27 Ekim 2025 Pazartesi

Riga

Riga’da saat gece 10.30 olmuştu ama hava hala aydınlıktı. Her seferinde aynı şaşkınlık, güneş batmak bilmez gibiydi. Biliyorum, bu işin bilimsel açıklaması çok karmaşık değil. Dünya’nın eksen eğikliği yüzünden yaz aylarında kuzey yarımkürede günler uzuyor, güneş ufkun altına tam olarak inmiyor. Ama ne kadar bilsem de, hala etkilenmeden duramıyorum.

Saat 22:00
Kuzey Kutbu’na bu kadar yaklaşmışken “beyaz gece” denen o garip fenomeni yeniden yaşamak, insana garip bir huzur veriyor. Güneşin batmadığı bir şehirde yürümek, zamanın anlamını kaybetmek gibi… Gece mi oldu, sabah mı doğdu, artık fark etmiyor. Gökyüzü hep açık renkli kalıyor.

Sevgili kızım gecenin o saatinde McDonalds yemek istemişti. Eh, emir demiri kesermiş, biz de Riga’nın merkezindeki McDonald’s’a gittik. Yemeğimizi bitirdiğimizde saat gece 11’i bulmuştu. Hava biraz daha kararır gibi olsa da rahat rahat kitap okuyabileceğiniz kadar aydınlıktı.

Riga, bildiğiniz üzere Latvia’nın, ki bizde Latvia dendiğini önceki yazılarımda söylemiştim, başkenti.

Latvia, Baltık Denizi kıyısında, Estonya ile Litvanya arasında sıkışmış küçük ama karakterli bir ülke. Yüzölçümü İsviçre kadar, ama ormanları, gölleri ve sessizliğiyle bambaşka bir dünya. Başkent Riga, hem kuzeyin soğuk havasını hem de Orta Avrupa’nın zarafetini bir arada taşıyor. Sokaklarında dolaşırken bir yanda Art Nouveau binaları, diğer yanda Sovyet döneminden kalma sert bloklar gözümüze çarpıyor. Geçmişle bugünün tuhaf ama estetik bir bileşimi gibi bir şehir.

Tarih boyunca Latvia, hep büyük güçlerin arasında kalmış bir ülke. Almanlar, İsveçliler, Ruslar, sağdan sayın siz… Herkes bir dönem hükmetmiş, ama Latvialılar bir şekilde kendi dillerini, müziklerini ve o içe dönük Baltık karakterini korumuş. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yeniden bağımsız olduklarında, sanki sessiz ama kararlı bir nefes almışlar. Bugün Avrupa Birliği üyesi, ama hala kendi temposunda yaşayan, acele etmeyen bir ülke. Baltıklar yazılarım boyunca söz ettiğim Sovyet DNA’sı ise elbette fazlasıyla hissediliyor.

Riga ise, bir yandan kuzeyin soğuk disiplinini taşırken, öte yandan eski bir ticaret limanının gizli sıcaklığına sahip. Daugava Nehri şehri ikiye bölüyor; bir tarafında cam kuleler, öbür yanında geçmişe direnen taş evler. Sokaklarda yürürken her köşe, sanki tarihle bugünün uzlaşmaya vardığı bir sınır çizgisi. Riga, Orta Çağ’dan kalma sessiz bir gururla duruyor: süslemeli cepheler, Gotik kiliseler ve sabahın ilk ışığında sessizce açılan kafeler.

Ama bu şehir sadece taş ve tarih değil. Riga’nın havasında tuhaf bir özgürlük var. O Sovyet gölgesinden sıyrılmış ama hala temkinli bir özgürlük. İnsanlar sakin, hatta soğuk görünebilir, ama gözlerinde bir yorgun bilgelik var. Belki de defalarca yıkılıp yeniden inşa edilmenin getirdiği bir durağanlık. Küçük barlarda çalan caz müziğiyle, gecenin yavaş yavaş uzadığı yaz akşamlarıyla, Riga insanı içten içe büyülüyor.

Güneşi batırmaya çalıştığımız nokta Riga’nın kalbindeki Özgürlük Anıtı - Brīvības piemineklis. Daugava’nın nemli rüzgarı yüzüne vururken arka planda yükselen o zarif sütun, aslında ülkenin hafızası. 1935’te, Latvia’nın bağımsızlığının ilk döneminde, savaşta ölenleri anmak için dikilmiş. Bu anıt aynı zamanda “biz hala buradayız” demenin taştan hali.

Barut Kulesi
En tepesinde, üç yıldız tutan bir kadın figürü var. Adı Milda. Her yıldız Latvia’nın üç bölgesini temsil ediyor: Kurzeme, Vidzeme ve Latgale. Sovyet döneminde Milda’ya bakmak bile bir direniş sembolüymüş. İnsanlar sessizce gelip çiçek bırakır, sözcüklere dökemedikleri bir gururu ona emanet edermiş.

Otelden nehir kıyısına yürürken Riga’nın eski şehir surlarından kalma Barut Kulesini (Pulvertornis) gördük. Bu kule bir zamanlar şehrin savunma hattının parçasıymış, şimdi ise sessiz bir hatıra, kırmızı tuğlalarıyla geçmişe tutunmuş bir gövde gibi. 14. yüzyıldan beri ayakta. Adı üstünde, eskiden barut deposu olarak kullanılıyormuş. II. Dünya Savaşı sırasında ağır hasar almış, ama restorasyonla koruma altına alınmış. Bugün içinde Latvia Savaş Müzesi var.

Akşamüstü güneşi tuğlalara vurduğunda, kule sanki yanıyormuş gibi parlıyor. Biz o an tam karşısındaydık. Bayraklar rüzgarda dalgalanıyor, sokak lambaları yeni yanmış. Kulenin cephesinde birkaç yerde orijinal top gülleleri duvarın içinde bırakılmış. Riga halkı, geçmişi unutmasın diye onları özellikle sökmemiş. Savaşın izlerini süs gibi kullanmak, Latvia’nın “acıyla barışık” tarih anlayışına çok uygun.

Katedral Meydanı
Riga’yı gezmeye Riga Katedrali’nin (Rīgas Doms) avlusundan, yani Katedral Meydanı’ndan (Doma laukums) başladık. Burası sadece Riga’nın değil, tüm Baltık bölgesinin kalbi gibi. Nehir kıyısına yakın, şehrin en eski taşları burada başlıyor. Bir yandan kilise çanlarının yankısı, öbür yandan sokak müzisyenlerinin melodileri… Riga’nın farklı sesleri, tam burada birbirleriyle karışıyor.

Katedral, 1211 yılında inşa edilmeye başlanmış, düşünün, o günlerde henüz Haçlı Seferleri’nin yankıları sürüyormuş. O dönemin Livonya Piskoposu Albert, bu katedral ile şehrin ruhani ve politik merkezini oluşturmak istemiş. Mimarisi tek bir tarza ait değil; çünkü Riga’nın tarihi gibi, katedral de defalarca değişmiş. Romanesk’le başlamış, Gotik’le büyümüş, Barok ve Art Nouveau dokunuşlarıyla bugünkü haline gelmiş. Her taşında ayrı bir çağın izi var; kulesine baktığında insan zamanın katmanlarını görüyor gibi.

Doma Laukums, yani Katedral Meydanı, Riga’nın tam kalbinde, geniş, taş döşeli ve her daim bir hareket içinde. Söylediklerine göre bu meydan kışın Noel pazarına dönüşüyormuş.

Üç Kardeşler
Üç Kardeşler (Trīs brāļi), Latvia’daki en eski konut yapıları topluluğu ve Riga’nın mimari belleğinin neredeyse canlı bir müzesi. Üç bina, aynı ailedenmiş gibi yan yana dizilmiş ama her biri farklı bir yüzyıldan geliyor, zaten bu yüzden onlara “Üç Kardeşler” diyorlar.

En soldaki en yaşlı kardeş, yani sarı renkli bina, 15. yüzyıl sonlarında yapılmış. Üzerindeki 1644 tarihi insanı yanıltabilir, o tabela sonradan eklenmiş. Bu yapı, Riga’da Orta Çağ’ın tipik tüccar evlerinden biri: zemin kat dükkan, üst katlar ise yaşam alanı.

Ortadaki beyaz bina 17. yüzyıldan, Rönesans tarzının Riga’ya girdiği dönemi temsil ediyor. Cephedeki kemerli nişler, süslemeli alınlıklar ve küçük kulecikler, o dönemin Avrupa’daki estetik heyecanı.

Üçüncü bina ise en gençleri. 18. yüzyıl Barok döneminde yapılmış. Bu kardeşlerin en süslüsü o. Burjuva zarafetini anlatıyor.

Efsaneye göre bu üç bina, kuşaklar boyunca aynı ailenin soyundan gelen üç kardeş tarafından yapılmış. Her biri, kendi çağının imkanlarına göre evini inşa etmiş. Bir anlamda, Riga’nın tarihi bu üç cephede özetleniyor: sade Orta Çağ, zarif Rönesans, gösterişli Barok.

Bugün “Üç Kardeşler”, Latvia Mimarlık Müzesi’nin de ev sahipliğini yapıyor. Ama asıl güzelliği, bu yapay müze düzeninden değil, o sarı duvarlara vuran sabah güneşi.

İsveç Kapısı
Biraz ilerde Riga’nın İsveç Kapısı (Zviedru vārti), yani Swedish Gate var. Bu kapı, Eski Şehir’in (Vecrīga) en karakteristik geçitlerinden biri. 1698 yılında Riga hala İsveç Krallığı’nın egemenliği altındayken inşa edilmiş. Riga, o dönem “İsveç’in incisi” diye anılıyormuş. Başka bir deyişle, Baltık ticaretinin ve askeri gücün sembolüymüş.

Kapı, şehrin savunma duvarlarının bir parçasıymış. Askerî amaçla inşa edilse de daha sonra şehrin içiyle dış mahalleleri birbirine bağlayan bir geçit haline gelmiş. Yani bugün rahatça geçtiğimiz o taş kemer, üç yüzyıl önce askerlerin postallarıyla, tüccar arabalarıyla, belki de kar fırtınasıyla tanışmış bir yermiş.

Söylenene göre kapının üzerinde bir zamanlar idam edilmiş bir kadının ruhu dolaşırmış, çünkü o kadın bir askere aşık olmuş. Asker, şehrin düşmanıymış. Kadın ihanetten idam edilmiş, askerse bir daha dönmemiş. O yüzden akşam saatlerinde, sessizlik çöktüğünde, bu dar geçitten geçerken bir fısıltı duyarsan şaşırma diyorlar.

Sabah güneşi taş duvarlara vurduğunda açık renk sıvalar parlıyor, çok etkileyici bir görünüm ortaya çıkıyor. Gerçekten görülmeye değer.

Kara Kafalılar Evi
House of the Blackheads (Melngalvju nams), yani Kara Kafalılar Evi Riga’nın en görkemli yapılarından biri. Şehrin tam kalbinde, Belediye Meydanı’nda (Rātslaukums) yer alıyor.

Kara Kafalılar, Orta Çağ’da Riga’da yaşayan bekar Alman tüccarlardan oluşan bir lonca. Adını, koruyucu azizleri Aziz Mauritius’tan almış. Aziz Mauritius, Mısır kökenli bir Romalı asker olduğu için “kara kafalı” lakabıyla tanınıyormuş. Bu tüccarlar Riga’nın ticaretini, kültürünü ve hatta politik etkisini yüzyıllarca yönlendirmiş. Binayı ilk olarak 1334’te inşa etmişler ama bugünkü hali 16. yüzyılın sonlarında aldığı o görkemli Gotik-Rönesans karışımı cepheyle tanınır hale gelmiş.

Cephedeki saat, burç sembolleriyle süslü gök haritası ve ince süslemeler, neredeyse bir katedral titizliğinde yapılmış. Her heykelin bir anlamı var: adalet, ticaret, barış ve denizciliği simgeliyor. Binanın içi ise o dönemdeki balolar, toplantılar ve hatta Prusya krallarıyla yapılan anlaşmalara sahne olmuş.

Ancak bu güzellik uzun süre hayatta kalamamış: II. Dünya Savaşı’nda tamamen yıkılmış. Sovyet döneminde kalıntıları bile kaldırılmış.

Binanın bugünkü hali 1999’da birebir aslına sadık kalınarak yeniden inşa edilmiş. Yani yapı “yeniden doğmuş” bir Riga efsanesi.

Başta Riga, bütün Baltık başkentleri gerçekten cazibeli, etkileyici kentler. Ancak bunları görmek yetmiyor, bir de yaşamın havasını koklamak şart. Gezmeyi seven biti olarak kesinlikle görmenizi öneririm.

Üç başkenti kıyaslamak gerekirse, farklar gerçekten çok küçük. Ben Vilnius’u, cazibe sırasında en sona koyuyorum. Bana biraz fazla modern, snob geldi. Tallinn ve Riga arasında bir seçim yapmak zor ancak ben oyumu Riga’dan yana kullanıyorum. Riga sanki baltıkların cazibesini en iyi sergileyen başkent.

Baltıklar’da yemekler bana çok özel gelmedi. Ancak unutmayın, ben şahsım deniz mahsullerine alerjik biriyimdir, o yüzden bunları tadamadım. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 yedikleri balıklardan öyle çok mutlu olmadılar.

Alkolü seviyorsanız Baltıklar bir cennet. Haliyle şarap yok ama o kadar çeşitli likör ve brandy var ki, sert alkol düşkünleri gerçekten mutlu olacaklardır.

Trafikte insanlar birbirlerine saygılı, ancak yollar çok kötü. Sovyet zamanlarından bugüne çok ciddi bir değişiklik olmamış gibi.

Nordik halk gerçekten güzel bir ırk, o yüzden insanlar gerçekten alımlı ve cazibeli. Ancak o Sovyet alışkanlıkları hala sürüyor. O yüzden zaman zaman insan ilişkilerinde zorluk yaşanılabiliyor.

Sonuç olarak mutlaka görün, ancak günlerinizi ayırmayın. Her başkente bir gün fazlasıyla yetecektir.

Sevgi ile kalın.

7 Ekim 2025 Salı

Vilnius

Baltıklara gidip Tallinn gezimizi anlattıktan sonra bir anda ara vermek zorunda kaldık. Eski evimizi satıp, yeni bir ev aldık ve aynı zamanda da bir restoran açtık. Bunların hepsi kısa bir süreye sıkışınca yazmaya biraz ara vermek zorunda kaldım. Bu yüzden affınıza sığınıyorum.

Her neyse, Baltık gezimize geri dönelim.

Riga’daki otelde kahvaltı açık büfeydi. Ancak kahvaltılarını almaya çalışan misafirler, değişik bir koreografi içerisinde büfe önünde hareket ediyorlardı. Büfenin önünde ve bir şerit arkasında yoğun bir trafik oluşmuştu. İnsanlar bir sağa, bir sola koşuşturuyor, yiyeceklerin üzerine eğilip, kalkarak, bir bale gösterisini andıran hareketler yapıyorlardı.

Biz de kahvaltımızı aldığımızda, daha doğrusu almaya çalıştığımızda bu gösterinin nedenini anladık.

Büfedeki yiyecekler ve tabak, çanak, çatal, bıçak gibi malzemeler tamamen mantık dışı bir sırayla yerleştirilmişti.

Örneğin büfenin sonundaki ekmek bölümünde, ekmeğin koyulacağı tabaklar bulunmuyordu. Ekmek için kullanılan küçük tabaklar büfenin başında, kahvaltı tabakları ile birlikte konulmuştu. İnsanlar büyük birer kahvaltı tabağı alıp, içini dolduruyor, büfenin sonundaki ekmek bölümüne geldiklerinde, orada tabak olmadığını fark ediyor ve geri büfenin başına gidip, ekmek tabaklarını alıyorlardı. Cereal kavanozlarının yanında cereal kaseleri yoktu. Bunlar da büfenin başına konulmuşlardı.

Detaylarla çok başınızı ağrıtmayayım, her şey yanlış konumlanmıştı.

Büfeye doğru eğilip, kalkılma ritüeli ise yiyeceklerin yanındaki etiketlerin, bir karınca duası font ile yazılmasının sonucuydu. Harfler o kadar küçüktü ki, eğer bir jet pilotu falan değilseniz, normal bir uzaklıktan okunmaları imkansız gibi bir şeydi. Üstüne font ailesi olarak öyle afili, ancak okunması çok zor birini kullanmışlardı ki, yediğinizin ne olduğunu anlamak, insanın hayal gücüne kalmıştı.

Sovyet DNA’sı böyle bir şey işte.

Arabaya binip, Riga’dan ayrıldık ve yönümüzü Litvanya’ya çevirdik.

Vilnius
Litvanya, adını duyduğunda bile hem kadim hem de inatçı bir ülke izlenimi bırakıyor, sanki haçlı seferlerinden, imparatorluklardan ve Sovyet komitelerinden sağ çıkmayı başarmış bir gazi gibi.

Haritada Polonya, Latvia ve Belarus arasında sakince duruyor, ama tarih boyunca sakin olduğu pek söylenemez. Ortaçağ’da, Litvanya Büyük Dükalığı Baltık’tan Karadeniz’e uzanan bir devletmiş. Hristiyanlığı 1387’de, o da biraz gönülsüzce kabul etmiş. Tarihin, onları bugünkü küçücük hallerine indirgediği için pek de mutlu görünmüyorlar.

Litvanca, yaşayan diller arasında en eskilerden biri, İncil’den bile eski. Kökleri Sanskritçeye kadar uzanıyor ve çözülmesi neredeyse imkansız. Bugün ülke çoğunlukla Katolik, ama o eski pagan ruh hala her tahta haçın ve her yosunlu tepenin altında nefes alıyor. Litvanya’nın kimliği, inat ile hüzün arasında gidip gelen bir şey, Doğu Avrupa’ya özgü bir karışım: inanç, yorgunluk ve direnişten doğan bir gurur.

Modern Litvanya, zarif bir paradoks. Bir yanda dijital çağın parlayan yıldızı, siber güvenliğin ve start-up’ların Avrupa’daki üslerinden biri, diğer yanda ise hala barok kiliselerde tütsülerin yakıldığı, mezarlıklarda mum ışığında dua edildiği bir diyar. Ülke, işgallerle yoğrulmuş bir geçmişin travmasıyla, bağımsızlığın huzurunu aynı nefeste taşıyor. Başlarına çok işler gelmiş, bu yüzden Litvanyalılar “sıradanlık” kavramını artık bir lüks gibi görmekteler. Bugün bile hala “Acaba Putin yine bize saldırır mı?” diye endişeleniyorlar.

Litvanya sınırını geçtiğimizde, Baltıklar’ın geri planı biraz değişmişti. Bir kere yol iki şerit gidiş, iki şerit geliş olmuş, sonrasında ise bayağı bayağı bir otoyol haline dönüşmüştü.

Aynı zamanda Baltıklar için çok olağan sayılmayacak başka bir fenomenle de karşı karşıyaydık. Otelden ayrılırken resepsiyonist bile bizi uyarmıştı.

Bir sıcak dalgası geliyordu!

Sıcaklık otuz iki dereceye kadar ulaşacaktı.

Özellikle Türkiye’nin güneyinde yaşayanlarınızın yüzünde beliren gülümsemeyi görür gibiyim. Elbette otuz iki derece bizlere çok yüksek bir sıcaklık gibi gelmez, ancak Kuzey Kutbuna bir kaç yüz kilometre uzaklıkta bu düzeyler gerçekten anormal sayılıyor.

Başka bir sorun ise Baltık ülkelerinin böyle sıcaklıklara hazırlıklı olmamaları. Örneğin Antalya’da olağan bir günde, restoranlarda, kafelerde klima çalışır, fanlar çalışır, pencereler kapanır, şemsiyeler iner falan. Baltıklarda ise bunların hiç biri olmuyordu. Esnaf, karanlıkta, araba farına bakıp, dona kalmış geyikler gibi şaşkındılar. İç alanlar da, dışarısı da cehennem gibi sıcaktı.

Riga ve Tallinn sıcaktı ama tolere edebiliyorduk. Vilnius ise cehennem gibiydi.

Ailecek duş aldık!
Arabayı park eder etmez bir sıcaklık yüzümüze vurdu. Jelena’nın aldığı bir ilaç onu ultra-violet ışığına çok fazla duyarlı hale getiriyordu o yüzden yürümektense, bir yere oturmaya karar verdik. Vilnius’un merkezinde fazlasıyla restoran ve kafe vardı, ancak bunların hiç birinde serinlemek olanaklı değildi. İçeri gölgeye girdiğimizde mikro dalga bir fırının içine girmiş gibi oluyorduk. Bahçeler ise konveksiyon birer fırın gibiydi. Rüzgar sıcak sıcak esiyordu.

Biraz dinlenip, cesaretimizi topladık ve yürümeye başladık.

Vilnius, üç Baltık ülkesinin başkentlerinin en büyüklerinden biri ve en moderni, ancak bana sorarsanız, aynı zamanda en az cazibelisi. O Tallinn’in, Riga’nın güzelim tarihi havası pek yok. Çirkin bir yer değil, yanlış anlamayın, ancak insan ister istemez bir kıyaslama yapıyor.

Vilnius, bir nefeste kubbeler, kıvrımlar, melekler, kuleler, pastel cepheler…

Güneş vurunca şehir utanarak kızarıyor. Katolik azizlerle sokak müzisyenleri aynı meydanda yankı peşinde. Vilnius’un Eski Şehri’nde yürümek, Avrupa’nın mimari albümünü karıştırmak gibi, biraz Polonya, biraz Avusturya, biraz Yahudi mirası, biraz da Rus melankolisi.

Vilnius insanı etkilemeye çalışmıyor, farkında olmadan yavaş yavaş içine işliyor. Budapeşte gibi gürültülü, Prag gibi parıltılı değil. Daha çok fısıldıyor; Latince, Litvanca ve caz melodileriyle… hayatta kalmanın, güzelliğin ve küçük kalıp sonsuz olmanın sanatını anlatıyor.

Off, çok edebi olduk farkındayım, ama başka türlü de anlatılmıyor bu kent.

Merkezdeki Rotušės aikštė, yani Belediye Meydanı, yüzyıllar boyunca Vilnius’un kalbinin attığı yer olmuş. Şehrin büyük yangınları, pazarları, düğünleri, infazları, özgürlük kutlamaları, hepsi bu taş zeminin bir noktasında yaşanmış. Meydanın bir ucundaki klasik sütunlu bina, 18. yüzyılda neoklasik tarzda yeniden inşa edilen belediye binası. Bu yapı bugünün Vilnius’unda sadece idari bir bina değil, konserlerin, sergilerin ve ulusal törenlerin yapıldığı bir kültür merkezi.

Meydanın ortasında ise, bir heykel mi desem, yapı mı desem, dev, dairesel bir blok var. İsmi Portal. Litvanyalı mühendislerin ve sanatçıların ortak çalışmasıyla yapılan bu dijital “kapı”, Vilnius’u başka bir şehirle, örneğin Polonya’daki Lublin ya da İzlanda’daki Reykjavik’le, canlı video bağlantısıyla birleştiriyor. İki şehir meydanı arasında sürekli açık bir “pencere” gibi: insanlar bir yandan burada oturup kahve içerken, diğer yanda başka bir ülkedeki yabancılarla el sallayabiliyor.

Bu sahne, Vilnius’un özünü çok iyi yansıtıyor aslında. Geçmişin anıtsallığıyla bugünün merakı arasında sıkışmış bir şehir. Bir yanda sütunlu belediye binasıyla Avrupa geleneğini temsil ediyor, öte yanda “Portal” adlı dijital daireyle geleceğe göz kırpıyor. Ve tüm bunların ortasında, sabırla yürüyen, sessizce oturan, fotoğraf çeken insanlar var. Vilnius’ta tarih artık sadece duvarlarda değil, ekranlarda da yaşıyor.

Bu meydanın başka bir güzelliği ise Portal'ın hemen yanındaki fıskiye oldu. İnsanlar altından geçerken serinlesin diye su püskürten bir sistem kurmuşlar, sağ olsunlar. Ailecek uzun uzun duş aldık.

Ostra Brama
Merkezden biraz ileride ise Ostra Brama’yı, yani Şafak Kapısı’nı (Gate of Dawn / Aušros Vartai) görebilirsiniz.

Burası, Vilnius’un kalbi gibi, bir yandan barok, bir yandan mistik. 16. yüzyılda, şehri çevreleyen surların bir parçası olarak inşa edilmiş, ama zamanla dini bir mekana dönüşmüş. Üst katındaki küçük şapelde, Ostra Brama Madonna’sı diye bilinen Meryem Ana’nın mucizevi ikonunu barındırıyor. Katolikler, Ortodokslar ve hatta bazı Protestanlar bu ikona karşısında dua ederlermiş çünkü bu ikon Litvanya tarihinde mucizelerle anılmış, Vilnius’un koruyucusu sayılmış.

O beyaz cephesiyle Şafak Kapısı, Vilnius’un geçmişini hala bugüne bağlayan bir dikiş gibi duruyor. Üzerindeki arma, altından geçen taş yol, iki yanda yaşlı cephelerin soyulan boyaları hep farklı birer öykü anlatıyor.

Vilnius gezisini kısa kestik arkadaşlar, çünkü sıcaklık tahammül edilemez bir hale gelmişti. Arabaya atladık ve Riga’ya geri dönmek üzere yola koyulduk.

Vilnius’a gitmeyi önerir misin diye sorarsanız, cevap verirken biraz zorlanacağımı düşünüyorum.

Baltıklar’a geldiğinizde Tallinn ve Riga’yı kesinlikle görmeniz gerekir. Buralara kadar gelmişken de Vilnius’u görmemek olmaz. Eğer gezi planınız bir günü Vilnius’da geçiremeyecek kadar sıkıysa, görmeseniz de olur. Ama siz yine de gelin.

Devam edeceğiz.

12 Ağustos 2025 Salı

Tallinn

Latvia’nın başkenti Riga’ya Krakow üzerinden aktarmalı uçuyorduk. Yazılarımı okuyorsanız bileceksinizdir, hayatımın üç yılı Krakow’da geçti o yüzden bu güzel kentin içini, dışını oldukça iyi bilirim.

🐝Mezzy🐝 ve Jelena’nın ise Krakow’a ilk gelişleriydi. Sevgili karımla birlikte ikimizin ayrı ayrı ya da sadece birimizin bulunduğu bir şehri daha listemize ekleyip, nötralize etmiştik.

Krakow
Balice’deki havaalanından bir Bolt yolculuğu ile Krakow’a ulaştık. Kızlarla şehir meydanını ve Wawel Kalesi ve Sarayı’nı gördük, Hard Rock Cafe’de bir şeyler yiyip, içtik.

Krakow gibi güzel bir kenti böyle yarım güne sığdırmak istemem, o yüzden detayları başka bir ziyaretimize bırakıp, Baltık gezimize devam edelim.

Bir Ryanair uçuşu bizi Riga’ya getirdi. Havaalanından bir araba kiralayıp, otelimize geldik. Çok fazla sağa sola bakmadan odamıza çıkıp uyuduk. Çünkü önümüzdeki iki gün çok yorucu geçecekti.

Latvia, bir Baltık gezisi için çok kullanışlı bir konumda. Litvanya’nın kuzeyinde, Estonya’nın güneyinde kalıyor ve her iki ülkeye de dört saatlik araba yolculuğu uzaklığında. Biz de merkezi üssümüzü Riga’ya kurup, geri kalan iki ülkeye buradan gitmeye karar verdik. Estonya ve Litvanya’ya trenle de gitmek mümkün yalnız seyahat süresi bir iki saat uzayabiliyor. Zamanımızın azlığından araba kiralamak bize daha kolay geldi.

Ertesi sabah uyanıp, rotamızı Estonya’nın başkenti Tallinn’e çevirdik ve gaza bastık.

Bütün Baltıklar’da bir limana çıkmayan her yol neredeyse bir köy yolu gibi. Tek şerit gidiş-geliş insanın canını çıkarıyor. Saatler boyunca kamyon sollamaktan bir hal oldum. Hız limitleri de anlamsız biçimde, anlamsız yerlere konulmuş. Ben cidden limitlere fazlasıyla dikkat ederek araba kullanırım, buna rağmen iki günde üç ceza yedim/yemişim.

Tallinn’e geldik, ancak arabayı park etmek bir dert. Kapalı parklar SMS ile ödeme kabul ediyorlardı, başka bir yöntem varsa da biz çözemedik. Bir Estonya telefon numaramız olmadığı için mecburen cadde üzerindeki, parkometre ile çalışan park alanlarında dolaşıp, boş bir yer bulmaya çalıştık.

Boş bir yer bulunca da bu kez parkı ödeyebilmek için bozuk para peşinde koşmaya başladık. Yalvar yakar beş Euro bozdurabildik. Hepsini attığımızda ise bize gönlü bol bir doksan dakika süre verdi.

Dört saattir arabadaydık ve karnımız acıkmıştı. Tallinn’in eski kent merkezinde güzel bir restoran bulduk ve oturduk.

Bir aile işletmesi. Anne, baba, bir genç oğlan, bir de genç kız. Fotokopi makinesinden çıkmış gibi birbirlerine benziyorlar.

Bize genç oğlan bakıyor. Geldi, nazikçe selamladı, siparişimizi verdik, tamam deyip gitti. Sonrasında Jelena menüye bakarken salata ile birlikte ısmarladığı tavuğun yanında patates de yemeye karar verdi.

Garsonu çağırdı, “Ben tavuğun yanına bir de patates istiyorum” dedi.

Garsonun ağzı burnu oynamaya başladı. Seri halde “No! No! No!” diyor. “Oğlum neyin ‘no’ su?” diye sorduk. “Patates mi yok?”. Bu duymamış gibi “No! No! No!” demeye devam ediyor. “No possible!”

Sonra düşündü, düşündü, “No change” dedi. Jelena “Oğlum biz bir şey değiştirmiyoruz, sadece fazladan bir patates istiyoruz” dedi. Bu hala spastik bir biçimde ağzını, yüzünü oynatıyor, “No” ’lamaya devam ediyor, “No possible can’t do it/Mümkün değil, yapamam” falan diyor.

Acaba anlamadı, uyuşturucu, karı falan mı istiyoruz zannetti diye düşündüm. “Potato”, “Krumpir”, “Kartoffel” falan dedim garanti olsun diye, o hala geri “I know but not possible, system” diye yırtınıyor, elindeki POS makinesine benzeyen şeyi gösteriyor.

İçimden o itoğluitin elindeki makineyi alıp, ağzından içeri sokmak geldi, “Hadi…” dedim. 

Üç kişinin çalıştığı parmak kadar restoran zaten, kıytırık sistemin siparişe bir patates ekleyemiyorsa, getir patatesi, parasını ayrı veririz. Yok yapamıyorsan da “I’m sorry” de, git. Ne öyle kuyruğu kapıya sıkışmış kedi yavrusu gibi kendini yırtıyorsun?

Görünüşe göre müşterilerin sadece bir kez sipariş verme hakları var. Bir değiştirmeye kalksınlar, restoran personeli “Release the dogs” oluyor böyle.

Sonunda patates geldi ama adamda hala sanki böbreğini istemişiz havası var. Bizim sinirlendiğimizi görünce, kız garson ile değiştiler, bize kız bakmaya başladı.

Yemekten sonra 🐝Mezzy🐝 bir dondurma söyledi, Jelena da başka bir tatlı. Kız bunları getirdi ve “Çorba da var” dedi. Ne alakaysa, hiç birimiz anlamadık ama üstelemedik. Anlaşılan restoran tekin bir yer değildi. Hesabı ödeyip, ayrıldık.

Daha Tallinn’i görememiştik bile. Park yerinin süresi dolduğu için arabaya döndük.

Arabanın başında şöyle yüz kiloluk bir kadın var. Elinde çantası, bize ceza kesiyor. “Yettik bacım, dur, yazma” dedim, yüzüme bile bakmadan yazmaya devam etti. Bir yerlere yazıyor, kağıdı yırtıyor, katlıyor, damgalıyor, çantasına koyuyor, başka bir defteri açıyor, yine yazıyor, imzalıyor…

İşi bitince “No English” dedi, ‘Russkiy?” diye sordu, Jelena “Da” dedi. Kadın Rusça biliyor musun diye sormasına, Jelena’nın da biliyorum demesine rağmen, iki saniye önce bilmiyorum dediği İngilizce ile devam etti “You are late”. Geç kaldınız diyor. “Ne kadar geç kaldık?” diye sordum, kadın saatine baktı “Beş dakika” dedi. “Bacım zaten beş dakikadır senin işinin bitmesini bekliyoruz” dedim, cevap keskin bir "No!". 

Kadın Nuh diyor, peygamber demiyor. Ben biraz daha miyavladım, işe yaramadı. Kadın, adi bir plastik içinde bir kağıt verdi. Otuz Euro. Kağıdın üzerinde bir IBAN numarası var, “Buraya yatır” dedi.

“Bu yaptığın doğru değil" dedim. "Dünyanın hemen her yerinde süre dolduğunda en az on beş dakika beklenilir. Biz zamanında geldik, sen hala bize ceza yazıyorsun”.

Kadın yüzüme bile bakmadı, “Ödersin…” dedi. Ben de “Tamam öderim…” dedim…

Geçen yazımda değindiğim “Sovyet Geni” meselesini daha iyi anladınız sanırım.

Arabayı başka bir park yerine götürdük, bu kez on Euro attık. İki saat kadar gezme vaktimiz vardı.

Tallinn’le teşviki mesaimiz iyi başlamamıştı, ancak eski şehrin içlerine gittikçe kanaatimiz değişmeye başladı. Merkez o kadar güzel bir yer ki anlatamam.

İlk durağımız Viru Kapısı oldu. Tallinn’in eski şehri surlarla çevrili ve bu kapı resmi olarak şehre giriş noktası. Ortaçağ’da Rusya, İskandinavya ve Batı Avrupa’dan tüccarlar, soylular ve gezginler bu kapıdan geçerlermiş, bu da Viru Kapısı’nı kültürlerin kesiştiği bir nokta haline getirirmiş.

Viru Kapısı
Zaten Tallinn’e gelirseniz, mutlaka, neredeyse şehrin maskotu olan bu kapıyı göreceksinizdir.

Tallinn’in surları, şehri savunmak için 13.–16. yüzyıllar arasında inşa edilmiş. Bu duvarlar hâlâ Avrupa’daki en iyi korunmuş şehir surları arasında ve yaklaşık 1,9 kilometrelik kısmı bugün de ayakta.

Bu surlar boyunca yürüyerek Tallinn Eski Şehir’deki en ünlü ve en fotojenik ara sokaklardan biri olan St. Catherine’s Passage (Katariina Käik) geçidine ulaştık.

Bu sokak, orta çağdan kalma taş duvarları, kemerleri ve el sanatları atölyeleriyle insanı birkaç yüzyıl geriye gönderiyor. Bir yanında 13. yüzyıldan kalma Dominik Manastırı’nın kalıntıları, diğer yanında cam üfleyicilerden deri ustalarına kadar hâlâ çalışan zanaatkârlar var. Dar taş döşeli yolda yürürken, hem geçmişin lonca kültürünü hem de bugünün turistik cazibesini aynı karede görebiliyorsunuz.

Catherine’s Passage
Geçit, adını 14. yüzyılda burada bulunan ancak Reform hareketleri sırasında yıkılan St. Catherine Kilisesi’nden almış. Üstteki kemerler binaları ayakta tutmak için yapılmış, ama aynı zamanda sokakta mistik bir tünel hissi veriyor. Taşların arasında dolaşırken 15. yüzyıldan kalma bir kaldırım taşına basma ihtimaliniz yüksek. Rivayete göre geceleri kemerlerin altından hâlâ eski manastır rahiplerinin fısıltıları duyuluyormuş.

Bir yürüyüş sonrasında Tallinn’in kalbi sayılan Belediye Meydanı’na (Raekoja plats) geldik. Söylenene göre burası 600 yıldır şehrin buluşma noktası olarak kullanılıyormuş. Meydanın en baskın silueti ise 1400’lerin başında inşa edilmiş Tallinn Belediye Binası. Avrupa’da tamamen gotik tarzda korunmuş tek belediye binası buymuş. Kulesinin tepesindeki “Old Thomas” (Vana Toomas) figürü, yüzyıllardır Tallinn’in simgesi haline gelmiş. Orta Çağ’dan beri meydanda pazarlar, kutlamalar ve törenler yapılırmış. Bugün ise her yer açık hava kafelerine restoranlarla dolu.

Tallinn Belediye Binası
Biz denemedik ama Belediye Binası’nın içine girip hem tarihi salonları görmek hem de kuleye çıkarak Eski Şehir’in kırmızı çatılı manzarasını izlenebiliyormuş.

Bu meydan gerçekten çok güzel sevgili arkadaşlar. İster tarihe, ister fotoğraf çekmeye, ister sadece bir kahve molasına ilgi duyun, yolunuz mutlaka buraya düşüyor.

Yokuş yukarı, gerçekten canımızı çıkaran bir yürüyüşle Toompea Kalesi’ne ulaştık. Burası, Tallinn’in tepesinde asırlardır kentin yönetim merkezi olmuş bir yapı kompleksi. 13. yüzyılda Danimarkalılar tarafından inşa edilmiş ve hem stratejik bir savunma noktası hem de bölgenin idari üssü olarak kullanılmış. Yüzyıllar boyunca Livonya Tarikatı, İsveç Krallığı ve Rus İmparatorluğu gibi farklı güçlerin elinde kalmış. Her dönem, kalenin mimarisine kendi izini bırakmış ve böylece bugünkü, Orta Çağ surlarından barok cephelere uzanan haline kavuşmuş.

Toompea Kalesi
Bugün kale, Estonya Parlamentosu’na (Riigikogu) ev sahipliği yapıyor. Pembe barok cepheli ana bina 18. yüzyılda Rus döneminde eklenmiş. Ancak hala 14. yüzyılda yapılmış Pikk Hermann Kulesi varlığını koruyabilmiş. Estonya bayrağı her sabah burada göndere çekiliyor.

Estonya halkının büyük çoğunluğu çok fazla dini konulara takılmıyor. Resmi istatistiklerde nüfusun yarısından fazlası kendini “dinsiz” olarak tanımlamış. Yine de ülkedeki en yaygın mezhep, kuzeydeki diğer Baltık komşularında olduğu gibi Luthercilik. Ortodoksluk ise daha çok Rus kökenli nüfus arasında yaygın ve bu durum, tarih boyunca kültürel ve siyasi gerilimlerin bir kaynağı olmuş.

Alexander Nevsky Katedrali işte bu gerilimin tam göbeğinde duruyor. 1894–1900 yılları arasında, Estonya hâlâ Rus İmparatorluğu’nun bir parçası iken inşa edilmiş. Çarlık yönetimi, bu görkemli Rus Ortodoks katedralini adeta “biz buradayız” mesajı vermek için tam da Toompea Kalesi’nin karşısına kondurmuş. Soğan kubbeleri, beyaz taş süslemeleri ve altın yaldızlı mozaikleriyle dikkat çeken kilise, Estonlar için uzun süre işgalin simgesi olmuş.

Sevgili karım Ortodoks olunca, ister istemez Rusların tarafını tutuyoruz ve içeri giriyoruz elbette.

İçine girdiğinizde sizi altın ikonalarla dolu devasa bir ikonostas, ağır tütsü kokusu ve derin bir sessizlik karşılıyor. Bir de fotoğraf çekmeye kalktığınızda yerinden fırlayıp, size hırlayan görevli - tecrübeyle sabittir. Ne olursa olsun fazlasıyla güzel, bir o kadar da ihtişamlı bir kilise burası.

Arabaya geri dönerken çok acil bir tuvalete gitme gereksinimi zuhur eyledi. Normalde hiç böyle krizlere girmem ancak hava öyle sıcaktı ki, gün boyunca 🐝Mezzy🐝 ile elimizde birer şişe su, yarısını içiyor, yarısını serinlemek için kafamızdan aşağı döküyorduk. İçtiğim litrelerce su artık biz buradayız demeye başlamıştı.

Etrafta tuvalet yoktu. Bir restorana “Tuvaleti kullanabilir miyim?” diye sordum, garson bana hırladı. Mağazalara falan sordum, heyhat.

Sonunda ne olduğunu tam kestiremediğim bir mekana geldim. Bahçede ve içerde masalar vardı ama bir restorana benzemiyordu. İçeri girince tütsü kokuları, rahibeler ve kilise müziği ile bir anda ‘Ameno’ oldum. Belli ki dinsel bir mekandı. Dönüp, dışarı çıkacakken bir rahibe “Yardımcı olabilir miyim?” diye seslendi. Eh, madem sordu, söylemekte bir sakınca olmaz diye düşündüm “Tuvaleti şeyedecektim”.

Bütün güler yüzü ile “Tabii ki” dedi. Bana koca bir anahtar verip, tuvaletin yerini tarif etti.

Tuvalet daha ziyade bir müzeyi andırıyordu. Ortaçağ dekorları, kandiller, tütsüler…

Tek problem, ortada tuvaletin kendisi yoktu. Etrafa bakıp, tuvalet olarak kullanılmaya uygun tek obje olan demir bir küveti gözüme kestirdim. Eğer burası değilse İsa beni affetsin deyip, çişimi yaptım.

Rahibe aynı güler yüzüyle anahtarı benden aldı ve güzel bir akşam diledi. Ben de karşılık verip, girdiğimden hem daha huzurlu, hem daha rahat bir biçimde mekandan ayrıldım.

Dört saatlik bir araba yolculuğu ile Riga’ya döndük. Malum kutup bölgesine yakın, aylardan da Temmuz olunca gece saat onda bile hava henüz kararmamıştı. Riga’nın alış-veriş caddesinin karşısındaki cafelerden birine oturduk. Sesi bet ama gitarı güzel çalan bir cengaverden bol bol classic rock dinledik ve otelimize döndük.

Tallinn için söyleyecek çok şey var sevgili arkadaşlar.

Bir kere tartışmasız çok güzel bir eski şehri var. Avrupa’nın Belarus ve Ukrayna hariç her ülkesinde bulunmuş biri olarak bu kadar güzelini az gördüm diyebilirim.

Tallinnlilere gelince, oraya bir yere küçük bir soru işareti koyuyorum. Kötü değiller ama ne diyorum, sovyet DNA’sı…

Devam edeceğiz,

10 Ağustos 2025 Pazar

Baltıklar'a Doğru

Baltıklar üç tane devletten oluşan bir bölge sevgili arkadaşlar. Bu ülkeler Litvanya, Estonya ve Latvia’dır. Latvia’nın Türkçesi Letonya’dır. Ancak ben, Baltıklar yazı dizisi boyunca, okuma akışı için ‘Latvia’ adını kullanacağım. Bu ülkeler çok küçüklerdir - günümüzdeki toplam nüfusları altı milyon kişi, 1990’larda ise sekiz milyon kadardı. Batı'da alaycı söylemlerde Baltık ülkeleri için ‘Çivava ülkeler’ gibi küçümseyici benzetmeler yapılır. Bildiğiniz üzere Çivava’lar küçük boyutlu bir köpek ırkıdır.

Yıl 1996, bir iş gezisi için Litvanya’ya gitmem gerekiyordu. Bir arkadaş, benden bir hafta kadar önce Klaipeda’ya gitmiş, ilk teması başlatmıştı. Yola çıkmadan arayıp, “Buralardan bir şey ister misin?” diye sordum. “Su” dedi. Önce anlamadım, “Ateş suyu mu?” falan diye şakadan sordum. “Yok su, bildiğimiz su, Pınar Şaşal falan” dedi.

Litvanya’da içecek su yoktu!

Klaipeda, 1996

Oraya gittiğimizde şaşkınlığım daha da artmıştı. Klaipeda’daki birkaç mağazada vitrinler bomboştu. Boş tahta raflar!

Baltıklılar çok güzel, çok yakışıklı bir halk, ancak üzerlerine giydikleri giysiler besleme çocuklarınki gibiydi.

Binalar bakımsız, arabalar eski, yıpranmış, otel odasında ise zamanın popüler müzik dinleme aparatı Discman’in adaptörünü fişe taktığımda sigortalar atıyordu.

Kısacası ülkede her şey dökülüyordu.

Bunun iki önemli istisnası hemen gözüme çarpmıştı.

İlki, Vilnius ve Klaipeda arasındaki otoyoldu. Bu kadar düzgün, bu kadar bakımlı bir otoyolu ne İsviçre’de, ne Amerika’da görmüştüm. Ülke sürünürken, F1 pistlerinden bile daha güzel bir otoyol, arka planla ciddi bir kontrast oluşturuyordu.

Bunun da fazlasıyla geçerli bir sebebi vardı. Bir cümle ile anlatmak gerekirse, benim zamanımın tarih kitaplarında bir klişe haline gelmiş “Rusların sıcak denizlere inme arzusu!”

Rusya, Sovyetler, artık neresinden bakarsanız çok büyük bir ülkeydi - Rusya halen dünyanın en büyük ülkesidir. Bir ülkenin can damarı ise denizle olan bağlantısıdır. Hem ticaret, hem de askeri bakımdan bir denize ulaşmak hayati önem taşır.

Haritaya bakarsanız Sovyetler Birliği’nin denizle bağlantısı, kuzeyde Kuzey Buz Denizi, doğuda Pasifik Okyanusu, güneyde Karadeniz, kuzeybatıda ise Baltık Denizi’dir.

Bunlardan Kuzey Buz Denizi yılın önemli bir bölümünde donar. Murmansk Limanı ise Gulf Stream’in etkisiyle yıl boyu buz tutmaz ve bu nedenle bir istisna oluşturur. Ancak Murmansk’tan Avrupa’ya ulaşmak için batı ülkelerinin yakınından geçen, oldukça uzun bir rotayı izlemek gerekir. Üstelik Murmansk’tan Baltıklar’a gelebilmek için yine batı ülkelerinin, hukuken kontrol etmeseler de, burunlarının dibindeki dar suyollarından geçmek şarttır.

Doğudaki Pasifik bağlantısı ticaret ve askeri olarak önem taşıyan Avrupa ve Afrika gibi bölgelere çok uzaktır. Buralardan yola çıkan bir savaş gemisi ya da denizaltının Avrupa’ya ulaşması aylar alır.

Karadeniz’in problemi ise Montrö Boğazlar Sözleşmesi çerçevesinde Türkiye’nin kontrolünde bulunan boğazlardır. Türkiye’nin aynı zamanda bir NATO ülkesi olması, Rusların rahatını elbette biraz daha fazla kaçırır.

Baltık Denizi öyle sıcak bir deniz olmasa da, Kuzey Buz Denizi’nin yanında Karayipler gibi kalır. Danimarka ve İsveç etrafındaki boğazlara gelene kadar, Almanya, Polonya gibi kuzey Avrupa’nın önemli bir bölümüne doğrudan ulaşım sağlar.

Hal böyle olunca, Sovyetler Birliği 1940’ta Baltık devletlerini işgal ederek ilhak etmiştir.

Dikkat edelim: Varşova Paktı’nın üyeleri olmalarına rağmen Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya Sovyetler Birliği’nin bir parçası değildi, iyi kötü bağımsız devlet statülerini koruyorlardı. Baltık ülkeleri Litvanya, Estonya ve Latvia ise bunlar gibi bağımsız değildi. Yukarıda anlattığım coğrafi önemleri nedeniyle doğrudan Sovyetler Birliği’ne katılmış, onun birer cumhuriyeti hâline gelmişlerdi.

Bu devletlerin Sovyetler Birliği bünyesindeki bir numaralı görevleri ise birer liman olarak işlev görmeleriydi. İşte bu yüzden limanlara ulaşan otoyollar bu kadar bakımlı ve kullanışlıydılar.

Bugün, eğer Rusya ile Batı arasında bir savaş çıkarsa ilk hedefin Baltıklar olacağında kimsenin bir kuşkusu yoktur. Ruslar baltıkları kaybetmeyi, hele geçmişte uzun yıllar boyu kendi vasalları saydıkları bu ülkelerin NATO’ya girmelerini hiçbir şekilde kabüllenemediler.

Litvanya’daki zamanın bakımsızlığına ve olanaksızlığına kontrast ikinci istisna ise bu ülkedeki alkollü içkilerin çeşitliliği ve bolluğuydu.

Zaten soğuk yüzünden insanların dışarı çıkamadıkları bu ülkede eğlence adına yapacak çok az şeyden biri içmek olunca, alkol bu kadar yaygınlaşmış. İnsanların kafayı çekince, “Bu adamların burada ne işi var?” gibi bölücü, anarşist sorular sormaması elbette Rusların da işine gelmiş ve alkole pek karışmamışlar. Aksine, örneğin 1985’te, Moldova’da, Gorbaçov’un alkol karşıtı kampanyası bağ sökümleri ve ağır kısıtlamalara yol açmıştı.

Rusların Baltık devletlerine çökmelerinin başka bir sonucu olmuş, ki bu benim kişisel gözlemlerime dayanan bir fenomen sevgili arkadaşlar. Sovyetler bu bölgeyi o kadar kasmışlar ki, Sovyet Mantalitesi, Baltıklıların DNA’sına işlemiş. O yüzden yine Sovyet Bloku ülkeleri olan Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti falan Avrupa Birliği’ne girdiklerinde çabuk sayılabilecek bir biçimde entegre olmuşken, Baltıklılar bu Sovyet genleri yüzünden bence hala biraz zorluk çekiyorlar.

Bu Sovyet genleri nedir, biraz açayım.

Sosyalist ya da Komünist sistemde rekabetten çok koruma olduğundan yapılan işin kalitesi, doğruluğu ve bütünlüğü çok fazla önem taşımaz. Örneğin bir çamaşırhanede çalışan Sovyet işçisinin görevi, çamaşırları makineye doldurup, yıkama düğmesine basmaksa, bunları yaptıktan sonra makinenin çalışıp, çalışmamasının bir önemi yoktur. Örneğin sular kesilmiş, çamaşırlar yıkanmamışsa bile, iki saat bekleyip, kirli çamaşırları yıkandı diye geri gönderir. Daha da komiği, yıkanacak çamaşır yoksa bile, görevim bu diyerek, boş makineyi düğmesine basarak çalıştırıp, yıkamanın bitmesini bekler.

Sırbistan ne Sovyetler Birliği’nin, ne de Varşova Paktı’nın bir parçasıydı, ancak orada bile bu fenomeni fazlasıyla yaşadım. Bazen sevgili karımın da komünistliği tutar, benzeri sebeplerle birbirimize gireriz.

Baltıklarda bu eski Sovyet mantalitesi hala fazlasıyla mevcut. Bu da seyahatimiz boyunca zaman zaman beni çileden çıkardı. Neyse, sırası geldiğinde anlatırım.

Ruslar birlikte yaşaması en zor halklardan biridir sevgili arkadaşlar. Çok sevdiğim Rus arkadaşlarımı elbette tenzih ederim ama çoğunluk olarak kendini beğenmiş, kaba, sert, acımasız ve bunu daha fazla üzerine basarak söyleyemem, ukala bir yapıları vardır. Birçok kişi bunu Rusların büyük bir imparatorluğun mirasçıları olmalarına bağlar ama örneğin biz de yüzyıllarca uygar dünyanın yarısını yönetmemize rağmen öyle kaba, gaddar bir millet değilizdir.

Rusça’da, hadi biraz alçak gönüllülük yaparak söyleyeyim, birkaç küfür bilirim. Bunların tümünü Rusya’da değil, Baltıklar’da öğrendim. Baltıklılar Ruslardan o kadar nefret etmişler ki, küfür ederken kendi dillerini değil, Rusça’yı kullanırlar. “Suka”, “Blyat”, “Pizdets”, “Govno” gibi sözcükleri Baltıklar’da bol bol duyarsınız.

Klaipeda’da bir barda Litvanyalı birkaç kişiyle beraber içiyoruz, dikkatimi çekti, Litvanyalılar içki almaya giderken kafalarını kaldırıp, baş ve işaret parmaklarıyla bir daire yaparak, tıp-tıp diye boğazlarına vuruyorlardı. “Bu ne?” diye sorduğumda, Ruslardan kalma bir alışkanlık olduğunu söylediler. Baltıklarda konuşlu Rus askerlerinin boğazlarında birer dövme bulunurmuş. İçki istediklerinde bu dövmenin üzerine tıp-tıp diye vurup, para vermeden içkilerini alırlarmış.

İçkilerin bolluğunda yukarıda bahsetmiştim. Detaylarını önceki yazılarımda anlattığım birçok sarhoşluk anım vardır Klaipeda’da. Altmış yaşında kadınlarla dans etmişliğim, sürüne sürüne odama çıkıp, pantolonumun sadece bir paçasını çıkararak uyuduğum, içki diye bulaşık suyu içtiğim zamanlar olmuştur. Detaylarıyla çok başınızı ağrıtmayayım, sadece Starka isimli içkiden uzak durmanızı tavsiye ederek bu konuyu sonlandırayım.

Kar!
Litvanya’dayken hava çok soğuktu sevgili arkadaşlar. Otelden ilk çıktığımızda soğuktan yürüyememiştim. Bir elli metre sonra kendimi bir bara atıp, bir konyak söylemiş, burnumu kadehe sokup, ısıtmıştım. Gideceğim yere ulaşana kadar bar-hopping ile, konyak takviyesi yaparak ulaşmıştım.

İşin komiği, yerli kızlar ince bir kazak ve mini etekle dolaşıyordu. Onlara baktıkça bana daha fazla üşüme geliyordu.

Her yer karla kaplıydı. Şehirdeyken asfaltı neredeyse hiç görmemiştim. Ancak kar öyle ilk aklınıza gelecek şekilde beyaz, üzerine basınca gırç diye ayakkabılarınızın battığı bir kar değildi. Baltıklarda gördüğüm kar, rengi açık kahverengiye dönmüş, aylarca erimeden kaldığı için betondan daha sert bir halde katılaşmış, acayip bir kardı. Yollar ve kaldırımları ayırmak imkansız olduğundan arabalar ve yayalar tahmini ölçümlerle birbirlerine yol veriyordu.

Bu katı karda yürümek de imkansızdı. Her beş dakikada bir düşüyordum. Orada birkaç aydır bulunan bir arkadaş “Klaipeda’dayken zamanımın yüzde altmışını ‘yatay’ olarak geçirdim” demişti.

Ertesi gün toplantıya giderken takım elbise, resmi ayakkabı falan tip-top bir halde odadan çıktım. Lobide yukarıda bahsettiğim, gelirken su getirmemi isteyen arkadaşı gördüm. Üzerinde yeşil kar parkası, kot pantolon ve komando botları vardı. Beni iki dirhem bir çekirdek görünce güldü. Bir daha takım elbise falan giymedim elbette.

İşte otuz küsür seneden sonra, bu duygu ve düşüncelerle yönümüzü Baltıklar'a çevirdik.

Devam edeceğiz.

29 Haziran 2025 Pazar

Ürdün'den Ayrılıyoruz

Ürdün’de gece yolculuğu gerçekten zor sevgili arkadaşlar. Bir kere yol üzerinde şerit çizgilerini görmek mümkün değil. Daha da kötüsü, anayolların üstünde her yere speed bump koymuşlar. Limit 110 km’den 50’ye düşüyor. Speed bump’ı gören Ürdünlüler bir de arabalarını incinmesin diye frene asılınca, hızınız bir anda 30 km’ye düşüyor. Başınızı ağrıtmayayım, Vadi Rum’dan havaalanına felaket bir dört buçuk saatlik yolculukla ulaşabildik.

Neyse ki uçağımızın kalkmasına üç saat falan vardı ve oturup, biraz soğumak için yeterli zamanımız kalacaktı.

Ya da biz öyle zannetmiştik…

Kiralık arabayı bırakmak için havaalanının etrafında üç kez döndük, sonra iyi kötü park edebileceğimiz bir noktayı bulup, arabayı park ettik.

Rent A Car ofisine gidip, anahtarları verdik, adamlar arabayı kontrol ediyor, biz de bekliyoruz. Aradan bir yarım saat geçti, bir bıçkın gelip, “Mr. Bulent, you will pay 40 dinars for the damage” dedi. Hasar için 40 dinar ödeyeceksin diyor. “Lan ne hasarı? Gel gidip, bakalım” dedim. “Gelemem” dedi, “Bak burda resmi var” diye bir fotoğrafı gözüme soktu. Arka koltuğun fotoğrafı. Üzerinde belli belirsiz bir beyaz leke var. Toz bile olabilir.

“Oğlum bunun neresi hasar?” diye sordum, “Kuru temizleyiciye gidecek, onun parası” dedi. “Benden olduğunu nereden biliyorsun, önceki halinin resmini göster” dedim, “Yok” dedi.

Sadece beni değil, kendi firmasını bile dolandıracak şerefsiz. Aklınca biz uçağı kaçırmayalım diye nalet olsun deyip ödeyeceğiz, o da ayak üstü 40 dinarı cebine atacak.

“Bak sen de, ben de burada ne olduğunu biliyoruz, uzatmayalım, sana bir kuruş ödemeyeceğim” dedim. “Peki, 25 dinar ver” dedi. "Kuru temizleyiciler pazarlığa mı başladı?” diye sordum. Kem küm etti. “Bir kuruş vermiyorum” dedim. O da “Ben de sana depositini geri vermeyeceğim” dedi. Son on yıldır bu kadar sinirlenmemiştim. “Polis çağır lan #@$$@#$” diye bağırdım, kafasını çevirdi.

Ben havaalanı güvenliğine giderken, Jelena “🐝Mezzy🐝’nin Türk pasaportunu bulamıyorum” dedi. 🐝Mezzy🐝, Türk pasaportuyla girmişti, onla çıkması gerekiyordu. Pasaport, Jelena’nın çantasındaydı. Büyük olasılıkla arabanın içine, bir yere düşmüştü. Hemen 🐝Mezzy🐝 ile birlikte arabaya geri koştuk. Yolda benim kapıştığım değil, başka bir şirket adamına rastladık. Bizim koştuğumuzu görünce “Pasaport mu?” diye gülerek sordu. Cevap bile vermedim, sonra da bu nereden biliyor diye düşündüm. Herhalde Jelena söylemiştir diye üzerinde durmadım.

Arabanın yanına geldiğimizde iki adam içini temizliyordu. Koltukta öyle leke meke yoktu tabii, sadece beyaz bir dalga şeklinde, olasılıkla tuz. Hızlı bir şaplak bile temizlerdi. Ama pasaport daha önemliydi.

🐝Mezzy🐝 ile bütün arabayı aradık, koltukları bile çıkardık, nada. Pasaport, masaport yok. Hemen havaalanı polisine gittik. Bir tanesi bile İngilizce konuşmuyor. Polis, taksi bankosundaki görevliyi çağırdı, en azından hello, velkam, tenkyu bir şeyler konuşabiliyor. “Kızımın pasaportu kayboldu, ne yapalım?” dedik, “Ben bilmem, karakola gidin” dedi.

Karakol, havaalanının dışında. Bulana kadar yarım saat geçti. İçeri girerken telefonumu aldılar, Jelena’nınkini her nedense almadılar. Aynı pandomim karakolda da devam etti. Yine İngilizce yok, birbirimize bakıyoruz. Polislerin biri Google ile çeviri yapmaya çalışıyor ama kör dövüşü. “Benim telefonumla çevireyim” dedim, “Tamam” dediler, “Ama telefonumu aldınız” dedim, telefonu getirdiler.

Polisler gerçekten iyi ve kibarlar. Yardımcı olmaya da çalışıyorlar. Ama anlaşamayınca bir yere varamıyoruz.

Google ile şöyle bir sonuca ulaştık. Biz ertesi sabah Türk Konsolosluğuna başvurup, yeni pasaport çıkarttıracağız, sonra o pasaportu ürdün polisine vereceğiz, onlar da giriş damgasını yeni pasaporta aktaracaklar ki, o damga ile çıkış yapabileceğiz. “Ne kadar sürer bu?” diye sorduk, “Bir hafta falan sürer” dediler. “Babacım, bizim uçağımız iki saat sonra kalkıyor” dedik, polis başını iki yana salladı.

“Bak, kızımın başka bir pasaportu var, onla çıkabilir mi?” diye sorduk, bir umut ışığı yakaladık. Tekrar telefonla bir yerleri aradılar, sonra bizi ekip arabasına koyup, havaalanına geri götürdüler, “Komiser Hamdi’yi bul” dediler. Ben bu arada Rent A Car’cılardan şikayetçi olmaya çalıştım ama bana net olarak “Vakit yok, eğer uçağa binmek istiyorsan, bırak Rent A Car’cıları” dediler.

Geldiğimizde komiser Hamdi’ye gittik. O bizi sınır polisine götürdü. 🐝Mezzy🐝 İsviçre pasaportu ile çıkabiliyor, ancak bu pasaporta çıkış damgası vurabilmek için vize gerekiyor. Böylece 🐝Mezzy🐝’ye Ürdün’den çıkarken, Ürdün’e giriş vizesi aldık. Sınır polisi ona giriş damgası bastı, beş dakika sonra da pasaport kontrolünden geçerken aynı vizeye bir çıkış damgası vurdular. Bu arada bütün görevliler bizi tanıdı, hiç bir kuyruğa falan girmiyoruz. Ben kontrolden pasaportsuz geçiyorum, sonra bir görevli pasaportumu getiriyor falan.

Sağolsunlar, bütün polis ve görevliler gerçekten yardımcı oldular, biz de uçağın kalkmasına beş dakika kala kapıya ulaştık.

Önce İstanbul, sonra Cenevre’ye indik. Uçak modunu kapattığım anda WhatsApp’ten bir ‘ding’ sesi geldi. Rent A Car’cılar 🐝Mezzy🐝’nin pasaportunun resmini göndermişler. Utanmaz herifler, dalga geçiyorlar. Pasaportu bizden sonra bulmalarına olanak yok. Kaputu açıp, motorun içine bile bakmıştık. Ben bağırdım diye aklınca beni cezalandıracak.

Sevgili arkadaşlar, çok az bu kadar çileden çıkmıştım. Önce booking.com'a, sonra bunların Amerika’daki merkezlerine, hatta Ürdün Turizm bakanlığına bile yazdım.

Rent A Car’cılar bana “Biz kimsenin pasaportunu alıkoymayız” falan diye yazdılar. “Oğlum bak senin adamın bana pasaportun resmini gönderdi” dedim, “Vay anasını” falan oldular.

Daha fazlası da var ama başınızı ağrıtmayayım. Resmi bir özür yazısı gönderdiler. Depoziti geri ödeyip, 40 dinar istemekten de vaz geçtiler.

Pasaportu Amman Konsolosluğu’na götürdüler. Onlar da sağolsun Cenevre Konsolosluğuna postaladılar.

Şimdi pasaportu bekliyoruz.

Bu, hepimiz için elbette ki çok kötü bir deneyim oldu. İlk Ürdün yazımda da söylemiştim. Araba kiralama şirketleri ne yazık ki arabayı verirken sizden bir depozit alıyorlar, sonra da siz arabayı getirdiğinizde, olasılıkla uçağınızın kalkmasına az zaman kala, böyle saçma gerekçelerle sizden para istiyorlar. Siz de uçağınız kaçmasın diye nalet olsun deyip, parayı ödüyorsunuz. Eğer ödemezseniz depositinizi geri vermiyorlar, ya da aylar sonra şanslıysanız tamamını, genellikle de bir bölümünü geri alabiliyorsunuz. İnternet bu hikayelerle dolu. Ben, aynısı başımıza gelmesin diye bilinen bir firmadan kiralamıştım, ama sonuçta o firma da bir franchise. Yani adamlar hala aynı adamlar.

Ürdün'e gidecekler için ne desem bilmiyorum. Araba kiralamadan gezmek zor, uzun ve eziyetli. Araba kiralayınca da böyle şeyler oluyor. Size tavsiyem, arabanızı aldığınızda santim santim fotoğraflayın. Yine arabanızı teslim alırken bu tip olaylardan haberdar olduğunuzu, ve aynı şey başınıza gelirse polis ve mahkeme dahil her türlü başvuruyu yapacağınızı açık açık söyleyin. Full coverage insurance alın, ve depozit vermeyi reddedin. Bunları da ülkeye girmeden yapın ki, sabahın bir saatinde Rent A Car’cılarla havaalanında Hacivat-Karagöz oynamayın.

Ne acı ki, böyle güzel ülkeye, böyle güzel insanlara yakışmayacak şeyler bunlar.

Şimdi, bu tatsız mevzuyu not alıp, bir kenara bırakalım ve Ürdün’ü değerlendirelim.

Çok fazla Arap ülkesi görmedim. Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Tunus ve Fas’ta bulundum. Türkiye’yi de miksimize ekleyip, karşılaştıralım.

Size rahatlıkla söyleyebilirim ki Ürdün, bu ülkelerin en uygarı, en temizi, insanları da en kibar ve yardımseverleri. Eğer bir Arap ülkesini ilk kez görecekseniz kesinlikle Ürdün’e gelin. İnsanlar misafirperver, satıcılar saygılı, size, özellikle kadınlara yiyecek gibi bakan yok. Etrafta bangır bangır müzik çalmıyor, ukalalığa, hıyarlığa maruz kalmıyorsunuz.

Fiyatlar pahalı değil ama turistik bölgelerde biraz fazla kaçırabiliyorlar. Trafik zor, özellikle şehirlerde. Şehirlerarası yollar fena değil, kısa sürede tarza alışabiliyorsunuz.

Ancak en önemlisi, Ürdün’de, dünyada başka yerde göremeyeceğiniz özel yerler, doğal harikalar var. Benim listemin çok üstlerinde yer alan bir ülke.

Mutlaka gelin ve görün.

Sevgi ile kalın.

28 Haziran 2025 Cumartesi

Vadi Rum

Thomas Edward Lawrence, 16 Ağustos 1888'de Galler’in Tremadog kasabasında doğdu. Annesi Sarah Junner, İrlandalı soylu bir ailenin hizmetçisiydi; babası ise evli bir İngiliz aristokrat olan Sir Thomas Chapman idi. Chapman, dört çocuğunun annesi olan eşini terk ederek Sarah Junner’la birlikte yaşamaya başlamıştı. Ancak evlenmedikleri için Lawrence, dönemin toplumuna göre nikahsız bir birliktelikten doğmuştu.

Vadi Rum
Chapman ve Sarah, skandal yaratmamak için sürekli yer değiştirerek İngiltere’de farklı şehirlerde “Bay ve Bayan Lawrence” adıyla yaşadılar. Thomas Edward, babasının soyadı olan Chapman yerine annesinin seçtiği Lawrence soyadını aldı.

Bu aile durumu, Lawrence’ın çocukluğu boyunca sosyal baskılara maruz kalmasına ve toplumdan belli ölçüde uzak kalmasına neden olmuştu. Bu dışlanma duygusunun, sonuçları ileride geliştirdiği bağımsızlık, isyan ruhu, ve otoriteyle çatışma eğilimi üzerinde etkili olacaktı.

Lawrence, Oxford Üniversitesi’nde tarih ve arkeoloji eğitimi aldı. Mezuniyet tezinde Orta Doğu’daki Haçlı kalelerini inceledi ve bu süreçte Arapça öğrendi. Mezuniyetinin ardından Osmanlı topraklarında, özellikle Suriye ve Ürdün bölgelerinde arkeolojik kazılara katıldı.

Lawrence, Oxford mezunu genç bir arkeolog olarak, British Museum adına yürütülen kazılara katılmak üzere Karkamış’a (Carchemish), bugünkü Gaziantep’e geldi. Orada çalışan yerli Araplar arasında, genç bir çocuk dikkatini çekti. Selim Ahmed, ya da halk arasında "Dubba" veya "Dahoum" lakabıyla anılan bu gençle aralarında bir arkadaşlık başladı.

Bu arkadaşlık, İngiliz tarihçilerin sugar coat ettikleri şekilde romantik bir ilişki, Lawrence da latent (gizli) yada repressed (represe/baskılanmış) homoseksüel veya aseksüeldir.

İşin aslı bunlar gecelerini birlikte geçiren, birbirlerinin elbiselerini giyen, çölde el ele gezen, Lawrence’ın mektup ve kitaplarında Dahoum’a olan arzusunu, sevgisini ve aşkını belirttiği aleni bir çifttir. Kısaca Lawrence represe homoseksüel falan değil, basbayağı ibnedir.

Yanılmıyorsam Fatih Altaylı, bir keresinde Lawrence için yanlış küfürü kullanarak “Bu pezevenk” demişti. Doğrusunun altını çizelim…

Tarihçiler, Lawrence’ın yazılarında açıkça homoseksüel olduğunu belirtmediğinden dolayı “Kesin bir şey söyleyemeyiz” falan derler, sanki 1910'larda birisi “Ben ibneyim, Dahoum da dün akşam beni düdükledi!” falan diye yazabilirmiş gibi.

Ayrıca Dahoum ilk ve tek de değildir. Vincent W. Yorke, Lawrence’ın Oxford yıllarından yakın arkadaşıdır. Aralarında geçen bazı mektuplarda Lawrence’ın yoğun duygusal ifadeler kullandığı görülür. Bu ilişki de, bazı akademisyenler tarafından platonik aşk olarak değerlendirilmiştir.

Lawrence, yine Türklerin eline geçip, fantastik bir biçimde önce kamçılanıp, sonrasında düdüklendiğini ima eden bir şeyler yazmıştır. Ancak birçok tarihçi bunun, Lawrence’ın bir fantezisi olduğuna neredeyse emindir.

İşin aslı, Lawrence, ibnemiydi, değilmiydi, bizi ilgilendirmez. Ancak bu Arap çocuğa duyduğu aşk yüzünden Araplar’ı büyük bir tutkuyla Osmanlı'ya karşı isyana teşvik etmiş ve başarılı da olmuştur. Yani bir pipi uğruna kim bilir ne güneşler batmıştır.

Lawrence, bu isyan sırasında Araplar’ı örgütlemiş, bizzat onlara katılarak hem taktik, hem de özellikle patlayıcı kullanımı üzerinde operasyonel destek sağlamıştır.

O yıllarda II. Abdülhamit’in Müslümanlar Hacca rahat gitsin diye Suriye’den Mekke’ye uzanan bir demiryolu projesi başlatmıştı. Malumunuz, Mekke, Medine falan Osmanlının Hicaz isimli eyaletinin şehirleriydi, ondan dolayı bu demiryoluna “Hicaz Demiryolu” ismi verilmişti.

Bu projeyi Ümmet-i Muhammed, yani İslam Dünyası finanse etmekteydi.

Demiryolu Medine’ye kadar inşa edilmiş, ancak hiç bir zaman Mekke’ye ulaşamamıştı.

Savaş esnasında ise bu demiryolu üzerinden hacılar değil, askerler taşınıyordu.

İsyan boyunca Lawrence ve Arap birlikleri, Hicaz demiryolu üzerindeki köprüleri, istasyonları, rayları havaya uçurmuş, trenlere saldırmıştır.

Araplara İngiliz hükümeti ve Lawrence tarafından verilen söz, yani isyanın temeli, bağımsız bir Arap devletiydi.

Ancak, Lawrence, daha İngiliz hükümeti tarafından görevlendirilmeden, Suriye Fransızlara, Irak İngilizlere, Filistin de İsrailliler’e söz verilmişti. Yani Araplar bağımsızlık yerine babayı alacaklardı.

Çoğumuzun en azından ismini bildiği Sykes-Picot Anlaşması, Birinci Dünya Savaşı sırasında 1916 yılında gizlice imzalanan ve Osmanlı topraklarının savaş sonrası paylaşımını planlayan İngiltere ve Fransa arasındaki gizli bir anlaşmadır. Anlaşmaya sonradan Rusya Çarlığı da dâhil olmuştur. Bu anlaşma, Arap topraklarının paylaşımının belgesiydi. Sykes-Picot Anlaşmasını hep bize karşı yapılmış gibi düşünürüz, ancak bu anlaşmadan en büyük kazığı Araplar yemiştir.

İşin güzeli, Lawrence en başından beri Araplar’a bağımsızlık falan verilmeyeceğini birinci elden biliyordu. Buna rağmen isyan boyunca Araplara yalan söyledi. Demek ki yurt sevgisi, Araplara duyduğu yakınlıktan daha önce gelmekteymiş.

Lawrence, başta Seven Pillars of Wisdom kitabında, bu sözde “ikileme” değinmiş, “Arada kaldım, şimdi ne yapacağım, ben bu Arapları çok seviyorum” falan şeklinde sayfalarca miyavlamış olsa da, Arapları bağımsızlık vaatleriyle kandırıp, Osmanlı’yla ölümüne savaştırırken gözünü bile kırpmamıştır.

Savaş bitince Lawrence, belki biraz da vicdan azabı sonucu, Araplar’a yardım olsun diye, Emir Faysal’ın Paris Konferansında söz almasını falan sağlamıştır ama, at, Üsküdar ve Yalova Kaymakamı durumları tabii.

Sonunda bildiğiniz üzere, bütün Arap dünyası saçma sapan sınırlarla krallara ve diktatörlere bırakılmış, Filistin ise bütün topraklarını kaybetmiş çoğu da kendi istekleriyle.

Araplar’ın bağımsızlığı bizde çok büyük bir ihanet gibi algılanır. Halbuki aynı mücadeleyi Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar gibi halklar da vermiştir. Yani Arapların isyanında bence anlaşılmayacak bir şey yok. Adamların kendi ülkeleri, kendi toprakları. Biz gidip, çökmüşüz.

Problemim, bu isyan sırasında katlettikleri Türklerle.

Bugünkü konumuzla bağlantılı bir örnek.

Lawrence’a, Deraa bölgesinde, Halep’ten gelen Osmanlı birliklerinin kaçışı sırasında bazı Arap sivillerini öldürüldüğü bilgisi ulaşır. Araplar, bu sözde katliamı yapan Türk askerlerine saldırır, 250 askeri esir alırlar. Lawrence’ın kimine göre Araplar’a göz yumarak, kimine göre bizzat kendisi emir vererek, bazılarına göre de kendi silahını kullanarak bu esirleri acımasızca katleder.

Lawrence, kitabında bu katliam için şöyle der:

“O sabah 250 Türk esiri vardı. Akşama sadece birkaç tanesi kaldı. Çoğu kılıçla, bazıları da kurşunla öldürüldü.”

Bu, Lawrence yalakaları tarafından nasıl paketlenirse paketlensin, aleni bir savaş suçu ve bunun yazılı itirafıdır.

Esir alınıp, katledilen bu Türk birliğinin, daha önce yaptığı sivil Arap katliamı hakkında ise tek bir delil, döküman, tanık yoktur. Sadece Lawrence’ın söylediklerine dayanır.

Araplar’a kızdığım başka bir husus ise başta Filistinliler, bunların, üzerine vazife olmayan işlere kalkıp, Kıbrıs Rumları’nı, Ermeniler’i, Türkiye’ye karşı desteklemelerindedir. İnanın problemim Ermeniler’le, Rumlar’la değil. Onların tepkileri hem beklenebilir, hem de anlaşılabilir - haklı haksız tartışmasına girmiyorum. Beni sinirlendiren, Araplar’ın kendilerini ortaya atıp, zeybeklik yapmaları. Sonra da Gazze, mazze diye bunların arkasında duruyoruz.

Savaş sonrası Lawrence İngiltere’ye döner, kimliğini değiştirerek İngiliz Ordusu’nda bir süre çalışır, sonunda da bir motosiklet kazasında ölür.

Çoğunuz, Lawrence of Arabia filmini izlemişsinizdir. 1962 yapımı, başrollerini Peter O’Toole ve Omar Şerifin oynadığı, sinema tarihinin en büyük ve en etkileyici epik yapımlarından biridir. Gerçek olaylara dayansa da, filmde tarihî kurgu ve dramatizasyon ön plandadır.

Filmde Lawrence uzun, güzel görünümlü, baskın karakterli biri olarak canlandırılır, halbuki gerçek Lawrence 1.65m boyunda, içedönük, utangaç bir kişiliktir. Yine filmde Lawrence’ın Araplar’a ihaneti bir iç çatışma olarak gösterilse de, Sykes–Picot Anlaşması’na hiç değinilmez. Halbuki bu anlaşma, Araplar’a atılan en büyük, en kazlın kazıktır.

Tarih böyle. Dönelim günümüze…

Jelena'nın CV'si için...
Petra’dan ayrıldıktan sonra direksiyonu Jelena aldı. Şakadan, “CV’me, Arap çöllerinde araba kullandı diye yazmam lazım” diyerek, bizi Vadi Rum’a götürdü. Yol tehlikeli değildi ama bir lastik patlasa yada motor hık dese kaldınız orada. Ne doğru düzgün telefon çekiyor, ne de etrafta bir kul var. Her yer dağ taş! Yol boyunca sadece bir arabayla karşılaştık. Neyse ki, bir sorun yaşamadan, kazasız belasız hedefimize ulaştık.

Ürdün’deki son ziyaret noktamız olan Vadi Rum, buram buram Lawrence of Arabia kokan bir yer.

Vadi Rum, Amman’a dört buçuk saat uzaklıkta, çöl ve kayalıklardan oluşmuş bir vadi. Burada kumlar ve kayalar hep kırmızı. Bu yüzden de, başta bilim kurgu, birçok film için doğal bir set olarak kullanılmış. The Martian, Dune, Star Wars: The Rise of Skywalker, Aladdin, Transformers: Revenge of the Fallen, Prometheus, Red Planet gibi filmlerin gezegen sahneleri hep burada çekilmiş.

Elbette ki, Lawrence of Arabia da Vadi Rum’da filme alınmış.

Hicaz demiryolundan kalanlar
Vadi Rum’un ziyaretçi merkezine ulaşmadan hemen önce çöl ortasında bırakılmış lokomotif ve vagonları görüyorsunuz. Bunlar Hicaz Demiryolu’nun kalıntıları. Başka bir deyişle, Abdülhamit’in yapıp, Lawrence’ın patlattığı demiryolu araç ve rayları.

Sevgili kızıma bunların Türkler’e ait olduğunu söylediğimde, “N’apalım yani” olduğunu hissettim. Ben, Viyana’dan Bakü’ye, Sırbistan’dan Arap çöllerine, “Bunu Türkler yapmış”, “Burada Türkler şunlarla savaşmış” diye anlattıkça sevgili kızım bunları olağan şeyler olarak görmeye başlamış. Büyüyünce, olan bitenin boyutlarını anlayacak elbette.

Hicaz demiryolundan ayrılıp, Vadi Rum’un ziyaretçi merkezinin bulunduğu binanın nizamiyesine geldik. Bariyerin önünde herhalde bir görevli, çünkü üniforması yok, Arap giysileri içinde, bize gelip, felaket bir İngilizce ile bir numara istedi. Anlamadım. “Ne numarası?” diye bir daha sordum. “Number rezervasyon… Number rezervasyon…” diye defalarca tekrarladı, ama bu arada heyecanla konuşuyor, sesini yükseltiyor, oraya buraya koşup, geri geliyor.

Lawrence Springs
Tur rezervasyonunu Get Your Guide ile yapmıştık. Onun bir onay kodu var. O kodu gösterdim, bizimkisi hala bağıra çağıra “No! No! Number rezervasyon” diyor. Telefon numaramı verdim, hala “Number rezervasyon…”

"No number rezervasyon” dedim, o da yine aynı heyecanla “Tikıt bay, tikıt bay” dedi. Demek number rezervasyonunuz yoksa bilet alıyormuş sunuz. “Alırız” dedim, “Kaç para?” Adam başı beş dinar falan gibi küçük bir meblağ imiş. Yine pasaportlara baktılar, biletimizi verdiler ve kapıyı açtılar.

Vadi Rum muhteşem bir yer sevgili arkadaşlar. Petra dahil, Ürdün’ün gördüğüm en güzel ziyaret bölgesi. Ancak Ürdünlüler diğer ziyaret noktalarını ne kadar akıllıca tasarımlayıp, liyakatli çalışanlarla donatılmışsa, Vadi Rum da o kadar kötü tasarımlanıp, bir kelime İngilizce konuşamayan tuhaf adamlarla doldurulmuş.

Vadi Rum köyü denen yerde ne normal standardlarda bir şeyler yiyebileceğiniz, ne de akıllı bir kahve içebileceğiniz bir yer var. Kirli, harabe denebilecek bir iki kafemsi mekan, hepsi o.

Bir bakkalın gölgesine sığınıp, rehberimizi aradık. Buluşma yeri olan kafe bir inşaat sahası. Resmen içinde badanacıların kovaları, iskeleleri falan var. İçeri giremiyorsunuz, çünkü kapıda size dişlerini göstererek hırlayan koca bir köpek var.

Red Sand Dune
Neyse rehberimizle inşaat halindeki kafenin park yerinde buluştuk. Vadi Rum’u arabanızla gezemiyorsunuz, mutlaka bir rehbere ihtiyacınız var.

Turlar çoğunlukla ciplerle yapılıyor. Toyota’ların arkasına iki sıra bank koyuyorlar ve açıkta oturarak geziyorsunuz.

Rehberimiz, Vadi Rum’un yerlisi bir Bedevi’ydi. Çok iyi İngilizce ve Fransızca konuşuyordu. `İki karısı, dört de çocuğu varmış. Güneş batımı turu için bizden başka müşterisi olmadığından, yanına iki çocuğunu da almış, hep beraber geziyoruz.

Vadi Rum’un ziyaret noktalarına ulaşmadan bile insan etkileniyor sevgili arkadaşlar. İnanılması güç bir manzara. Kıpkırmızı kumlar, koyu kırmızı taştan tepeler ve masmavi bir gökyüzü. Kaya formasyonları insanın düşlerinin sınırını zorluyor. Benim ağızım açık kaldı, öyle bakındım.

İlk ziyaret noktamız Lawrence Springs dedikleri, çöl ortasındaki bir minik kaynak oldu.

Ark
Lawrence, Seven Pillars of Wisdom adlı kitabında bu kaynaktan dolaylı olarak söz etmiş. Arap isyanı sırasında buradan geçtiği, burada su içtiği ya da birliklerini burada dinlendirdiği söyleniyor.

Vadi Rum’daki ikinci ziyaret noktamız Red Sand Dune ismindeki kum tepesiydi.İsminden de anlaşılacağı üzere burada kum gerçekten kıpkırmızı. Oldukça yüksek, simetrik yüzeyli bir tepe. İnsanlar burada snowboard ile kum üzerinde kayıyorlar.

🐝Mezzy🐝 burayı çok sevdi. Tepenin zirvesine çıkıp, yuvarlanarak aşağı iniyordu. Çok güzel vakit geçirdik. Sonrasında bir kanyona, oradan bir Bedevi kampına, oradan da kayaların bir ark oluşturduğu çok ilginç bir formasyona gittik.

Vadi Rum'da günbatımı
Gezimizi, vadideki bir güneş batımı noktasında bitirdik. Her güneş batımı güzeldir, ancak Vadi Rum bir başka tabii…

Vadi Rum içinde çok daha fazla ziyaret noktası var, ancak kısıtlı zamanımız yüzünden biz hafif ekspresi bir tur aldık. Yarım gün süren turlar var. Hatta geceyi vadideki kamplardan birinde geçirebilirsiniz. Doğayla aranız iyiyse, biraz da formdaysanız, daha uzun süreli alternatifleri değerlendirebilirsiniz. Geceyi çölde, yıldızların altında geçirmek insanın kulağına fazlasıyla romantik geliyor ancak duyduklarıma dayanarak söyleyeyim, geceler çok soğuk oluyormuş. Bir de yemekler için çok fazla nefesinizi tutmayı diyorlar. Bilginiz olsun.

Vadi Rum, Ürdün’de bulunduğum en görmeye değer yer. Vaktiniz azsa iki saatlik, çoksa tarım günlük, bir doğa aşığıysanız da gecelik bir ziyaret düşünebilirsiniz.

Önümüzdeki yazıyla Ürdün gezimizi bitireceğiz.

Şimdilik sevgi ile kalın❤️

20 Haziran 2025 Cuma

Petra

Hz. Adem’in (Adam) cennetten kovulduktan sonra Dünya’da Şit (Seth) adında bir oğlu oldu. Hz. Şit’in soyundan Hz. İdris (Enoch), onun soyundan da Hz. Nuh (Noah) geldi. Hz. Nuh’un Sam (Shem) isimli bir oğlu oldu. Hz. Sam’ın soyundan ise Hz. Hud (Hud) ve Hz. İbrahim (Abraham) geldi.

Petra'dayız...
Hz. Lut (Lot), Hz. İbrahim’in yeğeni/akrabasıdır.

Hz. İbrahim’in İsak (Isaac) ve İsmail (Ishmael) adında iki oğlu oldu.

Kutsal kitaplara göre Yahudiler Hz. İsak’ın, Araplar da Hz. İsmail’in soyundan gelmişlerdir.

Hz. İsak’ın Yakup (Jacob) isimli bir oğlu oldu. Hz. Yakup’un bir diğer adı da İsrail’dir.

Hz. Yakup’un Yusuf (Joseph) isimli bir oğlu oldu - Hz. Yusuf, Tevrat'ta geçen Mısır veziri Yusuf’tur, Hristiyanlıkta geçen Hz. Meryem’in eşi Yusuf (Joseph) ile karıştırılmamalıdır.

Hz. Yakup’un soyundan Hz. Harun (Aaron) ve küçük kardeşi Hz. Musa (Moses) geldi.

Hz. Yakup’un soyundan gelen peygamberler arasında Hz. Davut (David) ve oğlu Hz. Süleyman (Solomon), Hz. İlyas (Elijah) ve öğrencisi Elyesa (Elisha), Hz. Yunus (Jonah), Hz. Zekeriya (Zachariah) ve oğlu Yahya (John the Baptist) yer alır.

Aynı soydan gelen Hz. Harun’un soyundan ise Hz. Meryem ve oğlu Hz. İsa’nın (Jesus) geldiğine inanılır.

Bunlar, kutsal kitaplarda Yahudilere gönderildiğine inanılan peygamberlerdir.

Araplar’ın soyağacının başlangıcı olan Hz. İsmail’e dönelim.

Hz. İsmail, Hz. İbrahim ve Hz. Hacer’in oğludur. Babasıyla Mekke’de, Kabe’yi inşa etmiştir.

Hz. İsmail’in on iki oğlu olmuş, ancak biz bunlardan ikisine değineceğiz.

Bunlardan ilki Kaydar (Kedar), ondan sonra Adnan, Maadd, Fihr (Kureyş’in atası), Haşim, Abdulmuttalib ve Abdullah aracılığıyla Hz. Muhammed’e ulaşan bir soy zinciri oluşmuştur.

Hz. İsmail’in bir diğer oğlu Nebayot (Nebaioth) ise Nebatiler’in atasıdır.

Nebatiler, bugünkü Ürdün’de yaşamıştır. Başkentleri ise ünlü Petra şehridir. Petra, bizim de bugünkü ziyaret noktamız.

Size elbette gezimizi anlatacağım ancak gelin, anlatmaya yukarıda başladığım Orta Doğu öykümüze biraz daha devam edelim.

Nebatiler, kronolojiden de anlaşılacağı üzere Arap olsalar da Müslüman değillerdi. İslam henüz dünyaya gelmemişti. Nebatiler, çok tanrılı (politeist) bir inanca sahiplerdi. Başka bir deyişle putperesttiler.

Rivayete göre Nebatiler’in gözleri ışıldarmış 😄

Sizlere anlattığım Peygamberlerin özet soyağacı bir-iki farkın dışında tüm kutsal kitaplarda büyük oranda ortaktır. Elbette Hz. Muhammed, diğer dinlerden sonra geldiği düşünülünce, Yahudilik ve Hristiyanlık’ta ismi geçmez ve bunun sonucu tanınmaz. Yine İslam’da peygamber sayılan bazı kişilikler diğer dinlerde deneyimli ve bilge olarak görülseler de peygamber olarak kabul edilmezler. Zaten “Peygamber” sıfatı, İslam’da “Allah’ın Elçisi” anlamındadır, ve günahlardan arınmış, ilahi görevlerle sorumlu kılınmış kişiler olarak kabul edilir. Diğer dinlerde ise peygamberler, insani zaafları olabilen, daha çok bildiğimiz insana yakın kişiliklerdir.

Ve yine geleneksel hatırlatmamı yapmış olayım. Bu kez de sadeliği bilerek doğruluğun biraz üzerinde tuttum. Yazdıklarımın bazıları şurada kabul edilir, burada kabul edilmez, bazıları rivayettir, bazıları yazılmıştır, bazıları “kimine göre” böyledir falan. Lütfen mazur görün.

Gelelim Petra’ya…

Benim çocukluğumda dünyanın yedi harikası vardı. Mısır Piramitleri, Artemis Tapınağı, İskenderiye Feneri, vesaire. Değişen zamanlar, bu yedi harika bugünlerde “Antik Dünya’nın Yedi Harikası” olmuş, “Dünya’nın Yedi Harikası” olarak da hala ayakta bulunan aşağıdaki yedi yeni harikayı seçmişler:

Çin Seddi
Petra Antik Kenti
Kurtarıcı İsa Heykeli (Cristo Redentor)
Machu Picchu
Chichén Itzá Maya Piramidi
Kolezyum (Colosseum)
Tac Mahal (Taj Mahal)

Bunlardan Tac Mahal ve Machu Picchu dışındakileri görme şansımız oldu.

Gördüğünüz üzere Petra, bir dünya harikası kabul ediliyor. Haksız da değiller. Şimdiye kadar gördüğümüz en etkileyici yerlerden biriydi.

Petra deyince çoğumuzun aklına kayalara oyulmuş o bina yüzü geliyor ama Petra aslında koca bir kent sevgili arkadaşlar.

Petra MÖ 4. yüzyılda kurulmuş ve kısa sürede Levant ile Arabistan arasında önemli bir ticaret merkezi hâline gelmiş. Baharat, tütsü ve ipek gibi malların kuzeye taşındığı güzergâhlarda yer alan Petra, stratejik konumu ve su mühendisliği becerisi sayesinde çölde bir uygarlık kurmayı başarmış.

Romalılar M.S. 106 yılında Petra’yı topraklarına katmış. Ancak zamanla ticaret yollarının değişmesi ve büyük depremler nedeniyle şehir önemini kaybetmiş ve Orta Çağ'da Batı dünyası Petra’nın yerini unutmuş. Şehir sadece çevredeki Bedevi kabilelerce bilinir hâlde kalmış.

Petra 1812 yılında İsviçreli bir bilim adamı olan Johann Ludwig Burckhardt tarafından keşfedilmiş. Burckhardt, önce Arapça öğrenmiş ve Petra’yı bulana kadar İbrahim bin Abdullah ismiyle, Müslüman kılığında bölgede dolaşmış.

Petra, bugünkü Musa Vadisi’nde (Wadi Musa) yer alıyor ve Amman’a üç buçuk saat falan uzaklıkta. Amman’dan Petra’ya direkt otobüsler var. Gelirseniz aklınızda olsun, bu otobüsler hem çok ucuz, hem de çok rahat. Ancak kısıtlı zamanımız nedeniyle biz araba ile gelmeyi tercih ettik. Yol düzgün ancak manzara Lut Gölü yolu kadar güzel değil. Zaten yolun ismi ‘Desert Highway” yani “Çöl Yolu”, ve bu tanımlamayı fazlasıyla hak ediyor.

Petra’ya giriş ücreti ise şimdiye kadar gittiğimiz ziyaret noktalarının en pahalısı. Eğer Ürdün’e günübirliğine geldiyseniz, giriş adam başı 120 Euro! Bu abartılı fiyat, çoğunlukla İsrail’e gelip, yakınken Petra’yı da bir görelim diyenler için koyulmuş diye düşünüyorum. Eğer Ürdün’de bir günden fazla kaldıysanız ücret adam başı 65 Euro’ya düşüyor. 12 yaş altı çocuklar her iki alternatifte de ücretsiz. Petra’yı ikinci ve üçüncü günlerde de ziyaret etmek istiyorsanız, gerçekten çok ufak bir fark ödüyorsunuz. Bu bir günden fazla ziyareti kapsayan biletler Vadi Musa’da kalanlar için ilginç olabilir. Bir de gece etkinliği var, ancak dikkat. Geliş, dönüş ve konaklamanızı iyice ayarlamadan bu gece işine kalkmayın. Petra, Sırpça'da dedikleri gibi “U pizdu materinu”, yani annesinin cinsel organında bir yerde. Akşam geri dönerken araç bulamayıp, çölde, ayazda kalabilirsiniz.

Petra, çölün ortasında olmasına rağmen ortalıkta yeterli yeşil bitki popülasyonu var. Ancak hava gerçekten sıcak ve bayağı yol yürümek gerekiyor. O yüzden gelirlen yanınıza mutlaka bol bol su, güneş kremi ve rahat ayakkabılarınızı alın. Bir de erken gelmeye gayret edin. Öğlen güneşi tahammül edilmez olabiliyor.

Petra’ya ulaştığımızda arabayı hemen kapının önüne, yolun kenarına bıraktık. Sonradan fark ettik ki aşağıda bir yerde ziyaretçiler için bir park yeri yapmışlar ama işaret falan hak getire. Arabanın başına bir iş gelmedi ancak gelirseniz park yerini bulup, arabanızı buraya bırakmanızı öneririm.

Pasaportumuzu gösterdik, biletimizi aldık ve içeri girdik. Şehir alanı çok büyük ve antik bölüme ulaşmak için bayağı yol yürümeniz gerekiyor. Eğer isterseniz elektrikli golf arabaları küçük bir ücret karşılığında sizi Petra’nın göbeğine kadar götürüyor. Biz daha eğlenceli bir toplu taşım yöntemi kullandık ve elektrikli golf arabaları yerine at kiraladık. Malum, Petra bir Indiana Jones noktası. Sean Connery ile Harrison Ford’un oynadığı The Last Crusade burada çekilmiş, bize de bu yolu at üstünde kat etmek yakışırdı.

Böylece Mahşerin Üç Atlısı konumunda Sig’e kadar at üstünde gittik. 🐝Mezzy🐝’nin atı ona kafa attı, Jelena’nın atı da az daha onu aşağı atacaktı ama olur o kadar. Ben şahsım ise atalarımdan aldığım feyzle yolculuğumuzu olaysız tamamladım. Türk olduğumu duyunca zaten atçı dizginleri bana bırakmıştı.

Mahşerin Üç Atlısı
Yine atçıya ismin ne diye sordum, İngilizce konuşuyoruz, bana “İsmail” dedi, ama İsmail’i önce İngilizcedeki gibi Iş-ma-yıl diye telaffuz edip, sonra doğrusunu hecelemeye başladı. “Benim amcamın adı da İsmail, nasıl söylenir bilirim, merak etme.” dedim.

Böylece “Mahşerin Üç Atlısı” şeklinde yolumuza devam ettik.

Atlar sizi merkeze değil, “Sig” adı verilen kanyonun başına kadar getiriyor. Ufak bir not. Bu “Sig” kelimesini bazı yerlerde "Siq" şeklinde yazıyorlar, siz duyduğunuzda sonundaki “g” harfini mutlaka kafanızda kendiniz iliştirin, yoksa insanın aklı çok başka yerlere gidiyor.

Sig muhteşem bir kanyon sevgili arkadaşlar. Kıpkırmızı kayalar, ama sanki küp biçiminde kesilip, üst üste konularak doğal bir duvar haline getirilmiş. Güneş ışığı ve gölgelerle inanması güç bir manzara sunuyorlar.

El Hazne
Sig’in sonunda ise Petra denildiğinde akla gelen o muhteşem yapı var. Nebati’ler bu yapıyı oymaya tepeden başlayıp, aşağıya doğru inmişler. Bu yapıya El-Hazne (Hazine) diyorlar, ancak aslında devasa bir mezar.

Elbette bol bol resim çektik.

Petra’da gezilecek çok yer var, ancak bol bol yürüme ve tırmanma gerekiyor. Bazı yerlere, özellikle manastıra at yada eşekle çıkmak mümkün.

Ürdün’deki son günümüzde göreceğimiz son bir doğa harikasına zaman kalsın diye ziyaretimizi biraz erken bitirdik ve atlarımıza binip, geri ziyaretçi merkezine ulaştık. Biraz susuzluğumuzu giderip, bol bol ıvır-zıvır alarak Ürdün ekonomisine katkımızı sağladıktan sonra arabamıza binip, yola koyulduk.

Petra’yı görmeyi tavsiye ediyor musun diye sorarsanız, sizlere cevabım “Hayır, bir dünya harikasını görmeyin” olmayacak herhalde. İnsanlar sadece Petra’yı görebilmek için dünyanın bir ucundan geliyor, siz de gelin, görün.

Devam edeceğiz.

Riga

Riga’da saat gece 10.30 olmuştu ama hava hala aydınlıktı. Her seferinde aynı şaşkınlık, güneş batmak bilmez gibiydi. Biliyorum, bu işin bili...