27 Kasım 2020 Cuma

Proooosör Dohtor Soner Yalçın

"Virüs hızla mutasyona uğrarken, yani sıradan nezleye, hadi bilemediniz gribe dönüşecekken, aşının alelacele bulunup, piyasaya sunulması arasında nasıl ilişki var?"

Diyor proooosör dohtor Soner Yalçın.

Soner olayı çözmüş. Virüs hızla mutasyona uğruyormuş ve sıradan nezleye, hadi bilemedik, gribe dönüşecekmiş.

Adam doktorluk mertebesini geçti, genetisist oldu. Bakınca anlıyor virüsün neye evrileceğini. Ancak en komiği, bu arkadaşın nezleyi, hafif, gripi de daha ağır bir şey zannetmesi. Birilerinin grip'in nezlenin Fransızcası olduğunu söylemesi lazım bu dehaya...

Ama her şeye rağmen komployu şakkadanak keşfetmiş. Hain kapitalistler, muhtemelen Rockefeller, Covid, nezle virüsüne dönüşmeden alelacele bu aşıyı bulup, piyasaya sürmüşler.

Yer mi benim Soner Abim be!...

Kanıtı da aşağıda:

"Tetanos, 40 yıl sürdü. (1884-1924)

Difteri, 40 yıl sürdü. (1883-1923)

Kolera, 30 yıl sürdü. (1854-1884)

Çiçek aşısı, 26 yıl sürdü. (1770-1796)

Tifo, 58 yıl sürdü. (1838-1896)

Ne şanslıyız! COV 19 aşısı on ayda bulundu! Hem de bir değil, dört aşı…"

Yaaaa. Allahın tek akıllısı siz misiniz be, ey küresel güçler? Soner abim varken yürür mü bu şeytanlıklar?

Çiçek aşısını bulmak 26 yıl alsın, sonra sen git, Covid aşısını üç beş ayda bul!

Çiçek aşısının bulunduğu 1700'lü yıllarda daha Edison doğmamıştı bile, ama olur o kadar. Bugün saniyede milyarlarca işlem yapan bilgisayarlar, elektron mikroskopları, MRI'lar falan olsa da, sayılmaz, bunlar hep Rockefeller'ın işi...

Bu arada yakın zamanda bulunanlar da dahil, yukarda yazmadığım bir dolu aşıyı da listelemiş. Ama çoğu bir birleriyle karşılaştırılmaz. Kimi bakteriyal, kimi viral.

İşte memleketin aydını da böyle.

Dünya bu salgın yüzünden belki de insanlık tarihinin en büyük krizi ile karşı karşıya. İnsanlar ölüyor, işlerini kaybediyorlar, şirketler batıyor, bütün ülkeler bir aşı bulmak için seferber olmuşlar...
...ama Soner'e sorsan, bunlar hep komplo. Bak nasıl üç beş ayda buldular aşıyı...

Bulamasalar, onca teknolojiye rağmen niye bulamadılar, bulsalar, nasıl bu kadar kısa zamanda buldular, bunun altında bir şeyler var diye viyaklıyor.

Lanet olası Rockefeller...

18 Kasım 2020 Çarşamba

Taş Izgara

Sevgili arkadaşlar, Jelena ile aylardır planladığımız bir akşam yemeğimiz vardı, bu gece onu ifa eyledik.

Uzun süre bakınıp, onu mu alsak, bunu mu alsak diye kafa patlattığımız taş ızgaramız bugün geldi. Biz de hafa ortası olmasına rağmen felekten bir akşam çaldık sevgili karımla.

Bu taş ızgara işini ilk 1993 müydü, 1994 müydü, öyle bi tarihte, Prag'da denemiştim. Kapkara, Lava Stone dedikleri, volkanik bir taş üzerinde cızır cızır ilk bifteğimi yapmıştım.

Yıllar sonra evimİzde benzeri bir düzenek kurduk işte böyle.

Taş İzgara
Taşımız Lava taşı değil, mermer. Lava taşı daha seksi dursa da, altında ateşi yakınca çatır diye çalıyor, sadece fırında ısıtmaya geliyor. Mermer daha dayanıklı bu ısıtma işlerine.

Bizim ızgaranın altına gel yakıtla çalışan iki ısıtıcı var. Elektrikli olanları daha pratik tabi, ancak masanın üzerinde kablolar, uzatma kabloları falan bence işin büyüsünü bozuyor. Biraz eziyetli de olsa, biz taşı önce fırında 180 derecede bir-bir buçuk saat ısıtıyor, sonra da bu gel ısıtıcıların üzerinde masaya getiriyoruz.

Üzerinde kızartacaklarınız için ise "sky is the limit", et, tavuk, balık, sebze, ne istersen at, cızır cızır, mükemmel kızarıyor.

Ben eti çiğ yediğim için bana fazla sorun yok ancak kırmızı renkli et sevmiyorsanız, etin dilimlerini ince tutun derim. Ağzıma tavuk yada balık sürmediğimden, bunlar için tavsiyede bulunamıyorum.

Sebzeler için ise dilimleyebildiğiniz her şeyi kızartabilirsiniz. Bu akşam bizde kabak, biber ve mantar vardı. Havuç, patlıcan falan hep mümkün.

Bütün ızgarada kullaılan yağ, ilk başta taşı yağlamak için kullandığınız bir kaç damla. Yani hiç bir şey. Yağdan sonra, tercihan iri granüllü deniz tuzunu taşın üzerine serpiyoruz ki, üzeindeki malzemeler taşa yapışmasın. Akşam boyunca, fazla değil, iki kere daha tuzu yenilemek yetiyor.

Et, böylece sebzelerin, mantarların suyunda mükemmel bir tatla pişiyor. Yanına da patates tabanlı bir şey hazırlarsanız, hele ki patatesi yağ yerine bizim gibi fırında kzartırsanız, bütün akşam hayli kalori friendly bir hale geliyor. Izgaranın ısısı da çok yüksek olmadığı için, bir de Türk usulü, etleri esir almadan öldürerek yemezseniz, yiyeceklerin besin değeri önemli ölçüde korunuyor.

Akşamın olmazsa olmazı tabi ki güzel bir şarap. Şarapsız yemek, gülleri olmayan bir bahçeye benzer.
Bon Apetit! 😋🍷😍 



14 Kasım 2020 Cumartesi

Tetilla

Bugünkü peynirimiz ise İspanya'dan, Galiçya bölgesinden. Size kesmeden önce bir resmini gönderiyorum, nedenini birazdan anlarsınız.

Peynirin ismi Tetilla. Anlamı 'meme', daha doğrusu 'memecik' 😍 Benzemiyor da değil hani.

Ben de ilk kez deniyor olacağım. Biraz araştırayım, tarihçesini yazarım sonra size.

Cheers! 🧀🍷😋

Tetilla


13 Kasım 2020 Cuma

Mezzy Beş Yaşında

Bugünlerde The 100 isimli post-apokaliptik bir dizi izliyorum sevgili arkadaşlar. Elbette önce nükleer bir savaş, arkasından da sağ kalanların radyasyondan korunmak ve yiyecek bulabilmek için çabaları. Herkes birbirinden korunmaya çalışıyor, karşılaştığı herkesi potansiyel bir tehlike olarak görüyor. Anlıyorsunuz herhalde...

İşte bu tatilimizde hemen her gün, elbette düzeyi aynı olmasa da, benzeri duyguları yaşadım. Rahat rahat yürüyüp, istediğimiz yerde oturabildiğimiz bir tatil yerine, tuvalete gitmek için bile maske takmanın zorunlu olduğu, etraftaki herkesin vebalıymışız gibi bizden ve birbirlerinden kaçtığı bir tatil geçiriyorduk.

Nice'de otelimize daha girmeden Corona virüsü kaynaklı, yerlerde yürümemiz gereken yönleri gösteren oklar, dezenfektanlar ve maske takmak mecburidir işaretleri görmeye başlamıştık. İsviçre'de bu maske işi bene biraz daha makul bir biçimde işliyordu. Sadece kapalı ve umumi yerlerde, bir de üç kişiden fazla insanın bulunduğu odalarda, ofislerde maske mecburiydi. Az önce saydığım koşulların hiç birine uymayan asosyal bir hayatım olduğu için de karantinaların tepe yaptığı günlerde bile maske takmamıştım. Hayatımın sosyalleşmesi bana pek yaramamıştı sizin anlayacağınız...

Hayat nefret bir hale dönmüştü. Yolda yürürken araba kullanıyor gibi oluyordu insan. Yön işaretlerine, öndeki ile aradaki mesafeye falan dikkat etmekten etrafımıza bakamıyorduk. Bu iş en çok 🐝Mezzy🐝 'ciğin garibine gitmişti. "Bu tarafa gel kızım!", "Sağdan yürü kızım!", "Öndekine yaklaşma kızım!", "Tezgahtarla camın arkasından konuş kızım!", vs...

İşte böyle, sağa, sola zig-zag'lar yaparak Nice tren istasyonuna ulaştık. Oradan bir tren bizi Cannes kentine götürdü.

Aklınızda olsun, yolunuz düşerse, bu tren Côte d'Azur'de gezmenin en pratik yolu. Araba ile dolaşmak bir facia. Bir çok cadde ve sokak yek yönlü. Park yeri bulmak bir ölüm. Bir de sahildeki bir yerden diğerine gitmek için önce sahilin tersine gidip, otoyolu almak, sonra da otoyoldan geri sahile gitmek gerekiyor. Belki biraz da İsviçre alışkanlıklarımız yüzünden bize öyle geliyor, ancak Fransızlarla birlikte araba kullanmak çok da keyif vermiyor insana.

Cannes'da ilk gittiğimiz yer bir Häagen-Dazs dondurmacısı oldu. Jelena hamileyken "Ben Häagen-Dazs isterim" diye tutturmuştu, Aralığın otuz birinde burayı bulabilmek için iki saat yürümüştüm. 🐝Mezzy🐝 doğduktan sonra da aynı dondurmacıya bir kez daha, bu kez üçümüz birlikte gitmiş, nostalji olmuştuk. Bu sonuncusunda ise artık bir geleneği icra ediyor gibiydik.

Sonrasında ise Cannes'a gelen her bin kişiden, dokuz yüz doksan dokuzunun yaptığı şeyi yaptık ve kendimizi ünlü Croisette caddesine attık.

Croisette
Croisette, ya da tam ismiyle Promenade de la Croisette, Cannes'ın en havalı caddesidir. Burası Ankara'nın Tunalı Hilmi’si, İstanbul'un Bağdat Caddesidir sizin anlayacağınız. Sahile doğru paralel gider ve üzerinde yüzlerce bar, cafe ve mağazanın yanında Martinez, Mariott, Carlton gibi Cannes'ın en seksi otelleri bulunur.

Bu caddenin batı ucunda ise film festivalinin yapıldığı salonlar vardır. Etrafında, Hollywood benzeri, Belmondo, Chuck Norris, Whoopi Goldberg gibi ünlülerin el baskılarının olduğu bir yürüme alanı da bulunur. Gelmişken, kırmızı halının üzerinde bir selfie çekmek de 'zorunludur'.

Biz de bu ritüeli tamamladık, hatta yandaki parkta sevgili kızımla Star Wars dekoru ile bir 'Mezi Wan Kenobi' resmi bile çektik.

'Mezi Wan Kenobi'
Croisette üzerinden doğuya doğru ilerledik ve bu kez belki bir on yıl öncesinde sevgili karımla oturup, bir şeyler içtiğimiz bir barda konakladık. Geleneksel cüzzamlı muamelemizi görmek kaydıyla içeceklerimizi söyledik. Otuz küsür derecenin altında bir bardak Saint-Émilion içtim ama vicdan azabı gibi geldi, bütün şarap zevkimin üzerine bir bardak bira dökülmüş gibi oldu.

Sıcak dayanılmaz bir hale gelmişti. Cannes bu kadar yeter deyip, akşam yemeğimiz için Antibes'e geçtik.

Antibes, ismi diğer seksi kentleri kadar duyulmamış olsa da, bence Côte d'Azur'ün en güzel yerlerinden biridir sevgili arkadaşlar. 

İlkin sahilinden söz edelimelim biraz. 

Buralara gelip, denize girmek isterseniz diğer kentlerdeki dümdüz, sıkıcı bir sahil yerine Antibes'de çok ilginç, kumlu, girintili, çıkıntılı, mükemmel manzaralı plajlar bulabilirsiniz. Plajlardan söz açılmışken, Monaco da bu bakımdan fena değildir, bu konuya daha sonra geleceğiz.

Antibes'de, plajların yanında görülmeye değer başka yerler de bulunur. Örneğin bir süre Picasso'nun da yaşadığı bir kalesi, çok güzel bir marinası ve inanılmaz cazibeli bir merkezi vardır.

Bir de güleceksiniz, mükemmel bir Çin restoranı var Antibes'de. Sahile parelel bir sokakta, bir sıra restorandan biri. Öyle doksan beş yıldızlı gourmet bir yer değil. Hatta son kez oraya gittiğimizde garson siparişimizi unutmuş, bizleri iki saat aç bilaç bekletmişti. Ancak her şey bir kenara, yemekleri o kadar güzel ki, servissel bozuklukları göze alabiliyor insan.

Bu restoranın yeri de çok cazibeli. Bizimkinin de içinde bulunduğu restoranların karşısında ressamların atölye olarak kullandığı, kim bilir kaç yüz yıllık koca bir taş bina, bu binanın farklı bölümlerine açılan kapılarının önlerinde ise açık havada pipo içip resimlerini yapan ressamlar, tatlı tatlı müzik çalan çalgıcılar var.

Saat altı falan olmuştu, restoran da saat yedide açılıyordu. Öldürmemiz gereken bir saatimiz vardı sizin anlayacağınız.

"Gel hanım, nereye gideceğimizi biliyorum" dedim Jelena'ya. Gerçekten de son anda aklıma gelmişti bir saatliğine oturabileceğimiz bir yer. "Hem de bedava içki içeceğiz" diye gururla ekledim.
Ben bedava içki deyince Jelena da hatırladı tabi...

Bu yeri size anlatabilmem için sizleri bir kaç yıl geriye götürmem gerekecek.

🐝Mezzy🐝 doğduktan bir yıl falan sonra gelmiştik Antibes'e. Sevgili kızım arabasında uyurken, bir barın bahçesine bir şeyler içmek için oturmuştuk. Tabelasında bol bol kokteyl reklamı vardı, bizim de kokteyl zevkimiz kabardı, garsonu beklemeye başladık.

Yan masamızda ise, nasıl söylesem, ileri yaşta, yalnız ama yalnız olmaktan çok da mutlu olmayan iki kadın oturuyordu. 

Kuzey Afrikalı garson kadınlardan sipariş almak için masalarına gitti. Durumu anlaması bir kaç saniyeyi geçmedi tabi. Ağızı kulaklarında, kadınları 'bonjour' 'ladı.

Sonrasında ise dünyanın belki de en çok bilinen tiyatro oyunu başladı. Üç kuruş etmeyecek esprilere kahkahalarla gülmeler, önce hafif, sonrasında da biraz daha şiddetli ve uzun süreli dokunmalar...

Umurumda değildi anasını satayım, isterlerse soyunup, masanın altında seks yapsınlar, ancak bunların répartie'leri yüzünden içkilerimizi söyleyemiyoruz, problem orada.

Sandalyemde kendimi düzeltip, "Mösyö!" şeklinde elimi kaldırdım. Garson "J'arrive" dedi.
Geliyorum demesine dedi de, hala kadınlarla makara kukaraya devam ediyor.

Hoşnutsuzluğumu belli edecek biçimde ayağa kalkar gibi oldum, garson istemeye istemeye geldi masamıza.

"Ne içersiniz bayan ve bayım?"

Ben bir Pina Colada istedim, Jelena ise menüye bakıp, ağızının tadına uyan bir kokteyl aramaya başladı. Garsonun aklı yan masada tabi, içi gidiyor. Jelena "Bu kokteyl nasıl?", "Şu kokteylin içinde ne var?" diye ahret sorularına başladı. Garson dayanamadı, "Size en güzel kokteylimizi getireceğim, bırakın ben seçeyim" dedi.

Jelena güldü, "Tamam" dedi.

Garson uçarcasına gitti ve bir tepside dört kokteyl ile geri döndü. İki Pina Colada, iki tane de artık ismi herneyse, 'en güzel' kokteylleri.

"Biz birer tane istemiştik" dedim, garson "Biliyorum" diye cevap verdi, "Ancak saat altıyla yedi arası burada 'happy hour', ne içersen ikincisi bedava"

Saat yediyi yirmi falan geçiyor. "Happy hour bitmedi mi?" diye sordum. Garson "Hayır" dedi, "Çünkü siz bu siparişi yirmi dakika önce verdiniz".

Kuyruklu yalan tabi, iki dakika zor geçmişti siparişi vereli.

Rüşveti zevkle kabul ettik, karşılığını vermemek de olmazdı elbette. "İsterseniz hemen hesabı da ödeyelim, hızlıca kalkıp gitmemiz gerekirse sizi aramayalım..."

Jet hızıyla parayı ödedik. Aradan iki saniye geçmemişti ki, bizim garson iki kadının masasının yanında belirdi.

"Je suis là!"

Adam başı iki koca bardak kokteylle birlikte Güneşi bu barda batırmıştık o akşam.

Ta o zamandan aklımda kalmış happy hour'un altı ile yedi arasında olduğu. Hemen gittik, bulduk o barı. Bizim garson yoktu ortada. Yeni garsona kokteyllerimizi söyledik.

Heyhat!

Sadece iki bardakla döndü. Hayli bozulmuştum. "Happy hour değil mi?" diye sordum, "Evet, happy hour" dedi, "İçkiler yüzde yirmi daha ucuz..."

COVID durumları, anlaşılan bedava ikinci içkiyi kaldırıp, yerine içkinin fiyatını yüzde yirmi ucuzlatarak cost cutting yapmışlardı. Neyse. Karıma bedava kokteyl bulamamış olsam da, tanesi on yuroluk iki kokteylden toplam dört yuro save etmiştim!

Jelena Ve Geri Planda Ressamların Atölyeleri

Bir saat çabuk geçti. Çin restoranına gidip, mükemmel yemeklerimizi yedik, trene atlayıp, Nice'e dönük, kendimizi otele atıp, hemen uyuduk.

Çünkü ertesi gün 'büyük' gündü. Sevgili kızım beşinci yaşını bitirip, arz-alemdeki altıncı yılıma başlıyordu.

Onun için bir 🐝Mezzy🐝 günü hazırlamıştık. Günün önemli bir bölümünü plajda geçirecek, sonrasında biraz dolaşıp, bir yerlerde bir şeyler yedikten sonra doğum gününü geleneksel olarak Hard Rock Cafe'de bitirecektik.

Monaco, Plaj
Sevgili kızım hayatında ilk kez denizle daha birinci yaşı bitmeden Nice'de tanışmıştı. Ertesi gün de Cannes'da devam etmişti yüzme kariyerine. Suyu çok sever 🐝Mezzy🐝'cik. Yakında solungaçları çıkacak. Neyse, bu kez de görmediği bir plaj olsun diyerek Monaco'ya gittik.

Monaco'ya sabah oldukça erken bir saatte gelmiştik. Plaj saat on ikide açılıyordu. Biz de Monte-Carlo'da bir cafe'de oturup kahvelerimizi içtik. Sonra da bir taksiye binip, plaja geçtik.

Plajın manzarası çok güzeldi. Kumun ardından yemyeşil bir yamacın alında bir bar ve restoranı vardı. 🐝Mezzy🐝 neredeyse hiç sudan çıkmadı. Akşam saat dörde kadar plajda kaldık, sonra 🐝Mezzy🐝'yi zorla çıkarıp, şehrin yolunu tuttuk. Sevgili kızım çok bozulmuştu plajı bıraktığımıza...

Monaco, küçücük bir prensliktir sevgili arkadaşlar. Küçük olduğu için de idaresi kolaydır. Caddeleri, sokakları, binaları pırıl pırıl tertemiz ve bakımlıdır. Hele Fransa'dan buraya geçtiğinizde sanki bir bilim-kurgu filmindeki gibi bir portalı kullanarak başka bir boyuta geçmiş gibi olursunuz.

Uzun yıllardır İsviçre'de yaşamaktayız sevgili arkadaşlar. Sizlere alçakgönüllülük etmeyeceğim, İsviçre dünyanın en güzel ülkesidir. Güzel olduğu kadar dünyadaki önemli boyutta bir zenginliği de barındırır. Göl kıyısında bir evin fiyatı zaman zaman iki basamaklı milyonlara ulaşabilir. Bir çok ünlü yıldız, politikacı ve dolar zengini İsviçre'de yaşar.

Ancak ülke bu zenginliği reklam etmemek üzerine planlanmış gibidir. Ultra lüks bir mansiyon, örneğin, artistik bir biçime doğanın içinde saklanmıştır. Yüksek duvarlar, güvenlik görevlileri falan yoktur, varsa da gözünüze batmaz. Kısaca gösterişi pek hissetmezsiniz.

Monaco ise tamamen aksi bir konseptle, yani parayı, zenginliği, gösterişi gözünüze sokmak üzere tasarlanmış.

Caddeleride yürürken parayı, zenginliği görür ve hissedersiniz. Caddeler Ferrari'ler, Maserati’ler, Lamborghini'lerle doludur. Tarihi binaları daha dün yapılmış gibi yepyenidirler. Parklarındaki çeşmeler, heykeller, pavilionlar size bir sarayın bahçesinde geziyormuşsunuz duygusunu yaşatır.

Prensin sarayı, şehrin her yerinden görünen bir tepededir. Bu tepeye Le Rocher, yani The Rock, daha da yani Kaya derler. Şehrin ortasında cart diye yükselen, gerçekten de kapkaya bir tepedir. Bu tepede saraydan başka bir deniz müzesi ve güzelim bir katedral de yeralır. Grace Kelly ve Prens Rainer burada evlemmişler.

Casino'nun Önü
Monaco'nun Monte-Carlo bölgesi - ki nerede başlar, nerede biter çok belli değildir, Güzelim bir limanı, Formla-1 yarışlarının yapıldığı caddeleri, ancak en önemlisi, meşhur mu meşhur Casino'yu, yani kumarhaneyi kapsar. Casino'nun devamlı müşterileri arasında ünlü zenginler, soylular ve film artistlerine ek olarak James Bond bulunur.

Casino'nun önünde her daim beş-altı tane aboww-class araba park etmiş durumadır. Bentley'lerin, Rolls'ların yanında mutlak bir iki Maserati, Ferrari ve Lamborghini bulunur. 🐝Mezzy🐝'cik de burada bir Maserati resmi çekti.

Casino'nun bir tarafında Hôtel de Paris isimli bir otel, diğer tarafında da Café de Paris isimli bir cafe bulunur. Hôtel de Paris herhalde lükslük bakımından bir otelin gidebileceği son noktanın yakınlarında bi yerdedir. Café de Paris ise gecelemek istemeyenlerin bir kaç saat konakladıkları bir yerdir. Hoş böyle yerlerde bol bol yumuşak erkek, sert kadın, kötü kadın ve kötü erkekleri görmek mümkündür. Malumunuz piyasa durumları. Ancak içiniz rahat olsun, şimdiye kadar bir tek rahatsızlık görmedim ve duymadım.

🐝Mezzy🐝'cik doğum günü şerefine Café de Paris'de koca bir kup dondurma yedi. Biraz dinlendik ve Nıce'e döndük, Côte d'Azur'deki tek Hard Rock Cafe'ye oturduk, tabi yine banka soyguncuları gibi maskelerle...

Davulda 🐝Mezzy🐝, Gitarda Jelena

Cafe'de, barla salonun arasına rock heveslileri oynasın diye bir orkestralık müzik aleti koymuşlardı. Hepsi tamamen gerçek bir Fender Strat 6-string, bir de bas. Davullar da gerçek ancak drumhead'leri yok, misafirlerin kulak ve kafa sağlıkları bakımından. Burada, davulda 🐝Mezzy🐝, gitarda da Jelena'lı bir resim çektik.

Canım kızım beş yaşındaydı artık.

Devam edeceğiz...

8 Kasım 2020 Pazar

Shepherd's Pie

Sevgili arkadaşlar, bugün Shepherd's Pie, yani Çoban Böreği yapıyoruz. Orijinalde Brit olmasına rağmen, Yank'ler de yapar bunu.

Önce doğranmış soğan çok az biraz zeytinyağı yada sebze yağı içinde kızartılır. Biraz salça eklenip, kızartmaya devam edilir, dana kıyma, tuz, biber biraz da basilikum eklenir. 

Gravy severseniz, sosu Gravy ile değiştirebilirsiniz.

Ardından da bezelye ve dilimlenmiş havuç eklenir, kızartmaya devam edilir.

Çok kızartıp, kurutmamaya dikkat. Et tam çiğlikten haif pişmişliğe terfi ederken ateşten alınıp, derin bir fırın tepsisine konur.

Tepside, ucu düz bir tahta spatula ile seviyesi düzeltilir.

İkinci aşamada tepsideki soslu etin üzerine bir kat patates püresi yayılır, yine tahta spatula ile düzeltilir. Bir önceki aşamadaki spatulayı kullanıyorsanız, iyice yıkayın. Pürenin lekelenmemesi gerekiyor.

Üçüncü aşamada pürenin üzerine ince bir kat rendelenmiş Parmesan peyniri konur. Bazen biz önce bir kat Mozzarella koyup, onun üzerine Parmesan ekleriz. Parmesan'la karışıp eriyen Mozzarella'nın hem görünüşü, hem de tadı çok güzel olur.

Sonra doğru 200 derecede ısıtılmış fırına. Parmesan kabuklaşıp, renklenene kadar fırında bırakılır.
Burası çok önemli. Güzel bir şarap açılır. Bizde 2013'den bir İspanyol Gran Reserva var. Kuğu şeklindeki karaf zorunludur! 😜

Sonra da börek kare şeklinde kesilip servis edilir.

Bon Apetit! 😋

1

2

3

4






4 Kasım 2020 Çarşamba

Gerçek İtalyan Carpaccio'su

Hafta sonu İtalya'dayken gerçek İtalyan Carpaccio'su alalım dedik. Süpermarkette yarım saate yakın turladık, bulamadık. İtalya'da Carpaccio bulamamak imkansızdır. İyisimi soralım dedik.

Sorduğumuz görevli bizi direkt kasap mamullerinin olduğu reyona gönderdi. Bizim buralarda Carpaccio hep marine edilmiş falan biçimde hazır halde şarküteri bölümünde bulunur. Gözünü sevdiğimin İtalya'sı. Sadce eti satıyor, Carpaccio yapma sanatı size kalmış.

Bakalım şahsım neler yapacak bunla. Sizleri haberdar ederim 😍😋

Edit: Şimdi dikkat ettim. Etin geldiği inek Fransa doğumluymuş ama İtalya'da semirmiş! 😂

İnek Fransa Doğumluymuş!


Final!


Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...