7 Ekim 2025 Salı

Vilnius

Baltıklara gidip Tallinn gezimizi anlattıktan sonra bir anda ara vermek zorunda kaldık. Eski evimizi satıp, yeni bir ev aldık ve aynı zamanda da bir restoran açtık. Bunların hepsi kısa bir süreye sıkışınca yazmaya biraz ara vermek zorunda kaldım. Bu yüzden affınıza sığınıyorum.

Her neyse, Baltık gezimize geri dönelim.

Riga’daki otelde kahvaltı açık büfeydi. Ancak kahvaltılarını almaya çalışan misafirler, değişik bir koreografi içerisinde büfe önünde hareket ediyorlardı. Büfenin önünde ve bir şerit arkasında yoğun bir trafik oluşmuştu. İnsanlar bir sağa, bir sola koşuşturuyor, yiyeceklerin üzerine eğilip, kalkarak, bir bale gösterisini andıran hareketler yapıyorlardı.

Biz de kahvaltımızı aldığımızda, daha doğrusu almaya çalıştığımızda bu gösterinin nedenini anladık.

Büfedeki yiyecekler ve tabak, çanak, çatal, bıçak gibi malzemeler tamamen mantık dışı bir sırayla yerleştirilmişti.

Örneğin büfenin sonundaki ekmek bölümünde, ekmeğin koyulacağı tabaklar bulunmuyordu. Ekmek için kullanılan küçük tabaklar büfenin başında, kahvaltı tabakları ile birlikte konulmuştu. İnsanlar büyük birer kahvaltı tabağı alıp, içini dolduruyor, büfenin sonundaki ekmek bölümüne geldiklerinde, orada tabak olmadığını fark ediyor ve geri büfenin başına gidip, ekmek tabaklarını alıyorlardı. Cereal kavanozlarının yanında cereal kaseleri yoktu. Bunlar da büfenin başına konulmuşlardı.

Detaylarla çok başınızı ağrıtmayayım, her şey yanlış konumlanmıştı.

Büfeye doğru eğilip, kalkılma ritüeli ise yiyeceklerin yanındaki etiketlerin, bir karınca duası font ile yazılmasının sonucuydu. Harfler o kadar küçüktü ki, eğer bir jet pilotu falan değilseniz, normal bir uzaklıktan okunmaları imkansız gibi bir şeydi. Üstüne font ailesi olarak öyle afili, ancak okunması çok zor birini kullanmışlardı ki, yediğinizin ne olduğunu anlamak, insanın hayal gücüne kalmıştı.

Sovyet DNA’sı böyle bir şey işte.

Arabaya binip, Riga’dan ayrıldık ve yönümüzü Litvanya’ya çevirdik.

Vilnius
Litvanya, adını duyduğunda bile hem kadim hem de inatçı bir ülke izlenimi bırakıyor, sanki haçlı seferlerinden, imparatorluklardan ve Sovyet komitelerinden sağ çıkmayı başarmış bir gazi gibi.

Haritada Polonya, Latvia ve Belarus arasında sakince duruyor, ama tarih boyunca sakin olduğu pek söylenemez. Ortaçağ’da, Litvanya Büyük Dükalığı Baltık’tan Karadeniz’e uzanan bir devletmiş. Hristiyanlığı 1387’de, o da biraz gönülsüzce kabul etmiş. Tarihin, onları bugünkü küçücük hallerine indirgediği için pek de mutlu görünmüyorlar.

Litvanca, yaşayan diller arasında en eskilerden biri, İncil’den bile eski. Kökleri Sanskritçeye kadar uzanıyor ve çözülmesi neredeyse imkansız. Bugün ülke çoğunlukla Katolik, ama o eski pagan ruh hala her tahta haçın ve her yosunlu tepenin altında nefes alıyor. Litvanya’nın kimliği, inat ile hüzün arasında gidip gelen bir şey, Doğu Avrupa’ya özgü bir karışım: inanç, yorgunluk ve direnişten doğan bir gurur.

Modern Litvanya, zarif bir paradoks. Bir yanda dijital çağın parlayan yıldızı, siber güvenliğin ve start-up’ların Avrupa’daki üslerinden biri, diğer yanda ise hala barok kiliselerde tütsülerin yakıldığı, mezarlıklarda mum ışığında dua edildiği bir diyar. Ülke, işgallerle yoğrulmuş bir geçmişin travmasıyla, bağımsızlığın huzurunu aynı nefeste taşıyor. Başlarına çok işler gelmiş, bu yüzden Litvanyalılar “sıradanlık” kavramını artık bir lüks gibi görmekteler. Bugün bile hala “Acaba Putin yine bize saldırır mı?” diye endişeleniyorlar.

Litvanya sınırını geçtiğimizde, Baltıklar’ın geri planı biraz değişmişti. Bir kere yol iki şerit gidiş, iki şerit geliş olmuş, sonrasında ise bayağı bayağı bir otoyol haline dönüşmüştü.

Aynı zamanda Baltıklar için çok olağan sayılmayacak başka bir fenomenle de karşı karşıyaydık. Otelden ayrılırken resepsiyonist bile bizi uyarmıştı.

Bir sıcak dalgası geliyordu!

Sıcaklık otuz iki dereceye kadar ulaşacaktı.

Özellikle Türkiye’nin güneyinde yaşayanlarınızın yüzünde beliren gülümsemeyi görür gibiyim. Elbette otuz iki derece bizlere çok yüksek bir sıcaklık gibi gelmez, ancak Kuzey Kutbuna bir kaç yüz kilometre uzaklıkta bu düzeyler gerçekten anormal sayılıyor.

Başka bir sorun ise Baltık ülkelerinin böyle sıcaklıklara hazırlıklı olmamaları. Örneğin Antalya’da olağan bir günde, restoranlarda, kafelerde klima çalışır, fanlar çalışır, pencereler kapanır, şemsiyeler iner falan. Baltıklarda ise bunların hiç biri olmuyordu. Esnaf, karanlıkta, araba farına bakıp, dona kalmış geyikler gibi şaşkındılar. İç alanlar da, dışarısı da cehennem gibi sıcaktı.

Riga ve Tallinn sıcaktı ama tolere edebiliyorduk. Vilnius ise cehennem gibiydi.

Ailecek duş aldık!
Arabayı park eder etmez bir sıcaklık yüzümüze vurdu. Jelena’nın aldığı bir ilaç onu ultra-violet ışığına çok fazla duyarlı hale getiriyordu o yüzden yürümektense, bir yere oturmaya karar verdik. Vilnius’un merkezinde fazlasıyla restoran ve kafe vardı, ancak bunların hiç birinde serinlemek olanaklı değildi. İçeri gölgeye girdiğimizde mikro dalga bir fırının içine girmiş gibi oluyorduk. Bahçeler ise konveksiyon birer fırın gibiydi. Rüzgar sıcak sıcak esiyordu.

Biraz dinlenip, cesaretimizi topladık ve yürümeye başladık.

Vilnius, üç Baltık ülkesinin başkentlerinin en büyüklerinden biri ve en moderni, ancak bana sorarsanız, aynı zamanda en az cazibelisi. O Tallinn’in, Riga’nın güzelim tarihi havası pek yok. Çirkin bir yer değil, yanlış anlamayın, ancak insan ister istemez bir kıyaslama yapıyor.

Vilnius, bir nefeste kubbeler, kıvrımlar, melekler, kuleler, pastel cepheler…

Güneş vurunca şehir utanarak kızarıyor. Katolik azizlerle sokak müzisyenleri aynı meydanda yankı peşinde. Vilnius’un Eski Şehri’nde yürümek, Avrupa’nın mimari albümünü karıştırmak gibi, biraz Polonya, biraz Avusturya, biraz Yahudi mirası, biraz da Rus melankolisi.

Vilnius insanı etkilemeye çalışmıyor, farkında olmadan yavaş yavaş içine işliyor. Budapeşte gibi gürültülü, Prag gibi parıltılı değil. Daha çok fısıldıyor; Latince, Litvanca ve caz melodileriyle… hayatta kalmanın, güzelliğin ve küçük kalıp sonsuz olmanın sanatını anlatıyor.

Off, çok edebi olduk farkındayım, ama başka türlü de anlatılmıyor bu kent.

Merkezdeki Rotušės aikštė, yani Belediye Meydanı, yüzyıllar boyunca Vilnius’un kalbinin attığı yer olmuş. Şehrin büyük yangınları, pazarları, düğünleri, infazları, özgürlük kutlamaları, hepsi bu taş zeminin bir noktasında yaşanmış. Meydanın bir ucundaki klasik sütunlu bina, 18. yüzyılda neoklasik tarzda yeniden inşa edilen belediye binası. Bu yapı bugünün Vilnius’unda sadece idari bir bina değil, konserlerin, sergilerin ve ulusal törenlerin yapıldığı bir kültür merkezi.

Meydanın ortasında ise, bir heykel mi desem, yapı mı desem, dev, dairesel bir blok var. İsmi Portal. Litvanyalı mühendislerin ve sanatçıların ortak çalışmasıyla yapılan bu dijital “kapı”, Vilnius’u başka bir şehirle, örneğin Polonya’daki Lublin ya da İzlanda’daki Reykjavik’le, canlı video bağlantısıyla birleştiriyor. İki şehir meydanı arasında sürekli açık bir “pencere” gibi: insanlar bir yandan burada oturup kahve içerken, diğer yanda başka bir ülkedeki yabancılarla el sallayabiliyor.

Bu sahne, Vilnius’un özünü çok iyi yansıtıyor aslında. Geçmişin anıtsallığıyla bugünün merakı arasında sıkışmış bir şehir. Bir yanda sütunlu belediye binasıyla Avrupa geleneğini temsil ediyor, öte yanda “Portal” adlı dijital daireyle geleceğe göz kırpıyor. Ve tüm bunların ortasında, sabırla yürüyen, sessizce oturan, fotoğraf çeken insanlar var. Vilnius’ta tarih artık sadece duvarlarda değil, ekranlarda da yaşıyor.

Bu meydanın başka bir güzelliği ise Portal'ın hemen yanındaki fıskiye oldu. İnsanlar altından geçerken serinlesin diye su püskürten bir sistem kurmuşlar, sağ olsunlar. Ailecek uzun uzun duş aldık.

Ostra Brama
Merkezden biraz ileride ise Ostra Brama’yı, yani Şafak Kapısı’nı (Gate of Dawn / Aušros Vartai) görebilirsiniz.

Burası, Vilnius’un kalbi gibi, bir yandan barok, bir yandan mistik. 16. yüzyılda, şehri çevreleyen surların bir parçası olarak inşa edilmiş, ama zamanla dini bir mekana dönüşmüş. Üst katındaki küçük şapelde, Ostra Brama Madonna’sı diye bilinen Meryem Ana’nın mucizevi ikonunu barındırıyor. Katolikler, Ortodokslar ve hatta bazı Protestanlar bu ikona karşısında dua ederlermiş çünkü bu ikon Litvanya tarihinde mucizelerle anılmış, Vilnius’un koruyucusu sayılmış.

O beyaz cephesiyle Şafak Kapısı, Vilnius’un geçmişini hala bugüne bağlayan bir dikiş gibi duruyor. Üzerindeki arma, altından geçen taş yol, iki yanda yaşlı cephelerin soyulan boyaları hep farklı birer öykü anlatıyor.

Vilnius gezisini kısa kestik arkadaşlar, çünkü sıcaklık tahammül edilemez bir hale gelmişti. Arabaya atladık ve Riga’ya geri dönmek üzere yola koyulduk.

Vilnius’a gitmeyi önerir misin diye sorarsanız, cevap verirken biraz zorlanacağımı düşünüyorum.

Baltıklar’a geldiğinizde Tallinn ve Riga’yı kesinlikle görmeniz gerekir. Buralara kadar gelmişken de Vilnius’u görmemek olmaz. Eğer gezi planınız bir günü Vilnius’da geçiremeyecek kadar sıkıysa, görmeseniz de olur. Ama siz yine de gelin.

Devam edeceğiz.

Vilnius

Baltıklara gidip Tallinn gezimizi anlattıktan sonra bir anda ara vermek zorunda kaldık. Eski evimizi satıp, yeni bir ev aldık ve aynı zamand...