12 Ağustos 2025 Salı

Tallinn

Latvia’nın başkenti Riga’ya Krakow üzerinden aktarmalı uçuyorduk. Yazılarımı okuyorsanız bileceksinizdir, hayatımın üç yılı Krakow’da geçti o yüzden bu güzel kentin içini, dışını oldukça iyi bilirim.

🐝Mezzy🐝 ve Jelena’nın ise Krakow’a ilk gelişleriydi. Sevgili karımla birlikte ikimizin ayrı ayrı ya da sadece birimizin bulunduğu bir şehri daha listemize ekleyip, nötralize etmiştik.

Krakow
Balice’deki havaalanından bir Bolt yolculuğu ile Krakow’a ulaştık. Kızlarla şehir meydanını ve Wawel Kalesi ve Sarayı’nı gördük, Hard Rock Cafe’de bir şeyler yiyip, içtik.

Krakow gibi güzel bir kenti böyle yarım güne sığdırmak istemem, o yüzden detayları başka bir ziyaretimize bırakıp, Baltık gezimize devam edelim.

Bir Ryanair uçuşu bizi Riga’ya getirdi. Havaalanından bir araba kiralayıp, otelimize geldik. Çok fazla sağa sola bakmadan odamıza çıkıp uyuduk. Çünkü önümüzdeki iki gün çok yorucu geçecekti.

Latvia, bir Baltık gezisi için çok kullanışlı bir konumda. Litvanya’nın kuzeyinde, Estonya’nın güneyinde kalıyor ve her iki ülkeye de dört saatlik araba yolculuğu uzaklığında. Biz de merkezi üssümüzü Riga’ya kurup, geri kalan iki ülkeye buradan gitmeye karar verdik. Estonya ve Litvanya’ya trenle de gitmek mümkün yalnız seyahat süresi bir iki saat uzayabiliyor. Zamanımızın azlığından araba kiralamak bize daha kolay geldi.

Ertesi sabah uyanıp, rotamızı Estonya’nın başkenti Tallinn’e çevirdik ve gaza bastık.

Bütün Baltıklar’da bir limana çıkmayan her yol neredeyse bir köy yolu gibi. Tek şerit gidiş-geliş insanın canını çıkarıyor. Saatler boyunca kamyon sollamaktan bir hal oldum. Hız limitleri de anlamsız biçimde, anlamsız yerlere konulmuş. Ben cidden limitlere fazlasıyla dikkat ederek araba kullanırım, buna rağmen iki günde üç ceza yedim/yemişim.

Tallinn’e geldik, ancak arabayı park etmek bir dert. Kapalı parklar SMS ile ödeme kabul ediyorlardı, başka bir yöntem varsa da biz çözemedik. Bir Estonya telefon numaramız olmadığı için mecburen cadde üzerindeki, parkometre ile çalışan park alanlarında dolaşıp, boş bir yer bulmaya çalıştık.

Boş bir yer bulunca da bu kez parkı ödeyebilmek için bozuk para peşinde koşmaya başladık. Yalvar yakar beş Euro bozdurabildik. Hepsini attığımızda ise bize gönlü bol bir doksan dakika süre verdi.

Dört saattir arabadaydık ve karnımız acıkmıştı. Tallinn’in eski kent merkezinde güzel bir restoran bulduk ve oturduk.

Bir aile işletmesi. Anne, baba, bir genç oğlan, bir de genç kız. Fotokopi makinesinden çıkmış gibi birbirlerine benziyorlar.

Bize genç oğlan bakıyor. Geldi, nazikçe selamladı, siparişimizi verdik, tamam deyip gitti. Sonrasında Jelena menüye bakarken salata ile birlikte ısmarladığı tavuğun yanında patates de yemeye karar verdi.

Garsonu çağırdı, “Ben tavuğun yanına bir de patates istiyorum” dedi.

Garsonun ağzı burnu oynamaya başladı. Seri halde “No! No! No!” diyor. “Oğlum neyin ‘no’ su?” diye sorduk. “Patates mi yok?”. Bu duymamış gibi “No! No! No!” demeye devam ediyor. “No possible!”

Sonra düşündü, düşündü, “No change” dedi. Jelena “Oğlum biz bir şey değiştirmiyoruz, sadece fazladan bir patates istiyoruz” dedi. Bu hala spastik bir biçimde ağzını, yüzünü oynatıyor, “No” ’lamaya devam ediyor, “No possible can’t do it/Mümkün değil, yapamam” falan diyor.

Acaba anlamadı, uyuşturucu, karı falan mı istiyoruz zannetti diye düşündüm. “Potato”, “Krumpir”, “Kartoffel” falan dedim garanti olsun diye, o hala geri “I know but not possible, system” diye yırtınıyor, elindeki POS makinesine benzeyen şeyi gösteriyor.

İçimden o itoğluitin elindeki makineyi alıp, ağzından içeri sokmak geldi, “Hadi…” dedim. 

Üç kişinin çalıştığı parmak kadar restoran zaten, kıytırık sistemin siparişe bir patates ekleyemiyorsa, getir patatesi, parasını ayrı veririz. Yok yapamıyorsan da “I’m sorry” de, git. Ne öyle kuyruğu kapıya sıkışmış kedi yavrusu gibi kendini yırtıyorsun?

Görünüşe göre müşterilerin sadece bir kez sipariş verme hakları var. Bir değiştirmeye kalksınlar, restoran personeli “Release the dogs” oluyor böyle.

Sonunda patates geldi ama adamda hala sanki böbreğini istemişiz havası var. Bizim sinirlendiğimizi görünce, kız garson ile değiştiler, bize kız bakmaya başladı.

Yemekten sonra 🐝Mezzy🐝 bir dondurma söyledi, Jelena da başka bir tatlı. Kız bunları getirdi ve “Çorba da var” dedi. Ne alakaysa, hiç birimiz anlamadık ama üstelemedik. Anlaşılan restoran tekin bir yer değildi. Hesabı ödeyip, ayrıldık.

Daha Tallinn’i görememiştik bile. Park yerinin süresi dolduğu için arabaya döndük.

Arabanın başında şöyle yüz kiloluk bir kadın var. Elinde çantası, bize ceza kesiyor. “Yettik bacım, dur, yazma” dedim, yüzüme bile bakmadan yazmaya devam etti. Bir yerlere yazıyor, kağıdı yırtıyor, katlıyor, damgalıyor, çantasına koyuyor, başka bir defteri açıyor, yine yazıyor, imzalıyor…

İşi bitince “No English” dedi, ‘Russkiy?” diye sordu, Jelena “Da” dedi. Kadın Rusça biliyor musun diye sormasına, Jelena’nın da biliyorum demesine rağmen, iki saniye önce bilmiyorum dediği İngilizce ile devam etti “You are late”. Geç kaldınız diyor. “Ne kadar geç kaldık?” diye sordum, kadın saatine baktı “Beş dakika” dedi. “Bacım zaten beş dakikadır senin işinin bitmesini bekliyoruz” dedim, cevap keskin bir "No!". 

Kadın Nuh diyor, peygamber demiyor. Ben biraz daha miyavladım, işe yaramadı. Kadın, adi bir plastik içinde bir kağıt verdi. Otuz Euro. Kağıdın üzerinde bir IBAN numarası var, “Buraya yatır” dedi.

“Bu yaptığın doğru değil" dedim. "Dünyanın hemen her yerinde süre dolduğunda en az on beş dakika beklenilir. Biz zamanında geldik, sen hala bize ceza yazıyorsun”.

Kadın yüzüme bile bakmadı, “Ödersin…” dedi. Ben de “Tamam öderim…” dedim…

Geçen yazımda değindiğim “Sovyet Geni” meselesini daha iyi anladınız sanırım.

Arabayı başka bir park yerine götürdük, bu kez on Euro attık. İki saat kadar gezme vaktimiz vardı.

Tallinn’le teşviki mesaimiz iyi başlamamıştı, ancak eski şehrin içlerine gittikçe kanaatimiz değişmeye başladı. Merkez o kadar güzel bir yer ki anlatamam.

İlk durağımız Viru Kapısı oldu. Tallinn’in eski şehri surlarla çevrili ve bu kapı resmi olarak şehre giriş noktası. Ortaçağ’da Rusya, İskandinavya ve Batı Avrupa’dan tüccarlar, soylular ve gezginler bu kapıdan geçerlermiş, bu da Viru Kapısı’nı kültürlerin kesiştiği bir nokta haline getirirmiş.

Viru Kapısı
Zaten Tallinn’e gelirseniz, mutlaka, neredeyse şehrin maskotu olan bu kapıyı göreceksinizdir.

Tallinn’in surları, şehri savunmak için 13.–16. yüzyıllar arasında inşa edilmiş. Bu duvarlar hâlâ Avrupa’daki en iyi korunmuş şehir surları arasında ve yaklaşık 1,9 kilometrelik kısmı bugün de ayakta.

Bu surlar boyunca yürüyerek Tallinn Eski Şehir’deki en ünlü ve en fotojenik ara sokaklardan biri olan St. Catherine’s Passage (Katariina Käik) geçidine ulaştık.

Bu sokak, orta çağdan kalma taş duvarları, kemerleri ve el sanatları atölyeleriyle insanı birkaç yüzyıl geriye gönderiyor. Bir yanında 13. yüzyıldan kalma Dominik Manastırı’nın kalıntıları, diğer yanında cam üfleyicilerden deri ustalarına kadar hâlâ çalışan zanaatkârlar var. Dar taş döşeli yolda yürürken, hem geçmişin lonca kültürünü hem de bugünün turistik cazibesini aynı karede görebiliyorsunuz.

Catherine’s Passage
Geçit, adını 14. yüzyılda burada bulunan ancak Reform hareketleri sırasında yıkılan St. Catherine Kilisesi’nden almış. Üstteki kemerler binaları ayakta tutmak için yapılmış, ama aynı zamanda sokakta mistik bir tünel hissi veriyor. Taşların arasında dolaşırken 15. yüzyıldan kalma bir kaldırım taşına basma ihtimaliniz yüksek. Rivayete göre geceleri kemerlerin altından hâlâ eski manastır rahiplerinin fısıltıları duyuluyormuş.

Bir yürüyüş sonrasında Tallinn’in kalbi sayılan Belediye Meydanı’na (Raekoja plats) geldik. Söylenene göre burası 600 yıldır şehrin buluşma noktası olarak kullanılıyormuş. Meydanın en baskın silueti ise 1400’lerin başında inşa edilmiş Tallinn Belediye Binası. Avrupa’da tamamen gotik tarzda korunmuş tek belediye binası buymuş. Kulesinin tepesindeki “Old Thomas” (Vana Toomas) figürü, yüzyıllardır Tallinn’in simgesi haline gelmiş. Orta Çağ’dan beri meydanda pazarlar, kutlamalar ve törenler yapılırmış. Bugün ise her yer açık hava kafelerine restoranlarla dolu.

Tallinn Belediye Binası
Biz denemedik ama Belediye Binası’nın içine girip hem tarihi salonları görmek hem de kuleye çıkarak Eski Şehir’in kırmızı çatılı manzarasını izlenebiliyormuş.

Bu meydan gerçekten çok güzel sevgili arkadaşlar. İster tarihe, ister fotoğraf çekmeye, ister sadece bir kahve molasına ilgi duyun, yolunuz mutlaka buraya düşüyor.

Yokuş yukarı, gerçekten canımızı çıkaran bir yürüyüşle Toompea Kalesi’ne ulaştık. Burası, Tallinn’in tepesinde asırlardır kentin yönetim merkezi olmuş bir yapı kompleksi. 13. yüzyılda Danimarkalılar tarafından inşa edilmiş ve hem stratejik bir savunma noktası hem de bölgenin idari üssü olarak kullanılmış. Yüzyıllar boyunca Livonya Tarikatı, İsveç Krallığı ve Rus İmparatorluğu gibi farklı güçlerin elinde kalmış. Her dönem, kalenin mimarisine kendi izini bırakmış ve böylece bugünkü, Orta Çağ surlarından barok cephelere uzanan haline kavuşmuş.

Toompea Kalesi
Bugün kale, Estonya Parlamentosu’na (Riigikogu) ev sahipliği yapıyor. Pembe barok cepheli ana bina 18. yüzyılda Rus döneminde eklenmiş. Ancak hala 14. yüzyılda yapılmış Pikk Hermann Kulesi varlığını koruyabilmiş. Estonya bayrağı her sabah burada göndere çekiliyor.

Estonya halkının büyük çoğunluğu çok fazla dini konulara takılmıyor. Resmi istatistiklerde nüfusun yarısından fazlası kendini “dinsiz” olarak tanımlamış. Yine de ülkedeki en yaygın mezhep, kuzeydeki diğer Baltık komşularında olduğu gibi Luthercilik. Ortodoksluk ise daha çok Rus kökenli nüfus arasında yaygın ve bu durum, tarih boyunca kültürel ve siyasi gerilimlerin bir kaynağı olmuş.

Alexander Nevsky Katedrali işte bu gerilimin tam göbeğinde duruyor. 1894–1900 yılları arasında, Estonya hâlâ Rus İmparatorluğu’nun bir parçası iken inşa edilmiş. Çarlık yönetimi, bu görkemli Rus Ortodoks katedralini adeta “biz buradayız” mesajı vermek için tam da Toompea Kalesi’nin karşısına kondurmuş. Soğan kubbeleri, beyaz taş süslemeleri ve altın yaldızlı mozaikleriyle dikkat çeken kilise, Estonlar için uzun süre işgalin simgesi olmuş.

Sevgili karım Ortodoks olunca, ister istemez Rusların tarafını tutuyoruz ve içeri giriyoruz elbette.

İçine girdiğinizde sizi altın ikonalarla dolu devasa bir ikonostas, ağır tütsü kokusu ve derin bir sessizlik karşılıyor. Bir de fotoğraf çekmeye kalktığınızda yerinden fırlayıp, size hırlayan görevli - tecrübeyle sabittir. Ne olursa olsun fazlasıyla güzel, bir o kadar da ihtişamlı bir kilise burası.

Arabaya geri dönerken çok acil bir tuvalete gitme gereksinimi zuhur eyledi. Normalde hiç böyle krizlere girmem ancak hava öyle sıcaktı ki, gün boyunca 🐝Mezzy🐝 ile elimizde birer şişe su, yarısını içiyor, yarısını serinlemek için kafamızdan aşağı döküyorduk. İçtiğim litrelerce su artık biz buradayız demeye başlamıştı.

Etrafta tuvalet yoktu. Bir restorana “Tuvaleti kullanabilir miyim?” diye sordum, garson bana hırladı. Mağazalara falan sordum, heyhat.

Sonunda ne olduğunu tam kestiremediğim bir mekana geldim. Bahçede ve içerde masalar vardı ama bir restorana benzemiyordu. İçeri girince tütsü kokuları, rahibeler ve kilise müziği ile bir anda ‘Ameno’ oldum. Belli ki dinsel bir mekandı. Dönüp, dışarı çıkacakken bir rahibe “Yardımcı olabilir miyim?” diye seslendi. Eh, madem sordu, söylemekte bir sakınca olmaz diye düşündüm “Tuvaleti şeyedecektim”.

Bütün güler yüzü ile “Tabii ki” dedi. Bana koca bir anahtar verip, tuvaletin yerini tarif etti.

Tuvalet daha ziyade bir müzeyi andırıyordu. Ortaçağ dekorları, kandiller, tütsüler…

Tek problem, ortada tuvaletin kendisi yoktu. Etrafa bakıp, tuvalet olarak kullanılmaya uygun tek obje olan demir bir küveti gözüme kestirdim. Eğer burası değilse İsa beni affetsin deyip, çişimi yaptım.

Rahibe aynı güler yüzüyle anahtarı benden aldı ve güzel bir akşam diledi. Ben de karşılık verip, girdiğimden hem daha huzurlu, hem daha rahat bir biçimde mekandan ayrıldım.

Dört saatlik bir araba yolculuğu ile Riga’ya döndük. Malum kutup bölgesine yakın, aylardan da Temmuz olunca gece saat onda bile hava henüz kararmamıştı. Riga’nın alış-veriş caddesinin karşısındaki cafelerden birine oturduk. Sesi bet ama gitarı güzel çalan bir cengaverden bol bol classic rock dinledik ve otelimize döndük.

Tallinn için söyleyecek çok şey var sevgili arkadaşlar.

Bir kere tartışmasız çok güzel bir eski şehri var. Avrupa’nın Belarus ve Ukrayna hariç her ülkesinde bulunmuş biri olarak bu kadar güzelini az gördüm diyebilirim.

Tallinnlilere gelince, oraya bir yere küçük bir soru işareti koyuyorum. Kötü değiller ama ne diyorum, sovyet DNA’sı…

Devam edeceğiz,

10 Ağustos 2025 Pazar

Baltıklar'a Doğru

Baltıklar üç tane devletten oluşan bir bölge sevgili arkadaşlar. Bu ülkeler Litvanya, Estonya ve Latvia’dır. Latvia’nın Türkçesi Letonya’dır. Ancak ben, Baltıklar yazı dizisi boyunca, okuma akışı için ‘Latvia’ adını kullanacağım. Bu ülkeler çok küçüklerdir - günümüzdeki toplam nüfusları altı milyon kişi, 1990’larda ise sekiz milyon kadardı. Batı'da alaycı söylemlerde Baltık ülkeleri için ‘Çivava ülkeler’ gibi küçümseyici benzetmeler yapılır. Bildiğiniz üzere Çivava’lar küçük boyutlu bir köpek ırkıdır.

Yıl 1996, bir iş gezisi için Litvanya’ya gitmem gerekiyordu. Bir arkadaş, benden bir hafta kadar önce Klaipeda’ya gitmiş, ilk teması başlatmıştı. Yola çıkmadan arayıp, “Buralardan bir şey ister misin?” diye sordum. “Su” dedi. Önce anlamadım, “Ateş suyu mu?” falan diye şakadan sordum. “Yok su, bildiğimiz su, Pınar Şaşal falan” dedi.

Litvanya’da içecek su yoktu!

Klaipeda, 1996

Oraya gittiğimizde şaşkınlığım daha da artmıştı. Klaipeda’daki birkaç mağazada vitrinler bomboştu. Boş tahta raflar!

Baltıklılar çok güzel, çok yakışıklı bir halk, ancak üzerlerine giydikleri giysiler besleme çocuklarınki gibiydi.

Binalar bakımsız, arabalar eski, yıpranmış, otel odasında ise zamanın popüler müzik dinleme aparatı Discman’in adaptörünü fişe taktığımda sigortalar atıyordu.

Kısacası ülkede her şey dökülüyordu.

Bunun iki önemli istisnası hemen gözüme çarpmıştı.

İlki, Vilnius ve Klaipeda arasındaki otoyoldu. Bu kadar düzgün, bu kadar bakımlı bir otoyolu ne İsviçre’de, ne Amerika’da görmüştüm. Ülke sürünürken, F1 pistlerinden bile daha güzel bir otoyol, arka planla ciddi bir kontrast oluşturuyordu.

Bunun da fazlasıyla geçerli bir sebebi vardı. Bir cümle ile anlatmak gerekirse, benim zamanımın tarih kitaplarında bir klişe haline gelmiş “Rusların sıcak denizlere inme arzusu!”

Rusya, Sovyetler, artık neresinden bakarsanız çok büyük bir ülkeydi - Rusya halen dünyanın en büyük ülkesidir. Bir ülkenin can damarı ise denizle olan bağlantısıdır. Hem ticaret, hem de askeri bakımdan bir denize ulaşmak hayati önem taşır.

Haritaya bakarsanız Sovyetler Birliği’nin denizle bağlantısı, kuzeyde Kuzey Buz Denizi, doğuda Pasifik Okyanusu, güneyde Karadeniz, kuzeybatıda ise Baltık Denizi’dir.

Bunlardan Kuzey Buz Denizi yılın önemli bir bölümünde donar. Murmansk Limanı ise Gulf Stream’in etkisiyle yıl boyu buz tutmaz ve bu nedenle bir istisna oluşturur. Ancak Murmansk’tan Avrupa’ya ulaşmak için batı ülkelerinin yakınından geçen, oldukça uzun bir rotayı izlemek gerekir. Üstelik Murmansk’tan Baltıklar’a gelebilmek için yine batı ülkelerinin, hukuken kontrol etmeseler de, burunlarının dibindeki dar suyollarından geçmek şarttır.

Doğudaki Pasifik bağlantısı ticaret ve askeri olarak önem taşıyan Avrupa ve Afrika gibi bölgelere çok uzaktır. Buralardan yola çıkan bir savaş gemisi ya da denizaltının Avrupa’ya ulaşması aylar alır.

Karadeniz’in problemi ise Montrö Boğazlar Sözleşmesi çerçevesinde Türkiye’nin kontrolünde bulunan boğazlardır. Türkiye’nin aynı zamanda bir NATO ülkesi olması, Rusların rahatını elbette biraz daha fazla kaçırır.

Baltık Denizi öyle sıcak bir deniz olmasa da, Kuzey Buz Denizi’nin yanında Karayipler gibi kalır. Danimarka ve İsveç etrafındaki boğazlara gelene kadar, Almanya, Polonya gibi kuzey Avrupa’nın önemli bir bölümüne doğrudan ulaşım sağlar.

Hal böyle olunca, Sovyetler Birliği 1940’ta Baltık devletlerini işgal ederek ilhak etmiştir.

Dikkat edelim: Varşova Paktı’nın üyeleri olmalarına rağmen Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya Sovyetler Birliği’nin bir parçası değildi, iyi kötü bağımsız devlet statülerini koruyorlardı. Baltık ülkeleri Litvanya, Estonya ve Latvia ise bunlar gibi bağımsız değildi. Yukarıda anlattığım coğrafi önemleri nedeniyle doğrudan Sovyetler Birliği’ne katılmış, onun birer cumhuriyeti hâline gelmişlerdi.

Bu devletlerin Sovyetler Birliği bünyesindeki bir numaralı görevleri ise birer liman olarak işlev görmeleriydi. İşte bu yüzden limanlara ulaşan otoyollar bu kadar bakımlı ve kullanışlıydılar.

Bugün, eğer Rusya ile Batı arasında bir savaş çıkarsa ilk hedefin Baltıklar olacağında kimsenin bir kuşkusu yoktur. Ruslar baltıkları kaybetmeyi, hele geçmişte uzun yıllar boyu kendi vasalları saydıkları bu ülkelerin NATO’ya girmelerini hiçbir şekilde kabüllenemediler.

Litvanya’daki zamanın bakımsızlığına ve olanaksızlığına kontrast ikinci istisna ise bu ülkedeki alkollü içkilerin çeşitliliği ve bolluğuydu.

Zaten soğuk yüzünden insanların dışarı çıkamadıkları bu ülkede eğlence adına yapacak çok az şeyden biri içmek olunca, alkol bu kadar yaygınlaşmış. İnsanların kafayı çekince, “Bu adamların burada ne işi var?” gibi bölücü, anarşist sorular sormaması elbette Rusların da işine gelmiş ve alkole pek karışmamışlar. Aksine, örneğin 1985’te, Moldova’da, Gorbaçov’un alkol karşıtı kampanyası bağ sökümleri ve ağır kısıtlamalara yol açmıştı.

Rusların Baltık devletlerine çökmelerinin başka bir sonucu olmuş, ki bu benim kişisel gözlemlerime dayanan bir fenomen sevgili arkadaşlar. Sovyetler bu bölgeyi o kadar kasmışlar ki, Sovyet Mantalitesi, Baltıklıların DNA’sına işlemiş. O yüzden yine Sovyet Bloku ülkeleri olan Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti falan Avrupa Birliği’ne girdiklerinde çabuk sayılabilecek bir biçimde entegre olmuşken, Baltıklılar bu Sovyet genleri yüzünden bence hala biraz zorluk çekiyorlar.

Bu Sovyet genleri nedir, biraz açayım.

Sosyalist ya da Komünist sistemde rekabetten çok koruma olduğundan yapılan işin kalitesi, doğruluğu ve bütünlüğü çok fazla önem taşımaz. Örneğin bir çamaşırhanede çalışan Sovyet işçisinin görevi, çamaşırları makineye doldurup, yıkama düğmesine basmaksa, bunları yaptıktan sonra makinenin çalışıp, çalışmamasının bir önemi yoktur. Örneğin sular kesilmiş, çamaşırlar yıkanmamışsa bile, iki saat bekleyip, kirli çamaşırları yıkandı diye geri gönderir. Daha da komiği, yıkanacak çamaşır yoksa bile, görevim bu diyerek, boş makineyi düğmesine basarak çalıştırıp, yıkamanın bitmesini bekler.

Sırbistan ne Sovyetler Birliği’nin, ne de Varşova Paktı’nın bir parçasıydı, ancak orada bile bu fenomeni fazlasıyla yaşadım. Bazen sevgili karımın da komünistliği tutar, benzeri sebeplerle birbirimize gireriz.

Baltıklarda bu eski Sovyet mantalitesi hala fazlasıyla mevcut. Bu da seyahatimiz boyunca zaman zaman beni çileden çıkardı. Neyse, sırası geldiğinde anlatırım.

Ruslar birlikte yaşaması en zor halklardan biridir sevgili arkadaşlar. Çok sevdiğim Rus arkadaşlarımı elbette tenzih ederim ama çoğunluk olarak kendini beğenmiş, kaba, sert, acımasız ve bunu daha fazla üzerine basarak söyleyemem, ukala bir yapıları vardır. Birçok kişi bunu Rusların büyük bir imparatorluğun mirasçıları olmalarına bağlar ama örneğin biz de yüzyıllarca uygar dünyanın yarısını yönetmemize rağmen öyle kaba, gaddar bir millet değilizdir.

Rusça’da, hadi biraz alçak gönüllülük yaparak söyleyeyim, birkaç küfür bilirim. Bunların tümünü Rusya’da değil, Baltıklar’da öğrendim. Baltıklılar Ruslardan o kadar nefret etmişler ki, küfür ederken kendi dillerini değil, Rusça’yı kullanırlar. “Suka”, “Blyat”, “Pizdets”, “Govno” gibi sözcükleri Baltıklar’da bol bol duyarsınız.

Klaipeda’da bir barda Litvanyalı birkaç kişiyle beraber içiyoruz, dikkatimi çekti, Litvanyalılar içki almaya giderken kafalarını kaldırıp, baş ve işaret parmaklarıyla bir daire yaparak, tıp-tıp diye boğazlarına vuruyorlardı. “Bu ne?” diye sorduğumda, Ruslardan kalma bir alışkanlık olduğunu söylediler. Baltıklarda konuşlu Rus askerlerinin boğazlarında birer dövme bulunurmuş. İçki istediklerinde bu dövmenin üzerine tıp-tıp diye vurup, para vermeden içkilerini alırlarmış.

İçkilerin bolluğunda yukarıda bahsetmiştim. Detaylarını önceki yazılarımda anlattığım birçok sarhoşluk anım vardır Klaipeda’da. Altmış yaşında kadınlarla dans etmişliğim, sürüne sürüne odama çıkıp, pantolonumun sadece bir paçasını çıkararak uyuduğum, içki diye bulaşık suyu içtiğim zamanlar olmuştur. Detaylarıyla çok başınızı ağrıtmayayım, sadece Starka isimli içkiden uzak durmanızı tavsiye ederek bu konuyu sonlandırayım.

Kar!
Litvanya’dayken hava çok soğuktu sevgili arkadaşlar. Otelden ilk çıktığımızda soğuktan yürüyememiştim. Bir elli metre sonra kendimi bir bara atıp, bir konyak söylemiş, burnumu kadehe sokup, ısıtmıştım. Gideceğim yere ulaşana kadar bar-hopping ile, konyak takviyesi yaparak ulaşmıştım.

İşin komiği, yerli kızlar ince bir kazak ve mini etekle dolaşıyordu. Onlara baktıkça bana daha fazla üşüme geliyordu.

Her yer karla kaplıydı. Şehirdeyken asfaltı neredeyse hiç görmemiştim. Ancak kar öyle ilk aklınıza gelecek şekilde beyaz, üzerine basınca gırç diye ayakkabılarınızın battığı bir kar değildi. Baltıklarda gördüğüm kar, rengi açık kahverengiye dönmüş, aylarca erimeden kaldığı için betondan daha sert bir halde katılaşmış, acayip bir kardı. Yollar ve kaldırımları ayırmak imkansız olduğundan arabalar ve yayalar tahmini ölçümlerle birbirlerine yol veriyordu.

Bu katı karda yürümek de imkansızdı. Her beş dakikada bir düşüyordum. Orada birkaç aydır bulunan bir arkadaş “Klaipeda’dayken zamanımın yüzde altmışını ‘yatay’ olarak geçirdim” demişti.

Ertesi gün toplantıya giderken takım elbise, resmi ayakkabı falan tip-top bir halde odadan çıktım. Lobide yukarıda bahsettiğim, gelirken su getirmemi isteyen arkadaşı gördüm. Üzerinde yeşil kar parkası, kot pantolon ve komando botları vardı. Beni iki dirhem bir çekirdek görünce güldü. Bir daha takım elbise falan giymedim elbette.

İşte otuz küsür seneden sonra, bu duygu ve düşüncelerle yönümüzü Baltıklar'a çevirdik.

Devam edeceğiz.

Vilnius

Baltıklara gidip Tallinn gezimizi anlattıktan sonra bir anda ara vermek zorunda kaldık. Eski evimizi satıp, yeni bir ev aldık ve aynı zamand...