24 Ağustos 2012 Cuma

Tarihi Bir Hatayı Düzeltmek

Deep Purple’ı ilk kez canlı olarak Belgrad’da izledim. Hem de nelerin pahasına.

Konser zamanında Sırbistan’ın ikinci büyük kenti Niş’de yaşıyor ve çalışıyorum. Ofiste fazlasıyla önemli bir denetleme geçiriyoruz. Dünyaca tanınmış büyük bir denetleme firması aşağı yukarı yirmi kişilik bir ekiple tepemizde davul çalıyor.

O aralar da Jelena’yla ilk tanıştığımız günler. Pek ortalarda gezmiyoruz. Konserin bir-iki gün öncesinde Regent isimli fazlasıyla burnu büyük bir restoranda yemek yiyiyoruz, ancak tek masa biziz, başka hiç müşteri yok. Özel yemek odamız gibi yani. Canlı klasik müzik çalıyor, biz de mükemmel bir Hırvat şarabı etrafında tatlı tatlı geyikliyoruz.

Jelena sordu nasıl geçti günün diye. Ben de başladım söylenmeye:

“Yaw, başımızda bir ordu denetçi, canımızı çıkarıyorlar. Bütün gün bebek bakıcılığı yapmaktan iş yapamıyoruz...”

Neyse, akşamın sonuna doğru omuzumda bir el hissettim. Kafayı bir çevirdim ki tüm denetçi gurubu kalkmış restoranı terk ediyorlar. Denetçilerin reisi hanım da bana yüzünde bir metre bir gülümsemeyle iyi akşamlar demeye gelmiş.

“Lan...” dedim içimden, “Duydular mı ki dediklerimi?”, ama istifimi bozmadım. Tam arkamdaki masaya gelmişler. Görmedim. Naapıyım... İyi geceler deyip ayrıldık. Onlar gidince Jelena’ya sordum.

“Ne kadardır buradalardı bunlar?”

Jelena da “Biz geldikten hemen sonra geldiler.” dedi.

Olan oldu, ne yapalım?

Neyse, konser günü geldi. Konser akşam saat onda, Belgrad’da Arena isimli bir salonda. Niş Belgrad arabayla iki buçuk saat. Saat iki. “Kum” Dusan biletlerle beni bekliyor, ben de ofiste denetçilerle kapanış geyiklerini tamamlıyorum. Tam bu anda denetçilerin reisi geldi ve:

“Ay ben şunu da istiyorum. İki saate kadar hazırlayabilir misiniz?”

diye sordu. Ben de dayanamadım ve:

“Çok önemli bir işim var. Benim gitmem lazım ama falancaya söyleyeyim yapsın”

dedim. Oradaki denetçilerin hemen hepsi aynı anda başladılar:

“Ya, ya, eminiz çok önemli.”

“Bu önemli işin saçları sakın sarı olmasın?”

Rezillik :)

Hiç gevelemeden söyledim.

“Deep Purple konserine gidiyorum.”

Güldüler. Hepsi de fazlasıyla iyi insanlardı.

Hemen arabaya, oradan Dusan’a, oradan da Belgrad’a. Saat beş gibi konser salonunun etrafındaydık. Kendimize birer Purple tee-shirt’ü alıp giydik. Akşam onda başlayacak konser iki saat rötarla oniki ‘de başladı. Siz hesaplayın, yedi saat ayakta bekledik.

Ve konser başladı. Pictures of Home. Nasıl güzel şarkıdır. Gitarist Ritchie Blackmore varken istemedi diye hiç canlı çalmamışlar. Blackmore gidince konserlerinin açılış şarkısı olmuş. Yaşasın yeni kral.

Pictures of Home, açılış şarkısı olarak da mükemmel bir şarkı. Orijinali Ian Paice’den bir davul soloyla başlar. Şarkının gitar riff’i ve solosu Blackmore’dan. Muhteşem. Yine bol bol Jon Lord ve klavye ve en önemlisi uzun ve mükemmel bir bas gitar solo. Bu soloyu çalarken basçı Roger Glover ile aramızda beş metre ya var ya yok. Vokal de Deep Purple (Mark II)’nun efsanevi sesi Ian Gillian. Bu şarkının melodisini Blackmore kısa dalga radyosuyla Bulgar yada Türk radyolarının birinden duymuş ve uyarlamış.

O günlerden gelip gurupta kalan Ian Paice, Ian Gillian ve Roger Glover’ın üçü de altmış yaşından fazla, yani toplam iki yüz yıla eşit bir efsane başladı çalmaya. O günlerde yours truly sadece otuz dokuz yaşında, gencecik bir adam. O bile yoruldu ancak Deep Purple üç saat boyunca durmadan, yorulmadan çaldı. Ben de azım açık gözümü kırpmadan seyrettim.

Deep Purple’ı ikinci kez Montreux’de canlı olarak izleme şansına sahip oldum. Deep Purple’ı Montreux’de dinlemek, Château Margaux’yu Bordeux’da içmeye, Sushi’yi Tokyo’da yemeye yada kumarı Las Vegas’da oynamaya benzer.

Purple’ı Montreux ile ilişkilendiren ise gurubun “Machinehead” albümü ve orijinal plağın ikinci yüzünün ilk şarkısı “Smoke on the Water” dır.

Bunun sebebi ise Machinehead’in Montreux’de kayıt edilmiş olması ve Smoke on the Water’ın da bu hikayeyi anlatması.

Smoke on the Water’ı duymayan, bilmeyen yoktur. Hiç müzik dinlemeyen biri bile melodiyi duyunca tanıyacaktır.

Bu dört notalık gitar riff’i yetmişli yılların gençlerinin milli marşı haline gelmiştir. Sofistike (ve ukala) müzik kritikleri bazen Blackmore’a “Yaw, bu riff altı üstü dört nota, çok basit ama nasıl ballıysan bu tuttu” şeklinde sataşırlar. Blackmore da onlara Beethoven’ı Beethoven yapan beşinci senfonisinin “piyano rıff ” ’inde kaç nota olduğunu sorar (doğru cevap dört’dür).

Smoke on the Water’a daha sonra döneceğiz. Şimdi Machinehead’in diğer şarkılarına bakalım.

Albümün açılış şarkısı Highway Star. Nasıl yazıldı anlatayım size, gülün.

Yıl 1971. Grup otobüsle Portsmouth’a gidiyor. Otobüste bulunan gazetecilerden biri gruba sorar:

“Şarkılarınızı nasıl yazıyorsunuz?”

Bunun üzerine Blackmore eline bir akustik gitar alır ve kafadan, sadece “sol” notasını üst üste çalarak bir riff yaratır. Ian Gillian ise hemen kıçından sözleri uydurur ve söylemeye başlar. Aynı günün akşamı bu şarkıyı ilk defa konserlerinde çalarlar. Highway Star, yetmişli yılların Rock efsanelerinden biri haline dönüşür :)

Belgrad konserinin açılış şarkısı Pictures of Home da Machinehead’den. Hikayesini yukarda anlatmıştık.

Albümde benim çok sevdiğim Maybe I’m a Leo, biraz uzatılmış tercümesiyle “Aslan burcundan olsam da aslan değilim”, diğer efsanelerin yanında fazlasıyla sönük kalıyor. Ancak bir Leo yani Aslan burcundan biri olarak hala bu şarkı benim hitlerim arasında. Gurupta ise sadece Ian Gillian Aslan burcundan. Doğum günlerimiz aynı. Ağustos on dokuz.

İlk yüzün son şarkısı Never Before. Yazıldığında herkes başarısından o kadar emindir ki, albümden önce single olarak yayınlanır. Sonuç ticari bir felaket olur. Üç saniyede otobüste, ayak üstü, yarı şaka yazılmış bir şarki kırk sene sonra bile dinlenirken, başarı diye özene bezene yazılmış başka bir şarkı bir felakete dönüşebiliyor. Ne olursa olsun, ben hala severek dinlerim.

İkinci yüzden Lazy hiç dinlemediğim ve haz etmediğim bir şarkı. Bir hikayesi varsa da ben bilmiyorum.

Yine ikinci yüzden Space Truckin’, Ian Gillian’ın Blackmore’u ikna etmesiyle albüme girer. Blackmore, bu şarkının kendi yazdığı riff’inin çok basit – evet, Smoke on the Water’ın dört notalı riff’inden bile daha basit – olduğu için albüme koymak istememiştir. Bu şarkı da aynı albümden başka bir hit olur :)

Burada yeri gelmişken diğer şarkılarla birlikte Montreux’de kaydedilmiş ancak albüme girememiş ve benim çok sevdiğim When a Blınd Man Cries’a dokundurmadan geçmeyelim. Yedi dakikalık gereksiz Lazy yerine bu şarkı albüme koyulabilirdi bence. Blackmore yine Blackmore’luğunu yapmış yine.

Ve Smoke on the Water, yani Machinehead’in hikayesi.

Rock ağırlıklı ve oldukça başarılı In Rock albümünden sonra, biraz da Ian Gillian’ın bastırmasıyla hafif Funk’a çalan Fireball albümünü yapar Purple. Bu yeni albüm hafif ekşi satmıştır. Purple bu albümden sonra Hard Rock’a geri dönmeye karar verir.

Yani acilen yeni bir albüm yapmak şart olur.

Başka bir problem ise hem In Rock’ın, hem de Fireball’un stüdyoda kaydedilmiş albümler olmalarıdır.

Stüdyo kayıtlarının güzelliği, stüdyo olanaklarını kullanarak enstrümanların ayrı ayrı kaydedilip sonradan zaman zaman da değiştirilerek biraraya getirilmesidir. Yani mix.

Bu işlem mükemmel albümler yaratsa da bu yapay şarkılar konserlerde canlı olarak çalındığında pek başarılı olmamaktadır.

Bu yüzden Purple yeni albümlerini sanki konserde çalınmış gibi canlı kaydetmeye karar verir. Yani tüm enstrümanlar ve vokal aynı anda çalınıp söylenecek ve kaydedilecektir.

Purple böylece The Rollling Stones grubunun kullandığı kayıt cihazlarıyla dolu bir kamyonu kiralar ve atlayıp Leman gölü kıyısında bir şehir olan Montreux’ye gelir.

Yıl 1971, aylardan Aralık. İsviçre soğuk memleket. Montreux gibi bir yerde bu mevsimde pek aktivite olmaz. Grup, bundan da faydalanarak o yıllarda Montreux Jazz festivalinin sahne aldığı Montreux Casino’da albümlerini kaydetmeye karar verir.

Ancak aynı yerde Frank Zappa ve orkestrası Mothers of Invention da bir konser vermektedir. Bu konsere Purple’ı da davet ederler. Tam Don Preston King Kong isimli şarkılarında bir klavye solosunun ortasındayken seyircilerden biri elindeki işaret fişeğini tavana doğru ateşler.

Casino’nun çatısı alev alır ve bir “yangın yanmaya” başlar :) Montreux Jazz festivalinin direktörü Claude Nobs yada şarkıdaki ismiyle “Funky Claude”, izleyicileri bir kaza olmadan dışarı çıkarmıştır ancak Casino ve dolayısıyla Purple’ın albüm kayıt lokali yanar ve kül olur.

O gün bu gündür Montreux Jazz festivali Casino yerine yeni yapılan gösteri merkezinde yapılmaktadır. Bu merkezde Purple dahil, Blondie, Gary Moore gibi birçok değerli müzisyenleri dinleme şansım oldu. Casino da yeniden modern bir bina şeklinde yapıldı. 2007 ve 2008 yılbaşlarını bu yeni Casinoda geçirdim.

Neyse, 1971’e dönersek, Casino’nun yanması üzerine “Funky Claude”, Deep Purple’ı geçici olarak The Pavillion isimli bir lokale yerleştirir. Grup da bu yeni mekanda kayıt yapmaya başlar.

İlk şarkının, ki sonradan hepimizin bildiği Smoke on the Water olacak bu şarkının o anda bir ismi yoktu, sadece “Take One” deniliyordu, gitar riff’inin kaydının tam ortasında lokalin kapısı çalınır.

Bu noktada olayın nasıl olmuş olabileceğini anlayabilmek ve benim de ilk duyduğumda tepine tepine güldüğüm gibi tadını çıkarabilmek için ne yazık ki İsviçre’de yaşamış olmanız gerekir.

Evet, kapıyı çalan İsviçre polisidir ve komşuların gürültüden şikayeti üzerine gelmişlerdir :) :)

Bu olayın üzerine Funky Claude grubu, mevsim olmaması yüzünden kapalı olan Grand Hotel adlı bir otele yerleştirir. Şarkıda bu olay “We ended up at the Grand Hotel.” Şeklinde geçer. Gurup da tamamen boş olan bu otelin bir koridorunda tüm Machinehead albümünü kaydeder.

Minik bir istisna ile tümü.

Smoke on the Water’ın müzik kayıtları Polislerin kovaladığı The Pavillion’da yapılmıştır :)

İşte bu Grand Hotel bizi yazımızın başındaki tarihi hataya getirir.

Lütfen özürlerimi kabul edin, biraz Forrest Gump’vari uzun bir hikaye oldu ancak sonuca yaklaştık.

Benim tarihi hatam, şarkıda adı geçen Grand Hotel’i bu güne kadar Montreux’nün merkezindeki Grand Hotel Majestic olduğunu düşünmemdi. Tamamen tesadüf eseri Şarkıda geçen Grand Hotel’ın Montreux’da değil hemen Montreux’un dibindeki Territet’de olduğunu öğrendim.

Bu bilgiyi aldığım kaynakta otelin adı “Grand Hotel, Hotel des Alps” şeklinde geçiyordu. Tek problem bu otelin bu gün apartman dairelerine çevrilmiş olmasıydı. Yani Grand Hotel des Alps artık yoktu.

Bu eski otelin bu günkü yerini bulmak için sarıldım Google’a. Yarım gün sonra Montreux’un eski binaları isimli bir makalede bir resmini bulabildim. İster inanın ister inanmayın adresi ile birlikte.

Rte de Shillon 78.

Dün akşam bir toplantıdan sonra atladık arabaya ve Jelena’yla birlikte yukarıdaki adrese gittik ve kötü bir sürprizle karşılaştık. Rte de Shillon 78, tadilat altında, her tarafı ağla kaplanmış bir bina. Kapısında ise “Residence des Alps” yazıyor.

Tam arabaya binip geri dönecekken gözüm yandaki yani Rte de Shillon 74 deki binaya takıldı. En az tadilat altındaki Hotel des Alps kadar büyük, Viktorian bir bina.

Kapısına gidip yazanları okuduk.

“Residence de Grand Hotel”

İşler karıştı birden. Demek iki otel var. Grand ve des Alps. Sorun, Purple’ın bu iki otelin hangisinde kaldığı.

Burada yardıma Classic Albums belgeselinde Machinehead’in anlatımı esnasında Roger Glover’ın birkaç saniyeliğine olsa da gösterdiği Grand Hotel fotoğrafı koştu.

Bu fotoğraftaki bina Rte de Shillon 74 deki tadilat altında olmayan Residence de Grand Hotel binasıydı.

Tarihi yanlış düzeltilmiş, Machinehead’in kayıt yeri bulunmuştu.


Grand Hotel

Delili yukarda.

Sağlıcakla kalın...

19 Ağustos 2012 Pazar

Marsilya II

Evet, bu akşam da kıçımızı kaptırmadan otele dönebildik. Bir bayağı ciddi "near miss" yani "neredeyse kaptırma" aşamasına geldik ancak biraz da şansın yardımıyla Marsilya'nın eski limanının yukarılarında kimsesiz yollarda gezen iki turisti görüp "u" çeken bir arabadan zor da olsa kaçabildik ve otelimize ulaştık. Yanımızda korunmamızdan sorumlu kırkbeş kiloluk Alman kurt köpeğimiz Koni the Brave Heart hepimizden önce kendisini otel odasına attı :)

Eski Liman
Marsilya böyle işte. Gördüğüm en güzel şehirlerden biri bununla birlikte Kuzey Afrika ve Fransız "asi"lerinin ortak az birazcık çabalarıyla güvensiz bir hale gelmiş. Ancak kendimi tekrar etmek pahasına bir kez daha söyleyeyim, çok cazibeli, çok güzel bir şehir Marsilya.

Bu sabah ilk iş eski liman çevresinde gezindik. Yüzyıllar yaşındaki binalar hala ayaka, içlerinde insanlar yaşıyor. Rıhtımların birinde eski bir yelkenli gemi bağlı. Hani o korsan zamanlarından. Hikayesini henüz bimiyorum, eve dönünce Google'layacağım. Hemen geminin karşısında Hotel de Ville, ama hotel dediysek öyle bildiğimiz otel değil, hükümet konağı, koloni tarzında çok güzel bir yapı.

Limanın biraz içerilerinde eski şehir yani the old town var. Napolyon burada yaşamış yada bulunmuş biraz. Bilirsiniz Napolyon ülkemizde öyle fazlaca kahramanlık duyguları uyandıran bir kişilik değildir. Bizde Napolyon dediğinizde ya kafası biraz karışmış, elini ceketinin içinde tutan ve başında hunisi olan bir karekter canlanır gözümüzde yada daha popüler olan Jozefin. Ancak Fransızlar için Napolyon çok önemli bir tarihsel figürdür. O yüzden Napolyon'un burada bulunmuş olması önemli.

Eski limandan bir gemiyle If adasına geçtik. Bu If İngilizcedeki "eğer" anlamına gelen "if" değil, adanın ve aynı zamanda üzerinde bulunan şatonun ismi. Bu şato olası bir İspanyol yada (sıkı durun burada) Türk işgaline karşı Marsilya'yı korumak için yapılmış.

If Adası
Ancak bu ada ve şatonun önemi burda ondört yıl hapis kalmış Edmond Dantès isimli bir mahkumdan gelmekte. Bu Edmond Dantès, Fransız yazar Alexandre Dumas'ın kaleminden tanıdığımız çoğumuzun bildiği ismiyle Monte Kristo Kontundan başkası değil. Gerçek bir tarihsel karekter olan Monte Kristo Kontunun hücresini görmek çok heyecanlandırdı beni.

Monte Kristo Kontunun hücresi
If adasından dönüp oyuncak trene bindik ve bu kez de tam ters istiksmetteki Notre Dame de la Garde katedraline geçtik. Katedralin kendisi de çok güzel ancak şehire binikiyüz metre yükseklikdeki bir tepeye yapılnış bu bina Marsilya'nın panoramik fotoğraflarını çekmeye olanak sağlaması bakımımdan çok daha önemli oldu bu gezimizde.

Akşam yemeğinde Jelena Marsilyanın en ünlü yemeği olan midye ve birkaç çeşit balık ile patates üzerine dökülen bir sos ile yenen Bouillabaisse'i denedi ve çok beğendi. Ben ise bir şişe Provansal kırmızı şarapla beraber bifteğimi kemirdim.

Daha sonra alkolün de tesiriyle - burada bir arkadaşı analım, bir cengaverlik yaparak limanın yukarısındaki bölgeye doğru yürüdük ve burdan sonrasını biliyorsunuz zaten, kaptırıyorduk elimiz avcumuzdakileri :)

Yarın ki program ise Calanques (kalank okunuyor) isimli denize uzanan yamaçları gemi ile ziyaret. Sonrasında Cassis isimli funky bir deniz kıyısı kasabasına gideceğiz.

Yarın görüşürüz..

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Marsilya

Neredeyse bir ay oldu, bir yarım saat ayırıp iki kelime de olsa yazamadım. Saat bu günlerde biraz hızlı çalışıyor benim için. Teoride biraz daha az yoğun bir dönem beklerken işin aslı biraz tersine çıktı. Koşmaca, koşuşturmaca sizin anlayacağınız.

Neyse ki Jelenayla bir bahane bulup bir hafta sonu için olsa bile Lozan'dan uzaklaştık. Nereye gittiniz diye sorarsanız Marsilya'dayız. Fransa'nın Paris'den sonraki ikinci büyük şehiri. Hani geçenlerde Eskişehirspor'u eleyen Marsilyaspor'un evi işte (eşşolueşşekler, kağıt üzerinde de olsa Eskişehirliyimdir yani).

Marsilya önemli bir liman şehri. Kısa bir zaman oldu geleli, öyle uzun boylu bakınmaya zaman olmadı ama gördüğüm kadarıyla çok özel bir yer, olabildiğince "çarming" ve "fenomenal". Liman ve tarihi şehirdeki binalarla acaip fotoğraf malzemesi var sizin anlayacağınız. Neyse yarın size şehir hakkında daha detaylı bilgi verebilirim diye düşünüyorum.

Marsilya'nın ilginç tarafı daha şehiri gezmeden Marsilya'lı yada Marsilya'da yaşamış arkadaşlardan edindiğimiz ön bilgi. Kime sorduysak "Arabanın kaskosu var di mi?" yada "Aman hesap öderken parayı cüzdandan çıkarma, elli Euro kadar bir miktarı cebinde ayrı sakla!" gibi şeyler söylediler.

Anlaşılan burada bayağı eğleneceğiz. Eğer kıçımızı kaptırmadan dönebilirsek anlatırım detayları size.

Lozan'dan Marsilya arabayla dört-beş saat gibi. Biz bugün gelirken Lyon üzerinden otoyolu almak yerine Grenoble üzerinden geldik. Sisteron'a doğru otoyolu bırakıp köy yollarını kullandık ve bu sayede de biraz Provance havası koklamış olduk.

Denizden içerilere girdikçe Provance'ın tüm havası değişiyor. Nice'li, Cannes'lı, Saint-Tropez'li Cote d'Azur'ün ukala yada hadi yine devşirme bir terim kullanayım, "snob" havası içerilere girince kayboluyor ve bana sorarsanız dünyanın sayılı güzel bölgelerinden biri haline dönüşüyor inland Provance.

O yemyeşil dağlar, belki de dünyanın en güzel köyleri, neredeyse Kapadokya gibi biçimlenmiş kayaları, şatoları ve kaleleri ile Provance'ı yeme ama yanında yat.

Öyle güzel yani. Yakınına gelip de görmemek bir insanlık suçu...

İşte böyle. Yarın yürüme günü o yüzden yatalım, uyuyalım ve büyüyelim.

Görüşmek üzere...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...