16 Haziran 2025 Pazartesi

Ürdün'deki Ölüdeniz

M.Ö. 2000 yıllarında, Ürdün Nehri’nin doğusundaki Kenan Diyarı’nın insanları asma bahçelerinden çeşmelerin şarkı söyler gibi aktığı, müziğin, raksın hiç bitmediği her görenin gözünün kaldığı Sodom ve Gomora isimli iki şehir kurmuşlardı. Bu şehirler etrafındaki verimli topraklarda yetişen hurma, incir, üzüm gibi ürünleriyle, özellikle çevrede doğal olarak bulunan tuz, kükürt ve zifti başta Mısırlı, Arap ve Anadolulu tüccarlara satarak hayal edilmesi güç bir refah elde etmişlerdi.

Kenan Diyarı
Sodom Kralı Bera ve Gomora Kralı Birşa, halklarını otorite yerine hoş görülü ve sınırsız özgürlük tanıyan bir anlayışla yönetiyorlardı.

Ne var ki, bu serbestliğin sınırı, o günün koşullarına göre biraz fazlaca aşılmıştı.

Bu şehirlerin halkları yoldan geçenleri kandırıp, şehirlerine davet ediyor, sonradan bu misafirleri haksız gerekçelerle yargılayıp, ellerindeki para ve değerli eşyalarını alıyor, onları aşağılayıp, çoğu zaman işkence ediyor ve öldürüyorlardı.

Her gün davulların vurduğu, flütlerin çalındığı, rakkaselerin dans ettiği, hiç durmadan yemeklerin yendiği eğlenceler düzenleniyordu. Bu eğlencelerin hiçbir ahlaki sınırı yoktu. Kadınlar hayal gücüne fazlaca bir şey bırakmayan elbiseler giyiyor, herkes birbirinin karısıyla, kızıyla beraber oluyordu.

Ancak öyle bir adet yaygınlaşmıştı ki, bunun artık mazur görülecek hiçbir yanı yoktu.

Sodom ve Gomora’nın erkekleri birbirleriyle birlikte oluyorlardı. Hem de saklı, gizli değil, alenen, sokaklarda, çocuklar dahil bütün halkın gözleri önünde.

Tanrı elbette olan bitenin farkındaydı ve bu sapkınlığa bir son vermeye kararlıydı. Şehirlerin tamamen yok edilmesine karar vermeden önce, orada hâlâ iyi insanlar olup olmadığını görmek istedi.

Lut, İbrahim’in yeğeniydi. Tanrı, İbrahim’e büyük vaatlerde bulunmuş ve onunla bir antlaşma yapmıştı. Lut, bir süre İbrahim’le birlikte yaşamış, daha sonra Sodom’un verimli topraklarını tercih ederek oraya yerleşmişti.

Lut’un Sodom’da yaşaması, ileride onun için büyük bir sınav olacaktı.

Tanrı, Sodom ve Gomora'nın durumlarını görmek üzere iki melek gönderdi. Bu melekler, akşam vakti Sodom’a geldiklerinde Lut onları şehir meydanında gördü. Lut, onların yabancı olduğunu anlayarak hemen misafir etmek istedi. Çünkü şehir halkının yabancılara karşı düşmanca davrandığını biliyordu. Melekleri evine davet etti, onlara yemek hazırladı. Fakat henüz yatmadan, şehirdeki erkekler, Lut’un evini sardı.

Sodom’un erkekleri, Lut’un evine gelerek içerideki adamları dışarı çıkarmasını istediler. Amaçları onlarla cinsel ilişkiye girmekti.

Bu talep, Sodom halkının ne kadar sapkınlaştığını açıkça ortaya koyuyordu.

Lut, onları engellemeye çalıştı ve “Bu adamlar benim misafirim, onlara dokunmayın,” dedi. Hatta melekleri rahat bırakmaları karşılığında, kendi öz kızlarını verip, onlarla birlikte olmalarını teklif etti.

Ancak kalabalık dinlemedi, Lut’a saldırmak istediler. Bunun üzerine melekler Lut’u içeri çekerek kapıyı kapattılar ve dışarıdaki insanları kör ettiler. Böylece kalabalık kapıyı bulamaz hâle geldi.

Melekler, Lut’a Tanrı’nın bu şehri yok etmeye karar verdiğini söylediler. Lut’a, ailesini alıp şehirden bir an önce kaçmasını emrettiler.

Lut, kızlarının nişanlılarını da uyarmaya çalıştı ama onlar Lut’a inanmadılar, dalga geçtiler.

Sabaha karşı melekler, Lut’u, karısını ve iki kızını ellerinden tutarak şehir dışına çıkardılar. Onlara arkasına bakmamaları ve düz yoldan koşarak, kaçmaları emredildi. Lut, Sığor adında küçük bir kasabaya sığınmak istedi ve bu dileği kabul edildi.

Sodom ve Gomora’ya Tanrı gökten ateş ve kükürt yağdırdı. Şehirler, üzerindeki insanlar ve tüm doğayla birlikte yok oldu.

Ancak Lut’un karısı, kaçarken geriye baktı. Tanrı'nın emrine karşı geldiği için bir tuz sütununa dönüştü.

Lut ve kızları Sığor’a sığındıktan sonra bir mağaraya yerleştiler.

Kızları, dünyada insan kalmadığını düşünerek nesli devam ettirmek için babalarını sarhoş ettiler ve sırasıyla Lut’la birlikte olarak, ondan birer çocuk sahibi oldular. Bu çocukların isimleri Moav ve Ammon’du. Bunlar, daha sonra İsrail halkıyla tarih boyunca birçok kez çatışan halklar olan Moavlılar ve Ammonluların atası oldular.

Sodom ve Gomora’nın öyküsünü, sizlere İncil’de, Eski Ahit’in, Genesis, yani Yaradılış kitabında geçtiği gibi anlattım.

Aynı öykü Kuran’da da çok benzer bir şekilde geçer. Farkları şöyle.

Kuran’da Hz. Lut peygamber kabul edilir ve Hz. Ibrahim’in yeğeni olduğu doğrudan belirtilmez, sadece akrabası olduğu söylenir. Eski Ahit’e göre ise Lut, tanrının gönderdiği bir peygamber değil, bilgili ve adil olsa da, sıradan bir insandır. İncil’de Lut, zaman zaman ihtiraslarına yenik düşen, insani zaafları olan biridir. Kuran’a göre ise Hz. Lut, her peygamber gibi, günahlardan korunmuştur.

Kuran’a göre, Hz. Lut, melekleri isteyen kalabalığa şöyle seslendi: “‘Ey kavmim! İşte kızlarım, sizin için onlar daha temizdir. Allah’tan korkun ve misafirlerim hakkında beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında bir adam yok mu?” - Hud Suresi, 11:78. İslam’da hiçbir tefsir, bunu Hz. Lut’un, kızlarını kalabalığa teklif etmesi olarak yorumlamaz. Çoğunlukla erkekler yerine kendilerine helal kadınlarla birlikte olmaları yönünde bir tavsiye olarak yorumlarlar. Buradaki 'kızlarım' ifadesi çoğu müfessire göre, ‘kavminin kadınları’ anlamındadır, yani Lut onlara helal olan yolla hareket etmeleri çağrısında bulunmuştur.

Hz. Lut ile kızları arasında geçen ensest ilişki ise Kuran’da, herhangi bir şekilde yer almaz.

Son olarak da, Hz. Lut'un karısı şehirden ailesiyle birlikte kaçmayıp, kalanlarla birlikte yok olur.

Sodom ve Hz. Lut’un hikayesi kutsal kitaplarda yazıldığı üzere işte böyle.

Sodom’un öyküsünde ilgimi çeken nokta, günah sayılıp, lanetlenen homoseksüel ilişkinin sadece iki erkek arasında olanı. Hiçbir kutsal kitapta lezbiyenliğe değinilmemiş. Şeriat’a göre bile lezbiyen ilişkinin önem ve cezası göreceli olarak düşük. Yani kadınlara pozitif bir ayrımcılık uygulandığını söyleyebiliriz.

Yakın zamanda Ürdün’de, Sodom ya da Gomora olabileceği düşünülen iki antik şehir ortaya çıkarılmış.

Bunlardan ilki Bab edh-Dhra. Kazılarda şehir surları, evler ve mezarlıklar bulunmuş. Bu şehir yaklaşık M.Ö. 2350 – 1900 yılları arasında yaşamış ve sonra aniden terk edilmiş. Kalıntılarında yangın ve yüksek ısı izleri bulunmuştur.

İkinci antik şehir ise Tall el-Hammam. Bazı araştırmacılar buranın Sodom olduğuna neredeyse emin. Bu şehir büyük, zengin ve surlarla çevriliymiş. M.Ö. 2600–1650 arasında büyük bir kent olarak gelişmiş ve burada da ani bir yok oluşun izleri bulunmuş. Kazılarda çok yüksek sıcaklıkla kavrulmuş çömlekler ve yıkılmış yapılar ortaya çıkmış.

Tall el-Hammam kazısında başka nadir elementlerle birlikte iridyuma da rastlanmış. İridyum genellikle göktaşlarında bulunur. Hep inananlara değil, inanmayanlara da bir el uzatalım. Bu iki şehir tanrının gazabı yerine bir meteor çarpması sonunda yok olmuş olabilir. Gerçi, iridyum bulunduğunu açıklayan bilimsel makale daha sonrasında geri çekilmiş. Yani Tevrat, İncil ve Kuran’a geri dönmemiz gerekebilir!

Ancak Sodom ve Gomora’nın yeri hakkında bildiğimiz kesin bir şey var, o da her iki şehrin Ölüdeniz’in, Ürdün tarafında bulunduğu.

Ölüdeniz’in İslam alemindeki ismi zaten Lut Gölü’dür.

Bu yazıdaki ziyaret noktamız da Lut Gölü.

Lut Gölü’nün kutsal kitaplardaki rolünden başka, insana fazlasıyla ilginç gelebilecek birkaç özelliği var.

Bunlardan ilki, göldeki tuz oranı. Lut gölü, normal deniz ve okyanuslara nazaran on kat daha tuzlu.

Bu kadar yüksek bir tuz düzeyinde su içinde hiçbir canlı yaşayamıyor. Zaten batı dillerindeki Ölüdeniz ismi de bu yüksek düzeylerdeki tuzdan kaynaklanan yaşamsızlıktan geliyor.

Bu yüksek tuz düzeyinin başka ilginç bir sonucu var sevgili arkadaşlar.

İnsan Lut Gölü’nde suya batmıyor.

İnsan Lut Gölü’nde suya batmıyor
Birçok yerde Lut Gölü üzerinde sırtüstü oturup, gazete okuyan insanların resmini görürsünüz. Günümüzde elbette gazete yerine insanlar batmadan cep telefonlarıyla oynuyor.

Lut Gölünün başka bir özelliği, dünya üzerindeki en alçak kuru nokta olması. Başka bir deyişle, Lut Gölü karalar üzerindeki en alçak nokta. Deniz seviyesinin 430 metre altında. Az buz değil, yarım kilometre neredeyse. Bu alçaklığın sonucunda atmosferik basıncın da en yüksek olduğu yer. Kısacası alçaklığın sonucunda, başınızın üzerinde daha çok hava olmuş oluyor.

Hz. İsa’nın vaftiz noktasından Lut Gölüne gelmek iki saati aldı. Ancak yol ve manzara inanılmaz güzel. Yolun büyük bölümü göl kıyısında ve bir yanınız rengi zaman zaman kırmızıya çalan kayalar ve kumlar, diğer yanınız ise masmavi Lut Gölü. Gölün karşısı İsrail, ancak mesafe uzak olduğu için pek bir şey seçilemiyor.

Lut Gölü kıyısının büyük bölümü özel otellere ayrılmış. Buralarda günlük ya da kalmak kaydıyla bir kaç günlük yer ayırtabiliyorsunuz. Lut Gölü’nün bazı kıyılarındaki çamurun deriye iyi geldiğine inanılıyor. Bu yüzden dini turizmle birlikte, dermatolojik turizm de oldukça yaygın.

Sınırlı sayıda da olsa otellere ait olmayan, yani umumi plajlar da var. Biz bunlardan Tuz Kıyısı dedikleri noktaya geldik. Bu noktada bütün kıyı tuz kaya ve kristalleriyle dolu. Görünüm mükemmel ama bu tuzların üzerinde yürümek bir felaket.

Arabayı bıraktığımız yerde şöyle üç metrekarelik bir baraka vardı. İçinde de bir adam, incik, boncuk satıyordu. Yamacın hemen başında ise yine yıkık dökük başka bir kulübe vardı. Meğer duşmuş! Üç dinar karşılığında kirli bir bidondan damlayan suyla duş alabiliyorsunuz. Ancak Lut Gölü’nün tuzunu hesaba katarsanız, o duştan akan suyun her damlası neredeyse şaraptan daha değerli.

Yamaçtan göl kıyısı yakın görünse de, inmemiz yarım saati aldı. Öğlen güneşinde belki biraz da basınç değişikliğinin etkisiyle üçümüze de çok zor geldi bu yürüyüş.

Göle gelmişken şu meşhur batma, ya da daha doğru söylemiyle batmama deneyini yaptık elbette. Ancak denek olarak ben değil, 🐝Mezzy🐝’yi kullandık. Ben girseydim, “Adam zaten şişko, batmaz tabii” diyecektiniz. Sevgili kızım bu şüpheyi ortadan kaldırmak için göle girdi ve şaşkınlıktan kendini alamayıp, “Nasıl oluyor bilmiyorum ama batmıyorum” diye çığlık atıyordu.

Yolunuz düşerse mutlaka deneyin elbette ancak kesinlikle kafanızı suya sokmayın. Youtube’da çok fazla kafasını suya soktuktan sonra ağlayanı gördüm. Bir de ayakkabı. Mutlaka tabanları sağlam, rahat ayakkabılar giyin. Tuz kristalleri bıçak kadar keskin. Canım kızım bacağını kesti, bayağı da kanadı. Neyse ki tuz hemen yarayı dağladı, ve bir pomat bulup, sürene kadar mikrop kapmasını önledi.

Akşam oluyordu. Lut Gölü yürüyüşü de canımızı çıkarmıştı. O yüzden günün son ziyaret noktası olan Jerash isimli antik kenti iptal ettik. Zaten burası “Zaman kalırsa” listesindeydi. Videolardan gördüğüm kadarıyla bir Efes değil, ancak Amman’a yolunuz düşer, ilginizi de çekerse ziyaret listenize alabilirsiniz.

Amman’da, şehir içinde bir kale, bir de Aspendos’u andıran antik bir Roma tiyatrosu var. Biz buralarda vakit kaybetmeden Rainbow Street’e, yani Gökkuşağı Caddesi’ne geçtik.

Öyle ‘gökkuşağı’ dedik diye, aklınıza LGBTI falan gelmesin, Ürdün bir şeriat ülkesi, oyarlar valla.

Rainbow Street, Amman’ın aktivite caddesi. Yani mağazalar, kafeler, barlar ve restoranlar.

Jelena of Arabia
Çok güzel bir cadde. Burada beni en çok şaşırtan, satıcıların uygarlık seviyesi oldu. Türkiye dahil, gittiğim bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki yılışıklığın, yapışkanlıkların zerresi yok. Ağzınızın tadıyla gezebiliyorsunuz. Kimse sizi kolunuzdan çekip, bireyler satmaya çalışmıyor. Ancak pazarlık, malumunuz sünnetten gelir, bol bol var. Marjlar da yüksek. İstenen fiyatın yarısını önermek tamamen caiz. Yarı fiyata alamasanız da, hatrı sayılır bir indirim olabiliyor.

Sevgili karım tabii ki buradan bol bol ıvır-zıvır aldı, ama benim en çok güldüğüm bir Ürdün Başörtüsü oldu. Nasıl bağlandığına dair bir eğitimle birlikte Tarık abimden satın aldık.

Şehir merkezi ise çok gürültülü, karmakarışık, trafiği felaket bir bölge. Ben başta ortamı görürüz falan diye bir heves etmiştim, sonrasında arabadan bile inmedik.

Amman’ın trafiği hakkında da bir iki söz söyleyelim, bir felaket. Saygı, sabır, nezaket falan hak getire. Aksi durumlarda gerçekten iyi, kibar, sevecen insanlar olan Ürdünlüler, direksiyon başına geçince birer canavara dönüşüyorlar.

Jordan River Merlot
Akşam yemeğini Rainbow Street’de bulunan Sufra Restoran’da yedik. Burada ilk kez bir Ürdün şarabı tattım. Jordan River Merlot. Fena da değildi.

Yemekler ise gerçekten güzeldi. 🐝Mezzy🐝 ile birlikte Mercimek çorbası, falafel ve Kofta yedik. Jelena ise geleneksel tavuğunu söyledi. Şu sıralar gittiği heryerde tavuk yiyiyor, yakında yumurtlamaya başlayacak zaten.

Otelimize döndük. Lütfen temizleyin diye on kere söylememize rağmen, odamızı temizlememişlerdi, ama olur o kadar. Her şey o ilk gecedeki karışıklıktan kaynaklanıyordu. Otelin yarısının hangi odada kaldığımızdan haberi yoktu muhtemelen.

Ertesi gün Ürdündeki son günümüz olacaktı, ancak uçağımız ertesi gün sabaha karşı kalkacağı için bütün gün bize kalmıştı. Bu günü de, bu güzel ülkenin belki de en güzel iki ziyaret noktası için kullanacaktık.

Ma as-salama camian/مع السلامة جميعًا

Devam edeceğiz.

15 Haziran 2025 Pazar

Hz. İsa'nın Vaftiz Noktası

Sevgili arkadaşlar, Ürdün, Kudüs’e kuşbakışı elli kilometre uzaklıkta bir ülke. Bildiğiniz üzere Kudüs ve çevresi, üç semavi dinin de kutsal saydıkları topraklardır. Yahudilik ve Hristiyanlığın köklerinin çok önemli bir bölümü Kudüs ve çevresine sıkı sıkıya bağlıdır. 

Hz. İsa Bethlehem, yani Beytüllahim kentinde doğmuştur, ancak memleketi Nazareth, yani Nasıra’dır.

Jericho, yani Eriha, dünya üzerindeki hala insanların yaşadığı en eski şehirdir ve Yahudiler için, Mısır’dan çıktıktan sonra çöldeki yolculuklarının ardından, vaat edilmiş topraklardaki kral Joshua, yani Yeşu’nun fethettiği ilk şehirdir.

Zeytin ağaçları
Mount of Olives, yani Zeytin Dağı, Hz. İsa’nın gökyüzüne yükseldiğine inanılan noktadır.

Hebron, yani El Halil kentinde Hz. İbrahim’in kabri bulunur. Hz. İbrahim her üç din tarafından da tanındığı için, Müslümanlar da, Hristiyanlar da, ama en önemlisi Yahudiler de bu şehri kutsal sayar. Yahudiler için Hebron, Kudüs’ten sonraki en önemli ikinci şehirdir.

Kudüs’ü anlatmıyorum bile. Yahudiler için Temple of Solomon, yani Süleyman Tapınağı’nın birkaç kez yapılıp, yıkıldığı, Hristiyanlar için de Hz. İsa’nın çarmıha gerilip, öldüğü, inanca göre sonrasında yeniden dirilip, kısa bir süre için dünyaya döndüğü kenttir.

İslam, Kudüsü kutsal saysa da, asıl kökleri Mekke, Medine gibi Arap Yarımadası’ndaki kentlere uzanır. İslam’a göre Kudüs’ün önemi, Hz. Muhammed’in Miraç’a buradan yükselmiş olmasıdır.

Bunların hepsi de Ürdün’ün özellikle kuzeyine çok yakın kentlerdir - 30-40 km kadar.

Ben ne dini konularda bir uzman sayılırım, ne de dini konular hakkında konuşmayı severim. Gezi yazılarımda ulvi konulara eğer tarihi bir önemleri varsa değinirim. Ancak buralara kadar gelip de, dini konulara dokunmamak olmuyor işte.

Eskiden her yerleşim merkezi ya da kompleksi bir nehir etrafında kurulurdu. Kutsal topraklara su ve hayat veren nehrin ismi ise Ürdün Nehri’dir. Eski Türkçede ise bu nehrin ismi Şeria’dır.

Şeria Nehrinin doğu kıyısında Ürdün, batı kıyısında ise Filistin yer alır. Batı Şeria, ya da İngilizcedeki karşılığı West Bank (of the Jordan River) diye hep duyduğumuz bölge işte bu nehrin batı yakasındaki Filistin toprağıdır.

Karşısı...
Ürdün Nehri’nin kıyısına geldiğimizde, Arap rehberimiz “Karşısı Filistin” demişti. Buradaki ironi, ‘karşısı Filistin’ dediği, üç-beş metre uzaklıktaki yerde koca bir İsrail bayrağının dalgalanıyor olması. Kısacası Filistin, hayalet bir devlet. Kağıt üzerinde Batı Şeria’yı Filistin Yönetimi, İngilizcesiyle Palestinian Authority, hani şu eski Yaser Arafat’ın başkanı olduğu Filistin Kurtuluş Örgütü, yönetiyor. Ancak Filistin Yönetiminin bazı bölgelerde, ve sınırlı bazı konularda özerkliği olsa da, bütün Batı Şeria de-facto İsrail hakimiyeti altında.

Tamamlamak adına, Filistin’e, teorik olarak olsa da, ait ikinci toprak parçası ise bütün İsrail’i geçip, Akdeniz’e ulaştığınız noktadaki Gazze Şeridi. Gazze’yi İhvan kökenli Hamas örgütü yönetiyor. Gazze’de olan biteni zaten biliyorsunuz, o yüzden konuyu dağıtmamak için derinliklerine girmiyorum.

Alın size altmış yıllık kavganın jeopolitik özeti.

Neyse, gelin, Ürdün Nehrine geri dönelim.

Kutsal toprakları sulayan Ürdün Nehri, beklendiği üzere dinlerin kutsal kabul ettikleri olayların geçtiği bir yer olmuş.

Örneğin İsrailoğulları, Mısır’dan çıktıktan sonra Kral Yeşu önderliğinde Ürdün Nehri’ni geçerek Vaat edilmiş Topraklara, yani Kenan diyarındaki Promised Land'e girmiştir.

Ancak Ürdün Nehri, Hristiyanlık için çok daha fazla bir öneme sahiptir.

Hz. İsa, ilk kez Ürdün Nehrinde, John the Baptist, yani Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edilmiştir.

Vaftiz etmek, Yunanca ‘batırmak’, ‘daldırmak’ anlamına gelir. Gerçekten de, özellikle eski dönemlerde, vaftiz ritüeli, vaftiz edilen kişiyi suya batırarak gerçekleştirilirdi.

Günümüzde Ortodokslar hala vaftiz edilen kişiyi tamamen suya daldırırlar. Neyse ki şu sıralar vaftiz ritüeli, çoğunlukla kişi bebek ya da çocukken yapıldığı için, bu batırma işi çok güç gerektirmiyor.

Katolikler ise vaftiz esnasında alına Baba, Oğul ve Kutsal Ruh için toplam üç kez su serperler.

Vaftiz, bir benzetme yapmak gerekirse, kelime-i şehadet getirip, Müslümanlığı kabul etme sayılabilir.

İnanca göre her insan günahlarıyla birlikte doğar. Vaftiz esnasında bu günahlar temizlenir ve kişi cemaate, yani dine kabul edilir. Ruhsal bir yeniden doğuş şeklinde düşünülebilir.

Hz. İsa, henüz dini öğretilerini yaymaya başlamadan önce Vaftizci Yahya, bölge halkını Ürdün Nehri’nde vaftiz etmekteymiş.

Bunu öğrenen Hz. İsa, vaftiz olmak için Celile'den Ürdün Nehri'ne gelir.

Yahya ile karşılaştıklarında Yahya, ona "Benim senin tarafından vaftiz edilmem gerekirken, sen mi bana geliyorsun?" der. Çünkü Yahya, Hz. İsa’nın günahsız olduğunu bilir. Ona göre vaftiz, tövbe eden günahkârlara yapılmalıdır. Hz. İsa “Şimdilik doğrusu böyle. Bu şekilde, gerekenleri doğru bir biçimde yapmış oluruz.” diye cevap verir - burada ben epeyce yorumladım, tam tercümesi şöyle bir şey oluyor “Bunun şimdi böyle olması gerekir. Çünkü bu şekilde tüm doğruluğu yerine getirmiş oluruz.”.

Yahya, bunun üzerine Hz. İsa’yı vaftiz etmeyi kabul eder.

Hz. İsa, Yahya tarafından Ürdün Nehri'nde suya daldırılır.

Bu esnada tanrısal bir olay yaşanır.

Hz. İsa sudan çıkar çıkmaz, gökyüzü açılır. Kutsal Ruh, bir güvercin şeklinde Hz. İsa’nın üzerine iner ve gökten bir ses duyulur “Bu, benim oğlumdur. Onu severim.”

Bu olayla birlikte Hz. İsa’nın ilahi kimliği Tanrı tarafından teyit edilmiş olur, Kutsal Üçleme, yani Baba - Oğul - Kutsal Ruh, aynı anda görünür hale gelir. Burada ‘Baba’ gökten gelen ses, ‘Oğul’ Hz. İsa ve ‘Kutsal Ruh’ da güvercindir. Unutmayalım, Hristiyanlık inancına göre her üçü de Tanrı’nın farklı görünümleridir.

Hz. İsa, bu olaydan sonra halka açık mucizelerine ve öğretisine başlar.

Ürdün Nehri, Lübnan’dan doğup, Ürdün’de Lut Gölü’ne dökülür. Peki bu iki yüz elli kilometrelik su yolu üzerinde Hz. İsa hangi noktada vaftiz edilmiştir?

Burada, yardımımıza dört kanonik İncilden biri olan John’s Gospel, yani Yuhanna’nın İncili koşuyor. Birinci bölüm, 28’inci ayette (Buradaki ‘ayet’ sözcüğünü Kuran’daki anlamıyla karıştırmamak gerekir. Kuran’da ‘ayet’, Tanrı’nın sözleri anlamına gelir. İncil Tanrı’nın sözlerinden değil, tanıkların anlatılarından oluşur) şöyle der:

“Bu olaylar, Yahya'nın vaftiz ettiği yerde, Şeria Irmağı'nın (Ürdün Nehri) ötesinde, Beyt-Avara’da (Bethany Beyond the Jordan) oldu.”

“Şeria Irmağı’nın ötesi”, İncil’in yazıldığı dönemde Batı Şeria’nın karşı kıyısı, yani bugünkü Ürdün tarafının ismi, Beyt-Avara ya da Bethany Beyond the Jordan ifadesi ise Ürdün’deki Al-Maghtas yerini işaret eder.

4.yüzyıldan itibaren Kudüs’e gelen Hristiyan hacılar, vaftiz yeri olarak Ürdün Nehri’nin doğu kıyısındaki Bethabara veya Bethania bölgesini ziyaret ettiklerini yazmışlardır. Al-Maghtas bölgesinde yapılan kazılarda 5. ve 6. yüzyıla ait kilise kalıntıları, vaftiz havuzları, hac yolları ve şapeller ortaya çıkarılmıştır. Bu yapılar, bölgenin çok erken dönemden itibaren ‘kutsal’ kabul edildiğini gösterir.

Bugün Ürdünün bu bölgesi, Hristiyan dünyasınca resmen ‘Vaftiz yeri’ olarak tanınır. UNESCO ise, 2015 yılında Al-Maghtas’ı Dünya Mirası ilan etmiş.

Bu bölge bugün Hristiyanlar için önemli bir hac yeri haline dönüşmüş.

Gezimize dönmeden önce bir iki kelam edeyim.

Eğer “John the Baptist” ’deki John Yahya oluyor da, “John’s Gospel” ’daki John niye Yuhanna oluyor diye merak ettiyseniz… Her ikisi de İbranice Yôḥānān sözcüğünden gelir. ‘Yahya’ Arapça’sı, ‘Yuhanna’ ise Yunanca/Latince yoluyla gelen ve Hristiyan Araplar arasında da kullanılan bir varyantıdır.

Yukarda, Hz. İsa’nın vaftiz öyküsünü ve vaftiz noktasının nasıl belirlendiğini size elimden geldiğince sade ve doğru bir şekilde aktarmaya çalıştım. Ancak sadelik ve doğruluk pek bir arada giden kavramlar değiller. Bugünlerde yazılarımı ChatGPT’ye okutup, gramer ve tarihsel doğruluk bakımından bir analizini yaptırıyorum. Ancak özellikle her kelimesi sayısız kez yorumlanmış, tartışılmış dini konularda sayfalarca yazmadan tam doğruluğa ulaşmak mümkün olmuyor. ChatGPT beş-altı yerde “Belki biraz daha açıklamak doğru olur”, ya da “Şöyle bir dipnot koy istersen” gibi uyarılarda bulundu. Full disclosure, buralarda sadelik adına doğruluktan biraz fedakarlık ederek ChatGPT’yi dinlemedim.

Jelena mecburen tesettüre girmişti
Hz. İsa’nın vaftiz noktası Amman’a bir saatlik uzaklıkta. Otelde humuslu, falafelli kahvaltımızı edip, yola koyulduk. Sevgili karımın kullandığı bir ilaç onu güneş ışığına çok fazla duyarlı yapıyor, o yüzden Jelena mecburen tesettüre girmişti.

Otoyola çıktığımızda arkamızda bir araba deli gibi kornaya basıp, selektör yapmaya başladı. Polis desem değil, herhalde Arap çöllerinde papazı bulduk dedim kendi kendime. Sinyal verip, sağa çektim. Diğer araba da arkamda durdu. Kapı açıldı, içinden bıçkın bir Abdülvahap fırladı. Bizim arabaya koştu ve arkaya doğru bir uçan tekme attı. Ne oluyor derken eğilip, tamponu yumruklamaya başladı. ‘Gırç’ diye bir ses duydum, o zaman anladım. Anlaşılan, tampon gevşemiş, yerinden çıkmış, o da tamponu bir iki karate darbesiyle yerine sokmuş. Bana gülerek eliyle okey yaptı, ben de sağol işareti yaptım. Arabalarımıza binip, yola devam ettik.

Vaftiz noktasına olaysız ulaştık. Bölgeyi bir ziyaret alanı halinde tasarlamışlar. İçeri arabayla giremiyorsunuz. Biz de arabayı park edip, ziyaretçi merkezinden biletlerimizi aldık. Bir otobüs bizi içerilere götürdü.

Vaftiz alanı, insanın ilk aklına gelenin aksine çöl değil, zeytin ağaçlarıyla kaplı yeşil bir bölge. Bunu da takdiriniz üzere Ürdün Nehri’ne borçlu. Alandaki tek modern bina ziyaretçi merkez. Geri kalan patikalar ve vista noktaları hep manzarayla uyumlu ahşap ve toprak. Ürdünlüler bu bölgeyi tasarımlarken, gerçekten çok iyi bir iş çıkarmışlar.

Ürdün Nehri
Önce Ürdün Nehri’ni tepeden görebileceğimiz bir noktada durduk. Sonra da nehrin kıyısına indik. Nehir kıyısında, kutsal sayılan nehrin suyunun aktığı bir çeşme var. Burada suyu yüzünüze sürerek, ya da çeşmenin altındaki havuza kafanızı sokarak, Hz. İsa’nın vaftiz olduğu suyla temsili bir vaftiz daha olabiliyorsunuz. Ben çeşmeyi vaftizden ziyade serinlemek için kullandım.

Çeşmenin hemen altında ise tahta bir platformdan nehrin doğrudan içerisine girebiliyorsunuz. Polonyalı bir grup, nehre girip bir kez daha vaftiz oldular (lafın gelişi söylüyorum, Polonyalılar Katoliktirler ve Katolisizm’de vaftiz bir kere yapılır, bir daha tekrarlanamaz, bunların yaptığı daha ziyade bir anma). Bu nokta, size yukarda anlattığım İsrail bayrağını gördüğümüz yer. Jericho bu noktaya dört, Kudüs ise otuz kilometre uzaklıkta.

Sonrasında vaftiz noktasının yanında yapılmış bir Rum Ortodoks kilisesine gittik. Daha önce söylemişimdir, Ortodoks kiliselerini çok severim Renkli freskleri, büyük kubbeleriyle kiliseden çok bir müzeyi andırırlar.

Vaftizci Yahya Kilisesi
Bu kilisenin ismi Church of St. John the Baptist, yani Vaftizci Yahya Kilisesi. Eski görünümlü, ancak yeni yapılmış bir kilise. İçerisi ışıl ışıl, rengarenk.

Yanında ise özellikle ikonların satıldığı minik bir mağaza var. Jelena hem ikon, hem de bir papazın sonradan kutsadığı Ürdün Nehri suyu aldı.

Ziyaretimizin en önemli noktası en sonundaydı.

Hz. İsa’nın vaftiz edildiğine inanılan nokta. Vaftiz yeri, bugün Ürdün nehri üzerinde değil. Milattan bu yana nehrin yatağı değişmiş ve artık bu noktadan akmıyor.

Vaftizin gerçekleştiği noktayı nasıl bu kadar hassas bir biçimde belirlemişler diye sorarsanız, cevabı Hristiyanların dini bakımdan önemli her olayın geçtiği yere birer kilise yapma alışkanlıkları. Vaftiz noktası bugün sadece bir kaç kalıntısı kalmış bu kilise sayesinde saptanmış. Normalde bu kutsal mekanları belirleyen kiliselerden pek haz etmem. Olayı hissetmenizi, zihninizde yaşamanızı zorlaştırırlar. Ancak bu kez işe yaramış.

Vaftiz noktasını yukardan tahta bir platform üzerinden görebiliyorsunuz.

Bütün grup, elbette burada yüzlerce fotoğraf çekti.

Vaftiz Noktasi
Rehberimiz çok iyi, çok samimi bir Ürdünlüydü. Benim Türk olduğumu söylememe rağmen Jelena’nın Hristiyan olduğunu hemen anlamıştı. Vaftiz noktasını yukardan gören platformda resmimizi çekti ve bana bekle gibisinden bir işaret yaptı. Grubun gerisi fotoğraflarını çekip, otobüse dönerken, bize aşağısını işaret etti ve turistleri alıp, uzaklaştı. Jelena ve Melissa Hz. İsa’nın vaftiz edildiği noktaya indi ve orada kalmış son su birikintisine dokundular, fotoğraf çektiler.

Bu tarihi noktayı da bu şekilde görmüş olduk.

Aradan iki hafta geçti. Bugün, İran ile İsrail’in kapışması nedeniyle Ürdün hava sahası kapalı. Ürdün uçak ve helikopterleri havada füze ve drone avlıyorlar. Demek zamanlamamız bu kez iyiymiş diye geçirdim içimden.

Hamas, İsrail’e saldırmasaydı iki sene önce Kudüs, Bethlehem, Nazareth gibi kentleri de ziyaret edmiş olacaktık. Bir kaç günlük bir farkla bu gezimizi ertelemek zorunda kalmıştık. Ancak kesinlikle ölmeden önce buraları da göreceğim.

Ürdün, bu dünyada gördüğüm en güzel, en ilginç ülkelerden biri sevgili arkadaşlar.

Ürdün gezimiz devam ediyor…

13 Haziran 2025 Cuma

Amman'a İndik

Evde kedilerin yemek ve sularını hazırladım. Arabayla önce 🐝Mezzy🐝’yi, sonra Jelena’yı okullarından aldım. Sonrasında hiç vakit kaybetmeden Cenevre Havaalanı’na gittik.

Dört günlük tatil yüzünden bütün ucuz park alanları dolmuştu. Arabamızı mecburen havaalanının en pahalı park yerine bıraktık.

İstanbul üzerinden uçuyorduk. Bir Pegasus uçuşu bizi Sabiha Gökçen Havaalanı’na getirdi.

Sabiha Gökçen
Bu Türkiye bağlantılı uçuşlardan nefret ediyorum desem yeridir sevgili arkadaşlar. Hele Sabiha Gökçen’den.

Görmemişin kaloriferi olmuş, sonuna kadar açmış. Herkes şıpır şıpır terliyor. Mahşeri bir sıcak…

Koca havaalanında döner yapan bir yer var, o da dondurulmuş döner veriyor. Bir yer bulmak, siparişi almak imkansıza yakın.

Havaalanındaki her dişi görevli mütemadiyen bağırıyor. Kapıdaki kızlar, tezgahtar kızlar, dönercideki kızlar… “Antalya uçuşu buradan! Biniş kartları lütfeeeen!”, “94 numaralı sipariş! Döner ve çorba! Döner end suuup!”, “Ayşeee bak, ne diyor bu, anlamıyorrrrummm!”

Pastane kılıklı bir yerde yabancı biri bana “Şu sandviç kaç lira?” diye sordu, ben de tezgahtaki kıza. “Fiyat listesi burada” diye başının üzerindeki slide’ı işaret etti. “Yüz lira” dese dili aşınacak…

Herkeste bir hava, bir ukalalık…

Aktarma için pasaport göstermiyoruz ama yürüyen bantın başında iki kadın görevli biniş kartlarına bakıyor. Pegasus’la online check-in yapınca yalan yanlış bir email geliyor. Üzerinde sadece bir QR code var. QR code var da, ayaküstü biniş kartlarını kontrol eden ablaların QR code okuyucuları yok! Bu yüzden ismi ve uçuşu göremiyorlar. Biri cart diye sormadan elimdeki telefonu çekip aldı. Oraya buraya basıp, copy/paste ile pegasus sitesinden biniş kartlarının detaylarını buldu, “Buyrun” dedi.

Güvenli alanı terk etmemiş olmamıza rağmen yeniden güvenlik kontrolünden geçtik. iPad’leri çıkar, kemeri çıkar, diş macununu çıkar…

Prensip sahibi teröristleri yakalamak için tüm bunlar.

Eğer bu teröristler Cenevre-İstanbul uçağında yanlarında taşıdığı bombayı patlatmaz, uçaktan indirir, bağlantılı İstanbul-Amman uçuşuna sokmaya kalkarlarsa, bu sıkı güvenlik kontrolleri sayesinde yakalanacaklar.

Hey Allahım…

Başınızı ağrıtmayayım. İnsanı geldiğine geleceğine pişman ediyorlar sizin anlayacağınız.

Amman’a uçuşumuz olaysız geçti. Queen Alia International Airport gerçekten güzel ve modern bir havaalanı.

Ürdün arz-ı alemde gördüğüm altmışıncı ülke olacaktı. Bu ‘dalya’ ülkelere her nedense gereksiz bir önem bahşederim. Onuncu ülke şu, yirminci ülke bu şeklinde. O yüzden altmışıncı ülkemin Ürdün gibi, dünyada bir çok nedenden dolayı görülmesi gerekli bir ülke olması beni fazlasıyla mutlu etmişti.

Altmışıncı Ülkem

Uçaktan inip, biraz yürüyerek vize kuyruğuna giriyorsunuz. Ürdün, hemen herkes için  vize istiyor - ancak bizlere vize gerekmiyor. Gerçi diğer ülke vatandaşları vizelerini havaalanında 40 Dinar verip, alabiliyorlar ama biz o parayı Jelena ve 🐝Mezzy🐝’nin Türk pasaportlarına vermeyi tercih ettik ve bu vesileyle ikisinin de Türk pasaportları oldu/yenilendi.

Vize kuyruğuna girmedik ama pasaport kontrolü nerede, onu da göremedik. Bir görevliye “Pasaport kontrolü nerede?” diye sordum. “Vizeniz var mı?” dedi, “Vizeye ihtiyacımız yok” dedim.

Vize kuyruğunda biri, konuşmamızı duymuş anlaşılan, “Nasıl yani?” diye sordu. “Ben İsveçliyim, benim ‘bile’ vizeye ihtiyacım var, sen nasıl giriyorsun?” dedi.

“İsveçliyim” diyen adam marsık gibi. Kim bilir nereden göçmüş. Ama havasını atıyor aklınca.

“Bak, ben de İsviçreliyim” dedim, sonra da inadına Türk pasaportunu sallayıp, “Ama bunun sayesinde vizesiz giriyorum” diye gıcıklığımı da yaptım.

Pasaport kontrolünde gençten bir asker, “Marhaban” dedim, “Ahlan” diye cevap verdi. Pasaportları verdik, gerçekten de ülkeye vizesiz, başka hiç bir şey göstermeden girdik. Sadece 🐝Mezzy🐝 makineye gözlerini açıp, bakamadığı için biraz bozuldu. Malum çocuklar devamlı büyüdüklerinden dolayı yüz hatları değiştiğinden, biyometrik parametreleri kaydedilip, karşılaştırılamıyor.

Valizlerimiz zaten yanımızda olduğundan, bagaj bandında beklemeden, gümrükten geçip, araba kiralama gişelerine ulaştık.

booking.com'dan bir araba kiralamıştık. Ürdün’de ağız tadıyla ve çok vakit kaybetmeden gezmenin yolu bir araba kiralamak sevgili arkadaşlar. Ancak araba kiralayıp da pişman olan çok kişinin yorumlarını okumuştum. Kiralama şirketleri yüksek bir depozit alıp, arabayı geri getirdiğinizde sudan gerekçelerle sizden extra para istiyor, vermezseniz de depozitinizin üzerine yatıyorlarmış. Bunlarla uğraşmamak için arabayı, ismi lazım değil, çok iyi bilinen, uluslararası bir şirketten kiralamayı tercih ettik.

Saat sabahın iki buçuğunu bulmuştu. Sadece formaliteleri tamamlamak kırk beş dakika almıştı. Ufak bir araba için ödeme yapmıştık, ama adamlar hybrid bir Toyota Camry verdiler. Biraz da havalıca “Free upgrade ettik sizi” dediler. Park yerine gidip, başka araba kalmadığını gördüğümüzde bunun ‘free’ değil, ‘mandatory’ bir upgrade olduğunu anladık. Yine de hybrid bir araba bizi yüzlerce dolar benzin parasından kurtaracaktı. Planımıza göre binin üzerinde kilometre yol yapmamız gerekiyordu.

Havaalanından Amman’ın merkezi yarım saat - kırk beş dakika falan sürdü. Otelimize ulaştık.

booking.com üzerinden rezervasyonu, örnek olsun diye ayın 28’inde yapıp, sabaha karşı geleceğimizden late check-in göstermiştim ki, 28’inin geçesinde bir odamız olsun. Ancak booking.com check-in zamanının sabahın ikisi olduğunu görünce, proaktif davranıp, bizim rezervasyonu 29’una kaydırmış. Bunu görünce daha İsviçre’den otele yazıp, “Bak booking.com rezervasyonun başlangıcı için 29 diyor ama biz 28’inin gecesi uyuyacağız, lütfen odamızı teyid edin” dedim, hatta uçak ne zaman geliyor, biz ne zaman otele ulaşacağız, tek tek yazdım. “Hiç problem yok ya seyyidi!” dediler.

Herneyse, otele geldik, kimlik, pasaport falan, resepsiyondaki adam “Ama sizin rezervasyon yarın için. Bu gece odamız yok” dedi. Bunların olacağını bildiğimden, yazdığım emaili çoktan telefonda hazırlamıştım. Resepsiyonist okudu, “Hmmm…, yaaa…, ayvaaaa…” falan oldu, sonunda bize mecburen bayağı havalı, ‘free upgrade’ bir oda verdi.

Odamıza çıktık ve hemen uyuduk. Önümüzdeki üç gün çok yoğun geçecekti.

Devam edeceğiz.

6 Haziran 2025 Cuma

Mannheim

Mannheim’a ilk adımını attığında, insanın aklına Barok bir şehir planlaması değil de, sanki bir Excel tablosu geliyor. Sokak isimleri yerine A3, C6, D1... Sanki şehir değil, dev bir mühendislik projesi. İnsan ister istemez “Bunu kesin Almanlar yapmıştır” diyor.

Mannheim
Haklı da bir önerme oluyor bu.

17. yüzyılda Palatinat Prensi II. Karl, şehri yeniden kurarken bu kare planı çizdirmiş. Neden diye düşününce insanın aklına prensin Mannheim’ı tarihiyle değil de, düzeniyle hatırlanmasını istemiş olabileceği geliyor.

Ama tarih her daim kendini dayatıyor işte.

Mannheim, 18. yüzyılda Almanya’nın ilk tiyatrolarından ve ilk orkestralarından birine ev sahipliği yapmış. Mozart bile Mannheim Sarayı’nda dolaşmış, beste yapmış, aşık olmuş (evet, yine).

Barok Saray bugün hala dimdik ayakta, içine üniversiteyi yerleştirmişler ama eski havasından pek bir şey kaybetmemiş. “Ders arası kahvemi sarayın avlusunda içtim” demek, her halde başka hiç bir yerde mümkün olmuyordur.

Endüstri çağı geldiğinde Mannheim vitrin değil motor olmuş. Daimler-Benz'in ilk arabaları burada tıngır mıngır ilerlemiş. Bugün bile şehirde o mekanik uğultu hissediliyor, ama bu sesin arkasında sadece makineler değil, binbir milletten “Gastarbeiter'lar”, yani misafir işçiler de var.

1950'lerden sonra Türkiye’den, Yugoslavya’dan işçi göçüyle şehir birden çoğalmış. Türkler, hem çalışmış hem kök salmış. Bugün her semtte bir “Anadolu Bäckerei”, bir “Saray Grill” görmek mümkün. Mannheim’da Türk olmak, sadece dönerci açmak değil, cami yaptırmak, çocukları okutmak, dernek kurmak demek.

Sırplar da burada. Biraz daha sessiz, ama onlar da çoktandır şehir planının bir parçası. Kimi fabrikada, kimi müzik okulunda, kimi kendi kafenin başında. Bazen Neckar kıyısında rastlıyorsun bir gruba. Biri akordeon çalıyor, diğerleri şarkı söylüyor. Almanca değil, Sırpça, ama sokak dili olmuş zaten.

Mannheim sokaklarında yürürken sevgili karımla geleneksel oyunumuza başladık: “Abi”, “Brate”, “Abi”, “Brate”…

Malum, aile lehçemizde “Abi” Türk, “Brate” Sırp demek.

Her biri geçtiğinde birbirimize bakıp, gülümseyerek çetele tuttuk. Almanya’da Türklerin sayısını zaten biliyoruz ama ilk defa Sırpların da bu kadar yoğun olduğunu burada fark ettik. Şehir neredeyse Belgrad ile Gaziantep’in bir buluşma noktası gibi.

Öğle yemeğimizi ise bir Vietnam restoranında yedik.


Vietnam mutfağı, Asya'nın en acılılarından. Hem Asya’da, hem Avrupa’da denemişliğim var ve rahatça söyleyebilirim ki eğer “Acı olmasın” demezseniz, ciğeriniz yanar, ağzınızdan ejderha gibi alevler çıkar.

Ancak... Acı işini halledebilirseniz, ödülünüz büyük: Vietnam mutfağı, Asya’nın en rafine, en taze, en dengeli tatlarını sunan mutfaklardan biri.

Mannheim’da görülecek yerlerin başında tabii ki tarihi su kulesi, yani Wasserturm geliyor.

Wasserturm
Şehrin simgesi. Hani bazı şehirlerin bir kartpostal yüzü vardır ya, Mannheim için o yüz tam olarak burası.

Wasserturm , kocaman taş bir kule, 19. yüzyıldan kalma, ihtişamlı ama sade. İnsanın yanında öylece dikiliyor. Ne “beni övün”, ne de “yanıma yaklaşma” diyor. Olması gerektiği gibi duruyor, kendinden emin.

Kulenin çevresi ise bambaşka bir dünya. Gül bahçeleri, fıskiyeler, simetrik çimenlikler… Şehirden bir adım uzaklaşıp nefes almak isteyen herkes burada. Gençler banklara yayılmış, yaşlılar yürüyüşte, çocuklar fıskiyenin etrafında çığlık çığlığa koşturuyor. Biz de sevgili kızım ve karımla şöyle bir tur attık. Hem dolaştık, hem bol bol fotoğraf çektik.

Tam “burada bir selfie çekelim” dediğimiz anda arkamızdan geçen gençlerin “Brate, çabuk ol” deyişi, az önceki "Abi" sayımızı dengeledi.

Wasserturm sadece bir bina değil, şehrin kalbi. Etrafındaki parkla, sosyal hayatla, tarihî dokusuyla Mannheim’ın insana sessizce “hoş geldin” dediği yer.

Şehrin alış-veriş caddesinde yürümeye başladık ve bir kafeye girdik.

Bir tur attık...
Kafede on masa varsa, beşi Türkçe konuşuyor. Garson kız gelince İngilizce sipariş verdik, kız İngilizce bilmiyormuş, bir arkadaşını çağırdı. Siparişimizi verdik, yeni gelen garson kız önceki kıza seslendi “Gözde! Wasmahınwasserkafeundrotvin bitte!”. İlk gelen kız Türkmüş, ama her gelene de “Türk müsün?” diye sormak olmuyor ki…

Hesabı alırken gelen İngilizce konuştuğumuz ikinci garson kıza, bu kez ben “Türk müsün?” diye sordum. “Hayır” dedi, sonra “Sen Türk müsün?” diye bana sordu. “Türküm” deyince Jelena ve 🐝Mezzy🐝’ye dönüp, inanmayan gözlerle “Bunlar da mı Türk?” diye sordu. Beni aklı kesmişti, ama kızların Türk olabileceklerine pek inanmamıştı. “Yok” dedim, “Biri Sırp, biri İsviçreli”.

🐝Mezzy🐝 için artık “İsviçreli” diyoruz, çünkü Türk desek Türkçe, Sırp desek Sırpça konuşmaya çalışıyorlar. Sevgili kızımın Sırpça bildiği tek kelime “keks”, yani “pasta”. Türkçe’de de sadece “baba” diyebiliyor.

Arabayı almak için park yerine ulaştık. Asansörle aşağı indik ancak park yerine giriş kapısı kilitli. Giriş şurada, burada diye de bir işaret yok. Mutlaka girilebilecek, kilitli olmayan bir kapısı vardır, ancak Almanya’dasın, o zaman bileceksin işte.

Biz sağa sola bakınırken bir aile geldi, onlar da kapıyı şöyle bir zorladıktan sonra, onlar da sağa sola bakınmaya başladılar.

Ailenin adamı önce “Sprechen Sie Deutsch?” ‘ladı, ben “Nayn” deyince “Espanol?” diye bir daha denedi, ben de “Français?” diye kontur attım, “No” olduk. Sonra “Türk?” dedi. Be oğlum İspanyolca’ya gelene kadar anadilini sorsana, oturup koç gibi Türkçe geyikleyelim…

Türkçe de olsa konuşmanın bir sonucu olmadı. İki aile, beraber her kata gidip, kapıları zorlayarak, sonunda açık olanını bulduk.

Park yerine girmekle iş hallolmuyor. Park parasını da makinelere ödemek gerekiyor. Gördüğümüz her makine kilitli kapıların diğer taraflarındaydı. Bu kez erişilebilir bir makine bulabilmek için park yerinde dolanmaya başladık.

Gezinirken, üç genç kıza rastladık. İkisi fazlasıyla modern, biri tesettürlü. Kesin Arap dedim. Arabalarıyla girip, park etmişler, dışarı çıkamıyorlar. Onların probleminin çözümü bizde var, açık yaya kapısı nerede biliyoruz. İngilizce, yerini tarif ettim. Bu kez biz, onlara “Parayı nerede öderiz?” diye sorduk. Onlar da bize yangın çıkışının yanındaki makineyi gösterdiler. Teşekkür edip ayrılırken, kızlar kikirdemeye başladılar.

Onlar da Türkmüş…

En sonunda, parayı ödedik ve park yerinden çıkabildik.

Rotamızı eve çevirip, gaza bastık.

Mannheim için lafı uzatmayacağım. Yolunuz düşerse bir-iki saat geçirmek için güzel bir yer, ancak gezi severleri ilgilendirecek çok fazla bir şey yok.

Almanya turumuza bir süre ara vereceğiz, çünkü arada gerçekten görülesi başka bir ülkeye yapacağımız gezi var.

Tschüss!


25 Mayıs 2025 Pazar

Frankfurt

Frankfurt, Almanya’da belki de en sık geldiğim şehrdir sevgili arkadaşlar, ancak bugüne kadar sadece bir kez, o da otuz sene önce gezebildim. Bunun nedeni, Frankfurt’a genelde gelişlerimin nedeni, buradan final destinasyonuma aktarma yapmaktı.

Frankfurt'tayız
Frankfurt havaalanı, dünyanın en aktif havaalanlarından biri ve Luftwaffe’nin (Lufthansa’ya, birçokları gibi espiri olsun diye Alman Hava Kuvvetleri anlamında Luftwaffe deriz) merkez hub’ıdır. Devasa bir havaalanıdır. Bazen yakınlarında arabayla otoyoldan giderken altından geçtiğiniz bir köprünün üzerinde bir B-747 Jumbo, hır hır, bir terminalden, diğerine tepenizden taksi yapar.

Kaç kez ABD’ye, Güney Amerika’ya, Asya’ya uçtuk buradan sevgili karımla…

Şehir merkezine gidiyorduk. Yine hangi trene binelim sorunsalıyla karşı karşıya kalmıştık. Google bize hangi trene bineceğimizi söylese de, hangi yöne gideceğimizi kestirememiştik. Google’ın söylediği yön geçen trenlerin üzerinde yazmıyordu.

Askeri detaylara haiz ulaşım haritası
İlk olarak, sizlere daha önceki yazılarımda bahsettiğim, askeri detaylara haiz ulaşım haritası içinde kaybolduk. Tabii ki içinden çıkamadık.

Sonrasında trenlerin farklı renklerde gösterildiği başka bir harita bulduk. Bu ikinci haritanın tek kusuru, rayların ötesinde bir duvara asılmış olmasıydı. Yani hele gözleriniz benimkiler gibiyse, mazallah, haritayı okuyacağım diye raylara düşüp, elektrikli kızartma olabilirdiniz.

Cep telefonuyla resmini çekip, zoom yaparak haritayı okumaya çalıştık ama heyhat!

Abarttığımı düşünenler için her iki haritanın da resmini koyuyorum. Takdir sizin.

Her neyse, sonunda geleneksel Serbo-Türk yöntemiyle doğru yönü bulduk. İlk gelen trene bindik ve Google Maps’den merkeze yaklaşıyor muyuz, uzaklaşıyor muyuz diye baktık. Uzaklaştığımızı görünce doğru yönün karşı taraf olduğunu anladık. İlk istasyonda trenden inip, aksi yönde giden trene bindik ve şehir merkezine ulaştık.

Rayların karşısındaki harita.
Hauptwache’deydik. Burası aynı isimli bir barok binanın bulunduğu bir meydan. Bina gerçekten fazlasıyla göz alıcı. Meydan ise cıvıl cıvıl. Hauptwache’nin ilginç bir özelliği, etrafındaki çok yüksek olmayan binaların arka planındaki New York tarzı gökdelenler. Bunlar yüzünden Frankfurt’a, New York daki Manhattan adasına atıfla, Main-Hattan da derler. Main, Frankfurt’un üzerine kurulduğu nehrin ismi.

Paulsplatz meydanına geçip, öğlen yemeği için bir burger restoranına oturduk. Avrupa’nın bu bölümünde burger, fast-food’dan ziyade fine dining statüsünde. Bir bardak kırmızı şarapla, cheese burgerimi yedim, ancak eğer görselerdi hem İsviçre’deki arkadaşlar, “Şarapla hamburger ha”, hem de Amerika’daki arkadaşlar, “Hamburgerle şarap ha” şeklinde beni kınarlardı.

Paulsplatz
Paulsplatz, mimarisinin eski hallinin korunduğu çok güzel bir yer. Meydanın en çok göze batan yapısı ise St. Paul Kilisesi.

St. Paul Kilisesi dışardan bir kiliseye benzese de, içine girdiğimizde daha ziyade bir konser salonu hissini verdi. Salonun etrafındaki silindirik duvarın üzeri fresklerle doluydu, ama öyle çarmıha gerilmiş İsa, melekler falan değil, Hürriyet gazetesinin ilk sayfası gibi politik kişiliklerin betimlendiği freskler.

Salonun içinde dev hoparlörler, koca bir Yamaha sound mikseri, kablolar, amfiler falan vardı. Belki bir event için hazırlanmıştı ancak teknik cihazlar geçici olarak kurulmuş değil, daha ziyade binanın demirbaşları gibiydiler.

Şimdiye kadar gördüğümüz en ilginç kiliselerden biri oldu St. Paul Kilisesi.

Bir sonraki ziyaret noktamız hakkında herhalde yapılmamış espiri, söylenmemiş mizah kalmamıştır. Ancak ben yine de dayanamadım ve sevgili kızım “Nereye gidiyoruz?” diye sorduğunda “To the ‘booty’ house”, yani “Kıç evine, popo evine gidiyoruz” diye cevap verdim. İngilizce’ye hakkıyla transferi mümkün değil tabii, ama siz anlarsınız, “Göte gelmiştik”. Başka bir deyişle Almanya’nın en ünlü şairi diyebileceğimiz Johann Wolfgang von Goethe’nin evine. “Goethe”, aynen yukarda yazdığım gibi telaffuz edilir.

Goethe geldik...
Bu ev 1600’lü yıllarda yapılmış, Goethe 1749 yılında bu evde doğmuş ve 1765 yılında Leipzig’de üniversiteye başlayana kadar burada yaşamış.

Bina İkinci Dünya Savaşı esnasında dümdüz olmuş, 1947 ve 1951 yılları arasında, eski planlarına sadık kalınarak yeniden yapılmış.

Goethe’nin yazdığı ilk roman, “Werther’in Hüzünleri”, Avrupa’da hit olmuş, kitaptaki tanıma uygun, mavi ceket ve sarı pantolonlu bir “Werther Modası” oluşmuş. Werther kitapta, karşılıksız aşk yüzünden intihar eder. Avrupa’da da karşılıksız aşktan muzdarip delikanlılar, Werther Modası giyinip, yanlarında kitabın bir kopyasıyla intahar etmeye başlamışlar. Buna da “Werther Etkisi” denmiş. Werther Etkisi, günümüzün psikolojisinde geçerli bir tanım sevgili arkadaşlar.

Alman edebiyatının en ünlü eseri olan “Faust” ‘u yirmilerinde yazmaya başlamış ve seksenlerinde tamamlamış.

Goethe her gördüğü kadına aşık olan acayip romantik bir kişilikmiş. Eserlerine bu kadınlara olan tutkusunun büyük katkısı olduğuna inanılır.

Goethe sadece bir şair ve yazar değil, aynı zamanda bir bilim adamıymış. Biyoloji, astronomi gibi alanlara birçok bilimsel katkıda bulunmuş.

Gezmeyi çok severmiş. 1786 ile 1788 arasında İtalya’ya yaptığı geziyi “Yeniden doğuş” şeklinde tanımlamış. Bu gezi sonraki yapıtlarını derinden etkilemiş.

Napolyon, Goethe’yi çok severek okurmuş. Werther için de “Gerçek bir adam” demiş.

Goethe ölürken de şairliği bırakmamış. Son sözleri aydınlanmaya atıfla “Mehr Licht!” yani “Daha fazla ışık” olmuş.

Goethe’nin evini ardımızda bıraktık ve merkezdeki Römerberg meydanına ulaştık.

Römer Binası
Römerberg Meydanı, Frankfurt’un eski şehir merkezi ve bence en görülesi yeri. Savaştan sonra yine dümdüz olmasına rağmen, burası da eski haline sadık kalınarak baştan inşa edilmiş.

Meydanın en önemli binası, meydanın ismini de aldığı Römer. Römer, şehrin artık eski valiliği mi, belediye binası mı, nesi derseniz, city hall’u. Burada aynı zamanda Kutsal Roma İmparatorluğu hükümdarlarından onunun taç giyme töreni yapılmış. Merdiven şeklindeki çatılarıyla bu bina kompleksi gerçekten göze çok güzel görünüyor.

Meydanın gerisi ise “half timbered” dedikleri mimariyle yapılmış binalardan oluşuyor. Bu mimariyi Alsace’da da bol bol görebilirsiniz. Kütüklerle dikdörtgen şeklinde yapılmış panelleri başka kütüklerle çaprazlamasına keserler ve arasını kerpiç, kum, kurumuş bitkilerle falan doldururlar. Binaların duvarları bu panelleri birleştirerek yapılır. Kütükler dışardan gözüktüğü için izlemesi harika görüntüler oluştururlar.

Römerberg Meydanı
Römerberg Meydanı binaları, tam ortasındaki çeşmesi, kafe ve restoranları ile mutlaka ziyaret edilesi bir yer sevgili arkadaşlar. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Frankfurt’ta yapılası başka bir aktivite ise Main üzerinde bir tekne turu sevgili arkadaşlar.

Bu tekne turu Paris’te, Seine üzerindeki Bateaux-Mouche yada Budapeşte’de Tuna üzerindeki bir tur kadar görkemli değil elbette, ancak şehri başka bir perspektiften göstermesi bakımından yapılmaya değer.

Tekne size Maine üzerindeki köprüleri ve kıyıdaki önemli noktaları gösteriyor.

İlk gördüğünüz, Frankfurt’un etkileyici gökdelenleri. Frankfurt Katedrali de nehirden çok güzel görünüyor.

Frankfurt Skyline
Tekne, ECB şeklinde kısaltılan Avrupa Merkez Bankası’nın da önünden geçiyor. Cam cepheli, çok güzel bir gökdelen.

Frankfurt bir finans merkezi sevgili arkadaşlar. Deutsche Bundesbank yani Alman Merkez Bankası’da Frankfurt’ta bulunuyor. Gerçi Deutsche Mark basmayı bıraktıktan sonra karizması biraz çizildi ancak hala fonksiyonel ve etkili bir kurum.

Frankfurt, Londra ve Paris’ten sonraki en zengin üçüncü Avrupa şehri. Frankfurt Stock Exchange, hani şu DAX endeksi ile izlediğimiz menkul kıymetler borsası, Almanya’nın en büyük bankası Deutsche Bank’ın ve yine Almanya’nın en eski bankalarından biri olan Commerzbank ‘ın merkezleri hep Frankfurt’ta.

Tekne turundan sonra Frankfurt’un en çok ziyaret edilen köprüsü olan Eiserner Steg’e geldik. Burası bir yaya köprüsü. Köprü boyunca aşıkların ayrılmayalım diye astıkları kilitler görülebiliyor. Bunlar gercekten aşıklar tarafından asılmış. Biz Tiflis’te benzeri bir köprü görmüştük. Kilitlerin hepsi seri imalat birbirlerinin aynısıydı. Yani sipariş üzerine imalat aşkları. Frankfurt’taki böyle değil. Onun dışında köprü altı, gıdıkladı. Öyle bir Charles Bridge değil sizin anlayacağınız.

Bu köprü de savaşta yıkılmış ve sonradan yeniden yapılmış. Ancak yıkanlar müttefikler değil, Almanlar’ın kendileri. Çekilirken takip eden orduların işlerini zorlaştırmak için havaya uçurmuşlar.

Son olarak Frankfurt Katedrali’ni, hem de servis esnasında gördük. Bir kafede bir şeyler içip, otele döndük ve hemen uyuduk.

Ertesi sabah erkenden kalkıp, kahvaltı etmek için bir yer aramaya başladık. Günlerden Pazar’dı ve ortalık leş gibiydi. Gerçekten Kuzey Avrupa’da Cumartesi geceleri biraz fazla alkol yoğun geçiyor sevgili arkadaşlar. Neyse bir bakery bulup, birer kahve croissant falan aldık. Sonra da bir Uber ile Senckenberg Müzesine ulaştık.

Senckenberg Müzesi,
🐝Mezzy🐝 ve T-Rex
Burası bir tarih ve doğa müzesi. 🐝Mezzy🐝 deli oldu. İçeride dinozor fosillerinden mamut iskeletlerine kadar her şey var. Labaratuarlarda çocuklar mikroskoplarla hayvan kalıntılarına, fosillere, kemiklere bakabiliyorlar. Görevliler büyük bir sabırla her soruyu cevaplıyor. Birinci sınıf, harika bir müze, inanılmaz bir deneyim. Hele Stuttgasrt’taki planetarium fiyaskosundan sonra bu müze çok iyi geldi. Şapka çıkardım.

Frankfurt’taki son durağımız Alte Oper Frankfurt, yani eski opera binasıydı. Çok güzel bir bina, umarım bir gün içerisinde bir opera izleyebiliriz.

Frankfurt böyleydi sevgili arkadaşlar.

Frankfurt görmeye değer mi?

Kesinlikle evet.

Her şeyden önce Frankfurt’un bir ruhu var. Yani Frankfurt’ta olmakla Almanya’nın başka bir şehrinde olmak ciddi anlamda pozitif bir farklılık yaratıyor.

Şehrin başta merkezi, eskisine sadık kalarak yapılmış eski binaları çok cazibeli. Modern gökdelenler de aksi taraftan önemli bir güzellik katıyor.

Alte Oper Frankfurt
Frankfurt, farklı etnisitelerin kaynaştığı bir kent. Almanlar ve Türkler elbette var, ancak bunların yanında örneğin bindiğimiz iki Uber’den biri Pakistanlı, diğeri de Afgan’dı, hemde Peştun, yani Taliban. Müze’de bize yardımcı olan görevli büyük olasılıkla Afrika kökenli bir siyahi, restoranların birindeki garson kız ise Asyalı’ydı.

Yemeklere gelirsek, Grüne Soße ile başlayalım. Bu Frankfurt’a özgü, yeşil, taze bir sos. Salata ve etle güzel gidiyor. Frankfurter Würstchen (Fraknfurt Sosisi) ise hele domuz etiyle aranız varsa denemeniz gerekli bir klasik. Frankfurt’un bir de elma şarabı (Apfelwein) var ama beyaz şarap içmeyen ben “şahsım”, bu elma şarabının tadına bile bakmadım. Onun dışında Alman yemekleri, defalarca yazdığım üzere size yılın şefi ünvanını kazandıramazlar, ancak denenebilir. Yemek olarak Frankfurt’un güzelliği, dünya mutfaklarının tümünün burda bulunması.

Şehir fazlasıyla güvenli, aktif, neşeli, ancak insanlar turistlere karşı çok ilgili değil.

Kısaca gelin ve görün sevgili arkadaşlar.

Almanya gezimiz devam ediyor.

Bizi izlemeye devam edin.

Auf Wiedersehen❤️

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Heidelberg

Eğer bana dünyanın en ilginç gelen şatosu hangisidir diye sorarsanız, hiç düşünmeden Heidelberg Şatosu derim. Bu ne heybetinden, ne tarihinden, ne de mimarisinden dolayı verilmiş bir cevap. Heidelberg Şatosu elbette bir mimari harikası, inanılmaz cazibesiyle görenleri bu dünyadan alıp götürecek kadar güzel bir yer, ancak bu şatoyu benim gözümde dünyanın en ilginç şatosu yapan neden, şatonun ortasında bir havuz boyutlarında, koca bir şarap fıçısının bulunması.

Bu fıçıyı 1751 yılında yapmışlar. Dokuz metre boyunda, yedi metre yüksekliğindeki bu devasa fıçı iki yüz yirmi bin litre şarap depolayabiliyor!

Bu fıçının şatoda ne aradığını sorarsanız, cevabı daha da ilginç. Fıçı, vergi toplamaya yarıyormuş, sevgili arkadaşlar.

Şöyle arzedeyim.

Şatonun yapıldığı günlerde, köylüler vergilerini para yerine şarapla ödüyorlarmış. Yerel şarapların güzel ve dolayısıyla değerli olmasının sonucu, bu ayni vergi sistemi gayet güzel çalışıyormuş.

Heidelberg Şatosu
Perkeo isimli bir saray soytarısı cücenin heykeli bu fıçının üzerinde durur. Rivayete göre bu cüce eğer şarap yerine su içerse ölürmüş. Şöyle boyum bir metre daha kısa olsaymış, reenkarnasyon falan diyecektim ama…

Heidelberg Şatosunun avlusuna kadar girmemize rağmen, kısıtlı zamanımızdan dolayı bu fıçıyı göremedim, ancak bu muhteşem şatonun tadını sonuna kadar çıkardım.

Daha önceki yazılarımda, size, Alman şatolarının güzelliklerinden bahsetmiştim. Heidelberg Şatosu işte bu şatoların tartışmasız en güzellerinden biri.

13. yüzyılda bir kale olarak yapımına başlamış. Sonrasında Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu döneminde bugünkü Gotik-Barok görünümünü almış.

Bu fenomeni Avrupa’daki birçok şatoda gözlemleyebilirsiniz sevgili arkadaşlar.

Günümüzde bir çocuğa, bir kale resmi yap derseniz, çoğunlukla size kalın duvarları, kare kare burçlarıyla bir Osmanlı Kalesi çizecektir. İşin aslı, Selçuklu ve Osmanlı’nın parlak günlerinde kaleler hep böyleydi. Ortaçağ’ın sonu ve Rönesansın ardından Avrupa kalelerinin burçları kayboldu, surlar kaledeki binalarla birleşti, kulelerin tepesine sivri damlar yapıldı ve bugün ziyaret ettiğinizde gördüğünüz görünümlerine ulaştılar.

Türkler, bu sanatsal geleneği izlemediklerinden, Avrupa’ya kaptırmadıkları kaleler, hep Ortaçağ ve öncesi görünümünde kaldı. Örneğin İstanbul surları, Ankara Kalesi, Bodrum Kalesi, ve başka birçoğu…

Ben şahsen bu durumdan fazlasıyla memnunum. Örneğin Bodrum Kalesi eğer aynı paterni izleseydi, bugün sivri kuleleri. Yeşil damları falan olurdu. Daha önceki çağların mimarisine sahip bir şeyler kalması iyi olmuş.

Heidelberg şatosunu geride bırakıp, kentin eski merkezine indik.

Bu kadar güzelliği nasıl anlatacağım, bilmiyorum ama deneyelim.

Sanki bir Rönesans film setinde gibi hissediyor insan kendini. O rengarenk güzelim binalar, heybetli bir katedral ile birlikte, heybetli şatonun gölgesinde yiyecek ve hatıralık satan kioskları ile cıvıl cıvıl bir meydan. Meydanın etrafında ve meydana giden yolların üzerinde sayısız kafe ve restoran var. Şato şehre bakan dimdik bir yamacın üstüne yapıldığı için neredeyse şehrin her tarafından görülebiliyor.

Bir film seti gibi...
Her ne kadar günümüzde bu sokaklar renkli, neşeli yerler olsa da, eski çağlarda aynı yerde bir çok kadın, cadı diye canlı canlı yakılmış.

Heidelberg, Avrupa’da birçok kent gibi ilk başlarda Katolikmiş. Reform hareketi sonucunda 16. yüzyılın büyük bir bölümünde Protestan kalmış. Sonra bir süre için yeniden Katolik olmuş. Her iki dönemde de bir çok kadın “Witch Trial” yani cadı yargılamaları ile cezalandırılmış. Bu kadınlar çoğunlukla yaşlı ve toplumun gerisine göre hafif marjinal tiplermiş. Mahkemelerin verdiği tipik ceza ise yakılarak öldürmekmiş. Elbette bu kararlar ağır işkence altında alınan itiraflara dayanıyormuş.

Cadı yargılamaları çoğunlukla kişisel çatışmalar, hastalıklar, ürün kıtlığı veya beklenmeyen ölümler sonrasında ortaya çıkmış.

Örneğin bir köylü kadın olan Margaretha, komşusunun ineklerinin ani ölümünden sorumlu tutulmuş. Komşu, onun “garip baktığını” ve “sabaha karşı tuhaf dualar ettiğini” söylemiş.

Margaretha, Heidelberg şehir meclisinin emriyle gözaltına alınmış ve cadılık şüphesiyle kilise mahkemesine çıkarılmış. Suçu doğaya aykırı davranış yani yağmur duası dışında dua etmek, bitkisel ilaç hazırlamak ve şeytanla anlaşma yapmakmış.

Bu yargılamalarda genellikle şahit ifadeleri yeterli sayılır, maddi delil aranmazmış. Eğer sanık suçlamaları kabul etmezse, zorla itiraf almanın yolu açılırmış. İşkence uygulaması, o dönem “Tanrı'nın işaretiyle günahkârı ortaya çıkarmak” olarak görülmüş.

Margaretha, günlerce süren başparmak ezme (Daumenschraube), germe sehpasında (Streckbank) vücudu gererek eklemleri ayırma, kızgın maşalarla dağlama, aç bırakma ve uykusuzluk gibi işkencelerin sonunda “Bir gece Şeytan bana siyah bir keçi suretinde göründü. Onunla ant içtim. Bana yağ yapmayı öğretti. Fırtına çıkarabildim.” şeklinde bir itirafta bulunmuş.

Margaretha elbette suçlu bulunmuş. Hüküm, önce afaroz, sonrasında da halkın önünde yakılarak idam şeklinde açıklanmış. İdam günü, halk şehir meydanında toplanmış. Margaretha önce papaz eşliğinde dua etmeye zorlanmış, ardından, kazığa bağlanmış ve yaş odunlarla bir ateş yakılmış. Ölümü çok yavaş ve acılı olmuş.

Bu öykü gerçek sevgili arkadaşlar. Avrupa, bu günleri gördüğü için, bugünkü uygarlık düzeyine ulaşabilmiş. Darısı ulaşamayanların başına diyelim.

Karnımız acıkmıştı. Lokal bir restorana girdik. Kızlar her şeyi yese de, midesiz ben şahsım mecburen dana etine talim ettiğimden, kendime bir roast beef söyledim. Alman yemeklerine önceleri laf atmış olsam da affola, bu et bir lezzet abidesiydi.

Yemek sonrasında Heidelberg’in en cazibeli ziyaret noktalarından biri olan Eski Köprü’ye yani Karl-Theodor-Brücke’e geldik.

Bu köprü 1788 yılında Elektor Karl Theodor tarafından yapılmış. O yüzden zaman zaman İngilizce kaynaklarda Charles Bridge olarak da anılırmış. Prag’da da bir Charles Bridge vardır bilirsiniz. O da çok güzel bir köprüdür.

Eski Köprü
Bu ikisine bakarak, Charles isimli köprülerin fazlalığına bir gönderme yapabilsek de bu aslında Charles isminin popülerliğinden öteye gitmez.

Aslen Alman “Karl” isminden gelmedir. Anlamı “Özgür” dür. İngilizceye “Charles” olarak geçmiş, “Charlie”, “Chuck”, “Chas”, “Chip” şekillerinde kısaltılmıştır. İtalyancası “Carlo”, İspanyolcası “Carlos” dur. Hemen her dilde bir karşılığı bulunur. Charles isminde bol bol kral, imparator falan vardır. Malum, Prenses Diana’nın eşi Charles’ı saymazsak, en önemlilerinden biri Alman imparatorlarının Kanuni’si Charlemagne’dir. Bizde yanlış olarak “Şarlmanj” diye telaffuz edilir. Doğrusu “Şarlmein” dir. Latince Carolus Magnus, yani Büyük Charles’ın karşılığıdır.

Neyse, dağılmayalım. Elektor Chuck reis iyi etmiş de bu köprüyü yaptırmış, çünkü gerçekten bir sanat eseri.

Bu köprü Neckar Nehri üzerinde zarif bir şekilde uzanıyor ve kentin tarihi merkeziyle karşı kıyıdaki Neuenheim semtini birbirine bağlıyor. Bu yapı, aynı noktada inşa edilen ilk köprü değilmiş. Tarih boyunca burada tam sekiz defa ahşap köprü yapılmış, her biri ya sel baskınlarıyla ya da savaşlarla yok olmuş.

Eski Köprü’nün en özel unsurlarından biri, köprünün başında bulunan bronz maymun heykeli sevgili arkadaşlar. Bu heykelin, elinde bir ayna var. Efsaneye göre, bu ayna insanlara "Kendini fazla büyük görme, sen de karşı kıyıdakiler gibisin" mesajını veriyormuş.

Böyle incik boncuklu heykellerin hep insanları mutlu edecek efsaneleri vardır. Bunun da parmaklarına dokununca şans, aynasına da dokununca zenginlik getirdiğine inanılıyor. Bir de yanındaki küçük fare heykellerine dokunursanız doğurganlığınız artıyormuş. Sözün kısası öyle vitro mitro gibi suni yöntemlerle uğraşmayın. Heidelberg’e gelip, fareyi ellerseniz çocuğunuz oluyor.

Bu köprü bir de evlenenlerin fotoğraf çektirme noktasıymış. Biz de oradayken bir iki gelin-damat gördük.

Eski Köprü şans, bereket, bebe falan getiriyor mu, bilemem. Ama görmesinin insana büyük bir haz getirdiği bir gerçek.

Harika bir sanat eseri sevgili arkadaşlar. Mutlaka görün.

Heidelberg böyle.

Almanya’yı gezecekseniz, Heidelberg’e gelin sevgili arkadaşlar. Bırakın Stuttgart’ı, Münih’i, Gelsenkirchen’i falan. Heidelberg, cennetten bir köşe.

Almanya gezimiz devam ediyor. Bizi izlemeye devam edin.

Sevgi ile kalın ❤️

6 Mayıs 2025 Salı

Stuttgart

Sabah, kargalar kahvaltılarını etmeden yola koyulduk. Yollar tenha olduğu için önce Bern, sonra da Basel’a kadar sorunsuz geldik. Alman sınırını geçip, önce Freiburg, sonra da Stuttgart’a ulaştık. Almanya’ya geçtiğimizde iş saati başlangıcı olduğundan, trafik, özellikle şehir çevrelerinde çok sıkışıktı.

Stuttgart’a geldik...
Stuttgart’a girdik ve otelimizi bulduk. Arabayı otelin girişinde kenara çektim. Jelena park yerinin prosedürünü öğrenmek üzere içeri girdi, ben de arabadan inip, biraz uyuşmuş kaslarımı, kemiklerimi açayım dedim. Malumunuz, yaş kemale erdi, siyatik, romatizma falan…

Otelin önünde taksiciler var, konuşuyorlar “Ayıp etti, ben onu adam zannederdim”, “Siktir et abi, takma kafanı…” 

Hepsi Türk!

Jelena geldi, “Tarif ettiler ama anlamadım” dedi. Bu kez ben gittim, gerçekten de resepsiyondaki Alman arkadaş yol tarifinde başarılı değil. Tam o anda resepsiyonistin yanındaki çocuk, ismime bakıp, İngilizce “Türk müsünüz?” Diye sordu. “Evet anam babam, Türküm” dedim. Türkçe, bana bir güzel park yerini anlattı. Jelena’yı resepsiyonda bıraktık, 🐝Mezzy🐝 ile arabayı park etmek üzere çıktık.

Park yerinden asansörle lobiye çıkmak için bekliyoruz, yanımızda da bavul arabasıyla bir bellboy, telefonuyla konuşuyor, “Amk, olmadı mı olmuyor, ben ne yapayım şimdi…”. Asansör geldi. Bellboy eliyle bize buyrun yaptı, ben de “Siz geçin, biz lobide ineceğiz dedim. Türk olduğumu anlayınca biraz utandı, biraz güldü.

Otelin kapısındaki doorman general de Türk’tü.

Odaya çıkmadan akşam için biraz fındık, fıstık alalım dedim. Herhalde otelin yüksek rütbeli bir çalışanı, sağa sola “Gehinzi”, “Şayze”, “Şnel" falan diye emirler yağdırıyor. Yanına gittim, İngilizce nereden fındık fıstık alırız diye soracağım, daha ben başlamadan yanındakine dönüp, Türkçe konuşmaya başladı. Ben de Türkçe, nereden alış veriş yaparız diye sordum, bana dışarda bir büfeyi tarif etti.

Daha sonrasında Stuttgart’ta gezerken her daim Türkçe duymaya devam ettim. Beni asıl şaşırtan, Türkçe aksanının mükemmele yakın olmasıydı. Daha önceki yıllarda hep ağır bir Anadolu aksanı duyardım. Herhalde Türk dizileri nedeniyle diye düşündüm.

Bu Türkçe işine en çok 🐝Mezzy🐝 şaşırmıştı. Hem okulda - malumunuz Almanca, İsviçrenin resmi dillerinden biri, hem de iPad’i üzerinden kendi şevkiyle Almanca öğreniyor sevgili kızım. Almanya’ya gittiğimizde ben size Almancamla yardım ederim demişti. Türkçe ile benim yol bulmama hem anlam veremedi, hem de karizması çizildi diye hafiften bozuldu.

Eşyaları otele atıp, yola koyulduk. Bir U-Bahn istasyonundan alacağımız tren/metro ile şehir merkezine gidecektik. Otomatik bilet makinalarının birine bilet almak için yaklaştık. Dil seçeneklerinden İngilizce’nin üzerine dokunduk ama ekranda bir hareket yok. Bir daha dokundum, nada… Şöyle yumruğumla bir tane çaktım, elim acıdı ama ekran bana mısın demiyor. Acıyan elimi ovalarken ekran İngilizce’ye döndü.

Sonradan anladık, makinenin işlemcisi yada teknik adıyla PLC’si o kadar yavaş ki, makinenin reaksiyon göstermesi gerçekten çok uzun zaman alıyor. Net olarak söylüyorum, evdeki çamaşır makinesinin işlemcisi bile bundan daha hızlı!

Almanya’nın başka bir problemi bu sevgili arkadaşlar. Adamlar öyle bir mühendislikle yapıyorlar ki, nükleer bir patlama sonrası bile makineleri çalışmaya devam edebilecek kadar sağlam. Hal böyle olunca da hala sorunsuz çalışan eski makinelerini on yıllar boyunca değiştirmiyorlar. Proletarya da böyle eski teknolojiyle mahkum kalıyor.

Her neyse, makineyle vurdulu kırdılı bir iletişimle bilet alma aşamasına gelebildik. Bu sefer de makine hangi ‘zone’ diye sordu. Ne bileyim hangi ‘zone’… Durağın ismini biliyoruz ama hangi bölgededir, kim nereden bilsin? Ama Almanya işte, bileceksin!

Bir iki kişiye sorduk ama ya İngilizce anlamadıklarından, ya da bizle uğraşmak istemediklerinden cevap bile vermediler.

Geri makineye döndüğümüzde işlem sıfırlanmış, başa dönmüştü. Tren kalkıyordu ve makineyle dakikalar sürecek aynı kavgayı bir kez daha etmek için zamanımız yoktu. Charlemagne bizi affetsin, trene son anda kapılar kapanırken, biletsiz bindik. Yakalasalardı canımızı alırlar, yüzlerce Euro ödemek zorunda kalırdık. Şansımız yardım etti, yakalanmadan durağımıza ulaşabildik.

Stuttgart ilk bakışta bana bir bir şantiye izlenimi verdi sevgili arkadaşlar. Her yer inşaat. Şehir merkezi, yani tren garının çevresi ise - Almanya’da şehir merkezi, çoğunlukla şehrin birincil tren garının (Hauptbahnhof) çevresi anlamına geliyor - beklendiği üzere ‘Karadenizli Müteahhit’ tarzı binalarla çevrili.

Mükemmel bir steakhouse’da yine mükemmel bir öğlen yemeği yedik. Sonrasında da Königstrasse isimli, şehrin kalbi sayılabilecek yaya yolunda yürümeye başladık. Sağı ve solu yemyeşil ağaçlarla bezeli, hayat dolu bir cadde, ancak binalar yine ‘Karadenizli Müteahhit’ tarzı (Tamam artık bir kez daha tekrarlamayacağım). Artık kanında mı, geninde mi var bilmiyorum, hani Almanya’ya gelince alış-veriş yapılırdı ya bizim eski zamanımızda, sevgili kızım da yüz kremi alacağım diye tutturdu. Biz de cadde üzerindeki mağazalarda zigzaglar yaparak 🐝Mezzy🐝’ye bir yüz kremi bulduk.

Königstrasse caddesi (tekrar oldu, Strasse zaten cadde demek ama idare edin) bizi Schlossplatz meydanına çıkardı (Platz da meydan demek, yine tekrar oldu, yine idare edin).

Schlossplatz
Schlossplatz gerçekten güzel bir meydan sevgili arkadaşlar. Tarihi bir nokta. Eski Kraliyet Sarayı’nın (Neues Schloss) önünde konumlanmış. Barok mimarili saray yapısı, çevresindeki yeşil alanlar, çeşmeler ve modern sanat eserleriyle bezeli. Ben gördüğümde çok etkilendim ve sarayı yıkıp, modernlik olsun diye Kızılay meydanındaki Gima gibi bir gökdelen dikmedikleri için de ayrıca mutlu oldum.

Bir sonraki durağımız ise Stuttgart Planetarium idi. Ben 🐝Mezzy🐝’nin, hem de Alman elinden çıkma böyle bir yeri görmesini çok istedim. O yüzden bu ziyaret çok ilgimi çekmişti.

Almanlar bu astronomi işine hem meraklıdırlar, hem de sunumu çok iyi yaparlar. İşin aslı bugünkü roketler, jet uçakları falan hep Almanlar’ın icadıdır. NASA’nın insanlığı Ay’a götüren Apollo ve ondan önceki tüm hazırlık projelerini Wernher von Braun isimli bir dahi ve aynı zamanda eski bir Nazi ve SS subayı, tasarımlamış ve yönetmiştir. Braun’un Nazi ve SS geçmişi sonradan, İngilizce deyişiyle Amerikalılar tarafından ‘sugarcoat’ edilip (şekerle kaplanıp, tatlı hale getirilip) yumuşatılsa da, bu dökümanlarla sabit bir gerçektir.

Planetarium’a gitmek için yakındaki U-Bahn istasyonuna girdik. Planetarium, Stuttgart Tren İstasyonu’nun hemen dibinde, biz de metro ile bu tren istasyonuna gideceğiz.

Metro istasyonunda istikametlerin her ikisi için de aşağı inen iki yürüyen merdiven var. İnişlerinin üzerinde ise U1, U12, U19, U987749 gibi tren, yani U-Bahn numaraları yazılı. Takdir edersiniz ki trenler her iki yöne gittikleri için, her iki merdivende de aynı tren numaraları var.

Bu trenlerin hangisine binelim diye sorduk birine. Bizi duvarda asılı bir metro haritasına gönderdi. Ancak harita, Hitler’in Barbarossa harekatında kullandığı haritalardan daha karışık. Stuttgart’daki her trenin gittiği her istasyon yazılı, ancak bir liste halinde değil, çizgilerle bezeli bir diagram halinde.

Önce bir beş dakika Stuttgart Tren İstasyonu bu haritanın üzerinde nerede onu bulmaya çalıştık. Bulduktan sonra buradan geçen trenlerin hangisi bulunduğumuz metro istasyonundan geçiyor diye bakınmaya başladık. Şaşı gibi bir merdivenlerin üzerindeki tren numaralarına, bir de tren istasyonundan geçen trenlerin numaralarına bakarak hangi trene binmemiz gerektiğini anlamaya çalıştık. Nada. Stuttgart Tren İstasyonuna giden trenlerin hiç biri bulunduğumuz metro istasyonundan geçmiyordu. Yani aktarma yapmak gerekiyordu.

Ama hangi trene binip, hangi istasyonda aktarma yapalım, bilmiyoruz. Bir kadına sorduk, cevap bile vermedi. Gençten başka bir kadına sorduk, sağolsun, yardımcı oldu. Telefonundan bir aplikasyon ile en kısa bağlantıyı buldu. Hangi trene binip, hangi istasyonda hangi trene aktarma yapacağımızı öğrenmiştik. Tek eksiğimiz hangi istikamete gideceğimizi bulmaktı. Haritadan final istasyon ismine baktık, her iki istikamete giden trenleri görebileceğimiz bir noktada, ilk treni kaçırmak pahasına doğru istikameti bulduk ve trene bindik. Bir durak sonra inip, Google’ın gösterdiği ikinci trene aktarma yaparak Stuttgart Tren İstasyonuna ulaştık.

Hepsi bu mu?
İnşaat yüzünden planetarium’a giden yollar hep kapalıydı. Bina on metre ilerimizde olmasına rağmen bir türlü içine giremiyorduk.

Yarım saat kadar sonra kapıya giden yolu bulabildik ve planetarium’a girdik. İçerisi bomboştu. Bir görevli geldi ve “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. “ Planetarium’u gezmek istiyoruz” dedik. “Buyrun gezin dedi”. İşaret ettiği yönde belki on metrelik bir koridor var. Koridorda ise bir astronot elbisesi, coğrafya derslerinden kalma bir küre, bir de küçük bir camekanın içinde, ya ay taşı, ya yada meteorit olan ufacık bir taş var.

“Hepsi bu mu?” diye sorduk, “Bir de sinema var ama filim başladı, alamayız sizi” dediler.

Hayal kırıklığı içinde ayrıldık.

Planetarium’dan çıkıp, kapıda 'Şimdi nereye gidelim?' olduk.

Stuttgart demek Mercedes demektir sevgili arkadaşlar. Mercedes’in merkezi bu kentte bulunur.

Gottlieb Daimler ve Carl Benz, birbirlerinden bağımsız iki otomobil üreticisiydi. 1926 yılında birleşip, Daimler-Benz AG isimli şirketi kurdular ve ürettikleri binek arabalarını Mercedes-Benz markası ile satmaya başladılar, Mercedes, ilk bayilerinden Emil Jellinek’in kızının ismi, Benz ise Carl Benz’in soyadından gelmedir.

İster inanın, ister inanmayın, 2022 yılına kadar ‘Mercedes’ isimli bir firma yoktu sevgili arkadaşlar. Mercedes, yada tam şekliyle Mercedes Benz sadece bir markaydı. Bu markanın sahibi ve arabaların üreticisi Daimler-Benz AG’ydi. 2022’den sonra bu şirketin ismi Mercedes-Benz Group AG oldu.

Stuttgart’ta da bir Mercedes müzesi var.

Kızlarla bu müzeye gidelim dedik, ancak işin aslı, otuz küsür senedir Alman arabalarını tercih etmeme rağmen, Mercedes’lere bir türlü kanım ısınmadı sevgili arkadaşlar.

Yıllar önce İsviçre’ye ilk geldiğimde bir Volkswagen Golf GTI’ım vardı. Yine bu zamanlarda bir 325 mi, 525 mi, convertible, sonrasında bir M3 BMW kullandım. Sırbistan’da bir Audi A4’üm vardı. İsviçre’ye döndüğümüzde Jelena kendine aklımda yanlış kalmadıysa bir BMW 320, ben de bir convertible Audi TT aldım. Sonrasında ailecek SUV’lere terfi ettik. Jelena bir BMW X3, ben de bir X5 aldım. X5 öldüğünde Jelena bana bir Porsche Cayenne aldı. Şu anda ise yine bir BMW X5 kullanıyoruz.

Bunları size hıyarlık olsun diye değil, Alman arabalarına olan tutkumu anlatabilmek için yazdım. Türkiye’den nasıl görüldüğünün tamamen farkındayım ancak İsviçre için, hele ikinci el olursa, fazlasıyla normal bir durum, bu arabaları kullanmak.

Her neyse. Bu kadar Alman arabası sevmeme rağmen, Mercedes ile yıldızımız bir türlü barışmadı. Belki gençken o aklımıza kazınan kalantor Mafyacı Mercedesciler’in yüzündendir. Kim bilir?

O yüzdendir, Mercedes müzesini gezmek hiç de içimi açmamıştı. Jelena’nın bu taraklarda hiç bezi yoktur, 🐝Mezzy🐝 ise sadece dokuz yaşında, Mercedes falan henüz ilgi alanında değil. Vaz geçtik.

Stuttgart’da bir de Porsche müzesi var sevgili arkadaşlar. Ancak şehrin çok içinde değil. Akşam olduğu için ona da vakit kalmamıştı.

Otomobil konusunu kapatmadan, yolunuz düşerse, Münih’teki BMW müzesini gezmenizi öneririm. Yarım gün alıyor ancak mükemmel yapmışlar. O günden beri, araba anahtarlarımız, bu müzeden aldığımız BMW armalı bir anahtarlığa takılıdır.

Nereye gidelim sorunsalımız için listemize bakmaya devam ettik. Bir iki kilise, bir kütüphane, bir de “Scavenger Hunt” dedikleri, ipuçlarını kovalayarak bir şeyler bulma oyunu vardı.

Kızlar “Bırak bunları, hadi otele gidelim. Hem havuz var, biz yüzeriz, sen de şarabını içersin.” dediler. Kulağıma müzik gibi gelmişti. Akşam biraz erken bir saat olsa da otele döndük.

Ertesi sabah Stuttgart’daki son ziyaret noktamıza gittik. Bir şarap müzesi. Bir ay öncesinden booking.com'dan bilet almıştım.

Stuttgart’ın banliyösünde bir semt. Binalar falan çok güzel. Şarap müzesinin binası ayrı bir güzel.

Binalar falan çok güzel
Kapıya asıldık, kitli. Cam kapıda Garfield olduğumuzu gören bir kadın içerden koştu, kapıyı açtı. Biletimizi gösterip, “Ziyarete geldik” dedik.

Kadın “Kapalıyız, saat ikide açılıyoruz” dedi. Bilete baktım, gün boyu istediğiniz saatte gelin yazıyor. Kadına bileti gösterip, “Bak burada kapalı yazmıyor” dedim. Kadın da bana kapının cam kanadını işaret edip, “Bak burada yazıyor, açılış saati iki” dedi.

Saat on falandı. Bir şarap müzesi için yarım gün öldürmek manasız olacaktı. Kader dedik, döndük arabamıza, bastık gaza.

Herhalde fark ettiniz, Stuttgart bizim için bir hayal kırıklığı olmuştu. Bana biraz Manchester’ı hatırlattı. Büyük bir sanayi kenti, ancak gezip, görecek fazla bir şey yok.

Bir Mercedes meraklısıysanız, bu kentte bir mabediniz var. Değilseniz, önerim, bir yarım saatliğine Schlossplatz’da bir kahve molası verin, ve yolunuza devam edin. Stuttgart’ta görecek bir şey yok.

Çok moral bozmayalım. Bir Sonraki hedefimiz Stuttgart’daki hayal kırıklığımızı tedavi edecek kadar güzel ve görülmeye değer bir yer.

Almanya gezimiz sürüyor.

Sevgi ile kalın 💕

Ürdün'deki Ölüdeniz

M.Ö. 2000 yıllarında, Ürdün Nehri’nin doğusundaki Kenan Diyarı’nın insanları asma bahçelerinden çeşmelerin şarkı söyler gibi aktığı, müziğin...