27 Ekim 2025 Pazartesi

Riga

Riga’da saat gece 10.30 olmuştu ama hava hala aydınlıktı. Her seferinde aynı şaşkınlık, güneş batmak bilmez gibiydi. Biliyorum, bu işin bilimsel açıklaması çok karmaşık değil. Dünya’nın eksen eğikliği yüzünden yaz aylarında kuzey yarımkürede günler uzuyor, güneş ufkun altına tam olarak inmiyor. Ama ne kadar bilsem de, hala etkilenmeden duramıyorum.

Saat 22:00
Kuzey Kutbu’na bu kadar yaklaşmışken “beyaz gece” denen o garip fenomeni yeniden yaşamak, insana garip bir huzur veriyor. Güneşin batmadığı bir şehirde yürümek, zamanın anlamını kaybetmek gibi… Gece mi oldu, sabah mı doğdu, artık fark etmiyor. Gökyüzü hep açık renkli kalıyor.

Sevgili kızım gecenin o saatinde McDonalds yemek istemişti. Eh, emir demiri kesermiş, biz de Riga’nın merkezindeki McDonald’s’a gittik. Yemeğimizi bitirdiğimizde saat gece 11’i bulmuştu. Hava biraz daha kararır gibi olsa da rahat rahat kitap okuyabileceğiniz kadar aydınlıktı.

Riga, bildiğiniz üzere Latvia’nın, ki bizde Latvia dendiğini önceki yazılarımda söylemiştim, başkenti.

Latvia, Baltık Denizi kıyısında, Estonya ile Litvanya arasında sıkışmış küçük ama karakterli bir ülke. Yüzölçümü İsviçre kadar, ama ormanları, gölleri ve sessizliğiyle bambaşka bir dünya. Başkent Riga, hem kuzeyin soğuk havasını hem de Orta Avrupa’nın zarafetini bir arada taşıyor. Sokaklarında dolaşırken bir yanda Art Nouveau binaları, diğer yanda Sovyet döneminden kalma sert bloklar gözümüze çarpıyor. Geçmişle bugünün tuhaf ama estetik bir bileşimi gibi bir şehir.

Tarih boyunca Latvia, hep büyük güçlerin arasında kalmış bir ülke. Almanlar, İsveçliler, Ruslar, sağdan sayın siz… Herkes bir dönem hükmetmiş, ama Latvialılar bir şekilde kendi dillerini, müziklerini ve o içe dönük Baltık karakterini korumuş. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yeniden bağımsız olduklarında, sanki sessiz ama kararlı bir nefes almışlar. Bugün Avrupa Birliği üyesi, ama hala kendi temposunda yaşayan, acele etmeyen bir ülke. Baltıklar yazılarım boyunca söz ettiğim Sovyet DNA’sı ise elbette fazlasıyla hissediliyor.

Riga ise, bir yandan kuzeyin soğuk disiplinini taşırken, öte yandan eski bir ticaret limanının gizli sıcaklığına sahip. Daugava Nehri şehri ikiye bölüyor; bir tarafında cam kuleler, öbür yanında geçmişe direnen taş evler. Sokaklarda yürürken her köşe, sanki tarihle bugünün uzlaşmaya vardığı bir sınır çizgisi. Riga, Orta Çağ’dan kalma sessiz bir gururla duruyor: süslemeli cepheler, Gotik kiliseler ve sabahın ilk ışığında sessizce açılan kafeler.

Ama bu şehir sadece taş ve tarih değil. Riga’nın havasında tuhaf bir özgürlük var. O Sovyet gölgesinden sıyrılmış ama hala temkinli bir özgürlük. İnsanlar sakin, hatta soğuk görünebilir, ama gözlerinde bir yorgun bilgelik var. Belki de defalarca yıkılıp yeniden inşa edilmenin getirdiği bir durağanlık. Küçük barlarda çalan caz müziğiyle, gecenin yavaş yavaş uzadığı yaz akşamlarıyla, Riga insanı içten içe büyülüyor.

Güneşi batırmaya çalıştığımız nokta Riga’nın kalbindeki Özgürlük Anıtı - Brīvības piemineklis. Daugava’nın nemli rüzgarı yüzüne vururken arka planda yükselen o zarif sütun, aslında ülkenin hafızası. 1935’te, Latvia’nın bağımsızlığının ilk döneminde, savaşta ölenleri anmak için dikilmiş. Bu anıt aynı zamanda “biz hala buradayız” demenin taştan hali.

Barut Kulesi
En tepesinde, üç yıldız tutan bir kadın figürü var. Adı Milda. Her yıldız Latvia’nın üç bölgesini temsil ediyor: Kurzeme, Vidzeme ve Latgale. Sovyet döneminde Milda’ya bakmak bile bir direniş sembolüymüş. İnsanlar sessizce gelip çiçek bırakır, sözcüklere dökemedikleri bir gururu ona emanet edermiş.

Otelden nehir kıyısına yürürken Riga’nın eski şehir surlarından kalma Barut Kulesini (Pulvertornis) gördük. Bu kule bir zamanlar şehrin savunma hattının parçasıymış, şimdi ise sessiz bir hatıra, kırmızı tuğlalarıyla geçmişe tutunmuş bir gövde gibi. 14. yüzyıldan beri ayakta. Adı üstünde, eskiden barut deposu olarak kullanılıyormuş. II. Dünya Savaşı sırasında ağır hasar almış, ama restorasyonla koruma altına alınmış. Bugün içinde Latvia Savaş Müzesi var.

Akşamüstü güneşi tuğlalara vurduğunda, kule sanki yanıyormuş gibi parlıyor. Biz o an tam karşısındaydık. Bayraklar rüzgarda dalgalanıyor, sokak lambaları yeni yanmış. Kulenin cephesinde birkaç yerde orijinal top gülleleri duvarın içinde bırakılmış. Riga halkı, geçmişi unutmasın diye onları özellikle sökmemiş. Savaşın izlerini süs gibi kullanmak, Latvia’nın “acıyla barışık” tarih anlayışına çok uygun.

Katedral Meydanı
Riga’yı gezmeye Riga Katedrali’nin (Rīgas Doms) avlusundan, yani Katedral Meydanı’ndan (Doma laukums) başladık. Burası sadece Riga’nın değil, tüm Baltık bölgesinin kalbi gibi. Nehir kıyısına yakın, şehrin en eski taşları burada başlıyor. Bir yandan kilise çanlarının yankısı, öbür yandan sokak müzisyenlerinin melodileri… Riga’nın farklı sesleri, tam burada birbirleriyle karışıyor.

Katedral, 1211 yılında inşa edilmeye başlanmış, düşünün, o günlerde henüz Haçlı Seferleri’nin yankıları sürüyormuş. O dönemin Livonya Piskoposu Albert, bu katedral ile şehrin ruhani ve politik merkezini oluşturmak istemiş. Mimarisi tek bir tarza ait değil; çünkü Riga’nın tarihi gibi, katedral de defalarca değişmiş. Romanesk’le başlamış, Gotik’le büyümüş, Barok ve Art Nouveau dokunuşlarıyla bugünkü haline gelmiş. Her taşında ayrı bir çağın izi var; kulesine baktığında insan zamanın katmanlarını görüyor gibi.

Doma Laukums, yani Katedral Meydanı, Riga’nın tam kalbinde, geniş, taş döşeli ve her daim bir hareket içinde. Söylediklerine göre bu meydan kışın Noel pazarına dönüşüyormuş.

Üç Kardeşler
Üç Kardeşler (Trīs brāļi), Latvia’daki en eski konut yapıları topluluğu ve Riga’nın mimari belleğinin neredeyse canlı bir müzesi. Üç bina, aynı ailedenmiş gibi yan yana dizilmiş ama her biri farklı bir yüzyıldan geliyor, zaten bu yüzden onlara “Üç Kardeşler” diyorlar.

En soldaki en yaşlı kardeş, yani sarı renkli bina, 15. yüzyıl sonlarında yapılmış. Üzerindeki 1644 tarihi insanı yanıltabilir, o tabela sonradan eklenmiş. Bu yapı, Riga’da Orta Çağ’ın tipik tüccar evlerinden biri: zemin kat dükkan, üst katlar ise yaşam alanı.

Ortadaki beyaz bina 17. yüzyıldan, Rönesans tarzının Riga’ya girdiği dönemi temsil ediyor. Cephedeki kemerli nişler, süslemeli alınlıklar ve küçük kulecikler, o dönemin Avrupa’daki estetik heyecanı.

Üçüncü bina ise en gençleri. 18. yüzyıl Barok döneminde yapılmış. Bu kardeşlerin en süslüsü o. Burjuva zarafetini anlatıyor.

Efsaneye göre bu üç bina, kuşaklar boyunca aynı ailenin soyundan gelen üç kardeş tarafından yapılmış. Her biri, kendi çağının imkanlarına göre evini inşa etmiş. Bir anlamda, Riga’nın tarihi bu üç cephede özetleniyor: sade Orta Çağ, zarif Rönesans, gösterişli Barok.

Bugün “Üç Kardeşler”, Latvia Mimarlık Müzesi’nin de ev sahipliğini yapıyor. Ama asıl güzelliği, bu yapay müze düzeninden değil, o sarı duvarlara vuran sabah güneşi.

İsveç Kapısı
Biraz ilerde Riga’nın İsveç Kapısı (Zviedru vārti), yani Swedish Gate var. Bu kapı, Eski Şehir’in (Vecrīga) en karakteristik geçitlerinden biri. 1698 yılında Riga hala İsveç Krallığı’nın egemenliği altındayken inşa edilmiş. Riga, o dönem “İsveç’in incisi” diye anılıyormuş. Başka bir deyişle, Baltık ticaretinin ve askeri gücün sembolüymüş.

Kapı, şehrin savunma duvarlarının bir parçasıymış. Askerî amaçla inşa edilse de daha sonra şehrin içiyle dış mahalleleri birbirine bağlayan bir geçit haline gelmiş. Yani bugün rahatça geçtiğimiz o taş kemer, üç yüzyıl önce askerlerin postallarıyla, tüccar arabalarıyla, belki de kar fırtınasıyla tanışmış bir yermiş.

Söylenene göre kapının üzerinde bir zamanlar idam edilmiş bir kadının ruhu dolaşırmış, çünkü o kadın bir askere aşık olmuş. Asker, şehrin düşmanıymış. Kadın ihanetten idam edilmiş, askerse bir daha dönmemiş. O yüzden akşam saatlerinde, sessizlik çöktüğünde, bu dar geçitten geçerken bir fısıltı duyarsan şaşırma diyorlar.

Sabah güneşi taş duvarlara vurduğunda açık renk sıvalar parlıyor, çok etkileyici bir görünüm ortaya çıkıyor. Gerçekten görülmeye değer.

Kara Kafalılar Evi
House of the Blackheads (Melngalvju nams), yani Kara Kafalılar Evi Riga’nın en görkemli yapılarından biri. Şehrin tam kalbinde, Belediye Meydanı’nda (Rātslaukums) yer alıyor.

Kara Kafalılar, Orta Çağ’da Riga’da yaşayan bekar Alman tüccarlardan oluşan bir lonca. Adını, koruyucu azizleri Aziz Mauritius’tan almış. Aziz Mauritius, Mısır kökenli bir Romalı asker olduğu için “kara kafalı” lakabıyla tanınıyormuş. Bu tüccarlar Riga’nın ticaretini, kültürünü ve hatta politik etkisini yüzyıllarca yönlendirmiş. Binayı ilk olarak 1334’te inşa etmişler ama bugünkü hali 16. yüzyılın sonlarında aldığı o görkemli Gotik-Rönesans karışımı cepheyle tanınır hale gelmiş.

Cephedeki saat, burç sembolleriyle süslü gök haritası ve ince süslemeler, neredeyse bir katedral titizliğinde yapılmış. Her heykelin bir anlamı var: adalet, ticaret, barış ve denizciliği simgeliyor. Binanın içi ise o dönemdeki balolar, toplantılar ve hatta Prusya krallarıyla yapılan anlaşmalara sahne olmuş.

Ancak bu güzellik uzun süre hayatta kalamamış: II. Dünya Savaşı’nda tamamen yıkılmış. Sovyet döneminde kalıntıları bile kaldırılmış.

Binanın bugünkü hali 1999’da birebir aslına sadık kalınarak yeniden inşa edilmiş. Yani yapı “yeniden doğmuş” bir Riga efsanesi.

Başta Riga, bütün Baltık başkentleri gerçekten cazibeli, etkileyici kentler. Ancak bunları görmek yetmiyor, bir de yaşamın havasını koklamak şart. Gezmeyi seven biti olarak kesinlikle görmenizi öneririm.

Üç başkenti kıyaslamak gerekirse, farklar gerçekten çok küçük. Ben Vilnius’u, cazibe sırasında en sona koyuyorum. Bana biraz fazla modern, snob geldi. Tallinn ve Riga arasında bir seçim yapmak zor ancak ben oyumu Riga’dan yana kullanıyorum. Riga sanki baltıkların cazibesini en iyi sergileyen başkent.

Baltıklar’da yemekler bana çok özel gelmedi. Ancak unutmayın, ben şahsım deniz mahsullerine alerjik biriyimdir, o yüzden bunları tadamadım. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 yedikleri balıklardan öyle çok mutlu olmadılar.

Alkolü seviyorsanız Baltıklar bir cennet. Haliyle şarap yok ama o kadar çeşitli likör ve brandy var ki, sert alkol düşkünleri gerçekten mutlu olacaklardır.

Trafikte insanlar birbirlerine saygılı, ancak yollar çok kötü. Sovyet zamanlarından bugüne çok ciddi bir değişiklik olmamış gibi.

Nordik halk gerçekten güzel bir ırk, o yüzden insanlar gerçekten alımlı ve cazibeli. Ancak o Sovyet alışkanlıkları hala sürüyor. O yüzden zaman zaman insan ilişkilerinde zorluk yaşanılabiliyor.

Sonuç olarak mutlaka görün, ancak günlerinizi ayırmayın. Her başkente bir gün fazlasıyla yetecektir.

Sevgi ile kalın.

7 Ekim 2025 Salı

Vilnius

Baltıklara gidip Tallinn gezimizi anlattıktan sonra bir anda ara vermek zorunda kaldık. Eski evimizi satıp, yeni bir ev aldık ve aynı zamanda da bir restoran açtık. Bunların hepsi kısa bir süreye sıkışınca yazmaya biraz ara vermek zorunda kaldım. Bu yüzden affınıza sığınıyorum.

Her neyse, Baltık gezimize geri dönelim.

Riga’daki otelde kahvaltı açık büfeydi. Ancak kahvaltılarını almaya çalışan misafirler, değişik bir koreografi içerisinde büfe önünde hareket ediyorlardı. Büfenin önünde ve bir şerit arkasında yoğun bir trafik oluşmuştu. İnsanlar bir sağa, bir sola koşuşturuyor, yiyeceklerin üzerine eğilip, kalkarak, bir bale gösterisini andıran hareketler yapıyorlardı.

Biz de kahvaltımızı aldığımızda, daha doğrusu almaya çalıştığımızda bu gösterinin nedenini anladık.

Büfedeki yiyecekler ve tabak, çanak, çatal, bıçak gibi malzemeler tamamen mantık dışı bir sırayla yerleştirilmişti.

Örneğin büfenin sonundaki ekmek bölümünde, ekmeğin koyulacağı tabaklar bulunmuyordu. Ekmek için kullanılan küçük tabaklar büfenin başında, kahvaltı tabakları ile birlikte konulmuştu. İnsanlar büyük birer kahvaltı tabağı alıp, içini dolduruyor, büfenin sonundaki ekmek bölümüne geldiklerinde, orada tabak olmadığını fark ediyor ve geri büfenin başına gidip, ekmek tabaklarını alıyorlardı. Cereal kavanozlarının yanında cereal kaseleri yoktu. Bunlar da büfenin başına konulmuşlardı.

Detaylarla çok başınızı ağrıtmayayım, her şey yanlış konumlanmıştı.

Büfeye doğru eğilip, kalkılma ritüeli ise yiyeceklerin yanındaki etiketlerin, bir karınca duası font ile yazılmasının sonucuydu. Harfler o kadar küçüktü ki, eğer bir jet pilotu falan değilseniz, normal bir uzaklıktan okunmaları imkansız gibi bir şeydi. Üstüne font ailesi olarak öyle afili, ancak okunması çok zor birini kullanmışlardı ki, yediğinizin ne olduğunu anlamak, insanın hayal gücüne kalmıştı.

Sovyet DNA’sı böyle bir şey işte.

Arabaya binip, Riga’dan ayrıldık ve yönümüzü Litvanya’ya çevirdik.

Vilnius
Litvanya, adını duyduğunda bile hem kadim hem de inatçı bir ülke izlenimi bırakıyor, sanki haçlı seferlerinden, imparatorluklardan ve Sovyet komitelerinden sağ çıkmayı başarmış bir gazi gibi.

Haritada Polonya, Latvia ve Belarus arasında sakince duruyor, ama tarih boyunca sakin olduğu pek söylenemez. Ortaçağ’da, Litvanya Büyük Dükalığı Baltık’tan Karadeniz’e uzanan bir devletmiş. Hristiyanlığı 1387’de, o da biraz gönülsüzce kabul etmiş. Tarihin, onları bugünkü küçücük hallerine indirgediği için pek de mutlu görünmüyorlar.

Litvanca, yaşayan diller arasında en eskilerden biri, İncil’den bile eski. Kökleri Sanskritçeye kadar uzanıyor ve çözülmesi neredeyse imkansız. Bugün ülke çoğunlukla Katolik, ama o eski pagan ruh hala her tahta haçın ve her yosunlu tepenin altında nefes alıyor. Litvanya’nın kimliği, inat ile hüzün arasında gidip gelen bir şey, Doğu Avrupa’ya özgü bir karışım: inanç, yorgunluk ve direnişten doğan bir gurur.

Modern Litvanya, zarif bir paradoks. Bir yanda dijital çağın parlayan yıldızı, siber güvenliğin ve start-up’ların Avrupa’daki üslerinden biri, diğer yanda ise hala barok kiliselerde tütsülerin yakıldığı, mezarlıklarda mum ışığında dua edildiği bir diyar. Ülke, işgallerle yoğrulmuş bir geçmişin travmasıyla, bağımsızlığın huzurunu aynı nefeste taşıyor. Başlarına çok işler gelmiş, bu yüzden Litvanyalılar “sıradanlık” kavramını artık bir lüks gibi görmekteler. Bugün bile hala “Acaba Putin yine bize saldırır mı?” diye endişeleniyorlar.

Litvanya sınırını geçtiğimizde, Baltıklar’ın geri planı biraz değişmişti. Bir kere yol iki şerit gidiş, iki şerit geliş olmuş, sonrasında ise bayağı bayağı bir otoyol haline dönüşmüştü.

Aynı zamanda Baltıklar için çok olağan sayılmayacak başka bir fenomenle de karşı karşıyaydık. Otelden ayrılırken resepsiyonist bile bizi uyarmıştı.

Bir sıcak dalgası geliyordu!

Sıcaklık otuz iki dereceye kadar ulaşacaktı.

Özellikle Türkiye’nin güneyinde yaşayanlarınızın yüzünde beliren gülümsemeyi görür gibiyim. Elbette otuz iki derece bizlere çok yüksek bir sıcaklık gibi gelmez, ancak Kuzey Kutbuna bir kaç yüz kilometre uzaklıkta bu düzeyler gerçekten anormal sayılıyor.

Başka bir sorun ise Baltık ülkelerinin böyle sıcaklıklara hazırlıklı olmamaları. Örneğin Antalya’da olağan bir günde, restoranlarda, kafelerde klima çalışır, fanlar çalışır, pencereler kapanır, şemsiyeler iner falan. Baltıklarda ise bunların hiç biri olmuyordu. Esnaf, karanlıkta, araba farına bakıp, dona kalmış geyikler gibi şaşkındılar. İç alanlar da, dışarısı da cehennem gibi sıcaktı.

Riga ve Tallinn sıcaktı ama tolere edebiliyorduk. Vilnius ise cehennem gibiydi.

Ailecek duş aldık!
Arabayı park eder etmez bir sıcaklık yüzümüze vurdu. Jelena’nın aldığı bir ilaç onu ultra-violet ışığına çok fazla duyarlı hale getiriyordu o yüzden yürümektense, bir yere oturmaya karar verdik. Vilnius’un merkezinde fazlasıyla restoran ve kafe vardı, ancak bunların hiç birinde serinlemek olanaklı değildi. İçeri gölgeye girdiğimizde mikro dalga bir fırının içine girmiş gibi oluyorduk. Bahçeler ise konveksiyon birer fırın gibiydi. Rüzgar sıcak sıcak esiyordu.

Biraz dinlenip, cesaretimizi topladık ve yürümeye başladık.

Vilnius, üç Baltık ülkesinin başkentlerinin en büyüklerinden biri ve en moderni, ancak bana sorarsanız, aynı zamanda en az cazibelisi. O Tallinn’in, Riga’nın güzelim tarihi havası pek yok. Çirkin bir yer değil, yanlış anlamayın, ancak insan ister istemez bir kıyaslama yapıyor.

Vilnius, bir nefeste kubbeler, kıvrımlar, melekler, kuleler, pastel cepheler…

Güneş vurunca şehir utanarak kızarıyor. Katolik azizlerle sokak müzisyenleri aynı meydanda yankı peşinde. Vilnius’un Eski Şehri’nde yürümek, Avrupa’nın mimari albümünü karıştırmak gibi, biraz Polonya, biraz Avusturya, biraz Yahudi mirası, biraz da Rus melankolisi.

Vilnius insanı etkilemeye çalışmıyor, farkında olmadan yavaş yavaş içine işliyor. Budapeşte gibi gürültülü, Prag gibi parıltılı değil. Daha çok fısıldıyor; Latince, Litvanca ve caz melodileriyle… hayatta kalmanın, güzelliğin ve küçük kalıp sonsuz olmanın sanatını anlatıyor.

Off, çok edebi olduk farkındayım, ama başka türlü de anlatılmıyor bu kent.

Merkezdeki Rotušės aikštė, yani Belediye Meydanı, yüzyıllar boyunca Vilnius’un kalbinin attığı yer olmuş. Şehrin büyük yangınları, pazarları, düğünleri, infazları, özgürlük kutlamaları, hepsi bu taş zeminin bir noktasında yaşanmış. Meydanın bir ucundaki klasik sütunlu bina, 18. yüzyılda neoklasik tarzda yeniden inşa edilen belediye binası. Bu yapı bugünün Vilnius’unda sadece idari bir bina değil, konserlerin, sergilerin ve ulusal törenlerin yapıldığı bir kültür merkezi.

Meydanın ortasında ise, bir heykel mi desem, yapı mı desem, dev, dairesel bir blok var. İsmi Portal. Litvanyalı mühendislerin ve sanatçıların ortak çalışmasıyla yapılan bu dijital “kapı”, Vilnius’u başka bir şehirle, örneğin Polonya’daki Lublin ya da İzlanda’daki Reykjavik’le, canlı video bağlantısıyla birleştiriyor. İki şehir meydanı arasında sürekli açık bir “pencere” gibi: insanlar bir yandan burada oturup kahve içerken, diğer yanda başka bir ülkedeki yabancılarla el sallayabiliyor.

Bu sahne, Vilnius’un özünü çok iyi yansıtıyor aslında. Geçmişin anıtsallığıyla bugünün merakı arasında sıkışmış bir şehir. Bir yanda sütunlu belediye binasıyla Avrupa geleneğini temsil ediyor, öte yanda “Portal” adlı dijital daireyle geleceğe göz kırpıyor. Ve tüm bunların ortasında, sabırla yürüyen, sessizce oturan, fotoğraf çeken insanlar var. Vilnius’ta tarih artık sadece duvarlarda değil, ekranlarda da yaşıyor.

Bu meydanın başka bir güzelliği ise Portal'ın hemen yanındaki fıskiye oldu. İnsanlar altından geçerken serinlesin diye su püskürten bir sistem kurmuşlar, sağ olsunlar. Ailecek uzun uzun duş aldık.

Ostra Brama
Merkezden biraz ileride ise Ostra Brama’yı, yani Şafak Kapısı’nı (Gate of Dawn / Aušros Vartai) görebilirsiniz.

Burası, Vilnius’un kalbi gibi, bir yandan barok, bir yandan mistik. 16. yüzyılda, şehri çevreleyen surların bir parçası olarak inşa edilmiş, ama zamanla dini bir mekana dönüşmüş. Üst katındaki küçük şapelde, Ostra Brama Madonna’sı diye bilinen Meryem Ana’nın mucizevi ikonunu barındırıyor. Katolikler, Ortodokslar ve hatta bazı Protestanlar bu ikona karşısında dua ederlermiş çünkü bu ikon Litvanya tarihinde mucizelerle anılmış, Vilnius’un koruyucusu sayılmış.

O beyaz cephesiyle Şafak Kapısı, Vilnius’un geçmişini hala bugüne bağlayan bir dikiş gibi duruyor. Üzerindeki arma, altından geçen taş yol, iki yanda yaşlı cephelerin soyulan boyaları hep farklı birer öykü anlatıyor.

Vilnius gezisini kısa kestik arkadaşlar, çünkü sıcaklık tahammül edilemez bir hale gelmişti. Arabaya atladık ve Riga’ya geri dönmek üzere yola koyulduk.

Vilnius’a gitmeyi önerir misin diye sorarsanız, cevap verirken biraz zorlanacağımı düşünüyorum.

Baltıklar’a geldiğinizde Tallinn ve Riga’yı kesinlikle görmeniz gerekir. Buralara kadar gelmişken de Vilnius’u görmemek olmaz. Eğer gezi planınız bir günü Vilnius’da geçiremeyecek kadar sıkıysa, görmeseniz de olur. Ama siz yine de gelin.

Devam edeceğiz.

Riga

Riga’da saat gece 10.30 olmuştu ama hava hala aydınlıktı. Her seferinde aynı şaşkınlık, güneş batmak bilmez gibiydi. Biliyorum, bu işin bili...