28 Kasım 2019 Perşembe

Harman Şaraplar

Sevgili arkadaşlar, gelin bu akşam tarih boyunca filozofları meşgul etmiş, bugün bile gizemini koruyan, varoluşun en önemli cevapsız sorularından birine cevap bulmaya çalışalım.

Harman şaraplar mı yoksa tek bir üzümden yapılmış şaraplar mı daha makbulüdür? 😜

İşin aslı, binlerce yıl boyunca şaraplar bir tek üzüm türünden yapılagelmiştir, o üzüm de çoğunlukla şarapçının bağında yetişen üzüm olmuştur. Bu üzüm türü ise beklendiği üzere doğal olarak şarap bağının bulunduğu bölgeye özgü türdür.

Geçmişte şarap içmenin tad almaktan çok yoksul halkın yoksul olduklarını anlamaması ya da savaşa giden askerlerin kafayı bulup, kendilerini ölüme atmaları için olduğunu düşünürsek, şarabın hangi üzümden yapıldığının çok da fazla önemli olmamasını anlayabiliriz.

Ancak geçen zamanla şarap sadece bir kafayı bulma aracı olmaktan çıkmış, insanların içerken de zevk aldığı bir ürün haline gelmiş. Bu yüzden de şarabın hangi üzümden yapıldığı, ne tür fıçılarda ne kadar süre yıllandırılacağı önem kazanmaya başlamış. Yaratıcılık bir başlayınca sonu gelmiyor işte, sivri akıllının biri, kim bilir ne zaman, hadi demiş, kör değneği gibi aynı üzüm olmasın, biraz da başka üzüm katalım harmanımıza.

Böylece de harman şaraplar çıkmış ortaya.

Yazının tümünde şarap dediğimde sadece kırmızı şaraplardan bahsedeceğimi hatırlatarak devam edelim.

Günümüzde harman şarapların en yoğun yapıldığı ülke Fransa’dır. Fransız şarapları arasında harman olmayan çok az şarap vardır.

Tek tür üzümden yapılan en önemli Fransız şarabı Burgundy'dir. Kullanılan yegane üzüm ise Pinot Noir isimli, dünyanın en güzel üzümlerinden biridir. Dünyanın en pahalı şarapları bu bölgeden gelir.

Aynı bölgeden ancak bu kez Gamay isimli üzümden yapılma Beaujolais, nadir harman olmayan Fransız şaraplarından bir başkasıdır.

Ancak geri kalan hemen tüm Fransız şarapları harmandır.

Bunlardan en önemlisi Bordeaux şaraplarıdır ki hemen tümü Cabernet Sauvignon, Merlot ve Cabernet Franc üzümlerinin bir harmanından yapılır. Bir başka bilinen Fransız şarabı olan Côtes du Rhône ise sanki Zihni Sinir’in laboratuarından çıkmış gibidir. Başta Syrah (Şiraz), Grenache, Mourverde ve bazıları beyaz, onlarca farklı üzüm türünün karışımımdan yapılır. Keza Launguedoc şarapları da yine bir dolu farklı üzümden yapılır.

İtalyan şaraplarının neredeyse tümü tek bir üzümden yapılır, harmanlama çok nadirdir.

Örneğin Barolo yada Barbarescu. Her ikisi de Piemonte’de yetişen Nebuiolo üzümünden yapılır. Salice şarapları Negroamaro, Toskana şarapları, özellikle Montalcino ve Montepulciano (Vino Nobile), ise neredeyse tamamen Sangiovese üzümünden yapılır. Burada istisna Chianti’dir ki, bariz çoğunluğu Sangiovese olsa da şarabın cinsine göre yüzde yirmiye yakını, beyaz üzüm dahil, aklınıza gelen her türlü ıvır-zıvır üzüm türünü içerir.

İspanya’da da durum İtalya’nın, daha doğrusu Toskano’nun bir benzeridir. Asli üzüm Tempranillo, bazen de Grenacha genelde az biraz başka türlerle karıştırılır. İspanyol şarapları hakkımda çok yüzeysel bir bilgim var sevgili arkadaşlar - çok da yazık, İspanya’dan gerçekten çok güzel şarap çıkar.

Balkanlara gelirsek, Sırbistan ve Karadağ’da daha hiç harman şarap görmedim ve içmedim - kayımpederimin ev şarabı istisna. Prokupac, Vranac ve Tamjanka Crna aklıma gelen ilk örnekler. Bir arkadaş bu sonuncu üzümden yapılma çok nadir iki şişe şarap saklıyor benim için, hatta şarapların yapıldığı manastırı ziyaret edeceğiz. Bir sonraki seyahatimizi dört gözle bekliyorum tahmin edersiniz. Prokupac ise müthiş leziz bir üzüm. Vranac daha ziyade Karadağ orijinli ve en iddalıları. Bana sorarsanız inandıkları kadar iyi değil. Mesela bence Prokupac, Vranac’a beş basar.

Hırvatistan’da işler biraz karışıyor yalnız. Yunanlılardan, komşu İtalyanlardan ve imparatorluk zamanında Avusturya-Macaristan’dan hangi üzümü bulmuşlarsa getirmişler. Ülkenin iklimi ise üzüm tarımına çok uygun - dünyanın en iyisi diyenler var. Bu yüzden de yine bir dolu Hırvatistana özgü üzüm türü var. Ama bu karmaşada kim kimdir bilmek imkansız gibi. Şimdiye kadar kötü bir Hırvat şarabına denk gelmedim. Haydi yiğide hakkını verelim, bu kadar güzel şarabı çok az içtim. Ama harman mıdır, tek üzüm müdür, hangi üzümden nasıl yaparlar, bilmemekteyim.

Romanya, Bulgaristan falan daha ziyada tek üzüm. Yunan şaraplarının tarihi 6500 yıl öncesine gidiyor. Siz düşünün nasıl bir hazine var oralarda. Bu şarapları da istediğimden çok az deneme şansım oldu. Kendi denediklerim çoğunlukla tek üzümlüydü, ancak harman da yaptıklarını bilgiye dayalı olarak söyleyebilirim.

Yeni dünya şarapları yani Şili, Arjantin, Avusturalya, Güney Amerika, bir de bizim Amarika’nın şarapları ise neredeyse tamamen tek üzümden yapılıyor.

Yukarda yazdıklarımı lütfen kaba eğilimler şeklinde alın. Bordeaux şarapları sayesinde Cabernet Sauvignon ve Merlot dünyanın her şarap bölgesinde ekilmeye başlandı. Daha iki sene önce açtığım bir İtaiyan şarabında bu iki üzümden yapılma Bordeaux harmanı vardı. Amarika'da, Güney Amerika'da, Avusturalya'da özellikle Bordeaux, zaman zaman da Cotes du Rhone tarzı harman şaraplar yapılmakta.

Durumu özetledik. Şimdi tek üzüm ve harmandan yapılan şarapların ne farkı vardır, biraz ona bakalım.

Farklı üzümlerden şarap yapmak takdir edersiniz ki tek bir üzüme göre şarapçılara çok fazla esneklik sağlar.

Paletinde sadece siyah boya olan bir ressamla elinde dokuz renk bulunan bir diğerini karşılaştırın. İlki sadece grinin tonlarını kullanırken, ikincisinin elinde milyonlarca farklı renk tonu bulunur.

Bu da harman şaraplara iki önemli avantaj sağlar.

İlki çeşitliliktir tabi. Harman şaraplarda şarapçının tercihine göre çok ilginç, çok farklı tatlar, renkler ve kokular bulabilirsiniz.

Çeşitliliğin getirdiği ikinci avantaj ise şarabın terbiye edilebilmesidir.

Bunu biraz açayım izninizle.

Her tarımsal ürünün olduğu gibi farklı üzümlerin de farklı baskın karekteristikleri vardır. Kiminin rengi güzeldir ama tadı çok iyi değildir, kimi çok asitli, kimi çok meyve kokuludur. Kimi şarap olunca çok, kimisi daha az alkollü olur. Üzümler harmanlandığında baskın karekteristikler biraz daha iyi kontrol altına alınır, eksik taraflar bunların daha baskın olduğu başka üzümlerle tamamlanır.

Sadece şarapta değil, harmanlanabilen hemen tüm tarımsal ürünlerde harmanlılar tek türlülere göre daha fazla tercih edilir. Örneğin harman viskiler single malt’lara göre daha fazla tercih edilir - viski maçoları lütfen “En güzel viski single malt’lardır” diye savunmaya geçmesin. Sigara da aynı şekilde. Oryantal, yani Türk tütünü dünyanın en güzel ve en pahalı tütünüdür, ancak içenleriniz bilir, kim eski oryantal Tekel sigaralarını develi, kovboylu harman sigaralarına tercih eder?

Fırsatınız olursa kendiniz deneyin. Bordo’nun solundan bir şişe Médoc, sağından da bir şişe Saint-émilion açın. Her ikisi de Bordeaux, arada sadece bir nehir var. Her ikisinin de içinde Cabernet Sauvignon, Merlot ve Cabernet Franc üzümleri bulunur - sadece farklı oranlarda. İki bardağa koyup, birbiri ardına için. Ne kadar farklı olduklarını göreceksiniz - iki ayrı dünyadan gelme gibi. Médoc daha fazla Cabernet Sauvignon, Saint-émilion da daha fazla Merlot içerir.

İsterseniz bir adım daha ileri gidip, Médoc ile yüzde yüz Cabernet Sauvignon’dan yapılma bir Şili şarabını arka arkaya için. Médoc’un yarıdan fazla Cabernet Sauvignon içermesine rağmen Şili şarabına göre tamamen farklı bir tada sahip olduğunu göreceksiniz.

Cabernet Sauvignon daha koyu renkli, daha fazla asitli, taninli bir üzümdür. Merlot ise daha meyveli, daha kokulu bir üzüm. Bunların uygun karışımı Cabernet Sauvignon’un kuvvetli asidi ile taninini, Merlot’nun da aşırı meyvesini dengelediği için harman Médoc, yüzde yüz Cabernet Sauvignon Şili şarabına göre “BENCE” çok daha lezzetli, çok daha içilebilir bir şaraptır.

Harman şaraplarla tek üzümden yapılma şaraplar arasındaki farkları açıklamaya devam etmeden önce isterseniz biraz üzümün kendisine bakalım.

Üzüm tarımsal bir üründür sevgili arkadaşlar ve her tarımsal ürünün olduğu gibi fazlasıyla gereksiz, fazlasıyla can sıkıcı bir özelliği vardır. Üzüm senede bir kez hasatlanır. Aynı bağdan, aynı üzüm bitkisinden birer sene arayla bir tane üzüm alıp, ağızınıza atın. Tadları birbirlerinden farklı olacaktır. Çünkü her iki yıl arasında güneş, yağmur, rüzgar, toprağın kalitesi bakımından farklar bulunur.

Daha da ilginçi farklı üzümler farklı derecede güneş, yağmur falan isterler. Kimi üzümler güneşi, kimi yağmuru sever. O yüzden güneşli bir yıl güneşi seven üzümlerin yetiştiği bölgelerde “iyi”, yağmuru seven üzümlerin yetiştiği bölgelerde ise “kötü” bir yıl sayılır.

Kısacası aynı üzümden yapılma şarap, iki farklı yılda çok farklı tad ve kokuya sahip olabilir.

Harman şaraplar arasında bu tad farkları tek üzümden yapılan şaraplara göre göreceli olarak daha azdır. Harmandaki hangi üzüm tad ve koku bakımından kötü bir yıl geçirmişse şaraptaki oranı şanslı diğer üzümlerin aleyhine artırılarak şarapta farklı yıllarda daha az dalgalanma sağlanır.

Bordeaux şarapları bu bakımdan çok şanslıdırlar. Cabernet Sauvignon’un iyi olduğu yıllarda Merlot, Merlot’nun iyi olduğu yıllarda da Cabernet Sauvignon oranları artırılır. Her ikisinin de kötü olduğu yıllarda blend-neutral olduğu söylenen Cabernet Franc azaltılıp, bu ikisi artırılır, her ikisi de iyiyse Cabernet Franc artırılır çok kaba ve hassas olmayan terimlerle anlatıyorum, işin aslı bu kadar basit değil elbette.

Yıllar arasındaki bu farklar doğal olarak en çok tek üzümden yapılma şarapları etkiler. Bunların başında da Burgundy şarapları gelir. Çünkü bırakın şarap türünü, şarabın hangi parselden geldiğine göre (teroir-temelli) bir sınıflama yapmışlar. O yüzden bir Burgundy’nin markası kadar yılı da çok önemlidir. Dünyanın en pahalı kırmızı şarabı dahil gerçekten yüksek fiyatlı şaraplar bu bölgeden gelir, o yüzden tavsiyem misafir için Burgundy yerine Bordeaux alın, daha güvenli.

Başka bir örnek İtalya’nın en iyi şaraplarından biri olan Barolo’dur. Burgundy biraz içlerde kaldığından iklim çok fazla değişmez. Barolo ise Piemomte’de yetişen Nebuilo isimli bir üzümden yapılır. İklim burada biraz daha fazla dalgalanır o yüzden Barolo’lar yılları bakımından daha duyarlıdırlar.

Durum işte böyle.

Ancak gerçek hayatta işler elbette bu kadar basit değil.

Örneğin şarabın tadını sadece üzümlerin türleri ve hasat yıllarının iklim özellikleri belirlemez.

Yıllandıkları fıçıların yaşı, bu fıçılarda geçirdikleri süre - ki unutmayın, tek üzümden şarap yapan bir şarapçı, hala aynı üzümü ikiye ayırıp, bunların yarısını genç, yarısını yaşlı fıçılara koyup, her yarımın yarısını da bu farklı fıçılarda farklı zamanlarda tutarak çok farklı tadlar elde edebilir. Yine şarabın içerdiği üzüm kabuklarının miktarıyla oynayarak, şarabın koyuluğunu, asit miktarını yani sonuçta tadını değiştirebilir.

Bazen de Pinot Noir örneğinde olduğu gibi üzüm o kadar güzeldir ki, neyle harmanlarsanız harmanlayın, kalitesi düşer. Bu yüzdendir ki Burgundy şarapları çok özel, çok değerli şaraplardır.

Sadece bu yazıyı okuyup bir karar verirseniz, harman şarapların daha iyi olduğu sonucuna varırsınız. Gerçekten de kişisel eğilimim harman şaraplara, özellikle Bordeaux’ya doğrudur. Tek üzümden yapılma yeni dünya şaraplarından hiç haz etmem. Amarikan şaraplarını ise tenekelere koyup, six-pack yaptıklarında cheeseburgerla birlikte içeceğim. Şarap konusunda hayatımın en büyük hayal kırıklığıdır Yank’ler. Sprite tadında Pinot-Noir’ı ilk kez ABD’de içmiştim... 😜🍔🍷

Bununla birlikte tek üzümlü Burgundy, Barolo ve Sırp şaraplarını büyük bir zevkle içerim.

Ancak en önemlisi sizin o şaraptan zevk almanız. Eğer sevdiyseniz için, tadını çıkarın. Kime ne şarap tek üzümden miymiş, harman mıymış.

Santé 🍷

Edit: Şimdi bir tekzip geldi, harman şaraplar Sırbistan'da da yaygınmış. Kayıtlarımızı düzeltelim.

21 Kasım 2019 Perşembe

Mezekar

Üçüncü Dünya Savaşı, önceki ikisine göre kat be kat ölümcül geçmişti.

İran'dan atılan beş tane nükleer başlıklı balistik füzeden dördü İsrail hava savunma sistemleri tarafından havada imha edilmiş, ne var ki sonuncusu Tel Aviv'e düşmüş, yüz binlerce insan termonükleer patlamanın sonucu ortaya çıkan ısı ve radyasyon ile hayatını kaybetmişti.

İsrail cevap vermekte gecikmemiş, başta Tahran, dört büyük İran kenti haritadan silinmişti. Çin ve Rusya'nın uyarılarına rağmen yine İsrail'den atılan nükleer başlıklı bir seyir füzesi İran yanlısı Şii Irak yönetimindeki petrol bölgelerini vurmuştu.

Basra körfezinin kapanmasına yol açan bu patlama Rusya'yı harekete geçirmiş, Kızıl Ordu Azerbaycan ve Kazakistan'ı işgal ederek bu ülkelerin batıya yaptığı bütün petrol ve doğal gaz ihracatını durdurmuştu.

Sadece Suudi Arabistan ve bir kaç küçük emirlikten zar zor getirilen az miktarda petrol Avrupa'nın enerji ihtiyacının onda birini bile karşılamaya yetmemişti. Fransa vakit geçirmeden Libya'yı işgale kalkıştı ama petrol azlığından en çok etkilenen Avrupa ülkesi olan Almanya'nın buna izin vermeye niyeti yoktu. NATO'nun dağılmasından sonra kurulan Avrupa Ordusu'na en çok katkıyı sağlayan Almanya bu ittifaktan çekilip, Libya'nın petrol sahalarına binlerce paraşütçü indirdi. Bölgedeki Fransız askerleri bu saldırıya ateşle karşılık verince Alman ikinci ordusu Fransa'ya girdi. Fransız ordusu bu saldırıyı durdurmak için taktik nükleer silahlara başvurdu, Almanya ise buna karşılık olarak stealth özellikli üç seyir füzesiyle Paris'i, Lyon'u ve Marsilya'yı vurdu.

Ancak bu savaşın en çok cana mal olan çatışması Çin'in Venezüella'yı işgaliyle başladı. Amerika nükleer silahların yüklendiği on iki stealth bombardıman uçağını Çine gönderdi. Bu uçaklar Kore yarımadasını geçerken Kamçatka'daki uzun dalga radarlar tarafından tespit edilip, Rusya'ya yönelmiş oldukları sonucuna varılınca Atlantik ve Pasifik okyanuslarındaki onlarca Rus denizaltısından atılan nükleer füzeler başta New York ve Los Angeles, on beş büyük Amerikan kentini vurdu. Amerika da bu saldırıya kıtalararası nükleer füzelerle cevap verdi. Onlarca Rus ve Çin kenti bir kaç gün içerisinde haritadan silindi.

Savaş sona erdiğinde dört buçuk milyardan fazla insan ölmüş, dünya on yıllarca süren bir nükleer kışa girmişti.

2500 metre yükseklikteki bir mağara içine sığınmış bir gurup insan, akşam yemekleri olacak bir geyiğin , etrafında bir daire şekilde oturdukları kamp ateşinin üzerinde kızarmasını bekliyordu.

En gençleri Peter, annesi Joanna'ya sordu "Anne, niye iki geyik kızartmıyoruz? Bir tanesi bunca kişiye çok az gelmeyecek mi?" Annesi Peter'in başını okşayıp, çocuğun bu haklı sorusuna cevap verdi "Yamaçlarda çok az geyik kaldı oğlum. Eğer üremelerine fırsat vermeden hepsini avlarsak sen büyüdüğünde sizlere karnınınızı doyuracak geyik kalmayabilir."

Peter annesinin dediğini anlamış gibiydi. Ellerini ateşe yaklaştırıp ovuşturdu. Akşamları mağara soğuk oluyordu. Bir iki kez öksürdü. Bunu gören Albert çocuğun yanına oturup, başını okşadı, "İyi misin? Bir şeyin mi var?" diye sordu. Peter "Biraz boğazım ağrıyor" dedi. Albert hemen Janet'a seslendi "Jan, Peter'e bir bakar mısın? Kendisini iyi hissetmiyormuş" dedi.

Bütün hastaneler savaş sırasında yıkılmış, hiç bir yerde ilaç bulunmuyordu. Eski bir araba aküsüyle çalışan bir yazıcıdan Tıbba Giriş adlı bir kitabı zar zor buldukları kağıtlara basmışlar, Janet de bu kitabı okuyarak aralarında doktorluğa en yakın kişi haline gelmişti.

Ilık süte biraz bal karıştırıp, Peter'a verdi. Joanna minnettar bir ifade ile Janet'a bakıp başını önüne eğdi. Janet "Komşu otlakta Zach isimli bir genç var. Yarısı yanmış bir kimya kitabına bakarak bir şeyler öğrenmiş. Her gün beraber iki saat çalışıyoruz. Yakında en azından basit bir iki ilaç üretebilecek duruma geleceğiz. Belki bir antibiyotik. Biraz daha dayanın" diyerek etrafındakileri rahatlatmaya çalıştı.

Albert köyün lideriydi. Herkes her iki senede bir lider seçmeyi kabul etmişti. Albert bu sorumluluğu kaldıracak kadar sağlam karekterli biriydi ancak bu iş çok vakit alıyordu. Ailesiyle biraz daha fazla birlikte olmayı isterdi. Ne var ki köyün sorumluluğu baskın çıkmıştı, Albert bunları düşünmemeye çalıştı. Tekrar ateşteki geyiğe çevirdi yüzünü.

Robert koşarak mağaraya girdi "Komşu köydeki demirci aletleri bitirmiş. Fazladan bir kürek başı çıkmış, bize gönderdi!" Albert çok sevinmişti. Bu yeni kürekle bostan biraz daha hızlı gidecekti. "Onlara karşılığında verecek bir şeyimiz yok şu anda" derken üzülmüştü. Robert "Bir şey istemediler" dedi, "Bostan bittiğinde bize kavun-karpuz yollarsınız dediler"

Bu arada Ana lafa karışmıştı "Bende onların çocuk bakıcılarıyla konuştum. İki otlağa yarı yolda bir kulübe yapıp, okul olarak kullanacağız. Haftada üç gün o, üç gün ben ders vereceğiz. Böylece çocuklar hiç aksatmadan eğitimlerini sürdürebilecekler" dedi. Robert "Ben kulübenin yapımımda çalışmaya gönüllüyüm. Başka kim var?" diye sordu. Üç genç erkek daha el kaldırdı.

Albert, biraz karamsar "Köyün dışına okul yapmak iyi bir fikir mi, bilmiyorum" dedi. Ana "Mezekar'lardan mı endişe ediyorsun?" diye sordu. Albert evet anlamında başını salladı. Ana "İki gün önce çamaşır yıkarken tepede bir Mezekar vardı. Beni görünce gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu, dili dışarda öyle bakmaya devam etti. Çamaşırları toparlayıp, hemen kaçtım" diye anlattı.

Albert "On tane Mezekar daha üç gün önce Crooked Cedar köyüne saldırmışlar. Bütün tavuklarını götürmüşler, bir de Sandra'yı..." Gözleri dolmuştu, bitiremedi cümlesini.

Bir kaç kilometre ötedeki bir Mezekar mağarasında da yanan bir ateş vardı.

Küçük çocuk heyecanla gelip, elindekini babasına gösterdi "Yan mağarada Ökkeş ağa arkasını dönmüş, odun topluyordu, ben de dalıp, bunu aşırdım!" İyi kalite çakmak taşı bulmak zordu. Bunlar savaş öncesinin altını kadar değerliydi. "Aferin lan Murtaza, böyle uyanık olacaksın işte!" diyerek çocuğun başını okşadı, sonra da elindeki çakmak taşını alıp, cebine artı.

Küçük çocuk bir aferin daha almak için bir kaç metre ilerdeki bir taşın altına sakladığı bir kitabı getirip, babasına gösterdi. "Ne lan bu?" diye sordu baba. "Kafir bir karı ve genç okuyorlardı bunu. Siz tavukları alırken ben de bunu yürüttüm" dedi çocuk.

Kitabın üzerinde "Tıbba Giriş" yazıyordu. Baba kitabı alıp ateşe attı, "Off bu iyi geldi kemiklerimiz ısındı" dedi. Çocuk biraz da hayal kırıklığıyla "O iki Kafir çok merakla okuyorlardı, kim bilir ne yazıyordu?" diye mırıldandı. "S.kerim kitabı. Okusaydın da ne olacaktı? Bak bana, bir kitap bile okumadım, bu mağaranın kralıyım" diye kükredi baba. Gerçekten de mağaranın tartışmasız kralıydı. Niye sen oluyorsun falan diyen birisi çıkmıştı ama boynunu orada kırmış, başka da bir itiraz gelmemişti.

Mezekar 'ın gözü biraz ilerde oturan kızına takılmıştı. Yerinden kalkıp kızının ağızının üzerine bir tokat patlattı "Kapa lan saçlarını! Orospu mu olacaksın başıma!"

Genç kız başını önüne eğip, saçlarını örttü, sonra da mağaranın köşesinde, elleri bağlı oturan kızın yanına kıvrıldı. Baba hala bağrıyordu "Yanındayken o orospuya yemek yapmayı, temizliği falan öğret. Biraz daha büyüsün, başka işe de yarayacak o!"

Elleri bağlı kız az önce tokat yemiş diğer kıza sordu "Adın ne?". Kız cevap verdi "Büşra. Seninki ne?" Elleri bağlı kız cevap verdi "Sandra", somra da devam etti "İlk defa bir Mezekar'la tanışıyorum..."

Yediği tokattan hala yüzü yanan kız anlamamıştı "Mezekar da ne?" diye mırıldandı. Sandra da şaşkın "Size Mezekar denmiyor mu?" diye sordu. Büşra anlamıştı, gülümsedi:

"Mezekar değil, Muhafazakar!"

11 Kasım 2019 Pazartesi

DHA EPA ve Civa

Sevgili arkadaşlar, yaşlanmanın birkaç çok açık belirtisi vardır. Hemcinslerim için konuşayım, kırmızı spor bir araba almak, arkadaşlar ile bilek güreşi yapmak, karıyı boşayıp, genç bir kızın peşine takılmak, bir de sağlıklı beslenmeye merak salmak.

Araba zevkimi kaybedeli çok oldu, bileğim derseniz kuvveti yerinde hala hamdolsun. Sevgili karımı da gerçekten çok seviyorum, öyle karı kız peşine öldürseniz gitmem. O yüzden gelin size sağlıklı beslenme geyiği yapayım bu akşam...

Hor görmeyin bu sağlıklı beslenme işini. Bakın mesela çav bella Soner Yalçın’a. Adam komünistliği bıraktı, bu yaştan sonra gıda mühendisliğine soyundu...

Neyse...

Şahsen tanıyanlarınız bilir, hayatım boyunca deniz ürünü yemişliğim yoktur. Deniz ürünlerine, ya da daha genelinde beyaz ete çok kötü bir alerjim var. Dahası da var da konumuzu dağıtmayalım. Yediğim zaman detaylarıyla midenizi kaldırmayayım, çok kötü olurum. O kadar pis bir iştir ki bu alerji, insanlar evlerine yemeğe çağırdıklarımda utanır, yerin dibine geçerim. Şunu yiyemem, bunu yiyemem diye bir liste hazırlarım, insanlar da çoğunlukla kardeşim ne yiyebiliyorsun, onu söyle, böylesi daha kolay derler.

Otuz seneye yakın tanıdığım iyi bir arkadaşım var. Bu Pazar ona yemeğe gideceğiz. Benim bu gereksiz yemek seçme durumuma o kadar alıştı ki kızcağız, bana ne hazırlayacağını adım gibi biliyorum. Kanlı seviyede az pişmiş bir biftek ve fırında patates! İlk bir kaç sene çok çalıştı farklı bir şeyler bulabilmek için, sonunda vazgeçti, ben de her defasında utanmaktan kurtulup rahat ettim Çeşitlemeyi şarapla yapıyoruz artık. Bu arada Lozan'ın en iyi yemek yapan hatunlarından biridir. Jelena ile ikisi oturup, kim bilir ne varyeteler deneyecekler gittiğimizde. Ben de et patates ve şarap tabi...

Anladığınız üzere işim zor yani...

🐝Mezzy🐝'nin ilk pediatri randevusu bu yüzden çok önemliydi. Bu alerji genetik olarak sevgili kızıma aktarılabilir mi, emin değildim. Elli sene boyunca çektiğim, ve halen çekmekte bulunduğum bu baş belasını kızım çeksin istemiyordum. Kafadan durumu peditarisyene anlattım. Kadın alerji kalıtsal olabilir denemek gerek dedi, ama 🐝Mezzy🐝 daha çok küçük olduğundan biraz beklemeye karar verdik.

Sonunda büyük gün geldi ve sevgili kızım ilk balığını yedi.

Bütün gün gözüm üzerindeydi. Kritik saatleri atlattık, alerjinin belirtileri yoktu. Bir kaç gün sonra garanti olsun diye bir porsiyon balık daha verdik, yine bir şey olmadı. Lütfen söylediğimde inanın, üzerimden öyle bir yük kalktı ki...

🐝Mezzy🐝'nin balık yiyebileceğini anladıktan sonra sıra hangi balığı yiyeceğini bulmaya gelmişti.

Yine balıkla alakam olmadığından ne tadlarını bilirim, ne de görünce hangi balık olduğunu tanırım. Belki Hamsiyi ayırabilirim, o da Lazların sayesinde, ama bir İstavritle yan yana koyun, yine çuvallarım. Kefal, Sazan, Lüfer, Çupra falan sadece kelime hazinesi bende...

Sorun sadece balığın tadı değil elbette. Daha da önemlisi, 🐝Mezzy🐝 için balıkların en yararlısını bulmak.

İş başa düştü, geçtim goo-gıl'ın başına. Bir kaç saat sonra bir yere varabilmiştim.

Meğer bu balık işi bayağı karışıkmış - hoş Google üzerinden doktorculuk, mühendisçilik oynamaya kalktığınızda her şey karışıyor ya...

Bir kere deniz mahsulleri başta cognitive developmemt dedikleri anlama yeteneği, çocuklarda beyin gelişmesi için hayati derecede önemli Omega 3 isimli yağ asitlerini içeriyormuş. Bu Omega 3'leri kraker paketlerinin üzerinde görmüşlüğüm vardı, biraz daha okuyunca anladım ki bu kara besinlerindeki Omega 3'ler, deniz mahsullerindeki Omega 3'lerle aynı değilmiş. Beyin gelişiminin olmazsa olmazı DHA ve EPA isimli iki Omega 3 asidi sadece deniz mahsullerinde varmış.

Yeri gelmişken sizlere son harfi 'A' olan üç harfli kısaltmaların açılımlarından uzak durmanızı şiddetle tavsiye ederim. Sondaki 'A' 'asit' anlamına gelir de, ilk iki harfin açılımı "Şemsi Paşa Pasajından Şemsiyeyle Geçtim" 'den beterdir - başka örnekler DNA, RNA. Çok istiyorsanız DHA, Docosahexaenoic acid, EPA ise Eicosapentaenoic acid demekmiş!

Bizi ilgilendiren kısmı ise kara mahsullerinde, özellikle fındık, fıstık, badem, vs.'de bulunan Omega 3'ler bu ikisinden farklılarmış ve bunların yerini tutamazmış.

Sözün özü, çocuk için doğum öncesi de dahil, bu iki Omega 3'ün alınması hayati önem taşıyormuş. Jelena'nın hamileliğinde bunu atlamışız, Jelena yeteri kadar balık yememişti, ben de kendime çok kızmıştım, ama doktor merak etme önemli bir sonucu olmamıştır demişti.

Deniz mahsulleri sadece çocuklarda beyin gelişimi için değil, yetişkinlerde kalp sağlığımdan başka bir çok vücut işlevi için de önemliymiş ama asıl önemlisi beyin gelişimi tabi.

Kıssadan hisse çocuğunuz akıllı olsun istiyorsanız dayayın balığı...

Ancak hayatta hiç bir şey siyah ve beyaz değil. Deniz mahsullerinin çok önemli bir ters etkisi de var.

Cıva!

Cıva doğada her yerde var ama sudaki özel bir bakteri tarafından formu değişen cıva balıklar bu cıvalı suda yüzdükçe vücutlarında birikiyor. Balıklar uzun yaşadıkça vücutlarındaki cıva miktarı da artıyor. Bir de büyük balık küçük balığı yer deyişinden yola çıkarsak, balıkların boyutları büyüdükçe yedikleri küçük balık miktarı artıyor, vücutlarındaki cıva miktarı da deniz suyundan aldıklarına ek olarak yedikleri küçük balıklardaki cıva yüzünden yükseliyor.

Balıklarındaki bu cıva yıkamakla, pişirmekle kaybolmuyor, insanlar balıkları yediklerinde de hop, vücutlarına giriyor.

Girince ne oluyor derseniz de... Cıva bir ağır metal. Ağır metaller de tam bir beladır sevgili arkadaşlar, kanser manser, her halt çıkıyor bunlardan. Ancak en önemli zararı çocukların gelişmekte olan beyinlerine veriyorlar.

Durum böyle işte. Artık iki kenarı keskin kılıç mı dersiniz, iki ucu boklu değnek mi bilmiyorum. Çocuğunuz Omega 3 alıp akıllı olsun diye balık yediriyorsunuz, yediği balıktan aldığı cıvayla aptal oluyor.

Ancak her balıktaki faydalı Omega 3 ve zararlı cıva miktarları aynı değil.

Örneğin sadece antropolojik verilere bakarak Hamside çok fazla Omega 3 bulunmadığı sonucuna varabiliriz 😜

İşin şakası bir kenara, gerçekten de hamsideki Omega 3 miktarı çok düşük. Bizim aradığımız Omega 3'ler unutmayın, birer yağ asidi, yani kısaca yağda bulunuyor. Hamsi de diğer küçük balık türleri gibi çok yağlı olmayan bir balık.

Biyolojiye çok dalmayalım. Omega 3 için aradığımız iri, yağlı, kırmızı etli balıklar. Ton balığı, Somon gibi büyük cinsler.

Bir sıralama yaparsak 50 gram Somon, 80 gram pembe Ton, 200 gram Beyaz Ton, 400 gram Morina, 600 gram midye ve bir kilo Karides aynı miktarda Omega 3 içeriyor. Başka bir deyişle elli gramlık Somondaki Omega 3'ü alabilmek için bir kilo Karides yemeniz gerekiyor.

İşin cıva ucu da aynı şekilde karışık. İçerdikleri cıva miktarının yüksekliği bakımından yanına bile yaklaşılmaması gerekli balık türleri Köpekbalığı, Kılıçbalığı, Pembe Tuna - dikkat, yukarda bunun için Omega 3 bakımından çok zengin demiştik, Levrek, Trança, Orkinos, Mezgit.

Düşük cıva içeren balık türleri ise Somon, Kedibalığı, Sardunya, Alabalık, Ringa, Midye, İstiridye.

Bu iki kümenin kesişimindeki en işe yarayan, yani hem Omega 3 miktarı yüksek, hem de cıva miktarı düşük balık ise Somon.

Somon bizde biraz snob sayılır, "İstersen Somon Füme getireyim" şeklinde şakası falan yapılır ama buralarda avam balığıdır sevgili arkadaşlar.

Herhalde anladınız Google önünde bir kaç saatimi nasıl harcadığımı.

Herneyse, 🐝Mezzy🐝 ‘nin balığını sonunda bulmuştuk.

Şimdi iş hangi miktarda Somon vereceğimizi bulmaya gelmişti.

Elimde hesap makinesi, yirmi küsür web sitesini dolaştıktan sonra pes ettim. Bu sitelerdeki tavsiye edilen balık miktarını Ounce, Cup, Serving gibi aptalca Amerikan ölçülerinden Gram gibi makul birimlere çevirdikten sonra baktım ki haftada elli gramdan beş yüz grama kadar değişen miktarda balık yemeliymiş sevgili kızım.

Demokrasi ve ifade özgürlüğünün kötü tarafı bu işte anasını satayım. Herkesin ağızı var, konuşuyor. Bizde olsa saraydan bir emir, "Yemeyin lan balık malık!" şeklinde... Sorun şakkadanak hallolurdu. Burada çık işin içinden çıkabilirsen. Elli gram diyen adam elli bir gram yerse ağır metalden zehirlenir, yarım kilo yesin diyen adam da balık tanrının bir hikmeti, yemeyen aptal kalır diyor.

FDA'in sitesinde bir yerde 8 Ounces per week gibi bir rakam görmüştüm, 230 gram gibi bir şey yapıyor. Kafama yattı. Doktoruyla da teyit ettikten sonra, altmışar gramlık dört porsiyon halinde birer gün arayla her hafta 🐝Mezzy🐝'ciğe vermeye başladık.

Bugün yine başka bir maksatla Google'lıyorum, tesadüfen bir yazıya denk geldim. Deniz mahsulleri yemeyin diyor.

Yine aklım başımdan gitti, yeniden çocuk, besin, vesaire sitelerine dalıyordum ki durdum. Nasılsa yine bir sonuca ulaşamayacaktım.

Sözünü face-value aldığım, bu işlerin uzmanı sevgili bir arkadaşım var. Hattızatında bana askorbik asitin havaya karışacağını söylediğinden beri efervesan Aspirin tabletlerini tamamen erimesini beklemeden içerim, Aspirin'in geri kalanı fosur fosur midemde çözülür 😜

Bat-signal'ımı yaktım, hemen yardımcı oldu sağolsun.

Kısaca der ki, deniz mahsullerinin zararları yararlarından çok daha fazla. Hiç yemesin. Omega 3'ü de yapay, yani tabletle alsın. Normalde işlenmiş besinlere karşı olduğunu söyleyerek devam ediyor, ancak bazen böylesi daha iyi diyor. Verdiği örnek de dokuz kilo portakal yemektense saygın bir firmanın tabletini kullanarak aynı miktarda C vitamini almanın daha iyi olduğu. Portakaldaki şekerden de kurtulmuş olursun diyor.

Daha sonra söyledikleri çok ilginç aslında.

Şehirlerin su arıtma tesislerinin Tylanol, antibiotik, doğum kontrol ilaçları gibi medikal kimyasalları filtre edemeyip denizlere saldığını, balıkların da bundan etkilendiğini anlattı. Balıklar yine çöplerden mikro-plastikleri sistemlerine alıyorlarmış. Bunca ilaç ve hormondan sonra hem erkek, hem dişi üreme organı olan balıklar türemiş.

Korkutucu geliyor insanın kulağına tabi, neyse ki ben muafım bu işten ama karım, kızım var ortada.

Peki ne yapacaksın diye sorarsanız...

Öncelikle bu günkü öğrendiklerimi bir hazmetmem gerekecek. Sonra da 🐝Mezzy🐝'ye bir cıva ölçümü. Ne durumdayız, bir görelim. Burada aldığımız Somon Norveç'ten geliyor, bir de onu gugıllamam gerekecek. Bu bilgilerin ışığı altında 🐝Mezzy🐝'nin doktoruyla bir istişare daha yapacağım. Bu Omega 3 supplement'ları için ne düşünüyor bir onu öğrenecek, bir de marka tavsiyesi alacağım.

Sonrasında sizi haberdar ederim.

Geceniz güzel olsun...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...