21 Mart 2015 Cumartesi

Porto

Yıl 2004. Canavar bir arabam var, ayıptır söylemesi. Hızlı zamanlarım, otoyoldaki hız limitlerine dikkat etsem de, arada bazen kaçıyor. Bir gün, işe giderken farkında olmadan neredeyse 200 km'yi bulmuşum. Bir Audi beni solladı. Sollarken de arabanın arka koltuğunda oturan er kişi koca bir tabelayı cama dayadı.

"HALT! - (DUR!)"

Durduk tabii. Sivil bir polis arabası. "Ne olduğunu biliyorsun değil mi?" diye sordu, "Biliyorum." dedim.

Ehliyetim gitti bir ay...

İlk iki hafta, maksimum hızı 45 km olan kiralık bir Smart'la işe gittim geldim. Kanun buna uygun. Arabanın arkasına, takip edenleri sinirden çıldırtmadan durumu açıklamak için bir "45 kilometre" levhası, kapılarına da koca koca kaplumbağa resimleri koymuşlardı. Gören herkes ne olduğunu anlıyordu yani...

Plana göre, geri kalan iki haftayı bir Brezilya tatili ile geçirecek, aşağılanma süremi yarı yarıya düşürecektim.

Brezilyanın eski milli havayolu Varig'in bir DC-10 uçağı ile çıktık yola. Bu DC-10'lar Gökben'in Şiribim Şiribom şarkısı ile ünlendiği zamanların uçakları...

Uçağımız, bu geçen yıllardan payını fazlasıyla almıştı.

Benim koltuğum bozuk, yatmıyordu ama önümdekinin böyle bir problemi olmadığı için uçak kalkar kalkmaz koltuğunu yatırıp burnuma soktu. Yine sehpamın mandalı bozuk olduğu için, dan diye kucağıma düştü. Bir iki kere katlayıp, yerine yerleştirmeye çalıştım, araya kağıt sıkıştırdım falan, fayda etmedi.

Bir yarım saat daha uyumaya çalıştım ama uçağın her yeri gıcırdıyor, yolcular bağrışıyor, hostesler dan dun, koridor kenarındaki koltuklara çarparak koşuşturuyordu.

Çaresiz kalktım, "galley" denen, yiyecek ve içeceklerin hazırlandığı bölüme gittim. Benle birlikte uyuyamayan üç beş yolcu daha, on saat boyunca Atlantik Okyanusunu su, portakal suyu ve şampanya içerek geçtik.

Sabahın erken bir saatinde Rio de Janeiro'ya indiğimizde, sarhoş sayılacak kadar şampanya içmiştim. Bizi hava alanından şehre getiren taksiden iner inmez de öyle bir tropik yağmur başladı ki, üzerimdeki giysilerde herhalde bir beş kilo su birikmişti.

Uykusuzluk, saat farkı, şampanyalar ve üstüne bir de bu yağmur gelince artık takatim kesilmiş, bitkin düşmüştüm. Aklımda tek bir şey vardı.

Kahve!

Birlikte seyahat ettiğimiz arkadaş Rio'yu daha önce birkaç kez ziyaret etmiş, ne nerede bilecek kadar deneyimliydi.

Copacabana plajı ile Ipanema plajını ayıran burunun hemen yanında, Rio'ya biraz güzel vakit geçirmek için gelen birçok kişinin uğrak yeri olan "Help" isimli bir diskotek vardır. Help, bildiğiniz üzere İngilizce yardım demektir, ve gerçekten, eğer yalnızsanız, burada fazlasıyla yardım bulursunuz (Size üçüncü sınıf, çapkınlık hikayeleri anlatıyor gibi olmayayım, sadece coğrafya bilgisi veriyorum. Yine başka bir vicdan notu, ben bu seyahatimde bekar ve bağlantısızdım).

Dağılıyoruz farkındayım, toparlayalım.

İşte bu diskoteğin hemen yanıbaşımdaki bir Cafe'ye götürdü beni bu arkadaş.

Garson ne istersiniz diye sorduğunda aynen şöyle dedim.

"One coffee."

Van minit gibi, van kofi, yani bir kahve. Ne bir eksik, ne bir fazla. Lütfen bile demedim. Sadece "Bir kahve!"...

Copacabana, Sadece bir kahve...
Brezilya'da en çok kullanılan işaretlerden biri olan, tamam anlamındaki, baş parmak havaya, yani pilot selamını gösterip gitti içeri.

Otellerde garsonların servis yaparken kullandıkları iki katlı bir arabayla geri geldi.

Önce kahveleri verdi. Sonra başladı servis arabasından aldıkları tabakları yaymaya. Yağ, bal, beş çeşit reçel, envai çeşit salam, sosis, yoğurtlar, yine envai çeşit ekmekler, krakerler, tropik meyveler, sizin anlayacağınız, aklınıza ne gelirse.

Dört kişilik masaya iki kişi oturmuştuk, buna rağmen tabaklar sığmadı ve garson ikinci katı çıkmaya başladı.

Dayanamadım, "Birader, yanlış getirdin. Ben sadece kahve istemiştim." falan demeye kalktım, ama dinletemedim. Yanımdaki arkadaş gülüyordu.

Adettenmiş, sabah kahveyle yedi tekmili birden kahvaltı getirirlermiş.

Yıllar sonra Porto'da, Papagio restoranda da aynı duyguyu yaşadım. Hani Amerikalıların Deja Vu (doğru telaffuzu Deja Vü) dedikleri, "Lan, ben bunun aynısını daha önce de yaşamıştım." hali.

Uzun bir gün olmuştu. Hamileliğin de etkisiyle eşim Jelena (Yelena) hafif birşeyler yiyip erken yatmak istedi.

Çok fazla seçici davranmadan, nehrin arkalarında, sokak içi, tipik bir restorana girdik. Jelena bir salata istedi, ben de bir biftek. Bir de ufak bir kırmızı şarap söyledim kendime. Şarap Porto'da çok önemli, bu konuya daha sonra geleceğiz.

Önce koca bir ekmek tabağı geldi. Ardından bir tabak zeytin. Ardından içli köfteye benzer bir çeşit tapa. Ardından sarımsaklı ekmek. Ardından peynir.

Ve koca bir şişe şarap...

"Biz ufak şarap istemiştik. Karım hamile, sadece ben içeceğim..."

"It's okay, it's okay, no problem..."

Sonrasında koca bir tepsi içinde Jelena'nın salatası geldi. En az üç kişilik, inanın abartmıyorum.

"It's okay, it's okay, no problem..."
Ve aynı büyüklükte ikinci bir tepsi, yarısı tepeleme pilav, diğer yarısı da patates kızartması.

"Ben biftek istemiştim..."

"It's okay, it's okay, no problem..."

Sonrasında yine koca bir toprak kap. İçi siyah fasulye dolu. Yine Brezilya'dan aşinayım, leblebiden küçük simsiyah fasulyeler, aynı siyahlıkta bir sos içinde. Deli olurum tadlarına.

Ve sonunda biftek de geldi. Kayık, metal bir tabak içerisinde üç koca parça. En az yarım kilo. Şarap için yorum yapmıyorum bile...

Battı balık yan gider, masada ne varsa yedik ve içtik. Ömrüm boyunca unutamayacağım lezzette bir yemek oldu. Kızımız Melissa bile yemeği beğenmiş, Jelena'yı tekmelemek suretiyle mutluluğunu göstermişti.

Hesap ise İsviçrede McDonald's da ödeyeceğimizden daha az bir miktar geldi.

Porto'da geçireceğimiz üç günün nasıl olacağı yavaş yavaş belli olmaya başlamıştı. İki kelimeyle özetlersek Yemek ve Şarap!

Porto, Portekiz'in ikinci büyük kenti. Nüfusu bir buçuk milyondan fazla. Douro (Doro) nehrinin Atlantik Okyanusuna döküldüğü noktanın bir kaç kilometre içerisine kurulmuş bir liman kenti. Port zaten sözcük anlamıyla kapı, liman demek.

Porto'nun Portekizce'deki ismi "o Porto" sözcüklerinden gelmekte, "o Porto", Türkçede karşılığı olmasa da İngilizceye "The Port" şeklinde çevrilebilir. Bugün "o Porto", "Oporto" haline dönüşmüş ve zaman zaman İngilizce ve Portekizce de Porto isminin yerine kullanılmakta.

Jelena ve Melissa Porto'da
Porto, Lizbon'un aksine, tertemiz, bal dök yala bir kent. Çok iyi bakımlı, ve toplu taşım sistemi yaygın ve rahat bir şekilde kullanılabiliyor.

İnsanları, Portekiz'in genel özelliği olarak çok iyi ve arkadaşça. Aslında, eğer Türkiye'deki, kibarlıktan muhafazakarlık diye adlandırdığımız bağnazlık ve yobazlığı çıkarırsanız, arkadaş canlısı olmalarının yanında, yüksek sesle konuşmaları, her yere araba park etmeleri, ıslık çalmaları, ve yerlere tükürmeleriyle bize çok fazla benziyorlar :)

Hava ise inanılmaz güzeldi. İsviçre'de eksi dördü bırakıp artı yirmiye gelmek mükemmel olmuştu.

İşte bir nefeste coğrafik Porto özeti böyle. Daha fazlası Wikipedia'da bulunabilir tabii, ancak sizi ansiklopedik bilgiyle bayıltmadan, bu cennet köşesinin havasını benim burnumdan koklatmaya çalışayım.

Porto bir liman kenti olduğu kadar bir nehir kenti.

Türkler aslen göçebe bir toplum olduklarından bu nehir kentleri bize biraz yabancı gelir. Yani tabii ki nehir görmemiş insanlar değilizdir ama çok takılmayız nehirlere, kent yaşamımızın önemli parçaları değillerdir.

Avrupa'da ise nehirler, kentlerin atar damarları, vazgeçilmez unsurlarıdır. Aklınıza gelen, ismini bildiğiniz neredeyse her Avrupa kenti bir nehrin üzerine kurulmuştur.

Porto bir liman kenti
Bir kaç örnek sıralarsak, Madrid Manzanares, Paris Sen, Roma Tiber, Berlin Spree ve Havel, Amsterdam Amstel, Brüksel Sen, Belgrad Tuna ve Sava, Viyana, Bükreş ve Budapeşte Tuna, Krakow ve Varşova Vistula, Kiev Dinyeper, Londra Teyms, Lizbon Tagus, Moskova Moskva, Zürih Limmat, Prag Moldava, Sen Petersburg ise Neva nehirleri üzerindedir (bazı nehirlerin Türkçe karşılıklarını uydurdum, affola).

Bu listeye Avrupa dışındaki birçok kente ev sahipliği yapmış Nil, Amazon, Dicle ve Fırat gibi nehirleri de ekleyebiliriz.

Bu kentlerin nehir kıyılarındaki tavernalar, pazarlar, depolar ve benzeri ticari oluşumlar ise geçmişten gelen mirasla, hep şehirlerin merkezleri, en hareketli, en canlı noktaları olmuştur.

Porto kentinin nehir üzerindeki eski limanı ve etrafındaki antik şehir merkezi de işte bütün cazibesiyle sizi keşifler çağına geri götürüyor. Burası şehrin doyulmaz güzellikteki bir parçası arkadaşlar. Zaten UNESCO da burayı kültür mirası ilan etmiş durumda.

Bu antik merkezin nirengi noktası ise, yine Porto kentinin en önemli simgesi olan, Douro nehrinin iki yakasını birleştiren Dom Luis I köprüsü.

Dom Luis I köprüsü
Durum böyle olunca ayaklarımız sabah ilk iş, bizi bu köprüye götürdü.

Dom Luis I, çok büyük bir köprü. İki katlı, metal bir yapısı var. Alt katı nehir hizasında ve arabalar için ayrılmış. Üst katı ise, nehirden bir elli metre yukarda. Bu katta sadece tramvay çalışıyor. "Muhafazakarlıktan" kafayı bozup kızı başkasına verdiler diye intahar eden manyaklar olmadığı için, her iki kat da yayalara açık.

Köprünün güney ayağına doğru limanın içinden yürüdük. Nehir kıyısında bir sıra cafe, restoran ve hediyelik eşya satan mağaza var. Sadece bir cafe'den çalan müziği duyabiliyorsunuz. Bad Boys Whatcha Gonna Do. Çok güzel, uzun zamandır dinlemediğim bir şarkıydı, yürüme hızımızı biraz düşürüp sonuna kadar dinledik.

Cafe ve restoranların üstünde bir sıra antik sayılabilecek kadar eski görünen binalar dizilmişti. Bu tip mimariyi ilk defa görmüştüm. Balkonlar, pencereler, panjurlar sanki bir kartona çizilmiş gibi dışa doğru taşmadan dümdüz inşaa edilmişti. Renkler ise canlı sarı, kırmızı, pembe, tipik liman renkleri.

Köprünün alt katının da altından yürüyüp, diğer tarafına geçtik. Burada bir gurup martı, ölü bir balığı yiyiyorlardı. Biz gelince keyifleri kaçtı, hep beraber havalanıp birkaç metre ileriye kondular ve bizim gitmemizi beklemeye başladılar.

Alt katı kullanarak köprüyü geçtik ve benim için Porto gezimizin belki de en ilginç bölümünün yer aldığı, Gaia bölgesine ulaştık.

Kentin bu bölgesi, gümrükte bir duty-free shop'ın şarap rafı gibi. Birçok ünlü Porto şarabı imalatçısı, nehir boyunca bir-iki kilometrelik bir şerite sıra sıra dizilmiş.

Biraz şarap ile aranız varsa, Sandeman'i bilirsiniz, ya da en azından duty-free shop'ların baş köşesinde görmüşsünüzdür. Pelerinli, şapkalı, haydut kılıklı bir logosu vardır. Jelena, Zorro ismini takmıştı Sandeman'e.

Cockburn, Ferreira, Calem, Churchill, Dow, Croft, Graham's, Taylor's hep bilinen Porto şarap markaları.

Yine dikkatinizi çektiyse birçok marka Portekiz yerine Anglo-Sakson isimleri. Bunun nedeni ise Porto şarabının dağıtımının yüzyıllar boyu Britanyalılar tarafından yapılması. Örneğin Sandeman aslında İskoç kökenli bir marka.

Porto şarabı, Fransız Bordeaux (Bordo) ve Bourgogne (Burgonya) şarapları kadar eski ve köklü bir şarap. Sadece ve sadece Douro vadisinin üzümlerinden yapılıyor. Dünya üzerinde bir iki yerde Porto tarzı şarabı Porto adı altında satsalar da Avrupa'da Douro Vadisinden gelmeyen bir şarabı Porto diye etiketleyemezsiniz. AB anayasasında yazılıdır böyle şeyler :)

Yine benzer tatta, Portekiz'in Madeira adasında da Madeira Şarabı yaparlar (Cristiano Ronaldo'nun memleketi). Porto diye etiketleyemeseler de, Madeira'li birkaç arkadaşın sayesinde bu şarabı da bol bol tattım. Douro üzümlerini üzme pahasına, bence lezzeti aynı derecede güzel.

Ferreira mahzeni
Bütün şarap tipleri gibi Porto şarabı da detaylarıma girdikçe ayrışıp karmaşıklaşır. Ancak en basitinden başlarsak, Porto şarabı denince akla kan kırmızı, tatlı ve alkol derecesi normal şaraba göre yüksek bir içecek gelir. Porto şarabının, daha az popüler de olsa beyaz ve/veya sek türleri de var tabii ki.

Porto genelde tatlı yada peynirle içilir. Ben aperitif, tatlı, peynir, digestif, sizin anlayacağınız her yerde, her zaman ve her şey ile içiyorum :)

Porto şarabının kaynağı üzümler Douro vadisinde yetişseler de tek bir çeşit üzüm değil, oldukça çok çeşitli. Bu yazıyı yazarken şöyle bir baktım, içinden sadece bir tanesi tanıdık geldi, Tempranillo, o da sevdiğim bir kaç İspanyol şarabından.

Söylediklerine göre Douro vadisi, nehir Ve tepeleri ile üzüm yetiştirmek için çok uygun bir mikro-iklim oluşturuyormuş. Ben Portekizlilerin yalancısıyım.

Porto şarabının öyküsü işte bu üzümlerin toplanmasıyla başlar.

Üzümler bazı yerlerde hala ayakla yada presle ezildikten sonra üzüm suları eskiden altı düz, tipik teknelerle nehir boyunca, bugün tankerlerle Porto'ya taşınır. Bugün Porto'da, nehir kıyısında hala bu ilginç tekneleri görmek mümkün.

Üzüm suları Shipper adı verilen, az önce bahsettiğim markaların depolarına girer ve şarabın yıllanma aşaması başlar.

Porto şarabının geleneksel şaraplardan en önemli farkı fortified, yani "destekli", "takviyeli" olmasıdır arkadaşlar.

Çok kimyasına girmeden takviyeli ne demek, anlatmaya çalışayım.

Bildiğiniz üzere şarap mayalanmış bir içkidir. Yani maya adı verilen minik bakteriler üzüm suyu içindeki şekeri alkole çevirir, bildiğimiz şarap oluşur.

Normal şarabın aksine, Porto şarabına üretimin belli bir aşamasında üzüm brandy'si katılır.

Brandy, mayalanmış meyvelerin damıtılmasından sonra elde edilen yüksek alkollü likörlerin genel adıdır. Şarap üretimi olan her yerde, şarap için sıkılan üzümlerin artıklarını damıtılması suretiyle yapılan değişik isimli brandy'ler bulunur. Cognac (Konyak), Armagnac (Armanyak), Grappa, Marc hep bu tarz brandy'lerdir. Porto üretiminde ise renksiz, tatsız, katıksız artık üzüm ürünü bir brandy kullanılır.

Portoya katılan bu üzüm brandy'sinin iki önemli işlevi vardır. Üzüm brandy'si, içerdiği yüksek alkol sayesinde maya bakterilerini belli bir süre sonra tüm şekeri alkole çevirmeden öldürür. İşte bu kalan şekerin sayesinde Porto şarabı tatlı kalır ve meyve meyve kokar. Takviyenin İkinci işlevi ise alkol seviyesini artırmaktır.

Porto şarapları değişik biçimde yıllandırılır.

Vintage Porto
Yıllandırma işlemi aslında mayalanma işleminin devamıdır. Yıllanma esnasında en önemli faktörlerden biri şarabın ne kadar oksijenle temas ettiğidir. Hava ile temas, hedeflenen tad ve dokuya ulaşabilmek için çok dikkatli ayarlanması gereken bir işlemdir. Bir şarabın mantarını açın, yani havayla temas etmesini sağlayın ve bir hafta bekleyin. Mükemmel sirke elde edersiniz mesela :)

En pahalı, sofistike tatlı Porto şarabı, şişede yıllanan Vintage dedikleri türdür. Vintage Porto, sadece bir yılın hasatı üzümlerinin suyunun, bir-iki sene büyük fıçılarda bekledikten sonra şişelere konup kırk seneye kadar yıllandırılmasıyla yapılır. Şişelerde yıllanan bu Porto, havayla neredeyse hiç temas etmez, o yüzden çok yavaş evrilir. Tadı da bir o kadar güzel olur.

Tawny adı verilen diğer bir tür ise ambere çalan kırmızı renkte bir şaraptır. Tawny Porto, oksijen ile teması en fazla sağlayan, göreceli olarak küçük fıçılarda uzun sayılabilecek bir süre yıllanır.

Kırmızı ve beyaz reserva
Ruby, yani Yakut Portolar ise kan kırmızı, tatlı ve en çok tüketilen Porto türüdür. Ruby Porto'lar ya metal konteynerlerde, ya da çok büyük tahta fıçılarda, oksijen ile göreceli olarak az temas halinde, çok uzun olmayan bir yıllanma süresi geçirir.

Her şarapta olduğu gibi, üreticinin kullandığı fıçıların yaşı, üzümlerin harmanları, üzüm sapı, çöpü miktarı ve baharatları Portoları birbirinden ayırmakta.

Yazıp yazmamakta tereddütteydim ama yazalım hadi, eskiden Porto"ya bir texture (tekstçır), yani doku katmak için fıçılara domuz bacağından tutun, toptan bir tavşana kadar çeşitli hayvan parçaları atarlarmış. Ancak bu işlem şimdilerde yasak, endişelenmeyin :)

Yine bir not, dikkat ettiyseniz, "fortified", "towny", "ruby" hep Anglo-Saxon kökenli sözcükler.

Ferreira mahzeni
Gaia'da hemen her üretici küçük bir ücret karşılığı sizi mahzenlerinde bir tur yaptırıyor. Bana kalsa muhtemelen Duty-Free yıldızı Sandeman'a ya da Taylor's 'a girecekken, sevdiğimiz bir Portekizli arkadaşımızın yönlendirmesiyle Ferreira mahzenlerinde bir tur aldık.

Çok da iyi ettik.

Bir kere Ferreira tamamen Portekiz kökenli bir üretici, üstüne, çok iyi organize edilmiş turları, ve turun sonunda mükemmel şarap tatma olanakları ile bizi çok mutlu etti. Erkek arkadaşlarıma tavsiyem, karınız hamile iken gitmeniz. Benim gibi, karınızın da şarap tatma hakkını kullanıp "duble" yapabilirsiniz :) Garip Jelena o güzelim şarapları koklayamadı bile...

Ferreira'da şarap tadiyorum
Ferreira'dan mutlu bir biçimde ayrıldık ve köprüye geri onca yolu yürümemek için bu kez nehir kıyısı boyunca giden teleferiği almaya karar verdik.

Bileti alırken de, satıcı kız bize ücretsiz Porto şarabı tatmak için iki kupon uzattı. "Ver bacım, ver..." dedim. Bu sürpriz "degüstasyon" dedikleri şarap tatma fırsatı, ertesi günkü planlarımız içinde hak ettiği yerini aldı :)

Teleferiğe atladık ve bir taraftan ayaklarımıza inen siyah suları boşaltırken, bir taraftan da manzaranın tadını çıkarmaya başladık. Bu manzara izleme amacı teleferikleri Portekizliler her nedense çok seviyor, bir benzerine yine Lizbon'da binmiştik.

Teleferik bizi bu kez köprünün üst katının başında bıraktı. Buradan yürüyerek sabahın son hedefine doğru yola koyulduk.

El Corte Inglés (El Kort İngleş) adlı alışveriş merkezi bütün Porto havamı bozdu. Yemyeşil cam cephesiyle devada modern bir yapı. İçi klasik, aklınıza gelen uluslararası markaların bulunduğu, birini görünce hepsini görmüş sayılacağınız devasa bir AVM. Porto'nun o güzelim klasik havasının üzerine sifonu çekin sizin anlayacağınız. Neyse ki, antik merkezin havasını bozmayacak kadar uzakta.

Jelena, Melissa ve arkalarında şarapçılar
Akşamki yemeğin ağırlığı hala üzerimizde olsa da, yaşamaya devam edebilmemiz için yine de birşeyler yememiz gerekiyordu. Alış veriş merkezindeki bir fast-food restoranına gittik. Jelena, dünkü salatanın büyüklüğünden ağzı yanmış, salatadan vazgeçip, "Ben sadece bir çorba içeceğim." dedi. Ben de bir hamburger söyledim.

Ve tarih tekerrüre devam etti.

Jelena kafasından büyük bir tas, daha doğrusu bir kazan balık çorbasıyla döndü masaya. Benim hamburgerin de sadece adı hamburger. Yarım kilo köfte, pilav, patates, salata, sos, vesaire, vesaire...

Gece
Karnımız tok, sırtımız pek, kendimizi Avenida dos Aliados meydanına attık. Burası, Porto'nun görülmeye değer yerlerine giden yolların kesiştiği kritik bir meydan. Hemen aşağısı zaten Dom Luis I köprüsü. Biraz güneyinde, yine tipik bir alış-veriş caddesi olan Rua Santa Catarina (Rua Santa Katarina), kuzeyinde yüksek kulesiyle Clérigos (Klerigos) Kilisesi ile hemen ilerisindeki Porto katedrali ve batısında ise São Francisco Kilisesiyle Palacio da Bolsa'nın bulunduğu bölge yer almakta.

Porto'da kilise ve katedral darlığı yok arkadaşlar. İberya yarımadasının bir özelliği, herkes oldukça dinine bağlı katolik. O yüzden bunun izlerini her yerde görebiliyorsunuz.

Porto'da gezdiğimiz kiliseler, Avrupa'nın gerisindekilerden fazlaca farklı değil. Yine de görmeye değer.

Güneşi, limanda, köprünün hemen altında bir restoranda batırdık. Soğuktan, uzun bir süre açık havada yemek yiyememiştik. Porto'nun yirmi derece sıcağı çok güzel denk geldi. Bir sokak çalgıcısı yanı başımızda gitarı ile tatlı tatlı şarkı söylerken muhteşem bir şarapla akşam yemeğimizi yedik. Akşamı fazla uzatmadan otele döndük ve uyuduk.

Gezilerimizin neredeyse her zaman kendisini tekrarlayan bir rutini vardır. İlk gün hep çok yürüyüşlü ve yorucu geçer. İkinci gün ise çok daha verimli ve hızlıdır.

Çünkü ikinci güne ulaştığımızda, Jelena kentin minik bir krokisini kafasına yerleştirmiş olur. Saatlerce yürüdüğümüz yerlere kestirmeden birkaç dakikada ulaşır, bir metro yada tramvayla kenti baştan başa geçebiliriz.

Porto'da da durum aynıydı. Otelden çıktık ve bir iki sağ-sol'dan sonra cart diye Rua Santa Catarina caddesine geldik. Burada bir kaç yüzyıl yaşındaki Cafe Majestic'de oturup bir kahve içtik. Daha sonra yine bir minik sağ-sol, ve hop, köprüye geldik. Köprüyü geçtik ve zırt diye Santa Clara (Santa Klara) kilisesinde bulduk kendimizi. Bu kilisenin bahçesinden antik kent ve limanın çok güzel bir manzarasını görebilirsiniz.

Cafe Majestic
Öğle yemeği için yine El Corte Inglés'e gittik. Jelena bir kazan balık çorbası, ben de tepeleme pilavlı, patatesli, salatalı "hafif" bir hamburger yedim. Sonrasında da ikinci şarap tatma seansını yaptık.

Günün son gezisi olan Atlantik Okyanusuna gitmek için özel bir taşıt kullanmaya karar verdik.

En azından yüz yaşında bir tramvay. Dışı sarı, içi kahverengi ahşap. Hala eski kullanım konsolu üzerinde, çalışır vaziyette kurulmuştu.

Oturacak yerler dolduğu için en arkaya, tramvayın ters yöne gelirken kullanıldığı kumandaların olduğu bölüme geçtik. Güzel bir manzara eşliğinde Douro nehri boyunca batıya, nehrin okyanusa döküldüğü noktaya doğru yol almaya başladık.

Yüz yaşında bir tramvay
Okyanus kıyısındaki kentler genellikle koyların ya da iç denizlerin kenarındadır, çünkü okyanusun açık kesimi o kadar azgın, o kadar sert koşullara sahiptir ki, bu noktalara yerleşmek çok zordur.

Porto'da, şehrin merkezi, nehrin biraz iç kesimlerine kurulmuş, ve nehrin okyanusa döküldüğü nokta iki tane dalgakıranla koruma altına alınmış.

Bu iki dalgakıranın arasındaki su sanki bir çarşaf gibi dümdüz. Okyanusa bakan taraflarında ise insan boyundan büyük dalgalar patlıyor. Dalgakıranın hemen başında dalgaların ve rüzgarın yürüyenleri alıp götürebileceğini gösteren tehlike işaretleri var.

Doğanın gücünü gösterdiği noktalarda çok fazlaca etkilenirim. Örneğin bir volkanın ağızında, bir uçurumun yanında, bir mağaranın içinde, bir şelalenin altında, konuşmadan öyle durur, anlamsız anlamsız bakarım etrafa.

Jelena ve Melissa okyanus kıyısında
Okyanusun gerçek halini gördüğüm bu dalgakıranın ucundaki Farol Molhe do Douro isimli deniz fenerinde de aynı duyguya kapıldım. Bizden başka sadece bir çift, taa en uca kadar yürümüşlerdi. Ne bizi, ne rüzgarı, ne de okyanusun ulvi gücünü farkettiklerini sanmıyorum. Gençlik ateşi, gözlerini kapamış, şapır şupur öpüşüyorlardı. Biz onlar yokmuş gibi davrandık, onlar da olasılıkla benim dakikalarca aval aval dalgalara bakmamı görmezden geldi.

Porto'daki son akşam yemeğimizi, ilk akşam yemeğimizi yediğimiz restoranda yedik. Yiyeceklerin boyutlarını bildiğimizden, ikimiz için sadece bir kişilik sipariş verdik.

Sürpriz doğum günü
Bu yemek aynı zamanda Jelena için de baş başa geçirdiğimiz erken bir doğum günü yemeği oldu. Gerçek doğum gününde iş arkadaşları ona bir sürpriz hazırlamışlardı. Benim rolüm de baş başa yemeğe gidiyoruz diyerek Jelena'yı kandırıp, partinin yapılacağı yere götürmekti. Bunu bildiğim için doğum gününü ben erkenden, Porto'da kutlamış oldum.

Öyküyü tamamlama bakımımdan, döndükten sonra Jelena'ya sürprizi başarıyla gerçekleştirdik. Hayatımızın bundan sonrasının nasıl olacağı da yavaş yavaş netleşmeye başladı. Doğum günü Jelena'nın olsa da, pastanın üzerinde henüz doğmamış kızımız Melissa'nın ismi yazılıydı. Hediyeler de hep Melissa içindi. Melissa'nın ilk arabasını da almış olduk. Pembe, klasik bir "convertible" :)

Porto'dan sımsıcak duygular ve çok güzel anılarla ayrıldık. Portekiz'e yolunuz düşerse ilk görmeniz gerekli yer derim. Mimarisi, insanları, yemekleri ve en önemlisi Şarapları ile size unutulmaz bir tatil yaşatacaktır.

Mezzy'nin cabrio arabası
Porto'nun, bizim fazla takılmadığımız ama bazılarınızın ilgisini çekebilecek başka bir ilginç özelliği ise futbol. Hemen herkes bir futbol tutkunu. Konuştuğumuz herkes İsviçre'de yaşadığımızı öğrendiklerinde, hemen bize dört-sıfırlık Basel galibiyetini hatırlattı.

Yine bir not, Fenerbahçeli Raul Meireles ve Bruno Alves hep Porto'lu. İlginizi çekerse Magellan'da olasılıkla Porto'da doğmuş, ancak kesinlikle Porto'da yetişmiş ünlü bir isim.

Porto klübünün stadyumu Estadio do Dragao ziyaret edilebiliyor. Biz gitmedik, ancak Madrid'deki Real Madrid stadyumu ve müzesini referans alabilirsek, ilginç olabileceğini söyleyebilirim.

Sevgiler...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...