29 Ağustos 2024 Perşembe

Çin otuz saniyede gitti!...

Ya bazen kendimi tutamıyorum.

N'olur aşağıdaki Youtube kapağıana bir bakın.



Tanıtımında diyor ki, Çin'i otuz saniyede yok edecek 90 'MİLYAR' dolarlık füze... Böyle bir patlıyor, bir buçuk milyar nüfuslu Çin 'pufff', sizlere ömür, gitti...

Hatta Çin'i rahat rahat delsin diye ucuna mızrak başlığı takmışlar.

O değil de, arkada Çin'i dünyadan silecek füzenin üzerine ata biner gibi binmiş bir cengaver var.

İçim acıdı.

Oğlum bak çocuğun neyin olmaz.

Böyle füzeyle şaka mı olur...




7 Ağustos 2024 Çarşamba

Torino

Sevgili arkadaşlar, İtalya gezimizin son durağı Torino oldu. Torino bize bir kaç günlük bir tatile değmeyecek kadar yakın, ama bir günde gezilemeyecek kadar da uzak bir kent. O yüzden, uzunca bir süre, listemizde olmasına rağmen bir fırsatını bulup, gidememiştik. Kısmet bugüneymiş.

Torino'dayız!
Torino, İtalya’nın Piemonte bölgesinin başkenti ve İtalya’nın en önemli finans ve endüstri kentlerinden biri. Bulunduysanız Lombardiya’nın başkenti Milano, yada İtalya’nın başkenti Roma ayarında bir kent.

Ben şahsen ne Roma’dan, ne Milano’dan haz alan biriyim. Kötü yerler demiyorum tabii, ancak bence İtalya’nın ruhu yok bu şımarık kuzey kentlerinde. Asıl İtalya bence güneyde, Napoli, Sicilya, özellikle Palermo falan. Gerçek müzik, yemek ve şarap buralarda. Milano’da bol bol designer modacılar var. Meraklıysanız hoşunuza gidebilir. Ancak çok fazla İtalya yok.

Bu yüzden Torino beni biraz şaşırttı diyebilirim. Endüstriyelleşmiş zengin bir kuzey kenti olmasına rağmen, o özgün İtalya havasını büyük oranda koruyabilmiş.

Piemonte’nin kalbimde özel bir yeri olmasının nedeni, burada yetişen Nebbiolo isimli üzüm ve bundan yapılan şaraptır.

Şarap meraklıları için bir benzetme yapmak gerekirse, Nebbiolo, İtalya’nın Pinot Noir’ıdır. Her iki üzümden de çok narin, ancak fazlasıyla sanatsal şaraplar çıkar. Açık kırmızı renkleri ve zayıf aroma ve tadları, güçlü şarapların bastırması nedeniyle fark edemediğiniz bir çok yeni tad ve kokuyu zevkinize sunarlar.

Pinot Noir’ın kralı Burgundy/Burgonya, Nebbiolo’nun kralı ise Barolo şaraplarıdır. Ancak her ikisi de eşek gibi pahalıdır. Kaliteden çok fazla fedakarlık etmeden ve daha da önemlisi iflasa yol açmadan mükemmel Alsace Pinot Noir ve Barbaresco Nebbiolo içebilirsiniz. İşi biraz daha pintiliğe dökerek, Piemonte’nin Barbera üzümlerinden yapılan aynı isimli şaraplarını da deneyebilirsiniz. Hayli ekonomik olduklarına bakmayın, tadları hiç de fena değildir. Ben şahsım, Torino’da, yemekte Barbera içtim.

Ancak bu hiç kolay olmadı.

Merkezde koca bir meydan var. Çevresini yürüyerek gezmek bile neredeyse yarım saat alıyor. Bu meydanın etrafı ise restaurant, cafe ve bistrolarla dolu. Ben diyeyim yirmi, siz deyin elli tane. Yer gök yiyecek!

Bunları görünce şımardık tabii. 🐝Mezzy🐝 “Ben pizza isterim” diye tutturdu. Jelena “Ben de tavuk isterim” dedi. Şahsım ise elbette kanlı bir beef ve Nebbiolo’dan aşağısına bakmaz.

İlk restaurant’a girdik. Jelena “Tavuk var mı?” diye sordu, garson yüzümüze bile bakmadı, “Yerimiz yok” dedi.

İkinci restaurant’daki garson cevap bile vermedi.

Böyle böyle bütün meydanı gezdik, onca restaurantdan hiç biri bizi kabul etmedi.

Meydandan ayrılıp, arka sokaklara geçtik. Buralarda da bol bol restaurant var, ancak yine hepsi dolu.

Biraz daha küçükçe bir meydanda bir restaurant bulduk. Garsona "Yeriniz var mı?” diye sorduk, o da “Yok!” demek yerine “Doluyuz ama beklerseniz ilk boşalan masaya alırım sizi” dedi.

Restaurantımıza uzaktan, sevgiyle
bakıyor ve bekliyoruz!
“Tamam” dedik, telefonumuzu verdik. Sağa sola bakınca, restaurantın tam karşısında günlerden pazar olması hasebiyle kapalı bir bistro gördük. Mekan kapalıydı ama bahçesinde masalar vardı. Bizim restaurant\ın garsonuna bak buradayız, masa boşalınca haber ver dedik.

En azından güneş altında yürümüyorduk. Oturduğumuz yerin dibinde bir de umumi çeşme vardı, bu sayede susuzluğumuzu giderdik.

Hayat güzelleşiyordu.

Ben arsızlığı bir kademe ileri götürüp, karşıdaki restaurantdaki garsona “Bizim hesabı açıp, bana bir şarap getirir misin?” diye sordum. “Olur” dedi. Garson elinde tepsi, meydanı geçip, bize şarap, kola falan getirmeye başladı.

Sonunda mutlu an geldi. Bir masa boşalmıştı. Hemen restaurantımıza intikal ettik. Mükellef bir yemek yedik, Barbera da çok güzel geldi. Şoförlük Jelena’nın shift’iydi, o yüzden garibim şarap içemedi, ancak ben onun yerine de içtim elbette.

Ve doyduk...
Yemekten sonra şehrin merkezine döndük. 🐝Mezzy🐝 ‘ye söz vermiştik, Torino’daki muhteşem Mısır müzesini gezecekti. Ancak bütün biletler satılmıştı. Görünüşe göre bu güzel kent bize “Böyle aceleyle olmaz, yeniden gelin, adam gibi gezin” diyordu.

Torino meydanlarıyla, kiliseleriyle, müzeleriyle mükemmel bir kent. Ancak bu şehrin Hristiyan kültüründe ilginç bir yeri vardır. Biraz sabrederseniz size anlatayım.

Öncelikle izninizle kısa ve artık geleneksel olmuş bir disclaimer’ımı yapayım.

Tanıyanlarınız bilir, ben her dine, inanca, kökeni, kapsamı ne olursa olsun aynı yakınlıkta biriyimdir, daha da doğrusu aynı uzaklıkta, hem de çok, çok uzaklıkta… Herkesin inancına saygılıyım, benim inancıma yada ‘inanmamıcıma’ karışmadıkları sürece. Sevgili karım hayli inançlı bir Hristiyandır - hıyarlık etmiş gibi olmayayım, İncil'i herhalde ondan daha iyi bilirim ama inançla bilgi farklı şeyler. Ne o bana karışır, ne ben ona. Gül gibi geçinir, gideriz. Noel’inde, Paskalya’sında inanmasam da onla kiliseye giderim. Hiç de gocunmam.

Bunları söylememin nedeni, aşağıda biraz din konuşacağız, bu yüzden beni bir inancın reklamı, propagandası yapıyor şeklinde almamanızı sağlamak. Size sadece Hristiyanlık çerçevesinde ufak, bir kaç bilgi aktaracağım.

Hristiyanlıkta resim günah değildir. O yüzden Hz. İsa’nın, hatta tanrının resimleri ve tasvirleri başta kiliseler, her yerde bulunur.

Özellikle bir Katolik kilisesini gezdiyseniz, Hz. İsa genellikle beyaz tenli, renkli gözlü, açık renkli saçlarıyla tasvir edilir. Öyle resimlerini gördüm ki, bunlarda İsa, İsa’dan çok Thor’a benziyordu. Sarı saçlar, mavi gözler, vs…

Hz. İsa bir Yahudiydi. Bugünkü Filistin’de bulunan Bethlehem, yani Beytüllahim şehrinde doğmuştu. Köken olarak Nazareth yani Nasıra’lıydı. Bu kent de bugünkü İsrail/Filistin sınırları içindedir.

Bu şehirlerin tümü Arap çöllerindedir. Yani İsa, sarı saçlı, mavi gözlü bir Viking değil, olasılıkla kahverengi tenli, kara gözlü bir orta doğuluydu.

Yahudiler ve Araplar kulağımıza farklı etnik gruplar gibi gelse de, işin aslı aynı ırkın insanlarıdır. Dilleri hemen hemen aynıdır. Adetleri hemen hemen aynıdır. Yemekleri hemen hemen aynıdır. Yahudiler sadece bu ırkın özel bir soyağacından gelmektedirler.

Sözün özü, Hz. İsa, büyük olasılıkla bugünkü Araplar’a benzemekteydi.

Bir Katolik kilisesi yerine, örneğin daha eski bir Ortodoks kilisesi gezerseniz, Hz. İsa buralarda daha koyu tenli, daha orta doğulu bir şekilde tasvir edilir. Kapadokya’daki kiliselerde bunlardan bol bol görebilirsiniz.

Bunun bir adım ilerisi de var.

Katolik bile olsa dünyanın birçok yerindeki kiliselerde, müzelerde Black Madonna isimli ilginç bir fenomen vardır. Black Madonna, Hz. Meryem’in ve bazılarında Hz. İsa’nın zenci olarak tasvir edildikleri tablo, heykel ve ikonlardır.

Ben Polonya’da, Çestahova isimli bir kentin tarihi bir kilisesinde, bu ikonlardan birini görmüştüm. Polonya, hattızatında Katolisizm’in tavan yaptığı bir ülkedir. Bu kiliseyi ziyaret ettiğimde kalabalık bir grup, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce sırtında haçı ile yürümesini tasvir ediyorlardı. Detayına girmeyeyim, bu yolculuğun on dört noktası incelikleriyle bilinir. Nerede sendeledi, nerede düştü, nerede yüzünü sildiler, vs. Yolunuz Çestahova‘ya düşer mi bilmiyorum, düşerse ve zamanlamayı tutturabilirseniz görün mutlaka.

Hz. Isa’nın yürüdüğü Eski Kudüs’teki bu yolun ismi Via Dolorosa’dır. Eğer Hamas İsrail’e girmeseydi, 2023 Ekim’de, Kudüs’te bu yolu şahsen görecektim. Bakalım bir daha denemeye ömrümüz yetecek mi…

İncil’de, özellikle dört kanonikal gospel’da İsa’nın fiziksel bir tasviri yoktur. Teninin bronz renkte, saçlarının da yün gibi olduğu ile ilgili bazı kayıtlar olsa da bu bilgilerden gerçeğe yakın bir İsa resmi çıkarmak olanaklı değildir.

Ancak inanç bazen insana görmek istediğini gösterebiliyor.

İslam’daki kutsal emanetler gibi Hristiyanlıkta da din ile ilgili önemli eşya ve silahlar bulunur.

Örneğin Hz. İsa’nın çarmıhta ölüp, ölmediğini anlamak için Romalı bir asker mızrağını İsa’nın vücuduna batırmıştır. Tarihin bir çok noktasında insanlar The Holy Lance isimli bu mızrağı bulduklarını idda etmişler, hatta bir papaz, yerden aldığı bir sopanın bu kutsal mızrak olduğunu idda ederek halk ve askerleri gaza getirmiş, haçlı ordusuna bir zafer kazandırmıştır.

Herkesin Hollywood filmlerinden bildiği ölümsüzlüğü bahşeden, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki son yemeğinde şarap içtiği The Holy Grail yani Kutsal Kase, yada İsa’yı vaftiz eden John The Baptist, yani Vaftizci Yahya (ki İslamda da çok önemli bir figürdür, Hz. Muhammed Miraç’a yükseldiğinde İsa ile birlikte Yahya ile konuşur) ‘nın kafatası, hep bu tür reliklerdir. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa bölgesini ve Yahudilerce kutsal sayılan Süleyman Tapınağı’nın son kalan bölümü olan Ağlama Duvarı’nı da Kudüs gezimizde görecektim. Off, çok üzüldüm bu geziyi ertelediğimize…

Hristiyanlıktaki bu kutsal eşyalardan biri de İsa’nın öldükten sonra sarıldığı örtüdür. Buna The Holy Shroud derler.

1300’lü yıllarda biri, üzerinde silik bir insan yüzü olan, ve İsa’nın çarmıha gerildiğinde çakılan çivilerin yerlerinde kan izi bulunan bir örtünün bu kutsal örtü olduğunu idda ederek ortaya çıkmış.

Silik insan silueti, gerçekten de İsa’nın yüzünü andırıyordu. Hz. İsa’nın fiziksel yüzünü bilmediğimizi söylemiştik. Öyleyse bu kimin yüzüydü?

Örtünün üzerindeki bu siluet, aslında pek de doğru olmayan, Hz. İsa’nın zamanın tablolarda tasvir edilen batılı yüzüne benziyordu.

Bu örtü 1300’lü yılların sonunda Savoy ailesinin eline geçti ve 1500’lü yıllarda Torino’ya getirildi. Bundan sonra da ismi The Shroud of Turin, yani Torino Örtüsü olarak kaldı.

O yıllarda bazıları, “Etmeyin, bu sahte” dese de, çoğunluk aslında inanmak istediği için, bu örtünün kutsal örtü olduğunu kabul ettiler.

1978’de bir bilim adamı örtünün üzerindeki siluetin ve kan lekelerinin inorganik renklendiricilerle boyandığını tespit etmiş. Ancak inancın gözü kördür, inananlar bu örtünün kutsal olduğuna inanmayı sürdürmüşler.

1988’de örtüye karbon testi yapmışlar. Örtünün 1300’lü yıllardan kalma olduğu anlaşılmış. Miladı başlatan kişinin buna sarıldığını varsayarsak, örtü kullanıldığı varsayılan tarihten 1300 yıl sonra yapılmış. Ama inananlar hala inanmaya devam etmiş.

Geçenlerde BBC’de bir belgesel izledim. Koca doktorlar, profesörler, bu örtünün gerçek olabileceğini, karbon testinin 1300 yıl yanılabileceğini bilimsel terimlerle anlatmaya çalışıyorlardı.

İnanç böyle bir şey işte. Yüzünün nasıl olduğunu bilmediğiniz birinin yüzünün yansıdığı idda edilen, bu insanın ölümünden 1300 yıl sonra yapılmış , kan olmayan bir boya ile kan izlerinin boyandığı, inorganik mürekkeple yüz siluetinin basıldığı bir örtünün, hala kutsal olduğuna inanabiliyor insanlar.

Vatikan bile yorum yapmayı bırakmış, herkes istediğine inansın diyor.

Bunda da bence sorun yok. İnanç inançtır. Doğruluktan değil, insanın inanmayı istemesinden kaynaklanır.

Örneğin Topkapı Sarayındaki kutsal emanetlerden Hz. Musa’nın Asa’sı sonucunda bir sopadır. Bunun Hz. Musa’nın Kızıldeniz'i ayırdığı, kayalardan su çıkardığı, yada yılana dönüştürdüğü asa olup olmadığını bilemeyiz. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in dişinin, hırkasının, sakalının, sancak-ı şerifin, Hz. Ali ve Hz. Ömer’in kılıçlarının da gerçek olduklarının bilimsel olarak kanıtlanması olanaklı değildir. Ancak Müslümanlar bunların gerçek olduğuna inanmışlarsa, ben kimim ki bu inanca şüphe ile yaklaşayım?

Saygı duymak durumundayız.

Artı, bunların gerçek olup olmamasının İslam dininin gerçekliği doğrultusunda bir önemi de yoktur. O kılıç örneğin Hz. Ali’nin değilse bu ne İslam İnancını, ne de Hz. Ali’yi küçültür. Torino’daki kutsal örtüye de bu açıdan bakmak gerekir.




Herneyse. teoloji ve dinler tarihine çok daldık. Günümüze dönelim.

Kutsal Örtü’nün bulunduğu Cappella della Sacra Sindone şapeli saray ve katedralin hemen bitişiğinde, ve tam anlamıyla bir sanat eseri.

Kutsal Örtü
Örtünün kendisini görmek mümkün değil elbette. %95 argon, %5 oksijen, hava ve kurşun geçirmez bir kutunun içinde. Sadece bu kutuyu görmek mümkün. Kutunun üzerinde ise özellikle yüzün belirgin bir biçimde gürülebildiği bir negatif fotoğraf var.

Dinlerle alakam olmadığını bilen sevgili kızım kilisedeyken sordu: “İsa’ya inanmıyorsun, niye heyecanla bunu görmek istedin?” Ona şöyle dedim “Dinsel değil, tarihsel önemi yüzünden”.

Bu konuyu bitirmeden önce son bir yan not. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa’nın lokasyonu, Hz. İsa’nın haçıyla birlikte yürüdüğü on dört istasyon ve Süleyman Tapınağının öyküsü, Kutsal Kase gibi konulardaki farklı görüşlerin çoğunun farkındayım, ancak yazıyı bir Tevrat/İncil/Kuran yorumuna çevirmemek için detaylarına girmiyorum. Belki başka bir baharda konuşuruz bunları.

Lozan’a makul bir saatte ulaşabilmek için Torino ziyaretimizi biraz kısa kestik. Ancak şu kadarını sizlere gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, bu kent tarihiyle, mimarisiyle, yemeğiyle, şarabıyla mükemmel bir destinasyon. Mutlaka görün.

Sevgi ile kalın❤️





Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...