![]() |
| Saat 22:00 |
Sevgili kızım gecenin o saatinde McDonalds yemek istemişti. Eh, emir demiri kesermiş, biz de Riga’nın merkezindeki McDonald’s’a gittik. Yemeğimizi bitirdiğimizde saat gece 11’i bulmuştu. Hava biraz daha kararır gibi olsa da rahat rahat kitap okuyabileceğiniz kadar aydınlıktı.
Riga, bildiğiniz üzere Latvia’nın, ki bizde Latvia dendiğini önceki yazılarımda söylemiştim, başkenti.
Latvia, Baltık Denizi kıyısında, Estonya ile Litvanya arasında sıkışmış küçük ama karakterli bir ülke. Yüzölçümü İsviçre kadar, ama ormanları, gölleri ve sessizliğiyle bambaşka bir dünya. Başkent Riga, hem kuzeyin soğuk havasını hem de Orta Avrupa’nın zarafetini bir arada taşıyor. Sokaklarında dolaşırken bir yanda Art Nouveau binaları, diğer yanda Sovyet döneminden kalma sert bloklar gözümüze çarpıyor. Geçmişle bugünün tuhaf ama estetik bir bileşimi gibi bir şehir.
Tarih boyunca Latvia, hep büyük güçlerin arasında kalmış bir ülke. Almanlar, İsveçliler, Ruslar, sağdan sayın siz… Herkes bir dönem hükmetmiş, ama Latvialılar bir şekilde kendi dillerini, müziklerini ve o içe dönük Baltık karakterini korumuş. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yeniden bağımsız olduklarında, sanki sessiz ama kararlı bir nefes almışlar. Bugün Avrupa Birliği üyesi, ama hala kendi temposunda yaşayan, acele etmeyen bir ülke. Baltıklar yazılarım boyunca söz ettiğim Sovyet DNA’sı ise elbette fazlasıyla hissediliyor.
Riga ise, bir yandan kuzeyin soğuk disiplinini taşırken, öte yandan eski bir ticaret limanının gizli sıcaklığına sahip. Daugava Nehri şehri ikiye bölüyor; bir tarafında cam kuleler, öbür yanında geçmişe direnen taş evler. Sokaklarda yürürken her köşe, sanki tarihle bugünün uzlaşmaya vardığı bir sınır çizgisi. Riga, Orta Çağ’dan kalma sessiz bir gururla duruyor: süslemeli cepheler, Gotik kiliseler ve sabahın ilk ışığında sessizce açılan kafeler.
Ama bu şehir sadece taş ve tarih değil. Riga’nın havasında tuhaf bir özgürlük var. O Sovyet gölgesinden sıyrılmış ama hala temkinli bir özgürlük. İnsanlar sakin, hatta soğuk görünebilir, ama gözlerinde bir yorgun bilgelik var. Belki de defalarca yıkılıp yeniden inşa edilmenin getirdiği bir durağanlık. Küçük barlarda çalan caz müziğiyle, gecenin yavaş yavaş uzadığı yaz akşamlarıyla, Riga insanı içten içe büyülüyor.
Güneşi batırmaya çalıştığımız nokta Riga’nın kalbindeki Özgürlük Anıtı - Brīvības piemineklis. Daugava’nın nemli rüzgarı yüzüne vururken arka planda yükselen o zarif sütun, aslında ülkenin hafızası. 1935’te, Latvia’nın bağımsızlığının ilk döneminde, savaşta ölenleri anmak için dikilmiş. Bu anıt aynı zamanda “biz hala buradayız” demenin taştan hali.
![]() |
| Barut Kulesi |
Otelden nehir kıyısına yürürken Riga’nın eski şehir surlarından kalma Barut Kulesini (Pulvertornis) gördük. Bu kule bir zamanlar şehrin savunma hattının parçasıymış, şimdi ise sessiz bir hatıra, kırmızı tuğlalarıyla geçmişe tutunmuş bir gövde gibi. 14. yüzyıldan beri ayakta. Adı üstünde, eskiden barut deposu olarak kullanılıyormuş. II. Dünya Savaşı sırasında ağır hasar almış, ama restorasyonla koruma altına alınmış. Bugün içinde Latvia Savaş Müzesi var.
Akşamüstü güneşi tuğlalara vurduğunda, kule sanki yanıyormuş gibi parlıyor. Biz o an tam karşısındaydık. Bayraklar rüzgarda dalgalanıyor, sokak lambaları yeni yanmış. Kulenin cephesinde birkaç yerde orijinal top gülleleri duvarın içinde bırakılmış. Riga halkı, geçmişi unutmasın diye onları özellikle sökmemiş. Savaşın izlerini süs gibi kullanmak, Latvia’nın “acıyla barışık” tarih anlayışına çok uygun.
![]() |
| Katedral Meydanı |
Katedral, 1211 yılında inşa edilmeye başlanmış, düşünün, o günlerde henüz Haçlı Seferleri’nin yankıları sürüyormuş. O dönemin Livonya Piskoposu Albert, bu katedral ile şehrin ruhani ve politik merkezini oluşturmak istemiş. Mimarisi tek bir tarza ait değil; çünkü Riga’nın tarihi gibi, katedral de defalarca değişmiş. Romanesk’le başlamış, Gotik’le büyümüş, Barok ve Art Nouveau dokunuşlarıyla bugünkü haline gelmiş. Her taşında ayrı bir çağın izi var; kulesine baktığında insan zamanın katmanlarını görüyor gibi.
Doma Laukums, yani Katedral Meydanı, Riga’nın tam kalbinde, geniş, taş döşeli ve her daim bir hareket içinde. Söylediklerine göre bu meydan kışın Noel pazarına dönüşüyormuş.
![]() |
| Üç Kardeşler |
En soldaki en yaşlı kardeş, yani sarı renkli bina, 15. yüzyıl sonlarında yapılmış. Üzerindeki 1644 tarihi insanı yanıltabilir, o tabela sonradan eklenmiş. Bu yapı, Riga’da Orta Çağ’ın tipik tüccar evlerinden biri: zemin kat dükkan, üst katlar ise yaşam alanı.
Ortadaki beyaz bina 17. yüzyıldan, Rönesans tarzının Riga’ya girdiği dönemi temsil ediyor. Cephedeki kemerli nişler, süslemeli alınlıklar ve küçük kulecikler, o dönemin Avrupa’daki estetik heyecanı.
Üçüncü bina ise en gençleri. 18. yüzyıl Barok döneminde yapılmış. Bu kardeşlerin en süslüsü o. Burjuva zarafetini anlatıyor.
Efsaneye göre bu üç bina, kuşaklar boyunca aynı ailenin soyundan gelen üç kardeş tarafından yapılmış. Her biri, kendi çağının imkanlarına göre evini inşa etmiş. Bir anlamda, Riga’nın tarihi bu üç cephede özetleniyor: sade Orta Çağ, zarif Rönesans, gösterişli Barok.
Bugün “Üç Kardeşler”, Latvia Mimarlık Müzesi’nin de ev sahipliğini yapıyor. Ama asıl güzelliği, bu yapay müze düzeninden değil, o sarı duvarlara vuran sabah güneşi.
![]() |
| İsveç Kapısı |
Kapı, şehrin savunma duvarlarının bir parçasıymış. Askerî amaçla inşa edilse de daha sonra şehrin içiyle dış mahalleleri birbirine bağlayan bir geçit haline gelmiş. Yani bugün rahatça geçtiğimiz o taş kemer, üç yüzyıl önce askerlerin postallarıyla, tüccar arabalarıyla, belki de kar fırtınasıyla tanışmış bir yermiş.
Söylenene göre kapının üzerinde bir zamanlar idam edilmiş bir kadının ruhu dolaşırmış, çünkü o kadın bir askere aşık olmuş. Asker, şehrin düşmanıymış. Kadın ihanetten idam edilmiş, askerse bir daha dönmemiş. O yüzden akşam saatlerinde, sessizlik çöktüğünde, bu dar geçitten geçerken bir fısıltı duyarsan şaşırma diyorlar.
Sabah güneşi taş duvarlara vurduğunda açık renk sıvalar parlıyor, çok etkileyici bir görünüm ortaya çıkıyor. Gerçekten görülmeye değer.
![]() |
| Kara Kafalılar Evi |
Kara Kafalılar, Orta Çağ’da Riga’da yaşayan bekar Alman tüccarlardan oluşan bir lonca. Adını, koruyucu azizleri Aziz Mauritius’tan almış. Aziz Mauritius, Mısır kökenli bir Romalı asker olduğu için “kara kafalı” lakabıyla tanınıyormuş. Bu tüccarlar Riga’nın ticaretini, kültürünü ve hatta politik etkisini yüzyıllarca yönlendirmiş. Binayı ilk olarak 1334’te inşa etmişler ama bugünkü hali 16. yüzyılın sonlarında aldığı o görkemli Gotik-Rönesans karışımı cepheyle tanınır hale gelmiş.
Cephedeki saat, burç sembolleriyle süslü gök haritası ve ince süslemeler, neredeyse bir katedral titizliğinde yapılmış. Her heykelin bir anlamı var: adalet, ticaret, barış ve denizciliği simgeliyor. Binanın içi ise o dönemdeki balolar, toplantılar ve hatta Prusya krallarıyla yapılan anlaşmalara sahne olmuş.
Ancak bu güzellik uzun süre hayatta kalamamış: II. Dünya Savaşı’nda tamamen yıkılmış. Sovyet döneminde kalıntıları bile kaldırılmış.
Binanın bugünkü hali 1999’da birebir aslına sadık kalınarak yeniden inşa edilmiş. Yani yapı “yeniden doğmuş” bir Riga efsanesi.
Başta Riga, bütün Baltık başkentleri gerçekten cazibeli, etkileyici kentler. Ancak bunları görmek yetmiyor, bir de yaşamın havasını koklamak şart. Gezmeyi seven biti olarak kesinlikle görmenizi öneririm.
Üç başkenti kıyaslamak gerekirse, farklar gerçekten çok küçük. Ben Vilnius’u, cazibe sırasında en sona koyuyorum. Bana biraz fazla modern, snob geldi. Tallinn ve Riga arasında bir seçim yapmak zor ancak ben oyumu Riga’dan yana kullanıyorum. Riga sanki baltıkların cazibesini en iyi sergileyen başkent.
Baltıklar’da yemekler bana çok özel gelmedi. Ancak unutmayın, ben şahsım deniz mahsullerine alerjik biriyimdir, o yüzden bunları tadamadım. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 yedikleri balıklardan öyle çok mutlu olmadılar.
Alkolü seviyorsanız Baltıklar bir cennet. Haliyle şarap yok ama o kadar çeşitli likör ve brandy var ki, sert alkol düşkünleri gerçekten mutlu olacaklardır.
Trafikte insanlar birbirlerine saygılı, ancak yollar çok kötü. Sovyet zamanlarından bugüne çok ciddi bir değişiklik olmamış gibi.
Nordik halk gerçekten güzel bir ırk, o yüzden insanlar gerçekten alımlı ve cazibeli. Ancak o Sovyet alışkanlıkları hala sürüyor. O yüzden zaman zaman insan ilişkilerinde zorluk yaşanılabiliyor.
Sonuç olarak mutlaka görün, ancak günlerinizi ayırmayın. Her başkente bir gün fazlasıyla yetecektir.
Sevgi ile kalın.


























