28 Nisan 2025 Pazartesi

Budapeşte'yi Geziyoruz

“I don’t want to go to ‘Budipest’!” diye bağrınıyordu sevgili kızım. Annesi düzeltti “Not ‘Budipest’, ‘Budapest’…”. Ama heyhat, Budapeşte’nin ailemizdeki ismi “Budipest” olarak kaldı. Jelena’nın ağızı öyle alışmıştı ki, üçüncü şahıslara bile “We will be in ‘Budipest’ next week” falan diyordu, onlar da muhtemelen “Yazık, köylü, Budapest diyemiyor” falan diye üzülüyorlardı.

🐝Mezzy🐝’yi ikna etmek için bir rüşvet gerekiyordu. Budapeşte öncesine iki günlük bir Europa Park gezisi ekledik. Uçağımız zaten Basel Havaalanı’ndan kalkıyordu ve Europa Park Basel’a sadece bir saatlik uzaklıktaydı.

Europa Park bildiğiniz üzere bir amusement park. Disneyland’den daha büyük ve yaşça biraz ileri çocuklara ve ruhu hep çocuk kalanlara hitap ediyor. 🐝Mezzy🐝 ile son zamanlarda bu parkı tercih ediyoruz.

Europa Park’ta iki gün ve sonrasında bir EasyJet uçuşu ile Budapeşte’ye ulaştık.

Otele akşam geç saatte ulaşmıştık. 🐝Mezzy🐝 ile kendimize Wolt üzerinden birer Whopper söyledik, sonra da hemen uyuduk.

Sabah kahvaltımızı St. Stephen Basilica’sının yanında bir cafede ettik. Kahvaltı ettik dediğime bakmayın, doğru anlamıyla kahvaltı eden sadece 🐝Mezzy🐝 oldu. Jelena bir kahve içti, ben de kahve üstüne bir Egri Bikavér içtim. Macaristan’ın bir şarap ülkesi olmasının sonucu, sabahın dokuzunda şarap isteyince acayip karşılamıyorlar.

St. Stephen’s Basilica
St. Stephen’s Basilica, çok büyük bir kilise sevgili arkadaşlar. ilk Macar kralı Szent István’ın anısına isimlendirilmiş. Ve tabii ki bir Katolik kilisesi. Bu kilisenin bulunduğu meydanda önceleri hayvan dövüşleri yapılırmış. Sonrasında geçici bir kilise, ve en sonunda bugünkü basilica’yı yapmışlar.

Bu basilica’yı gezmek ücretli sevgili arkadaşlar - normalde kiliseleri gezmek için para ödemezsiniz, ancak anlaşıldığı kadarıyla Macarlar bu işi biraz ticarete dökmüşler. Bilet alıp gezmek de öyle kolay değil.

Biz oradayken, işaretler bizi caddenin karşısında bir bilet ofisine yönlendirdi, ancak burada çok uzun bir sıra vardı. Bunun nedeni ise gişede kimsenin olmamasıydı. Online bilet alabilmek için bir QR code koymuşlardı, ancak bu kodun yönlendirdiği web sitesi de çalışmıyordu.

Aziz Stefan bizi affetsin, kilisesini gezmedik.

Kilisenin hemen önündeki duraktan Hop On-Hop Off otobüsümüze bindik. Bu otobüsler Budapeşte’de çok işe yaradı. Hem anlatım, hem de ulaşım için çok uygunlardı. Üstüne fiyata bir de ücretsiz Tuna nehrinde bir tekne turu dahil olunca, tadından yenmedi. Daha önceden bir tekne turu almıştık, ancak hop-hop otobüsler aynı turu bedava verince, ilkini iptal ettirdik.

Hop-hop otobüslerinin tek problemi İngilizce kaydın felaket bir aksanla yapılmış olmasıydı. Kız, “Hızlı konuşmak iyi konuşmaktır” ekolünden geldiği için, ki bu ekol Orta Avrupa’nın eski komünist ülkelerinde çok popülerdir, cümlelerinin ilk beş sözcüğü neredeyse anlaşılmaz durumdaydı. Cümlelerinin sonu da ağır, artık Macar mı, Hollandalı mı desem aksanı yüzünden zar zor anlaşılabilir olunca, söylenenleri anlamak biraz hayal gücümüze kalıyordu. Ancak giderseniz, endişe etmenize gerek yok. Dil seçeneklerinin içerisinde Türkçe de var.

Hava yağmurluydu, ancak hava raporuna göre yağmurlu olmaması gerekiyordu. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 ceketlerini yanına almışlardı, ancak ben şahsım zibidi gibi bir t-shirt ile geziyordum. Otobüsten inip, bir mağazadan kendime bir sweat-shirt aldım.

Budapeşte’nin önemli ziyaret noktalarından biri Heroes’ Square, yani Kahramanlar Meydanı’dır sevgili arkadaşlar.

Heroes’ Square
Heroes’ Square, yarısı, sütunlu iki çeyrek dairesel bir yapı ile çevrili, ortasında bir sütun olan bir anıtın bulunduğu bir meydan. Anıtın altında, başta Arpad, Macarlar’ı Karpatlara getiren yedi Macar reisinin heykelleri var. Sütunun üzerinde ise Melek Gabriel’in yani Cebrail’in heykeli olması gerekiyordu ama biz oradayken herhalde tatile çıkmıştı.

Anıtı çevreleyen sütunlu yapıda ise Macar tarihinin önemli figürlerinin heykelleri bulunuyor.

Meydanın diğer tarafında bir Meçhul Asker anıtı var, ancak buna yaklaşamıyorsunuz.

Bu meydan yapıldığında Macaristan, hala Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun bir parçasıymış. Bağımsızlıktan sonra Habsburg hanedanlarının heykelleri yerine Macar figürler konmuş.

Heroes’ Square etkileyici, görülesi bir yer.

Hop-hop otobüsleri ile durup, ziyaret etmeden şehrin gerisini dolaştık, ve ertesi günkü ziyaret noktalarını belirledik.

Akşamımızı Hard Rock Cafe’de sonlandırdık. Ok bekledim ama hiç Omega çalmadılar.

Hard Rock Cafe
Ertesi günkü ilk ziyaret noktamız Dohány Street Sinagogu’ydu.

Bu sinagog, İkinci Dünya Savaşı başlarında oluşturulan Yahudi Gettosu’nun girişinde bulunuyor.

Yahudi Gettoları, sadece Macaristanda değil, bir çok Orta Avrupa ülkesinde Yahudileri bir araya toplamak için yapılmışlar. Böylece karar verildiğinde hepsini buradan alıp, ölüm kamplarına getirmek kolay olacaktı.

İlk başlarda sadece barınma amacı güdülüyor gibi gösterilen bu mahallelerde çevrede oturanlar kim Yahudiler, hangileridir görsünler diye açık alanlı giriş ve çıkışlar vardı. Sonrasında Yahudilere, sol kollarına, Yahudi oldukları anlaşılsın diye, çoğunlukla sarı, Davut Yıldızları dikme zorunluluğu getirildi. Daha da sonrasında Yahudi Gettoları’na giriş ve çıkışlar izne bağlandı. Karar verildiğinde ise bu gettolara girilip, içinde bulunan Yahudiler ya öldürüldü, ya da toparlanıp, ölüm kamplarına gönderildi.

Macaristan’ın savaş esnasında önemli bir Yahudi nüfusu vardı. Herkesin bildiği Auschwitz kampı, aslen Macar Yahudilerin katli için tasarlanmıştı. 600 bin Macar Yahudisi Auschwitz’de can verdi. Bu rakam, Auschwitz’de ölen her üç Yahudi’den birine denk gelir.

Dohány Street Sinagogunun bahçesinde, savaşın en büyük toplu mezarlarından biri var. Yahudiler burada ya vurulmuş, ya da soğuktan ve hastalıktan can vermişler.

Dohány Street Sinagogu savaşta çok fazla hasar görmemiş. Birçok kişi bunu, Almanlar’ın Yahudi bölgesinin başladığı noktayı belirleyen bir yapı olduğu için sağlam bıraktıklarını düşünüyor.

Ben Holocaust hakkında çok kitap okudum, bu facianın önemli tarihi noktalarını ziyaret ettim sevgili arkadaşlar. Yahudilere bu bakımdan çok derin sempati duyarım. Bugün, Gazze’de olanlar yüzünden aklınızdan geçenleri elbette biliyorum, ancak bir yanlış, bir doğruyu götürmüyor. Şimdilik bu iki olayı, ve ırklar ile hükümetleri bir birlerinden ayrı tutalım. Bir gün Gazze’de olanlar da konuşulacak elbette.

Sinagogu gezerken erkeklerin Yarmulke yada Kipa ismi verilen başlığı giymeleri zorunlu. Bu nedenle ben de hayatımda ilk kez bir Yarmulke giymiş oldum.

Yarmulke
Avrupa’nın en büyüğü olan bu sinagogun içi çok güzel, bahçesinde ise toplu mezarın bulunduğu avludan başka, Holocaust kurbanlarının ve savaş esnasında Yahudilere yardım eden Yahudi olmayan kişilerin anıldığı ufak bir park var. Bu parkta ise Tony Curtis’in yapımına büyük katkı sağladığı bir metal ağaç anıtı var. Tony Curtis’i hatırlarsınız, Kaygısızlar’ın Danny Wilde’ıydı. Curtis’in annesi ve babası, Amerika’ya göç etmiş Macar Yahudileriydiler. Curtis kökenlerini hiç unutmamış ve ölene kadar her fırsatta Budapeşte’ye gelip, bu Sinagogu ziyaret etmiş.

Aynı parkta üzerinin taşlarla bezendiği mezarlar var. Yahudilik inancında mezarlara canlı sayılan çiçekler yerine taşlar bırakılıyor, çünkü yaşayanlarla ölülerin karışmaması gerekiyor.

Dohány Street Synagogu’nu ziyaret etmenizi kuvvetle öneririm sevgili arkadaşlar. Hem tarihi bir yer, hem de Yahudi olmayanlar için, Yahudilik inancına bir pencere açıyor.

Bu konuyu kapatmadan, son zamanlarda bayağı popüler olan gereksiz bir ayrım için de iki kelam edeyim.

Efendim, Yahudiler bir ırkmış ve inançlarına da Yahudilik yerine Musevilik denmesi gerekiyormuş.

Uzak geçmişte belki biraz doğru sayılabilecek bir ayrım bu. İngilizcede mesela Musevi anlamına gelen “Mosaic” diye arkaik bir kelime vardır, ancak bugün bir Yahudi’ye “Mosaic” derseniz size gülecektir. Günümüzde aklı başında herkes bu inanca “Yahudilik” der. İngilizcesi de Judaism. Etiyopyadan gelen siyahi de, Polonya’dan gelen sarı saçlı, mavi gözlü Aşkanazi de Yahudidir. Bunların her ikisinin de Arap Yarımadası kökenli etnik Yahudilerle bir akrabalığı yoktur. İnancın kendisi de zaten Yahudi ırkını Yahudiliğe inanan kişiler olarak tanımlar - bir de anne tarafından Yahudilik bağı gerekir.

Neyse, çok uzatmayalım. Hristiyanlığa “İsevilik”, “Müslümanlığa da “Muhammedilik” demiyoruz. Böyle gereksiz ayrımlara kendimizi kaptırmayalım.

Bir Macar restoranında öğle yemeğimizi yedikten sonra Széchenyi Köprüsü’ne geldik.

Széchenyi Köprüsü
Biliyorsunuz, Budapeşte, Tuna Nehri'nin ikiye ayırdığı Buda ve Peşt bölgelerinden oluşan bir şehirdir. Bu iki bölgeyi birbirine bağlayan sekiz köprü vardır. Bu köprülerin en ünlüsü, hatta Budapeşte’nin resmi sembolü hâline gelmiş olanı ise Széchenyi Zincir Köprüsü’dür.

Széchenyi Köprüsü gerçek bir sanat eseridir. 1849 yılında yapılmış ve Buda ile Peşt’i birleştiren ilk kalıcı köprü olmuştur.

Almanlar, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Macaristan’dan geri çekilirken, Tuna üzerindeki Széchenyi Köprüsü dahil bütün köprüleri imha etmişler. Sadece kuleleri ayakta kalan Széchenyi Köprüsü, savaş sonrası aslına sadık kalınarak yeniden inşa edilmiştir.

Budapeşte’ye gelirseniz, Széchenyi Köprüsü’nü görmemeniz zaten mümkün olmayacaktır. Biraz vakit ayırıp, bu ikonik yapıyı sindire sindire gezin derim.

Köprüden sonra altı numaralı rıhtımdan Tuna Nehri tekne turumuza başladık.

Budapeşte, nehir üzerinden gezilmesi en keyifli şehirlerden biri sevgili arkadaşlar. Şehir zaten Tuna boyunca kurulduğu için, tekne turu Budapeşte’nin en görülesi noktalarını adeta bir açık hava müzesi gibi sergiliyor.

Bunların başında güzelim Parlamento Binası geliyor. Orban, sadece bu bina sayesinde bile Avrupa’nın en şanslı devlet başkanlarından biri sayılabilir.

Parlamento Binası
Parlamento Binası 1902 yılında açılmış. Bir hükümet binasından çok, büyük bir katedrali andırıyor.
Neo-Gotik tarzda, sivri kulelerle süslü bir mimarisi var. Hatta biraz Londra’daki Westminster Sarayı’nı andırıyor.

Tur üzerindeki diğer ikonik yapı ise Buda Kalesi. 1250’lerde yapılmış. Geçmişte Macar Kraliyetinin meskeni olan bu muazzam yapı, bugün bir tarih ve sanat müzesi ile bir kütüphaneye ev sahipliği yapıyor.

Mohaç Savaşı sonrası Kanuni Sultan Süleyman Budapeşte’yi yağmalatsa da, bu yapıya büyük zarar vermemiş. Bazı sanat eserleri İstanbul’a götürülmüş, ancak kale Osmanlı valilerinin ikametgahı olarak kullanılmamış. Bir bölümü kışlaya çevrilmiş, genel olarak ise çürümeye terk edilmiş.

Habsburgların kuşatması sırasında, kalede barut deposu olarak kullanılan bir kule isabet alıp patlamış ve yaklaşık 1500 Türk askerinin ölümüyle sonuçlanmış.

Nehir üzerinde başka bir cazibeli yapı ise kalenin hemen altındaki Fisherman's Bastion (Balıkçı Tabyası) ve onun yanındaki Matthias Church (Mátyás-templom) isimli görkemli kilise.
Gellért Hill adlı tepede ise, New York’taki Özgürlük Anıtı’nı çağrıştıran bir Özgürlük Heykeli bulunuyor.

Bu söz ettiğim yapıları karadan görmek de mümkün; ancak tekne turu, tembel işi, hiç koşuşturmadan hepsini bir arada görebilmenizi sağlıyor.

Akşam yemeğimizi, “Ruin Bars” bölgesinde yedik.

“Ruin”, bildiğiniz gibi "yıkıntı" demektir.

Bir "Ruin Bar" 'da
İkinci Dünya Savaşı ve özellikle Komünist dönem boyunca eski Yahudi mahallesindeki binalar terk edilmiş halde kalmış. Bu binaların tamiri çok masraflı, yıkılmaları ise tarihi değerlerinden ötürü istenmeyen bir durumdaymış.

Komünizmin çöküşünden sonra birçok sanatçı ve girişimci, bu binaları restore etmek yerine, özgün bir şekilde kullanmaya karar vermişler.

Bu binalara, ucuz ve rahat barlar açmışlar. Dekorasyonda ise çoğunlukla akıllarına ilk gelen şekilde yaptıkları resimler, heykeller ve bitpazarından topladıkları eşyaları kullanmışlar. Hedef lüks değil; samimi, halka açık bir atmosfer yaratmakmış.

Bu konsept çok tutmuş ve ruin barlar kısa sürede büyük popülerlik kazanmış.

Bu barların renkli zamanları elbette gece, parti durumları ama iki yaşlı insan ve on yaşında bir çocuk için çaresiz akşamın erken saatlerinde bir ziyaret gerçekleştirdik. Ne olursa olsun, mükemmel ötesi bir Merlot ve güzelim Macar yemekleriyle mükemmel birkaç saat geçirdik.

Budapeşte’deki bir sonraki günümüz sadece birkaç saatle sınırlıydı, onu da öğlen yemeği için kullandık.

Gezimizi toparlarsak, Budapeşte mükemmel bir şehir ve herkesin ziyaret etmesi gerekli bir destinasyon. Tarihi, mimarisi, yemekleri, şarapları ve en önemlisi insanlarının nezaketi ile bizden on puan aldı.

Sevgi ile kalın❤️

21 Nisan 2025 Pazartesi

Macaristan ve Budapeşte

Yıl 2001, bir toplantı için Macaristan’daki Eger kentine gitmem gerekiyordu. Macaristan’a ilk gidişim olacaktı, ancak daha gitmeden ülke ile ilgili önemli birkaç bilgiye sahiptim. Bunların en önemlisi Egri Bikavér isimli şaraptı. O aralar Macaristan’la çalıştığımdan, toplantı için Lozan’a gelen Macar arkadaşlar, sağolsunlar, hep bir şişe Egri Bikavér getirirlerdi.

Yıl 2001. Gençlik ve "sigara"
Söylemeye bile gerek yok, mükemmel bir şaraptır. Bikavér dedikleri şarabın Eger’de üretilenine Egri Bikavér derler ki, anlaşılacağı üzere bu şarabın memleketine gidiyordum.

Toplantı üç tam gün sürecekti, ancak otelde sabah saat onda verilen çay/kahve molasında, toprağı bol olsun, alkolü çok seven patronumla Egri Bikavér içmeye başlıyorduk. Bu toplantıların öğleden sonraki bölümlerini hiç hatırlayamamıştık!

Eger’dan Budapeşte’ye geçmiştik. Eve dönmek yerine, birkaç gün geçirip, kenti görmek için geziyi uzatmıştım. Bu güzel şehrin tadını çıkararak yaşadım. Eger’de olmamış olsak da, Egri Bikavér seansları Budapeşte’de de devam etmişti.

Yirmi dört yıldan sonra yeniden Budapeşte’ye gelmek beni heyecanlandırmıştı.

Budapeşte’nin ailemizce başka bir önemi ise, sevgili karımla ayrı ayrı görüp, bir arada bulunamadığımız sayılı kentlerden biri olmasıydı. Böyle yerlere bir arada geldiğimizde, orayı “nötralize ettik” deriz. Bu vesileyle Budapeşte’yi de nötralize etmiş olduk.

Budapeşte’yi de nötralize ettik...
Macaristan çok güzel bir ülke, Macarlar da çok iyi insanlar sevgili arkadaşlar.

Macarlar aslen hayli bahtsız bir halktır. Tarihleri boyunca savaşmışlar, ancak pek de başarılı olamamışlardır.

Çok başınızı ağrıtmadan kısaca arz edeyim.

Macarlar bizim toprağımızdır sevgili arkadaşlar. Etnik olarak çok Türk sayılmasalar da, bizler gibi Orta Asya’nın steplerinden gelirler. Peçenek ve Kıpçaklar’la çok yakın ilişkileri olduğundan hem kan, hem de gelenek-görenek olarak Türkler’e benzerler.

Arpad isimli liderleri Macarlar’ı Karpatlara taşımış. Avrupa’ya göçtükten sonra Hristiyanlaşmış, mutlu ve bağımsız bir şekilde yaşarken Kanuni bunları Mohaç’la fethetmiş, yüz elli yıl sonra da II. Mustafa, Karlofça ile Habsburg’lara vermiş.

Habsburg’lar, malumunuz bir Avusturya Hanedanıdır. Macarlar da bunların egemenliğinde yaşamaya başlamış. Sonra Habsburg’lara baş kaldırmışlar ve bağımsız olmasalar da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ismi altında yarı otonom olarak imparatorluğa ortak sayılmışlar.

Bu yüzdendir, Macarlar, Habsburg tarihlerini çok da iyi duygularla anmazlar. Halbuki isimlerinin Osmanlı ile aynı mertebede sayılan bir imparatorluğun ünvanında geçmesi nedeniyle normalde biraz paye alıp, böbürlenmeleri bekleyebilirdik. Bunu söylemişken, Macarlar’ın Türk tarihlerine de herhangi bir sempati ile bakmadıklarını eklemiş olayım. Macarlar, yüz küsür yıllık Türk dönemi hiç yaşanmamış gibi davranırlar.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Macarlar darmadağın olmuşlar sevgili arkadaşlar. Topraklarının üçte ikisiyle birlikte, nüfuslarının milyonlarcasını Romanya, Yugoslavya ve Çekoslovakya’ya kaptırmışlar.

Béla Kun isimli bir Bolşevik, Macaristan’da, iki savaş arasında kısa süreli bir komünist yönetim kurmuş.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazilerle ittifak kurmuşlar, ancak savaşı kaybedince Stalin, bunların tepesine çökmüş.

1956’da Sovyetler’e karşı şu ünlü Macar Ayaklanmasına kalkışmışlar. Yine malumunuz, Sovyet tankları Macaristan’a girip, bu ayaklanmayı bastırmış. Sonrasında, János Kádár isimli liderleri “Gulaş Komünizmi” şeklinde adlandırılan özel bir yönetimle biraz ekonomiyi yumuşatmış, Macarlar da Sovyet Bloğu’nda kalmaya devam etmiş.

Sovyetler çökünce Macaristan Avrupa Birliğine ve Nato’ya üye olmuş, bu günlere gelmişler.

Başkent Budapeşte ise, Tuna nehrinin Buda ve Peşt isimleriyle ikiye böldüğü bir kent. Her iki yaka da çok güzel, cazibeli ve tarihi bölgeler. Bir çok Orta Avrupa başkenti, küçük sayılabilecek, eski ve tarihi bir merkezin etrafında büyümüş zevksiz modern sayılabilecek semtlerden oluşurken, Budapeşte gerçekten büyük, her tarafı tarih, emperyal bir başkent. Gördüyseniz, Prag ayarında bir yer.

Tuna nehri şehre çok büyük bir cazibe katmış. Nehir kenarları birbirinden güzel yapılarla süslenmiş. Bu nedenle Budapeşte’ye gelmişken mutlaka yapılması gerekli ilk aktivite tekne ile bir Tuna gezisi. Bu gezi esnasında şehrin görülmeye değer bir çok yeri bütün güzellikleri ile, ve daha da önemlisi, zahmetsizce görülebiliyor. Bu arada Tuna Nehri akıyor sevgili arkadaşlar.

Marhapörkölt
Budapeşte ve daha genel anlamda Macaristan bir yemek cenneti. Macar mutfağı, kendine has, çok geniş ve çok güzel bir mutfak. Bu özelliği de Budapeşte’yi diğer Orta Avrupa başkentlerinden ayırıyor.

Gelmişken elbette Gulaş denemeniz bir gereklilik. Ancak Macar mutfağı sadece Gulaş değil.

Benim bir numaram Marhapörkölt. Dana etini kırmızı şarapla marine edip, dumpling denilen, makarna benzeri bir hamur işi ile servis ediyorlar. Ayıp olmasın diye tabağı yalamadım. Langos da pide ile börek arası, çok lezzetli bir hamur işi.

Şarap ise Nirvana. Egri Bikavér’den bahsetmiştik. Bu bir harman şarap ve çok farklı üzümler içeriyor. Bunların en önemlileri Blaufränkisch (Macarcası Kékfrankos) dedikleri, Blue French ya da Mavi Fransız, Blauburger ve Zweigelt üzümleri.

Macaristan’ın gerçek bir şarap olması nedeniyle, nereye giderseniz gidin, şarabınız doğru sıcaklıkta, doğru bardakla servis ediliyor. Ancak en önemlisi, kötü bir şarap bulmak imkansıza yakın. O yüzden hangi restorana giderseniz gidin, gönül rahatlığıyla bir Macar şarabı söyleyin. Mutlaka beğeneceksinizdir.

Çocukken, ama gerçekten çocukken Omega isimli bir Macar rock grubunu dinlerdim. Çok güzel müzikleri vardır, hatta alameti farika şarkıları “Girl with the Pearls in Her Hair” ‘i dinlerseniz kesin hatırlayacaksınızdır. O gün, bu gün, Macar müziğine ilgi duydum. Transilvanyalı, Rumen olsa da aslen Macar bir arkadaşın koleksiyonundan başka Macar şarkılarını da beğenerek dinledim.

Ez cümle Macaristan, müzik zevki olan bir ülke. Budapeşte’de temasını bilmeden, sadece yorulduk diye girdiğimiz barlarda bol bol “Stairway To Heaven”, “The Logical Song”, “April” falan dinledik. Ne yazık ki hiç Omega çalmadılar.


Kenti İngilizce ile sorunsuz gezebiliyorsunuz. Çöpçüler bile düzgün İngilizce konuşuyorlar.

Taksi için ise Bolt uygulaması çok kullanışlı. Fiyatlar taksilerden çok fazla ucuz değil ama Bolt, sizi para alış verişi ve gereksiz dolaştırmalardan falan kurtarıyor.

Fiyatlar ise Batı Avrupa standardlarına göre bir tık daha ucuz ama öyle mucizeler beklemeyin.

Budapeşte dikensiz gül bahçesi değil elbette.

Gezimiz boyunca en çok sinirimi kaldıran ambulanslar oldu sevgili arkadaşlar. O siren sesi o kadar yüksek ki, bunlar cayır cayır caddelerde giderken, sağlıklı Budapeşteliler’e bile inme falan geliyordur. Bütün Orta Avrupa ülkeleri gibi Macarların da ellerinin ayarı yok. Açabiliyorlar ya, aç sonuna kadar anasını satayım. Tuna nehrinin ortasında bir geminin içinden bile, şehrin merkezindeki ambulansları duyabiliyorduk. Her siren sesi duyduğumuzda 🐝Mezzy🐝 ile “Radioactive fallout” diye bağırıyorduk, “To the shelters!”

Bir de biz oradayken Orban karşıtı gösteriler yüzünden bazı yolları trafiğe kapamışlardı. Hayat öyle felç olmadı ancak biraz sevimsizdi tabii.

Bu arada Budapeşte çok güvenli bir şehir. Gece günduz, bırakın sorunu, en ufak bir tedirginlik bile yaşamadık.

Kısacası Budapeşte çok güzel bir şehir.

Bir sonraki yazımızda bu güzel kenti gezmeye başlayacağız.

Sevgi ile kalın❤️

Nalcı'ların Almanya Projesi

Sevgili arkadaşlar, yaşadığımız ülke İsviçre, Avrupa’nın tam ortasında yer alıyor ve neredeyse tüm Avrupa ülkelerine oldukça yakın. Sınır ko...