yapısı, çevresindeki yeşil alanlar, çeşmeler ve modern sanat eserleriyle bezeli. Ben gördüğümde çok etkilendim ve sarayı yıkıp, modernlik olsun diye Kızılay meydanındaki Gima gibi bir gökdelen dikmedikleri için de ayrıca mutlu oldum.
Bir sonraki durağımız ise Stuttgart Planetarium idi. Ben 🐝Mezzy🐝’nin, hem de Alman elinden çıkma böyle bir yeri görmesini çok istedim. O yüzden bu ziyaret çok ilgimi çekmişti.
Almanlar bu astronomi işine hem meraklıdırlar, hem de sunumu çok iyi yaparlar. İşin aslı bugünkü roketler, jet uçakları falan hep Almanlar’ın icadıdır. NASA’nın insanlığı Ay’a götüren Apollo ve ondan önceki tüm hazırlık projelerini Wernher von Braun isimli bir dahi ve aynı zamanda eski bir Nazi ve SS subayı, tasarımlamış ve yönetmiştir. Braun’un Nazi ve SS geçmişi sonradan, İngilizce deyişiyle Amerikalılar tarafından ‘sugarcoat’ edilip (şekerle kaplanıp, tatlı hale getirilip) yumuşatılsa da, bu dökümanlarla sabit bir gerçektir.
Planetarium’a gitmek için yakındaki U-Bahn istasyonuna girdik. Planetarium, Stuttgart Tren İstasyonu’nun hemen dibinde, biz de metro ile bu tren istasyonuna gideceğiz.
Metro istasyonunda istikametlerin her ikisi için de aşağı inen iki yürüyen merdiven var. İnişlerinin üzerinde ise U1, U12, U19, U987749 gibi tren, yani U-Bahn numaraları yazılı. Takdir edersiniz ki trenler her iki yöne gittikleri için, her iki merdivende de aynı tren numaraları var.
Bu trenlerin hangisine binelim diye sorduk birine. Bizi duvarda asılı bir metro haritasına gönderdi. Ancak harita, Hitler’in Barbarossa harekatında kullandığı haritalardan daha karışık. Stuttgart’daki her trenin gittiği her istasyon yazılı, ancak bir liste halinde değil, çizgilerle bezeli bir diagram halinde.
Önce bir beş dakika Stuttgart Tren İstasyonu bu haritanın üzerinde nerede onu bulmaya çalıştık. Bulduktan sonra buradan geçen trenlerin hangisi bulunduğumuz metro istasyonundan geçiyor diye bakınmaya başladık. Şaşı gibi bir merdivenlerin üzerindeki tren numaralarına, bir de tren istasyonundan geçen trenlerin numaralarına bakarak hangi trene binmemiz gerektiğini anlamaya çalıştık. Nada. Stuttgart Tren İstasyonuna giden trenlerin hiç biri bulunduğumuz metro istasyonundan geçmiyordu. Yani aktarma yapmak gerekiyordu.
Ama hangi trene binip, hangi istasyonda aktarma yapalım, bilmiyoruz. Bir kadına sorduk, cevap bile vermedi. Gençten başka bir kadına sorduk, sağolsun, yardımcı oldu. Telefonundan bir aplikasyon ile en kısa bağlantıyı buldu. Hangi trene binip, hangi istasyonda hangi trene aktarma yapacağımızı öğrenmiştik. Tek eksiğimiz hangi istikamete gideceğimizi bulmaktı. Haritadan final istasyon ismine baktık, her iki istikamete giden trenleri görebileceğimiz bir noktada, ilk treni kaçırmak pahasına doğru istikameti bulduk ve trene bindik. Bir durak sonra inip, Google’ın gösterdiği ikinci trene aktarma yaparak Stuttgart Tren İstasyonuna ulaştık.
İnşaat yüzünden planetarium’a giden yollar hep kapalıydı. Bina on metre ilerimizde olmasına rağmen bir türlü içine giremiyorduk.
Yarım saat kadar sonra kapıya giden yolu bulabildik ve planetarium’a girdik. İçerisi bomboştu. Bir görevli geldi ve “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. “ Planetarium’u gezmek istiyoruz” dedik. “Buyrun gezin dedi”. İşaret ettiği yönde belki on metrelik bir koridor var. Koridorda ise bir astronot elbisesi, coğrafya derslerinden kalma bir küre, bir de küçük bir camekanın içinde, ya ay taşı, ya yada meteorit olan ufacık bir taş var.
“Hepsi bu mu?” diye sorduk, “Bir de sinema var ama filim başladı, alamayız sizi” dediler.
Hayal kırıklığı içinde ayrıldık.
Planetarium’dan çıkıp, kapıda 'Şimdi nereye gidelim?' olduk.
Stuttgart demek Mercedes demektir sevgili arkadaşlar. Mercedes’in merkezi bu kentte bulunur.
Gottlieb Daimler ve Carl Benz, birbirlerinden bağımsız iki otomobil üreticisiydi. 1926 yılında birleşip, Daimler-Benz AG isimli şirketi kurdular ve ürettikleri binek arabalarını Mercedes-Benz markası ile satmaya başladılar, Mercedes, ilk bayilerinden Emil Jellinek’in kızının ismi, Benz ise Carl Benz’in soyadından gelmedir.
İster inanın, ister inanmayın, 2022 yılına kadar ‘Mercedes’ isimli bir firma yoktu sevgili arkadaşlar. Mercedes, yada tam şekliyle Mercedes Benz sadece bir markaydı. Bu markanın sahibi ve arabaların üreticisi Daimler-Benz AG’ydi. 2022’den sonra bu şirketin ismi Mercedes-Benz Group AG oldu.
Stuttgart’ta da bir Mercedes müzesi var.
Kızlarla bu müzeye gidelim dedik, ancak işin aslı, otuz küsür senedir Alman arabalarını tercih etmeme rağmen, Mercedes’lere bir türlü kanım ısınmadı sevgili arkadaşlar.
Yıllar önce İsviçre’ye ilk geldiğimde bir Volkswagen Golf GTI’ım vardı. Yine bu zamanlarda bir 325 mi, 525 mi, convertible, sonrasında bir M3 BMW kullandım. Sırbistan’da bir Audi A4’üm vardı. İsviçre’ye döndüğümüzde Jelena kendine aklımda yanlış kalmadıysa bir BMW 320, ben de bir convertible Audi TT aldım. Sonrasında ailecek SUV’lere terfi ettik. Jelena bir BMW X3, ben de bir X5 aldım. X5 öldüğünde Jelena bana bir Porsche Cayenne aldı. Şu anda ise yine bir BMW X5 kullanıyoruz.
Bunları size hıyarlık olsun diye değil, Alman arabalarına olan tutkumu anlatabilmek için yazdım. Türkiye’den nasıl görüldüğünün tamamen farkındayım ancak İsviçre için, hele ikinci el olursa, fazlasıyla normal bir durum, bu arabaları kullanmak.
Her neyse. Bu kadar Alman arabası sevmeme rağmen, Mercedes ile yıldızımız bir türlü barışmadı. Belki gençken o aklımıza kazınan kalantor Mafyacı Mercedesciler’in yüzündendir. Kim bilir?
O yüzdendir, Mercedes müzesini gezmek hiç de içimi açmamıştı. Jelena’nın bu taraklarda hiç bezi yoktur, 🐝Mezzy🐝 ise sadece dokuz yaşında, Mercedes falan henüz ilgi alanında değil. Vaz geçtik.
Stuttgart’da bir de Porsche müzesi var sevgili arkadaşlar. Ancak şehrin çok içinde değil. Akşam olduğu için ona da vakit kalmamıştı.
Otomobil konusunu kapatmadan, yolunuz düşerse, Münih’teki BMW müzesini gezmenizi öneririm. Yarım gün alıyor ancak mükemmel yapmışlar. O günden beri, araba anahtarlarımız, bu müzeden aldığımız BMW armalı bir anahtarlığa takılıdır.
Nereye gidelim sorunsalımız için listemize bakmaya devam ettik. Bir iki kilise, bir kütüphane, bir de “Scavenger Hunt” dedikleri, ipuçlarını kovalayarak bir şeyler bulma oyunu vardı.
Kızlar “Bırak bunları, hadi otele gidelim. Hem havuz var, biz yüzeriz, sen de şarabını içersin.” dediler. Kulağıma müzik gibi gelmişti. Akşam biraz erken bir saat olsa da otele döndük.
Ertesi sabah Stuttgart’daki son ziyaret noktamıza gittik. Bir şarap müzesi. Bir ay öncesinden booking.com'dan bilet almıştım.
Stuttgart’ın banliyösünde bir semt. Binalar falan çok güzel. Şarap müzesinin binası ayrı bir güzel.
Kapıya asıldık, kitli. Cam kapıda Garfield olduğumuzu gören bir kadın içerden koştu, kapıyı açtı. Biletimizi gösterip, “Ziyarete geldik” dedik.
Kadın “Kapalıyız, saat ikide açılıyoruz” dedi. Bilete baktım, gün boyu istediğiniz saatte gelin yazıyor. Kadına bileti gösterip, “Bak burada kapalı yazmıyor” dedim. Kadın da bana kapının cam kanadını işaret edip, “Bak burada yazıyor, açılış saati iki” dedi.
Saat on falandı. Bir şarap müzesi için yarım gün öldürmek manasız olacaktı. Kader dedik, döndük arabamıza, bastık gaza.
Herhalde fark ettiniz, Stuttgart bizim için bir hayal kırıklığı olmuştu. Bana biraz Manchester’ı hatırlattı. Büyük bir sanayi kenti, ancak gezip, görecek fazla bir şey yok.
Bir Mercedes meraklısıysanız, bu kentte bir mabediniz var. Değilseniz, önerim, bir yarım saatliğine Schlossplatz’da bir kahve molası verin, ve yolunuza devam edin. Stuttgart’ta görecek bir şey yok.
Çok moral bozmayalım. Bir Sonraki hedefimiz Stuttgart’daki hayal kırıklığımızı tedavi edecek kadar güzel ve görülmeye değer bir yer.
Almanya gezimiz sürüyor.
Sevgi ile kalın 💕
Jelena geldi, “Tarif ettiler ama anlamadım” dedi. Bu kez ben gittim, gerçekten de resepsiyondaki Alman arkadaş yol tarifinde başarılı değil. Tam o anda resepsiyonistin yanındaki çocuk, ismime bakıp, İngilizce “Türk müsünüz?” Diye sordu. “Evet anam babam, Türküm” dedim. Türkçe, bana bir güzel park yerini anlattı. Jelena’yı resepsiyonda bıraktık, 🐝Mezzy🐝 ile arabayı park etmek üzere çıktık.
Park yerinden asansörle lobiye çıkmak için bekliyoruz, yanımızda da bavul arabasıyla bir bellboy, telefonuyla konuşuyor, “Amk, olmadı mı olmuyor, ben ne yapayım şimdi…”. Asansör geldi. Bellboy eliyle bize buyrun yaptı, ben de “Siz geçin, biz lobide ineceğiz dedim. Türk olduğumu anlayınca biraz utandı, biraz güldü.
Otelin kapısındaki doorman general de Türk’tü.
Odaya çıkmadan akşam için biraz fındık, fıstık alalım dedim. Herhalde otelin yüksek rütbeli bir çalışanı, sağa sola “Gehinzi”, “Şayze”, “Şnel" falan diye emirler yağdırıyor. Yanına gittim, İngilizce nereden fındık fıstık alırız diye soracağım, daha ben başlamadan yanındakine dönüp, Türkçe konuşmaya başladı. Ben de Türkçe, nereden alış veriş yaparız diye sordum, bana dışarda bir büfeyi tarif etti.
Daha sonrasında Stuttgart’ta gezerken her daim Türkçe duymaya devam ettim. Beni asıl şaşırtan, Türkçe aksanının mükemmele yakın olmasıydı. Daha önceki yıllarda hep ağır bir Anadolu aksanı duyardım. Herhalde Türk dizileri nedeniyle diye düşündüm.
Bu Türkçe işine en çok 🐝Mezzy🐝 şaşırmıştı. Hem okulda - malumunuz Almanca, İsviçrenin resmi dillerinden biri, hem de iPad’i üzerinden kendi şevkiyle Almanca öğreniyor sevgili kızım. Almanya’ya gittiğimizde ben size Almancamla yardım ederim demişti. Türkçe ile benim yol bulmama hem anlam veremedi, hem de karizması çizildi diye hafiften bozuldu.
Eşyaları otele atıp, yola koyulduk. Bir U-Bahn istasyonundan alacağımız tren/metro ile şehir merkezine gidecektik. Otomatik bilet makinalarının birine bilet almak için yaklaştık. Dil seçeneklerinden İngilizce’nin üzerine dokunduk ama ekranda bir hareket yok. Bir daha dokundum, nada… Şöyle yumruğumla bir tane çaktım, elim acıdı ama ekran bana mısın demiyor. Acıyan elimi ovalarken ekran İngilizce’ye döndü.
Sonradan anladık, makinenin işlemcisi yada teknik adıyla PLC’si o kadar yavaş ki, makinenin reaksiyon göstermesi gerçekten çok uzun zaman alıyor. Net olarak söylüyorum, evdeki çamaşır makinesinin işlemcisi bile bundan daha hızlı!
Almanya’nın başka bir problemi bu sevgili arkadaşlar. Adamlar öyle bir mühendislikle yapıyorlar ki, nükleer bir patlama sonrası bile makineleri çalışmaya devam edebilecek kadar sağlam. Hal böyle olunca da hala sorunsuz çalışan eski makinelerini on yıllar boyunca değiştirmiyorlar. Proletarya da böyle eski teknolojiyle mahkum kalıyor.
Her neyse, makineyle vurdulu kırdılı bir iletişimle bilet alma aşamasına gelebildik. Bu sefer de makine hangi ‘zone’ diye sordu. Ne bileyim hangi ‘zone’… Durağın ismini biliyoruz ama hangi bölgededir, kim nereden bilsin? Ama Almanya işte, bileceksin!
Bir iki kişiye sorduk ama ya İngilizce anlamadıklarından, ya da bizle uğraşmak istemediklerinden cevap bile vermediler.
Geri makineye döndüğümüzde işlem sıfırlanmış, başa dönmüştü. Tren kalkıyordu ve makineyle dakikalar sürecek aynı kavgayı bir kez daha etmek için zamanımız yoktu. Charlemagne bizi affetsin, trene son anda kapılar kapanırken, biletsiz bindik. Yakalasalardı canımızı alırlar, yüzlerce Euro ödemek zorunda kalırdık. Şansımız yardım etti, yakalanmadan durağımıza ulaşabildik.
Stuttgart ilk bakışta bana bir bir şantiye izlenimi verdi sevgili arkadaşlar. Her yer inşaat. Şehir merkezi, yani tren garının çevresi ise - Almanya’da şehir merkezi, çoğunlukla şehrin birincil tren garının (Hauptbahnhof) çevresi anlamına geliyor - beklendiği üzere ‘Karadenizli Müteahhit’ tarzı binalarla çevrili.
Mükemmel bir steakhouse’da yine mükemmel bir öğlen yemeği yedik. Sonrasında da Königstrasse isimli, şehrin kalbi sayılabilecek yaya yolunda yürümeye başladık. Sağı ve solu yemyeşil ağaçlarla bezeli, hayat dolu bir cadde, ancak binalar yine ‘Karadenizli Müteahhit’ tarzı (Tamam artık bir kez daha tekrarlamayacağım). Artık kanında mı, geninde mi var bilmiyorum, hani Almanya’ya gelince alış-veriş yapılırdı ya bizim eski zamanımızda, sevgili kızım da yüz kremi alacağım diye tutturdu. Biz de cadde üzerindeki mağazalarda zigzaglar yaparak 🐝Mezzy🐝’ye bir yüz kremi bulduk.
Königstrasse caddesi (tekrar oldu, Strasse zaten cadde demek ama idare edin) bizi Schlossplatz meydanına çıkardı (Platz da meydan demek, yine tekrar oldu, yine idare edin).
![]() |
Schlossplatz |
Bir sonraki durağımız ise Stuttgart Planetarium idi. Ben 🐝Mezzy🐝’nin, hem de Alman elinden çıkma böyle bir yeri görmesini çok istedim. O yüzden bu ziyaret çok ilgimi çekmişti.
Almanlar bu astronomi işine hem meraklıdırlar, hem de sunumu çok iyi yaparlar. İşin aslı bugünkü roketler, jet uçakları falan hep Almanlar’ın icadıdır. NASA’nın insanlığı Ay’a götüren Apollo ve ondan önceki tüm hazırlık projelerini Wernher von Braun isimli bir dahi ve aynı zamanda eski bir Nazi ve SS subayı, tasarımlamış ve yönetmiştir. Braun’un Nazi ve SS geçmişi sonradan, İngilizce deyişiyle Amerikalılar tarafından ‘sugarcoat’ edilip (şekerle kaplanıp, tatlı hale getirilip) yumuşatılsa da, bu dökümanlarla sabit bir gerçektir.
Planetarium’a gitmek için yakındaki U-Bahn istasyonuna girdik. Planetarium, Stuttgart Tren İstasyonu’nun hemen dibinde, biz de metro ile bu tren istasyonuna gideceğiz.
Metro istasyonunda istikametlerin her ikisi için de aşağı inen iki yürüyen merdiven var. İnişlerinin üzerinde ise U1, U12, U19, U987749 gibi tren, yani U-Bahn numaraları yazılı. Takdir edersiniz ki trenler her iki yöne gittikleri için, her iki merdivende de aynı tren numaraları var.
Bu trenlerin hangisine binelim diye sorduk birine. Bizi duvarda asılı bir metro haritasına gönderdi. Ancak harita, Hitler’in Barbarossa harekatında kullandığı haritalardan daha karışık. Stuttgart’daki her trenin gittiği her istasyon yazılı, ancak bir liste halinde değil, çizgilerle bezeli bir diagram halinde.
Önce bir beş dakika Stuttgart Tren İstasyonu bu haritanın üzerinde nerede onu bulmaya çalıştık. Bulduktan sonra buradan geçen trenlerin hangisi bulunduğumuz metro istasyonundan geçiyor diye bakınmaya başladık. Şaşı gibi bir merdivenlerin üzerindeki tren numaralarına, bir de tren istasyonundan geçen trenlerin numaralarına bakarak hangi trene binmemiz gerektiğini anlamaya çalıştık. Nada. Stuttgart Tren İstasyonuna giden trenlerin hiç biri bulunduğumuz metro istasyonundan geçmiyordu. Yani aktarma yapmak gerekiyordu.
Ama hangi trene binip, hangi istasyonda aktarma yapalım, bilmiyoruz. Bir kadına sorduk, cevap bile vermedi. Gençten başka bir kadına sorduk, sağolsun, yardımcı oldu. Telefonundan bir aplikasyon ile en kısa bağlantıyı buldu. Hangi trene binip, hangi istasyonda hangi trene aktarma yapacağımızı öğrenmiştik. Tek eksiğimiz hangi istikamete gideceğimizi bulmaktı. Haritadan final istasyon ismine baktık, her iki istikamete giden trenleri görebileceğimiz bir noktada, ilk treni kaçırmak pahasına doğru istikameti bulduk ve trene bindik. Bir durak sonra inip, Google’ın gösterdiği ikinci trene aktarma yaparak Stuttgart Tren İstasyonuna ulaştık.
![]() |
Hepsi bu mu? |
Yarım saat kadar sonra kapıya giden yolu bulabildik ve planetarium’a girdik. İçerisi bomboştu. Bir görevli geldi ve “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. “ Planetarium’u gezmek istiyoruz” dedik. “Buyrun gezin dedi”. İşaret ettiği yönde belki on metrelik bir koridor var. Koridorda ise bir astronot elbisesi, coğrafya derslerinden kalma bir küre, bir de küçük bir camekanın içinde, ya ay taşı, ya yada meteorit olan ufacık bir taş var.
“Hepsi bu mu?” diye sorduk, “Bir de sinema var ama filim başladı, alamayız sizi” dediler.
Hayal kırıklığı içinde ayrıldık.
Planetarium’dan çıkıp, kapıda 'Şimdi nereye gidelim?' olduk.
Stuttgart demek Mercedes demektir sevgili arkadaşlar. Mercedes’in merkezi bu kentte bulunur.
Gottlieb Daimler ve Carl Benz, birbirlerinden bağımsız iki otomobil üreticisiydi. 1926 yılında birleşip, Daimler-Benz AG isimli şirketi kurdular ve ürettikleri binek arabalarını Mercedes-Benz markası ile satmaya başladılar, Mercedes, ilk bayilerinden Emil Jellinek’in kızının ismi, Benz ise Carl Benz’in soyadından gelmedir.
İster inanın, ister inanmayın, 2022 yılına kadar ‘Mercedes’ isimli bir firma yoktu sevgili arkadaşlar. Mercedes, yada tam şekliyle Mercedes Benz sadece bir markaydı. Bu markanın sahibi ve arabaların üreticisi Daimler-Benz AG’ydi. 2022’den sonra bu şirketin ismi Mercedes-Benz Group AG oldu.
Stuttgart’ta da bir Mercedes müzesi var.
Kızlarla bu müzeye gidelim dedik, ancak işin aslı, otuz küsür senedir Alman arabalarını tercih etmeme rağmen, Mercedes’lere bir türlü kanım ısınmadı sevgili arkadaşlar.
Yıllar önce İsviçre’ye ilk geldiğimde bir Volkswagen Golf GTI’ım vardı. Yine bu zamanlarda bir 325 mi, 525 mi, convertible, sonrasında bir M3 BMW kullandım. Sırbistan’da bir Audi A4’üm vardı. İsviçre’ye döndüğümüzde Jelena kendine aklımda yanlış kalmadıysa bir BMW 320, ben de bir convertible Audi TT aldım. Sonrasında ailecek SUV’lere terfi ettik. Jelena bir BMW X3, ben de bir X5 aldım. X5 öldüğünde Jelena bana bir Porsche Cayenne aldı. Şu anda ise yine bir BMW X5 kullanıyoruz.
Bunları size hıyarlık olsun diye değil, Alman arabalarına olan tutkumu anlatabilmek için yazdım. Türkiye’den nasıl görüldüğünün tamamen farkındayım ancak İsviçre için, hele ikinci el olursa, fazlasıyla normal bir durum, bu arabaları kullanmak.
Her neyse. Bu kadar Alman arabası sevmeme rağmen, Mercedes ile yıldızımız bir türlü barışmadı. Belki gençken o aklımıza kazınan kalantor Mafyacı Mercedesciler’in yüzündendir. Kim bilir?
O yüzdendir, Mercedes müzesini gezmek hiç de içimi açmamıştı. Jelena’nın bu taraklarda hiç bezi yoktur, 🐝Mezzy🐝 ise sadece dokuz yaşında, Mercedes falan henüz ilgi alanında değil. Vaz geçtik.
Stuttgart’da bir de Porsche müzesi var sevgili arkadaşlar. Ancak şehrin çok içinde değil. Akşam olduğu için ona da vakit kalmamıştı.
Otomobil konusunu kapatmadan, yolunuz düşerse, Münih’teki BMW müzesini gezmenizi öneririm. Yarım gün alıyor ancak mükemmel yapmışlar. O günden beri, araba anahtarlarımız, bu müzeden aldığımız BMW armalı bir anahtarlığa takılıdır.
Nereye gidelim sorunsalımız için listemize bakmaya devam ettik. Bir iki kilise, bir kütüphane, bir de “Scavenger Hunt” dedikleri, ipuçlarını kovalayarak bir şeyler bulma oyunu vardı.
Kızlar “Bırak bunları, hadi otele gidelim. Hem havuz var, biz yüzeriz, sen de şarabını içersin.” dediler. Kulağıma müzik gibi gelmişti. Akşam biraz erken bir saat olsa da otele döndük.
Ertesi sabah Stuttgart’daki son ziyaret noktamıza gittik. Bir şarap müzesi. Bir ay öncesinden booking.com'dan bilet almıştım.
Stuttgart’ın banliyösünde bir semt. Binalar falan çok güzel. Şarap müzesinin binası ayrı bir güzel.
![]() |
Binalar falan çok güzel |
Kadın “Kapalıyız, saat ikide açılıyoruz” dedi. Bilete baktım, gün boyu istediğiniz saatte gelin yazıyor. Kadına bileti gösterip, “Bak burada kapalı yazmıyor” dedim. Kadın da bana kapının cam kanadını işaret edip, “Bak burada yazıyor, açılış saati iki” dedi.
Saat on falandı. Bir şarap müzesi için yarım gün öldürmek manasız olacaktı. Kader dedik, döndük arabamıza, bastık gaza.
Herhalde fark ettiniz, Stuttgart bizim için bir hayal kırıklığı olmuştu. Bana biraz Manchester’ı hatırlattı. Büyük bir sanayi kenti, ancak gezip, görecek fazla bir şey yok.
Bir Mercedes meraklısıysanız, bu kentte bir mabediniz var. Değilseniz, önerim, bir yarım saatliğine Schlossplatz’da bir kahve molası verin, ve yolunuza devam edin. Stuttgart’ta görecek bir şey yok.
Çok moral bozmayalım. Bir Sonraki hedefimiz Stuttgart’daki hayal kırıklığımızı tedavi edecek kadar güzel ve görülmeye değer bir yer.
Almanya gezimiz sürüyor.
Sevgi ile kalın 💕
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder