25 Kasım 2024 Pazartesi

Kamp 'Atmak', Yemek 'Gömmek'

Abi artık bööğğğğk geldi. Her Türk gezgini vizesiz ve uçak bileti ucuz diye Belgrad'a, Tiflis'e, Üsküp'e gidiyor. İçim dışım Belgrad oldu.

Uzun süre yaşadığım Sırbistan hakkında söylediklerinin çoğu kulaktan dolma, Türklüğün gayreti ile doğuştan her şeyi bilirim, bilmesem de şeytani zekamla kıvırırım kaynaklı yalan yanlıs, zırva bilgiler.

Birisi öyle bir uydurmuş ki, meğer Belgrad'da "kırmızı" belediye otobüslerine "orta" kapıdan binersen bedava oluyormuş. Aman dikkat. Böyle yapar da yakalanırsa, şahıs annesinin cinsel organını görür, hem de tam orta kapıdan.

Birisi Zemun semtini Macarlardan kalma tarihi bir yer olarak anlatıyor. Zemun, çocukluğumun Çın Çın bağları gibi bir yerdir, yalnız gir, zor çıkarsın.

Başka birisi Sırpça öğretiyor. Jelena ile oturup, dakikalarca güldük. Meğer "merhaba", "zdrova" demekmiş, hayır da "nı". İlgilenirseniz doğruları "zdravo" ve "ne".

Belgrad'a sanki bir Avrupa kenti diyor, Belgrad Avrupa'da değilmiş gibi. Belgrad, malumunuz, Avrupa'nın göbeğindedir.

Bir de nasıl abuk bir Türkçe. Adam "Caddeleri çok güzel 'mimariler' sarmış" diyor, "tam karşıdaki 'mimarinin' fotoğrafını çektim" diye devam ediyor. Çok aciz, çok zavallı bir Türkçe bu. Adam 'mimari' kelimesini 'bina' zannediyor.

Bunlar kamp 'atıyor', yemek 'gömüyorlar'.

Henüz Gürcistan'ı görmedim ama görseydim, eminim bir bu kadar da onun için yazardım.

Eğitimin hali malum, ama bu kadarı çok geldi bana...

Kafası Kopmuş Tavuk

Sevgili arkadaşlar, malum konumuz nükleer ve Türkiye de yavaş yavaş uyanmaya başladı, ufak bir hatırlatma yapayım.

Herkesin ağzında bir "hipersonik" füze.

Sorunca cahilleri hepsi "Efendim hipersonik füze ses hızının 4-5 katında yada daha fazla hızla uçan füzedir" diyorlar.

Bu sözde akıl küpleri 1950'lerde yapılan en basit balistik füzelerin bile hedeflerine doğru dalışlarında hipersonik olduklarının farkında değiller.

Ancak bu füzeler adı üzerlerinde balistik füzelerdir. Yani öncesinde hesaplanmış bir balistik eğri ile hedeflerini bulurlar. Çok azı son anda rotalarında çok küçük değişiklikler yapabilirler.

O yüzden bu füzeler atıldıklarından bir kaç saniye sonrasında bütün rotalarını açık ederler ve bunları durduracak hava savunma sistemleri harekete geçer.

Bugünkü anlamında hipersonik füzeler ise balistik bir rota izlemezler. Hipersonik hızlarda bir seyir füzesi gibi manevra yapabilirler.

Rusların Dinipro'ya attıkları Oreşnik füzesi balistik füze olarak isimlendirilse de atmosfere girdikten sonra savaş başlığı sesin 10 katı hızında (Mach 10) kafası kopmuş bir tavuk gibi manevra yapabilmekte.

Yani savaş başlığı önceden hesaplanabilir balistik bir rota izlemiyor.

Bu nedenle Oreşnik, aslen hibrid balistik-seyir füzesi şeklinde sınıflandırılabilir.

Patriot'dı, S-400 dü, THAAD'dı, bütün anlı şanlı hava savunma sistemleri bu füzeyi göremez bile.

Anladık mı şimdi Avrupa niye panikte?

13 Kasım 2024 Çarşamba

Nükleer Senaryolar

Sevgili arkadaşlar, ben bir soğuk savaş çocuğuyum. Gençliğimin önemli bir bölümü her iki bloğun olası bir nükleer saldırısının tehdidi altında geçti.

O yüzden yapay zeka ile birlikte olası bir nükleer savaşı başlatabilecek senaryolara bakarken, çoğu için bir film yapıldığını farkettim.

Önceki yazılarda nükleer bir savaşın nasıl yapılacağını ve sonuçlarının neler olabileceğini gözden geçirmiştik. Çok fazla vakit kaybetmeden bir nükleer savaş nasıl başlayabilir, ona bakalım.

Nükleer savaş ihtimali, insanlık tarihinin en büyük tehditlerinden biri olarak kabul edilir sevgili arkadaşlar. Bu tehdit, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte azalmış gibi görünse de, günümüzde hala varlığını sürdürmektedir. Devletler arasındaki silahlanma yarışları, jeopolitik gerginlikler ve teknolojik gelişmelerle birlikte nükleer savaş riski belirli senaryolarda hâlâ gerçek bir tehlike oluşturmaktadır.

Bakalım bu senaryolar hangileridir.

1. Yanlış Alarm veya Sistem Hatası

İnanması ilk bakışta biraz güç gelebilir ama tarih boyunca, nükleer alarm sistemlerinde yaşanan yanlış alarmlar birçok kez nükleer bir savaşın eşiğine gelinmesine neden olmuştur.

Özellikle Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyetler Birliği’nin erken uyarı sistemlerinde yaşanan teknik aksaklıklar, her iki tarafın da yanlışlıkla karşılıklı olarak nükleer füze saldırısında bulunma korkusuna kapılmasına yol açmıştır.

Örneğin, 1983 yılında Sovyetler Birliği’nde bir erken uyarı sistemi, verileri yanlış yorumlamış ve ABD tarafından başlatılan bir saldırı yapıldığını düşünmüştü.

Eğer bu tür bir yanlış alarm günümüzde yaşanırsa, sistem hatası nedeniyle iki tarafın da ani ve karşılıklı saldırılara başvurması mümkündür.

2. Kasıtlı Saldırı ve Stratejik Hamleler

Nükleer savaşın başlaması ihtimali, bir devletin başka bir devlete karşı kasıtlı olarak nükleer saldırı gerçekleştirmesi durumunda oldukça yüksek bir senaryodur.

Kasıtlı bir saldırı, genellikle düşman ülkenin askeri veya stratejik bir tehdidine karşılık olarak yapılabilir. Özellikle bazı ülkeler, nükleer silahların caydırıcı gücünü kullanarak stratejik avantaj sağlamak isteyebilir.

Örneğin, bir ülke başka bir ülkenin nükleer gücünden endişe duyarak, popüler tanımıyla “preemptive strike” yani “önleyici saldırı” adı verilen bir stratejiyle hareket edebilir.

Bu durumda, saldırıyı gerçekleştiren ülke, düşmanının nükleer kapasitesini yok ederek kendini koruyabileceğini düşünebilir.

Bugün İsrail’in, İran’ın nükleer silah geliştirme olasılığına karşı yürüttüğü en temel strateji budur.

3. Bölgesel Çatışmaların Küresel Nükleer Savaşa Dönüşmesi

Bölgesel çatışmalar, bazen küresel güçler arasında bir nükleer savaşın kıvılcımını çakabilir. Özellikle Güney Asya, Orta Doğu ve Doğu Avrupa gibi bölgelerde meydana gelen çatışmalar, büyük güçlerin araya girmesiyle daha geniş çaplı bir savaşa dönüşebilir. Örneğin, Hindistan ile Pakistan arasında yaşanacak büyük bir kriz, bölgesel bir nükleer savaşın çıkmasına ve ardından diğer büyük güçlerin de bu savaşa müdahil olmasına yol açabilir. Böylesi bir senaryoda, nükleer silahların kullanımı bölgesel sınırları aşarak küresel çapta yıkıcı bir savaş haline dönüşebilir.

Ancak bu senaryonun gerçekleşmesine en yakın olasılık, Rusya ve Ukrayna arasındaki askeri çatışmadır.

4. Terör Örgütlerinin Nükleer Silah Elde Etmesi

Nükleer savaşın başlayabileceği diğer bir senaryo, terör örgütlerinin veya radikal grupların nükleer silah ele geçirmesi ve bu silahları kullanmasıdır.

Nicole Kidman ve George Clooney’in The Peacemaker filmini izlediniz mi?

Nükleer silahların veya nükleer malzemelerin yasadışı yollarla temin edilmesi, bu grupların eline geçmesi ihtimalini gün be gün artırmaktadır.

Terör örgütleri, siyasi amaçlarına ulaşmak veya korku yaymak amacıyla nükleer silahları kullanabilir. Bu tür bir saldırı, yalnızca bir şehri yok etmekle kalmaz, aynı zamanda dünya genelinde siyasi ve askeri dengeleri sarsarak nükleer silah sahibi ülkelerin birbirlerine karşı tetikte olmalarına neden olabilir.

Bu noktada nükleer silahların, terör örgütlerinin eline yasadışı yöntemlerle geçmesi de gerekmiyor. Nükleer silahlara sahip A ülkesi, gıcık olduğu B ülkesine zarar vermek için el altından, B ülkesine karşı mücadele eden terör örgütlerinden birine bir atom bombası verebilir.

5. Yükselen Teknolojik Tehditler ve Siber Saldırılar

Bu senaryoya biraz dikkatli bakalım sevgili arkadaşlar.

Günümüzde siber güvenlik, nükleer güvenlik kadar önem kazanmaktadır. Nükleer sistemlerin güvenliği, olası bir siber saldırı karşısında tehlikeye girebilir. Eğer bir düşman devlet veya bir siber suç örgütü, bir ülkenin nükleer füze sistemlerini ele geçirip onları ateşleyebilir ya da yanlış alarmlar vererek ülkeler arasında yanlış anlaşılmalara yol açabilir. Bu tür bir siber saldırı, yanlış bilgiyle beslenen bir ülkenin kendini savunmak için nükleer saldırıya başvurmasına yol açabilir. Böyle bir senaryo, nükleer savaş riskini artıran modern tehditler arasında sayılmaktadır.

Buradaki kritik nokta, nükleer bir savaşı başlatmak için James Bond tarzı casusluğa, yada Rusya-Ukrayna savaşı gibi on binlerce askerin, uçağın, tankın katıldığı askeri harekatlara gerek olmamasıdır.

Bir laptop bilgisayar ve orta ayarda bir İnternet bağlantısı teknik olarak bir nükleer savaşı başlatabilir.

6. Yoğun Silahlanma Yarışı ve Yanlış Algılamalar

Silahlanma yarışları, ülkelerin kendilerini güvende hissetmemelerine yol açabilir. Eğer bir ülke, komşu veya rakip ülkelerin nükleer silahlarını artırdığını görürse, bunu tehdit olarak algılayabilir ve önlem almak adına nükleer silah geliştirmeye veya var olan kapasitesini artırmaya yönelebilir. Bu tür bir rekabet, ülkeler arasında yanlış anlaşılmalara ve gerginliğe neden olabilir. Eğer bir ülke, rakip ülkenin nükleer kapasitesini kendisine yönelik bir saldırı hazırlığı olarak algılarsa, bu algılama nükleer bir karşı-saldırıyla sonuçlanabilir.

7. Nükleer Silahların Yayılması (Proliferasyon)

Nükleer silahların yayılması, bu silahların daha fazla ülkenin eline geçmesine neden olur ve risk faktörünü artırır. Nükleer silaha sahip ülkelerin sayısındaki artış, dünya genelinde istikrarsızlık yaratabilir ve nükleer bir savaş riskini tetikleyebilir. Bu durumda, her bir ülke, diğer ülkelerin nükleer gücünden endişe duyarak kendini koruma amacıyla saldırıya geçebilir. Özellikle yönetim yapısı istikrarsız olan veya siyasi kriz yaşayan ülkelerin nükleer silahlara erişimi, bu ülkelerin nükleer silahları sorumsuzca kullanma ihtimalini artırır.

8. Büyük Güçler Arasında Jeopolitik Çatışmalar

Dünya genelinde yaşanan jeopolitik gerginlikler, büyük güçler arasında nükleer bir savaşın başlamasına yol açabilir. Örneğin, ABD ve Çin arasındaki Pasifik bölgesindeki stratejik çekişmeler veya NATO ile Rusya arasındaki Doğu Avrupa’daki gerilimler nükleer bir çatışmaya dönüşebilir. Bu tür jeopolitik çatışmalar, her iki tarafın da nükleer gücünü bir tehdit unsuru olarak kullanmasına yol açabilir ve yanlış bir hamleyle nükleer savaş tetiklenebilir.

Rusya-Ukrayna, Çin-Taiwan…

9. Yanlış Politik Liderlik veya Abartılı Kararlar

Nükleer silah kullanma yetkisine sahip liderlerin kararları, nükleer savaşın patlak vermesinde kritik bir role sahiptir. Eğer bir lider, diplomatik kanalları ve barışçıl çözümleri göz ardı ederek saldırgan bir politika izlerse, nükleer silahların kullanılması ihtimali ortaya çıkabilir. Özellikle kriz durumlarında yanlış bir değerlendirme veya ani bir öfke patlaması, nükleer düğmeye basılmasına neden olabilir. Bu durumda, diplomasi yerine askeri gücün ön planda tutulması, nükleer savaşın başlamasını hızlandırabilir.

Neyse ki bundan endişelenmemize gerek yok. Biden, akli melekeleri yerinde, tutarlı bir lider. Onu izleyen Trump ise başka bir sükunet, aklı-selim ve tutarlılık abidesi. Fransa başkanı Macron, ileri görüşlülüğün ve devlet adamlığının yeryüzündeki temsili. Eminim ismini bilmediğim İngiltere Başbakanı da en az bunlar kadar güvenilir biridir. Aralarındaki en sağlam isim ise Netanyahu. O oldukça korkmayın. Bir de Kuzey Kore lideri Roket-Adam var, ona da ne diyelim, bilemedim. Xi ile Putin’in yorumunu da sizlere bırakıyorum.

10. Kitle İmha Silahlarının Kombine Kullanımı

Nükleer savaşın başlamasına yol açabilecek bir diğer senaryo, kitle imha silahlarının bir arada kullanılmasıdır. Nükleer, biyolojik veya kimyasal silahların bir arada kullanılması, devletleri kendilerini korumak için nükleer silahlara başvurmaya zorlayabilir. Örneğin, biyolojik bir saldırıya maruz kalan bir ülke, bu saldırıya karşılık olarak nükleer silah kullanma kararı alabilir. Bu tür bir durum, bölgesel bir çatışmanın nükleer savaşa dönüşmesine neden olabilir.

Gelelim sonuca.

Gördüğümüz gibi kendimizi yok edecek bolca nükleer senaryo var.

Nükleer savaşın patlak verebileceği bu senaryolar, modern dünyanın karşı karşıya olduğu büyük riskleri gözler önüne sermektedir.

Bu tehlikelerin önüne geçmek için devletler arası diplomasi, silahların kontrolü ve nükleer silahsızlanma çalışmaları büyük önem taşır.

Barışçıl çözümlere ve karşılıklı anlayışa dayalı bir dünya düzeni, nükleer savaş riskini azaltmanın en etkili yoludur.

Bunu elde etmenin ise tek bir yöntemi var.

Kime oy verdiğinize dikkat edin.

Çok içinizi karattım ama ne yapalım. Gerçek böyle bir şey.

27 Ekim 2024 Pazar

Nükleer Strateji

Dünyada dört tür insan vardır sevgili arkadaşlar.

Bunların ilki, etrafında olan biten hiç bir şeye kulak asmaz. Dünya yansa umurunda değildir.

Bunun tam aksi ikinci tür de aklına gelen her şeyi kafasına takar. Huzur nedir bilmez. Onlar için her şey bir felakettir.

Üçüncü tur ise ukaladır. Etrafında olan bitenin farkında bile değildir, ancak her şeyi bildiğine inanır. Bu insanlar çok konuşur, çok yanılır. Evrenin en can sıkıcı, en sinir bozucu canlılarıdır.

Dördüncü tür ise soğukkanlıdır. Etrafında olan biten iyi ve kötü şeylerin farkındadır, ancak panik yapmaz. Çok şey bilse de, aslında ne kadar az bildiğinin farkındadır. Bilmeden konuşmaz, konuşmadan önce düşünür ve öğrenir.

Şimdi sizlere bu türlerin hangisinden olduğunuzu sormayacağım. Hepimiz zaman zaman bu dört anlayışın arasında gider, geliriz. En sık hangisinin yakınında kalıyorsak, kendimizi o türden sayabiliriz.

Kendimi dördüncü gruba yakın hissederim. Ama bu yazıyı sanki daha ziyade ikinci grup damarımdan yazıyorum. Bu yazıyı yazarken kesinlikle üçüncü grubu hedeflemiyorum. Bu tür ukalalığın tedavisi bence olanaklı değil. Bu sebeple Türkiye’nin dörtte üçü bu yazıyı okumasa da olur. Hedefim ikinci grup da değil. Onlar zaten panikteler.

Hedefim tedavi edilebilir durumdaki umursamaz kitle, yani birinci grup. Onların biraz dikkatini çekebilirsek, bu konuya ilgi ve önem gösterecek gibiler.

Konumuz, gitgide yaklaştığımız nükleer kıyamet elbette.

ABD, nükleer silahları İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Sovyetler ise bundan çok kısa bir süre sonra elde etmişti.Termonükleer silahların da ortaya çıkmasıyla, her iki blok da, bırakın sadece rakip bloğu, tüm dünyayı yok edecek güçte bombaları imal ettiler.

İlk başlarda nükleer silahlar bomba biçiminde, uçaklar tarafından hedef kentin üstüne getirilip, bırakılıyordu. Haliyle zahmetli bir yöntemdi bu. Bir kere uçaklar çok büyük oldukları için sadece uzun pistlerden havalanabiliyorlardı. Uçağa nükleer silahların ve yakıtı yüklenmesi, uçağın hedefine ulaşması falan uzun zaman alıyordu. Çoğunlukla yavaş olan, özellikle ilk nesil bombardıman uçakları interceptor, yani önleme uçakları için kolay birer hedef oluyordu. Bu yüzden bir ara, 7 gün 24 saat, nükleer bomba taşıyan uçaklar, kuzey kutbunun üzerinde dönüyorlardı - ki bir nükleer saldırı esnasında tam Amerikadan kalkıp, Rusya’ya ulaşmak için gerekli zaman kısalsın diye.

Daha sonra nükleer silahları kıtalar arası balistik füzelere taktılar. Bu füzeler atmosferin dışına çıkıp, önceden hesaplı balistik bir rotayı izleyerek, hedeflerine ulaşıyorlardı. Özellikle atmosferin ötesine çıkan türleriyle bu roketler çok çok yüksek hızlara ulaşabiliyorlardı. Orta menzilli, kıtalararası sayılmayacak bir Jüpiter füzesi bile hedefine çarptığında saatte 20 bin kilometre hızındaydı. Bu hızlardaki bir füzeyi, o günkü teknoloji ile durdurmak mümkün değildi.

İlk nesil kıtalararası balistik füzelerin sorunu bunların atışa hazırlanması için gerekli zaman ve tesisatı.

Bu füzeler sıvı yakıt kullanıyorlardı. Yanıcı olarak bir tür hidrojen, bunu da yakmak için sıvı oksijenin atıştan önce füzeye yüklenmesi gerekiyordu. Bu yakıtların her ikisi de önceden füzelere yüklenip, bırakılmayacak kadar dengesizdi. Oksijeni ise sıvı halde tutmak için çok düşük derecelere kadar soğutmak gerekiyordu. Eğer füzeler bu iki yakıt ile doldurulup, beklenirse, zamanın ilerlemesiyle yakıt dengesizleşip, patlamaya meyili oluyor, oksijen ise devamlı buharlaştığı için yenilenmesi gerekiyordu.

O yüzden haydi deyince, örneğin yine bir Jüpiter füzesini yakıtla doldurup, atışa hazırlamak yaklaşık otuz, geniş anlamda sıfırdan ateşlemeye kadar da yaklaşık altmış dakika alıyordu.

Sıvı yakıtlı füzelerin başka bir sorunu da bunların depolanıp, servislenmesi ve atışı için gereken büyük silolardı. Soğuk savaş sırasında her iki blok da diğerinin silolarının yerlerini bildiklerinden bu alanlar ilk saldıran taraf için kolayca ortadan kaldırılabilecek birinci sınıf hedef durumunda kalıyorlardı.

Her ne olursa olsun bu ilk nesil füzeler insanlı uzay programlarının da temeli oldular. Rus R7 füzesi ve bunun türevleri olan Vostok füzeleri ilk yapay uydu olan Sputniki, uzaya gönderilen ilk insan olan Yuri Gagarini ve bugün bile Amerikalı astronotları uzaya, Uluslararası Uzay İstasyonu’na, taşıyor.

Özetlersek, nükleer silah taşıyan uçaklardan sonra sıvı yakıtlı balistik füzeler ikinci bir taşıma yöntemi oluşturmuşlardı.

Nükleer silahların hedeflerine taşınması ile ilgili gerçek devrim, sıvı yerine katı yakıtlı roketlerin geliştirilmesiyle oluştu.

Katı yakıtlı roketler öyle kendi başlarına bırakıldıklarında, yada sarsıldıklarında, taşındıklarında falan kendi kendilerine patlamıyorlardı. Uzun süre sorunsuz saklanabiliyor, uzun sayılabilecek ateşleme süreçlerine gerek duymuyorlardı.

Şeytanca bir akıl bu katı yakıtlı füzeleri denizaltılara yerleştirdi.

Bu denizaltılar öyle lanet savaş araçlarıdır ki, özellikle nükleer güçle çalışanları kontağı kapatıp, aylarca okyanusun dibinde kalabilirler. Bu durumda tespit edilebilmeleri neredeyse imkansızdır. Bu nedenle her iki blok da katı yakıtlı balistik nükleer başlıklı füze taşıtan denizaltılarını birbirlerinin kıyılarına yaklaştırıp, park ettiler. Mesafe kısaldıkça cevap verme süresi kısaldığından, bu denizaltılar çok kudretli bir ilk saldırı silahı haline geldiler.

Özellikle Sovyetler katı yakıtlı kıtalararası balistik füzeleri silolar yerine trenlere ve hatta kamyonlara yükleyip, dünyanın en büyük ülkesi olan Rusya'nın içlerine dağıttılar. Artık Amerikalılar'ın hedef alabileceği sabit füze siloları kalmamıştı.

Bombardıman uçaklarının menzilleri uzadı. Stealth yani düşük görünebilirlik özelliği de eklenince yeni nesil bombardıman uçakları özellikle NATO için denizaltılar kadar tehlikeli hale dönüştü.

Bu noktaya kadarki tüm nükleer silahlar şehirleri yönetmek, insanları öldürmek için tasarımlanmıştı, bu yüzden de çok hassas olmaları gerekmiyordu. Örneğin Hiroşima’ya atılan atom bombasının bir kilometre sağa yada sola düşmesinin belirli bir sonucu yoktu. Her olasılıkta yine şehir yok olacak, yine, hemen hemen aynı sayıda insan patlama ve radyasyon sonucunda ölecekti.

Teknolojinin gelişmesiyle bomba ve roketlerin hassasiyetleri bir kaç metreye kadar düştü. Özellikle askeri hedeflere bu hassasiyetle yapılacak bir kaç kiloton gücünde, düşük sayılabilecek bir etkinlikteki nükleer silah bütün askeri birliği yok edebilecek, bu arada sivilleri ve şehrin alt yapısını yok etmeden bir askeri üstünlük sağlayabilecekti.

Bu tür hassas ama güçleri göreceli olarak düşük silahlara Taktik Nükleer Silah dediler. Bunlar bir top mermisine bile koyulup atılabiliyordu. Taktik ve taktik olmayan, yani eksik tanımıyla stratejik nükleer silahlar da bugünün teknolojisiyle F-16 gibi basit ve küçük uçaklardan atılabilmekte.

Yani günümüzün canavarlarının elinde dünyayı yok edecek kadar güçlü ve bunları sorunsuz olarak istedikleri hedeflere gönderebilecek kadar çeşitli yöntemler bulunmakta.

Ancak bu silahlar hangi koşullarda, neye göre ve kime karşı kullanılabilecek? Yazımızın konusu aslında bu.

Öyle ya, mesela Küba krizi esnasında Kruşçev, Kennedy’nin anasına küfretseydi, Kennedy bu silahları Ruslar’a karşı kullanabilecek miydi?

İkinci Dünya Savaşı esnasında nükleer silahları kullanmanın şartları yada yöntemleri gibi kavramlar yoktu. Zaten üç tane atom bombası yapılmıştı, bunlardan ilkini New Mexico’da deneme amaçlı patlattılar, geri kalan ikisini de başkanın oluruyla Hiroşima ve Nagasaki’ye attılar.

Nükleer silahların sayısı ve bunların hedeflerine gönderilme sistemleri geliştikçe, hen NATO, hem de Sovyet Bloğu bu silahların ne zaman, hangi koşullarda kullanılabileceğini bir kurallar dizinine bağladılar.

Kavramlarda kaybolmayalım. Basitçe anlatırsak, ana hatlarıyla nükleer silahların hangi amaçlı yapılacağına yada kullanılacağına Nükleer Strateji, bu stratejinin detaylandırılmış haline de Nükleer Doktrin derler.

Soğuk savaş boyunca her iki blok da neredeyse aynı nükleer stratejiyi izlediler. Buna kısaca Mutually Assured Destruction dediler, yani Karşılıklı Garantilenmiş Yok Olma. Mutually Assured Destruction sözcüklerinin ilk harfleri olan MAD da ironik bir biçimde “deli -lik” anlamına gelir.

Bu strateji çok basit olarak taraflardan herhangi birinin nükleer silah kullanması halinde diğerinin karşılık vermesiyle her iki tarafın (ve dünyanın geri kalanının) yok olması demekti. Yani gerçek anlamda bir delilik.

MAD, nükleer silahların bir caydırıcılık yani deterrence aracı olmasını öngörüyordu. Yani nükleer silahlar kullanılmak için değil, karşı tarafın kullanmasını önlemek için yapılmıştı.

Soğuk savaş esnasında NATO’nun nükleer doktrini ise ilk vuruş esasına dayanıyordu. konvansiyonel yada nükleer bir Sovyet tehditi yada saldırısı esnasında tüm nükleer kapasitesini Sovyetlere karşı kullanacaktı.

Sovyetlerin nükleer doktrini ise NATO’yu yok etmeye yönelik bir karşı saldırı etrafında şekillenmişti. Yani eğer NATO nükleer silah kullanırsa biz de kullanırız diyorlardı.

İşte Rusya’nın bu doktrini Eylül 2024’de ciddi bir değişime uğradı.

İlkin Belarus, Rusya’nın nükleer korumasına girdi. Artık Belarus’a yönelik nükleer bir tehdit karşısında Rusya nükleer silahlarını kullanabilecek.

Ancak en önemli değişiklik Rusya’nın kendisine karşı nasıl bir saldırı halinde nükleer silahlarını kullanabileceği konusunda.

Nükleer silahlar eskiden sadece Rusya devletinin tehlikede olması halinde kullanılabilecekken, şimdi kullanım şartı Rusya’nın egemenliğine “kritik bir tehdit” oluştuğunda kullanılabilir haline dönüştürüldü. “Egemenliğe yönelik kritik bir tehdit” çok belirsiz/muğlak bir tanımdır. Hemen her türlü tehdit algısı “kritik” sayılabilir.

Yine eskiden balistik füze ve stratejik bombardıman uçaklarının saldırısı karşısında kullanılabilecek nükleer silahlar bugün her türlü uzay, uçak ve IHA/SIHA saldırısı sonucunda kullanılabilecektir. Bu cümleyi lütfen bir kez daha okuyun. Bu değişikliğin sonucunda Rusya’ya yapılacak saldırının nükleer olması gerekmiyor. Her türlü konvansiyonel bir saldırının kritik bir tehdit sayılması halinde Rusya’nın nükleer silahlarla cevap vereceğini öngörüyor.

Ve yine çok önemli bir değişiklik, eskiden nükleer silahların sadece nükleer silah sahibi ülkelere karşı kullanılacağı öngörülmüşken artık nükleer silaha sahip olma şartı ortadan kalkıyor. Nükleer silahı olsun olmasın, Rusya’ya yapılam bir saldırıya ortak yada destek olmak nükleer silahların kullanılabilmesine kapı açıyor. Bundan ağzı yanacak ülkeler başta Almanya, Polonya, Romanya gibi ABD yalakası wannabe NATO ülkeleri ile çok isterseniz Türkiye. Unutmayalım, Rusya’ya yapılan saldırılarda Türk yapımı IHA’lar kullanılmakta. Ukrayna ordusunda Türk yapımı zırhlı araçlar, donanmasında ise Türk yapımı MILGEM sınıfı askeri gemiler var.

İşte Türkiye’nin yarısı Özgür Özel’in ceketiyle ilgilenirken bunlar oldu.

Devam edeceğiz…

19 Ekim 2024 Cumartesi

Salak...

Sevgili arkadaşlar, biliyorsunuz neredeyse otuz yıldır İsviçrede yaşıyoruz. İsviçre dünyanın en güzel, en müreffeh ülkelerinden birincisi değilse bile biri.

Ancak Türkiye’deki popüler anlayışının aksine, İsviçre salakların yaşadığı bir ülke değil.

İzah edeyim.

Türkiye’de ne zaman bir işim olsa, İsviçre kodlu bir telefon numarasından aradığımda karşımdaki adam “Bu İsviçre’de yaşıyor, hem parası vardır, hem, de salaktır” deyip, aklın, insafın dışında isteklerde bulunuyor.

Örnek mi? Buyrun…

Postaneden ayda bir kez bir paket alıp, bana göndermek için ne istersin dedim, bir arkadaşın arkadaşına. Adam bin Euro dedi!

Bin Euro!

38,000 TL!

Ayda bir kez postaneye gitmek için!

Salak herif farkında değil ne dediğinin. Sadece ben değil, tüm bir İsviçre halkı bin Euro kazanmak için günlerce ter döküyor. Ama bu cengaver “cin”. Salla gitsin amk, nasılsa İsviçreli, vardır parası bunun.

Adıma yanlış fatura düzenlenmiş. Habire her ay email ile şunu öde, bunu öde diye mesaj geliyor. Bak kardeşim, son beş senedir Türkiyeye bile gelmiyorum, niye bunları bana gönderiyorsunuz diye soruyorum, karı bana "Beyefendi zaten İsviçre’de yaşıyorsunuz, sizin için üç kuruş para, ödeyin, biz sonraki ayları düzeltiriz" diyor.

Buralarda bir iki uyuşturucu müptelası tanıyorum, hiçbiri bunlar kadar uçmamış.

Bir maliyet hesaplaması istedim geçenlerde. Yüz dolar! İsviçre dünyanın en pahalı ülkesi, yemin ediyorum bu kadar ödemezsiniz. Ödedim tabii. Ama bir daha mı? Sktrsinler…

Taksiye biniyorsunuz, adam geçiriyor. Bir çay takımı alayım diyorsunuz, adam geçiriyor.

Sadece bizim memleket değil. Jelena’yla tanışana kadar Sırbistan’da elektrik ve su parasını bile duble ödüyordum.

Başınızı ağrıtmayayım.

Kimse yurt dışında yaşıyor diye salak değil.

Etmesin bu cahiller. Kendi işlerini öldürüyorlar.

5 Ekim 2024 Cumartesi

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasında sosyalist bir yönetim kurmuştu.

Bu ABD’nin anasına küfretmek gibi bir şeydi.

Amerikalılara göre orta ve güney Amerika onların oyun bahçesidir. Kendilerini buraların sahibi zannederler, bu bölgenin insanlarıyla dalga geçerler, kısaca kafalarında kurdukları üstünlüğü bu bölge ve insanlarına projekte ederler. Bir de Küba gibi taş atımı, burunlarının dibindeki bir ülkede sosyalist bir yönetim kurmak, Ruslarla flörte başlamak falan, ayy…

Fidel, üstüne ülkedeki Amerikan şirketlerine el koyup, sahiplerini kovalayınca CIA hemen bu yönetimi devirmek için harekete geçti.

Devrimden sonra Kübadan kaçmış 1400 Kübalı sürgünü Nikaragua ve Guatemala’da eğittiler.

17 Nisan 1961'de sürgün ordusu, CIA'nın desteğiyle Küba’nın güneyindeki Bay of Pigs, yani Domuzlar Körfezi'ne çıkarma yaptı. Ancak operasyon başından beri çeşitli sorunlarla karşılaştı. Castro hükümeti, çıkarma yapılacağını önceden öğrenmişti ve bu nedenle bizzat Fidel’in yönettiği Küba kuvvetleri çok hızlı bir şekilde karşılık verdi. ABD, operasyonun başarılı olabilmesi için hava desteği sağlayacağını söylemişti, ancak bu destek yeterince etkili olamadı. Hava kuvvetlerinin başarısız olması ve sürgün ordusunun yeterli donanıma sahip olmaması nedeniyle operasyon üçüncü günün sonunda başarısızlıkla sonuçlandı. Sürgünler ordusunun 100’ü öldü, 1200’ü esir düştü.

ABD’nin yaptığı bu saçmalık Küba’yı Sovyetler Birliği’ne çok daha fazla yaklaştırdı.

Sovyet lider Nikita Kruşçev, ABD'nin Küba’yı yeniden işgal etmeyi deneyebileceği endişesiyle Küba'ya nükleer füze yerleştirme kararı aldı. Bu adım, takdir edersiniz ki, Sovyetler Birliği'nin Batı Yarımküre'deki etkisini artırmak ve ABD'nin yakınındaki Küba'da nükleer bir caydırıcılık oluşturarak Amerika'daki nükleer dengeyi değiştirme amacı taşıyordu.

Ha, bir de ufak bir ayrıntı, ABD İtalya ve Türkiye’ye Jüpiter orta menzilli nükleer füzelerini yerleştirmişti. Moskova falan hep bu füzelerin menzili içinde kalıyordu. Sovyetler elbette böyle bir tehdite karşı kayıtsız kalmayacaklardı.

14 Ekim 1962’de, bir U-2 casus uçağı Küba üzerinden uçarak, yapım halindeki nükleer füze rampalarının fotoğraflarını çekti.

Amerika’nın bu denli yakınında konuşlu nükleer füzeler gerçekten kabul edilebilir gibi değildi. Malumunuz, Amerika kendi yaptığında bir şey olmaz ama başkası aynı şeyi kendisine yaptığında şarlar.

ABD’nin her şehri bu füzelerin menzili içerisinde kalmaktaydı. Eğer füzeler kullanılsaydı, Amerikalıların bırakın karşılık vermeyi, bu füzelerin ateşlendiklerini farkedecek kadar bile zamanları olmayacaktı.

ABD Başkanı John F. Kennedy, 22 Ekim 1962'de televizyondan bir ulusa sesleniş konuşması yaparak, Sovyetler Birliği'nin Küba'ya nükleer füze yerleştirdiğini açıkladı. Kennedy, bir ultimatomla Sovyet füzelerinin Küba'dan kaldırılmasını talep etti ve daha fazla Sovyet askeri malzeme gönderilmesini engellemek amacıyla Küba'ya yönelik bir deniz ablukası ilan etti.

Bu arada bir Sovyet filosu Küba’ya doğru ilerlemekteydi. Kennedy “Bak gelmeyin yoksa…” diye hırladı. Kruşçev da “Sana ne lan!” diye karşılık verdi. Sinirler gerildi, söylemler sertleşti.

22 Ekimde ABD ordusu DEFCON 3 konumuna geçti. Tom Clancy, Jack Ryan filan okuyorsanız bilirsiniz. DEFCON, Defence Readiness Condition’ın kısaltılmasıdır ve savaşa hazırlık düzeyini belirler. DEFCON 3 seviyesinde özellikle hava kuvvetlerinin nükleer bombardıman uçakları harekata hazır hale getirilir.

24 Ekim 1962'de ABD Hava Kuvvetleri, tarihindeki ilk ve tek olmak üzere DEFCON 2'ye geçti. Bu, nükleer savaşın hemen eşiğinde olunduğu anlamına gelir. Stratejik Hava Komutanlığı'ndaki (SAC) bombardıman uçaklarına nükleer silahlar yüklenir ve 15 dakikada kalkışa hazır durumda tutulur.

Bir kez daha söylemiş olalım. DEFCON 2’nin tarihte ilk ve tek örneği var. O da Küba Füze Krizi zamanları. Bir sonraki aşama olan DEFCON 1 zaten savaş fiilen başladı demek.

Şimdi sıkı durun. DEFCON 2’ye geçilmesinden üç gün sonra, yani 27 Ekimde öyle bir şey oldu ki, dünya nerelerden döndü, hepimiz çok iyi anlayacağız.

B-59 kod numaralı bir Sovyet denizaltısı ablukayı kontrol eden Amerikan gemilerinin yakınlarında devriye geziyordu. Denizaltı o kadar derinlerdeydi ki, Sovyet filosu ile herhangi bir haberleşme imkanı yoktu.

Ve bu denizaltının nükleer bir torpidosu vardı.

Nükleer torpidolar, uçlarına gerçek anlamda bir atom bombası takılmış, özellikle uçak gemilerine karşı kullanılan silahlardır. Eğer gerçek bir uçak gemisini yakından gördüyseniz, bunu sadece nükleer bir silahın batırabileceğini çok daha iyi anlarsınız. B-59’un taşıdığı nükleer torpido, tüm bir uçak gemisi görev gurubunu toptan batıracak kadar güçlüydü.

ABD donanması B-59’u tespit etmişti. Amerikan savaş gemileri, Sovyet denizaltısının nükleer bir silah taşıdığının farkında olmadan, onu yüzeye çıkarmak için sadece gürültü çıkaran sualtı bombaları atmaya başladılar.

B-59 uzun süredir dünya ile ilişkisi kopmuş bir durumda, su altındaydı. Oksijen stokları bitmeye yakınlaşmış, kliması bozulduğundan ısı tahammül edilemeyecek düzeylere yükselmiş, personeli ise fazlasıyla yorgun ve gergin bir hale gelmişti.

Bütün bunların üzerine sağlarında sollarında patlayan su bombaları da eklenince, personel yüzeyde savaşın başladığına kanaat getirdi. Karşılık verip, vermemeyi tartışmaya başladılar.

Donanma yönetmeliği, olağanüstü durumlarda nükleer bir silahın kullanımını gemide bulunan üç subayın oy birliği ile alacağı bir karara dayandırmıştı.

Kaptan Valentin Savitsky sıkalım dedi. Polit Subay Ivan Semonoviç Maslennikov da sıkalım anasını satayım dedi.

Sevgili arkadaşlar aşağıdaki isme dikkatle bakın.



Vasily Arkhipov

Filo komutanıydı.

Eğer bugün ben bu yazıyı yazabiliyor, sizler de okuyabiliyorsanız, bunu Vasily Arkhipov’a borçluyuz.

Arkhipov, Bütün riskleri göze alarak nükleer torpidonun kullanımına hayır dedi. Dünya da yok olmaktan kurtuldu.

Sovyetler eğer nükleer silah kullansalardı çok büyük olasılıkla Amerikalılar buna karşılık verecek, Ruslar da bunu haliyle eskale edecek, sonunda da topyekün bir nükleer savaş çıkacaktı.

B-59 yüzeye çıkacağını bildirdi, ABD donanması da müdahale etmedi ve denizaltı geri, Rusyaya doğru yola koyuldu.

Şimdi size söyleyeceklerime lütfen dikkat edin.

O zamanki Sovyet Nükleer Doktrini, sahadaki hiç bir komutana nükleer bir silahı kullanma yetkisi vermiyordu. Bu kararı sadece Moskova’daki siyasiler verebiliyordu. B-59 olayında üç subayın yetkisine bırakılan nükleer silah kullanımı sadece topyekün bir savaş başladığında ve Moskova ile haberleşmenin kesildiği - başka bir deyişle Moskova’nın yeryüzünden silindiği durumlarda mümkün olabiliyordu.

Ve yorgun, bitkin, sıcaktan bunalmış bir grup denizci bu koşulların gerçekleştiğine inanabilmişti.

Herneyse...

Küba Füze Krizi sonunda Sovyetlerin Küba’daki, Amerikalıların da Türkiye’deki nükleer füzelerini kaldırmayı kabul etmeleriyle sonuçlandı. Amerikalılar da Küba'yı rahat bırakacaklarının garantisini verdiler.

1960’lardan Sovyetlerin dağılmasına kadar nükleer silahların sınırlandırılması çerçevesinde yapılan tüm girişimlerin en önemli tetikleyici unsurlarından biri Küba Füze Krizi olmuştu.

Bu olaydan sonra diplomasinin ve iki blok arasında haberleşmenin önemi anlaşılmış, her iki taraf da geçmişe göre çok daha dikkatli davranmaya başlamıştı.

Ta ki Sovyetlerin dağılıp, Amerikalıların kendilerini dünyanın sahipleri zannetmeye başladıkları döneme kadar.

Küba Füze Krizi esnasındaki iki önemli lider, Kennedy ve Kruşçev, akılları yerinde iki siyasetçiydi.

Şimdilerde nükleer silah sahibi ülkelere bakalım. Haftanın hangi günü olduğunu bilmeyen, havayla tokalaşan, dementia hastası Biden’lı ABD, anası yaşında öğretmeniyle evli, boks eldivenleriyle poz veren Macron’lu Fransa, iki yılda bir başbakan değiştiren İngiltere, Netanyahu gibi soykırımcı bir ruh hastasının yönetimindeki İsrail, Roket Adam Kim’li Kuzey Kore, Pakistan, Hindistan, bir de Putin’li Rusya ile Jinping’li Çin elbette. Sadece kendi fikrimi söylüyorum, bu son iki lider bana hepsinden çok aklı selime sahip izlenimini veriyor.

Bu listeye bir de İran ekleniyor ki…

Neyse, bu konuya sonra daha detaylı geleceğiz.

Şimdilik şunu hatırlayalım.

Küba Füze Krizi’nin sürdüğü on üç gun içerisinde dünya yok olmaya çok ama çok yaklaştı. Belki bunu sadece bir ağızdan çıkan bir “Hayır” sözcüğü durdurdu. Dünyanın yok olması öyle ölçülüp, biçilip, üzerinde uzun uzun düşünülüp verilen bir kararla gerçekleşmiyor işte. Neredeyse bir denizaltıdaki bozuk bir klima ve yeteri kadar votka içememiş yorgun bir grup Rus askeri bile kıyameti başlatabiliyor.

Devam edeceğiz.

2 Ekim 2024 Çarşamba

Çekirdekteki Güç

Bazen şaka ile karışık E=mc2 denklemini konu içerisinde kullanırız. Albert Einstein isimli bir dahinin beyninden çıkmadır bu evrenin temeli denklem.

Bu denklemin özü, enerjinin oluşması için bir miktar maddenin yok olmasıdır. Her dönüşen birim madde, ışık hızının karesi kadar miktarda bir enerji oluşturur. 

Maddenin kaybı yada yok olması tanımı aslen yanlıştır, çünkü, madde yok olmaz, sadece enerjiye dönüşür. İşin daha da doğrusu, madde ve enerji aynı şeylerdir, sadece birbirlerinin farklı formlarıdır

Etrafınızda gözlemlediğiniz her tür enerji, belirli bir miktarda maddenin dönüşümünden yaratılır. Enerji oluşumunun başka bir yolu, yöntemi yoktur. Varsa da biz bilmiyoruz.

Araba motorunu döndüren enerji benzinle oksijenin karışması ile ortaya çıkar. Oksijenle karışmak, yani reaksiyona girmek, yanma anlamına gelir. Yanmadan önceki benzin ve oksijenin ağırlığı yanmadan sonra ortaya çıkan gazların ağırlığından biraz daha fazladır. Aradaki fark ise arabayı yürüten enerjidir.

Bu evrensel kural her türlü enerji için geçerlidir. Kaslarınız aynı benzin misali karbon ve oksijeni karıştırıp yakarak enerji oluşturur. Tepeden aşağı yuvarladığınız taş, aynı taşı tepeye çıkaran enerjinin yaratılmasındaki madde dönüşümünden depoladığı enerjiyi kafanıza çarptığında yada sürtünme ile ısıya dönüştürdüğünde kullanır. Buna potansiyel enerji de derler. 

Günlük hayatımızda üretip, kullandığımız enerjinin neredeyse tümü kimyasal temellidir. Kimyasal enerji, elektronların başladıkları uzaklığa göre, atomların çekirdeklerine yaklaşmalarıyla ortaya çıkar. Çekirdekteki protonlar ve elektronlar birbirlerini çektikleri için, elektronlar bu çekime dönerek karşı koyarlar. Bir elektronu çekirdekten uzaklaştırmak için enerji kullanmanız gerekir. Yani çekirdekten uzaktaki elektronların yakındaki elektronlara göre daha fazla enerjileri olduğunu söyleyebiliriz. Eğer uzaktaki bu elektronları çekirdeğe yaklaştırabilirsek, aradaki enerji farkı açığa çıkar. Yanmadan sonra ortaya çıkan karbon dioksit molekülündeki elektronların çekirdeğe ortalama uzaklıkları, karbon ve oksijenin ayrı ayrı elektronlarının çekirdeğe ortalama uzaklıklarından daha azdır.

İster inanın, ister inanmayın, elektronlar çekirdeğe yaklaştıklarında biraz madde kaybı olur. Başta yanma, kimyasal reaksiyonlar maddenin sadece %1’inin trilyonda birini enerjiye dönüştürür.

Başka bir enerji türü ise ağır atomların protonlarını kaybederek daha hafif atomlara dönüşmesidir. Buna nükleer enerji diyoruz. Nükleer sözcüğü Latince “nucleus” sözcüğünden türemiş. Merkezsel, çekirdeksel falan demek.

Maddenin proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdeğin etrafında dönen elektronlardan oluştuğunu hatırlayalım. Yukarda bahsettiğimiz kimyasal enerji sadece elektronların yaklaşıp, uzaklaşmasıyla ortaya çıkarken, büyük atomların proton kaybetmesi, atomun çekirdeğinin yapısını değiştirir. Pratik olarak maddenin tüm ağırlığı çekirdeğinde toplandığı için elimizde yüksek miktarda enerji oluşturabilecek madde bulunur.

Bir maddenin ne olduğunu çekirdeğindeki protonlar belirler. Bir protonlu bir çekirdek hidrojen, iki protonlu bir çekirdek ise helyum atomunu, yani helyum “maddesini” oluşturur. Aynı yüklerin birbirlerini ittiklerini hatırlayalım. Çekirdekte birden fazla artı yüklü proton varsa, bunların birbirlerini itmesine karşı koyabilmek için nötron denilen yüksüz ama ağırlığı neredeyse protona denk parçacıklar bulunur. Basitleştirme yapıyorum, o yüzden tam anlamıyla doğruyu söylemiyorum.

Tek protonlu hidrojen bile bazen bir nötrona çekirdeğini kiralayabilir. Bu acayip hidrojene döteryum derler. Hidrojen bazen daha da arsızlaşır ve Suriyeli göçmenlere evini kiralayan ev sahibi misali çekirdeğe fazladan iki nötron alır. Bu daha da acayip hidrojen türüne ise trityum derler.

Ancak çekirdekteki nötron, yada etrafındaki elektron sayısı maddenin niteliğini değiştirmez. Döteryum da trityum da her şeyleriyle koç gibi hidrojendir. Mesela oksijenle birleşip su oluşturabilirler. Buna da heavy water yada ağır su derler. Neyse çok dağılmayalım.

Atomun çekirdeğinde çok enteresan kuvvetler etkileşime girer. Hadi isim vermiş olmak için bunlara zayıf ve güçlü çekim kuvveti diyelim. Bu kuvvetler, özellikle güçlü çekim kuvveti, elektronların ve yerçekiminin etkileşimlerine göre çok çok daha güçlüdürler. Ancak menzilleri çok kısadır. Çekirdekteki nötron ve proton sayısı arttığında çekirdeğin çapı genişlediği için dıştaki proton ve nötronların merkeze olan uzaklıkları artar ve kısa menzilli çekirdek kuvvetleri bunları tutamaz. Madde yavaş yavaş proton ve nötron kaybetmeye başlar. Proton kaybı sonucunda maddenin türü değişir.

Bir örnek ile açıklayalım.

Plütonyum çok ağır ve arsız bir atomdur. Çekirdeğindeki 94 proton onu plütonyum yapar. Nötron sayıları ise plütonyumuna göre farklılık gösterir. Biz hayli popüler 145 nötronlu plütonyum-239’a bakalım. 239 sayısı 94 proton ve 145 nötronun toplamıdır. Buna atom ağırlığı derler. Plütonyumu plütonyum yapan 94 protondur unutmayalım. Atom ağırlıklarını aynı maddenin farklı nötron içeren atomları için kullanırız. Bu farklı ağırlıktaki atomlara da izotop derler.

Plütonyum-239 dengeli bir atom değildir. Bir hidrojen atomu evrenin oluştuğu günden beri aynı halini korur. Plütonyum ise sürekli proton ve nötron kaybeder, çünkü kısa menzilli çekirdek kuvvetleri, bu denli büyük çekirdekteki nötron ve protonları bir arada tutamaz.

Plütonyum-239 önce iki proton ve dört nötron kaybedip, uranyum-235’e dönüşür.

Uranyum-235 iki proton ve iki nötron kaybedip, toryum-231’e dönüşür.

Bu aşama biraz ilginç. Toryum-231’in bir nötronu protona dönüşür ve aynı ağırlıkta, ancak atom numarası farklı olan protaktinyum-231 oluşur. Bu esnada bir elektron ışıması ortaya çıkar.

Çok başınızı ağrıtmayayım. Bu proton ve nötron kayıpları, çekirdekte 82 proton kalana kadar sürer. Ortaya çıkan 82 protonlu madde ise atom ağırlığı 207 olan kurşundur. Kurşun dengeli bir maddedir ve kendi başına bıraktığınızda başka maddelere dönüşmez, çünkü çekirdeği, çekirdekteki çekim kuvvetlerinin menzilinde kalacak kadar küçülmüştür.

Şimdi elde kalan kurşunu alıp, ona plütonyumdan bu noktaya gelene kadar kaybettiği proton ve nötronları eklediğimizde, elde ettiğimiz madde miktarı yani ağırlık, işlemin başındaki plütonyumun ağırlığından %0.1 yani binde bir daha azdır.

Einstein’ın denklemine göre, 1 kilo plütonyum kurşuna dönüştüğünde 1 gram madde enerjiye dönüşmüştür.

Gelin bu ünlü formülü hayata geçirelim.

E=mc2

1 gram=0.001 kilogram
c=3.00×10^8m/s

E=0.001 x (3.00×10^8)^2

Ortaya E=9.00×10^13 joule çıkar. Yani 9’un yanına 13 tane sıfır koyun.

Bu kadar enerji, bütün New York şehrine 35 dakika yeter. Yada bir Toyota Corolla ile 33 buçuk milyon kilometre yapabilirsiniz. Başka bir deyişle arabanıza atlayıp, ekvator üzerinde dünya etrafında 836 kez dönebilirsiniz.

Düşünün, sadece cebinize sığacak bir kilo plütonyumu kullanarak, bir gram maddeyi enerjiye dönüştürdüğünüzde oluyor bunlar. Bu arada siz siz olun, bırakın plütonyumu cebinize koymayı, yanına bile yaklaşmayın.

Hiroşima’ya atılan atom bombasının içinde 64 kilo uranyum 235 olsa da, bunun sadece 1 kilogramı parçalanmaya uğradı ve sadece 1 gramı madde enerjiye dönüştü. Radyasyon zehirlenmesinden ölenleri bir kenara bırakırsak, bomba patladığında ilk anda 80 bin kişi ortaya çıkan enerji sonucu hayatını kaybetmişti. Sadece 1g maddenin enerjiye dönüşmesi sonucunda…

Herneyse, büyük atomların parçacık kaybetmesiyle küçük atomlara dönüşmesine yol açan bu nükleer reaksiyona fisyon (fission) diyoruz, bu reaksiyon ile çalışan bombalara da atom bombası yada fisyon bombası.

Nükleer yolculuğumuz burada da bitmiyor.

Büyük atomlarının parçalanması sonucunda ortaya çıkan enerjinin büyüklüğünü gördük. Ancak tabiat ana bize biraz daha fazlasını sunmakta.

Tarih boyunca insanlık güneşin azametini gözlemiş. Bir çok din bu dünyayı aydınlatan ve ısıtan güce tanrısal bir anlam yüklemiş.

İnsanlık ilerledikçe güneşin muazzam enerjisinin kaynağını bilimsel olarak açıklamaya çalışmış.

1868 yılında bir bilim adamı bir güneş tutulması esnasında prizmada kırılan güneş ışınlarının üzerinde sarı bir çizgi gözlemlemiş. Bir ışığı prizmadan geçirdiğinizde, ışığın kaynağındaki değişik elementler beyaz ışığın içindeki bazı kendilerine has renkleri saklarlar - absorbe ederler. Saklanmış renkler yüzünden beyaz ışığın rengi değişir. Bu değişen renklere bakarak kaynakta hangi elementlerin bulunduğunu anlayabiliriz. Buna spektrografi derler.

Ne var ki bu acayip sarı renk dünyada gözlemlenmiş hiç bir elementin ortaya çıkardığı rengine benzemiyordu. Bu yeni element güneşte bulunduğu için, Yunanca’da güneş anlamına gelen “Helios” sözcüğünden türetilmiş helyum ismini aldı.

Gerçekten de helyum, dünya dışında keşfedilmiş ilk element oldu. Sonra dünyada da bulundu elbette.

Helyum enteresan bir elementtir. Başka hiç bir element ile kimyasal reaksiyona girmez. Başka helyum atomları ile bile bağ kurmaz. O yüzden hep gaz halindedir. Sıvı hale getirmek için mutlak sıfıra yakın bir dereceye kadar soğutmanız gerekir. Neyse…

Güneş ışığının spektrografik analizi helyumun yanında bol bol hidrojen de göstermişti. Dünyadaki okyanusların yarısı hidrojen olduğu için fazlasıyla bilinen bu elementin güneşte bulunması pek sürpriz olmamıştı.

Güneşin kaba bir hesapla %75’i hidrojen, %25’i de helyumdu. Güneş enerjisinin kaynağı hidrojen ve helyumla alakalı olmalıydı.

Ama nasıl?

Aritmetik olarak dört hidrojen atomunu - ki her hidrojen atomunun çekirdeği sadece bir protondur - birleştirdiğinizde dört protondan ikisi nötron olur ve iki proton, iki nötronlu bir helyum çekirdeği oluşur. Bu dönüşümün sonucunda toplam maddenin %0.7’si, yani binde yedisi, yada her kilonun yedi gramı enerjiye dönüşür. Başka bir deyişle büyük atomlarının çekirdeklerinin parçalanması sonucu oluşan fisyon reaksiyonunun yedi katı büyüklüğünde bir enerji ortaya çıkar. Bu reaksiyona da füzyon (fusion) denir.

Ancak zaten tek bir protondan oluşan hidrojen atomlarının çekirdeklerini birleştirmek, Tayyip ile Netanyahu’yu yan yana getirmekten daha zordur. Arada nötron, mötron da olmadığı için her iki çekirdekteki pozitif elektromanyetik güç, çekirdekleri birleştirecek güçlü çekim kuvvetlerinin menziline girmeden hidrojen çekirdeklerini deli gibi iter, birbirlerinden ayırır.

Bu itme kuvvetine karşı gelebilecek büyüklükteki güçler ise sadece güneşte bulunur.

Bunlardan ilki güneşin yerçekimidir. Güneş o kadar kütlelidir ki, bu kütlenin merkeze uyguladığı baskı, hidrojen atomlarını her ne kadar nazlansalar da birbirlerine yaklaştırır.

Hidrojen atomlarını birleştiren diğer bir güç ise güneşin merkezindeki sıcaklıktır. Isı, atomları hızlandırır. Güneşin merkezindeki ısı o kadar yüksektir ki, hızlanan hidrojen atomları, elektromanyetik gücün iticiliğini yenip, birleşirler.

Böyle muazzam bir güç elbette enerjiye muhtaç insanlığın ağızını sulandırmıştı. Bundan bir bomba yapıp, milyonları öldürmeyi planlayan askerleri saymıyorum bile. Ancak güneşin merkezindeki koşulları dünyada oluşturmak pek de mümkün değildi.

En başta çekim gücü.

Güneş kadar yerçekimi gücünü elde etmek için, güneşteki kadar maddeyi bir araya getirmek gerekir ki dünya üzerinde böyle bir şeyi hayal etmek bile saçmalık olacaktır. Zaten güneş kadar maddeyi bahçenize yığsanız bile ortaya bir yıldız çıkar ve sizi cayır cayır yakar. Çekim gücünü yapay olarak oluşturabilecek bir yöntem de bilmediğimizden, işimiz sadece hidrojen atomlarını hızlandırmaya kalmıştı.

Unutmayalım, hidrojen atomlarını hızlandırmak, onları ısıtmak demektir. Ancak yine de güneşin merkezindeki sıcaklıkları dünya üzerinde oluşturmak pek pratik değildir.

Bilim adamları öncelikle iki normal hidrojen çekirdeğini, yani iki protonu çarpıştırmak yerine, çekirdeklerinde bir yada iki nötron bulunan döteryum ve trityum isimli hidrojen izotoplarını kullanmayı önerdiler. Fazladan çekirdekte bulunan bu nötronlar, protonların birbirini itme güçlerini azaltıyordu.

Ancak yine de hız, yani ısı gerekmekteydi.

İnsanlığın tilki kafası buna da bir çözüm buldu.

Hidrojen atomlarını bir araya getirip, füzyon reaksiyonunu oluşturmak için, hidrojen atomlarının dibinde bir fisyon bombası patlattılar. Fisyon reaksiyonu, hidrojen atomlarını bir araya getirmek için gerekli ısıyı sağladı ve ilk yapay füzyon gerçekleşti. Füzyon oluşturmak için fisyon reaksiyonunu kullanan bombalara bu yüzden termonükleer bomba derler. Yani içlerinde füzyon bombasını patlatmak için ısı üreten bir fisyon bombasının bulunduğu silahlar. Bu arada bu bombalara niye hidrojen bombası dendiği her halde yeteri kadar açık.

Buradaki tek problem, bu yapay füzyonun kontrol edilemeyecek kadar çok enerjiyi kısa bir zamanda ortaya çıkarması. Bir bomba yapıp, etrafı yakıp, yıkmak için kullanışlı olsa da, bu yöntemle çalışan bir füzyon motorunu mesela arabanıza takamazsınız. Soğuk füzyon, yani enerji elde etmek için mini bir atom bombası patlatmaya gerek duyulmayacak bir füzyon reaktörü için çalışmalar devam ediyor. Başarıldığında dünyada en bol bulunan bir madde ile dünyanın en temiz enerjisi elde edilecek. Ancak gelin konumuz olan cehennem silahlarına geri dönelim.

Mk82 isimli bir bombadan bahsedeyim sizlere.

Dünyanın en çok havadan atılan bombasıdır. 240 kilo yada 500 pound ağırlığındadır. Türkiye dahil hemen her NATO ülkesinde binlercesi bulunur.

Bu bombayı attığınızda bir kaç yüz metrelik bir alanda 240 kilo yada 0.24 ton TNT yani dinamitin patlamasına eşdeğer bir etki elde edersiniz. Mk82 binaları yıkan, yüzlerce insanı öldürebilen bir bombadır.

Şimdi gelin Hiroşima’ya atılan Little Boy isimli atom bombasına bakalım. Little Boy 15 kiloton, yani on beş bin ton TNT gücünde bir bombaydı. Başka bir deyişle 62,500 Mk82 ayarında. Averaj atak konfigürasyonundaki bir F-16’nın 8 Mk82 taşıyacağını düşünürsek, Hiroşima ayarındaki bir saldırı için 7,800 F-16 (sortisi) gerekecekti.

Little Boy 6.5 kilometre yarıçapında bir alanı yerle bir etti ve ilk anda 80 bin insanı öldürdü. Bu karşılaştırmanın sadece enerji bazında yapıldığını hatırlatayım. Little Boy’un yaydığı radyasyonla ölüm oranı ilerleyen zamanlarda 200 bin kişiyi buldu.

Termonükleer, yani hidrojen bombaları ise insanın içini sızlatacak kadar güçlüdürler. Örneğin 5 megatonluk, yani 5 milyon ton TNT düzeyinde bir güce sahip “averaj” bir termonükleer bomba 21 milyon Mk82 yada 333 Little Boy gücündedir. Bir şehri tamamen ortadan kaldırabilir, milyonlarca insanı öldürebilir.

Bombaların ağababası ise bir Rus bombası. İsmi Tsar Bomb - Tsar, Çar demek. Gücü 50 megaton. Yani elli milyon ton TNT, 210 milyon Mk82 yada 3,333 Little Boy düzeyinde. Bir ülkeyi haritadan silebilir.

Nükleer silahlar nedir, ne değildir bir fikrimiz olsun diye bu girizgahı yaptım.

Devam edeceğiz.

30 Eylül 2024 Pazartesi

Tekke Kaçkınları

Sevgili arkadaşlar, biraz moral bozma vakti.

Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasına yakın, tüm dünya savaşa hazırlanırken ulu ceddimiz Osmanlı İmparatorluğu ve ulu padişahımız, durumdan bihaber, sarayında sefa sürüyordu.

Benzetmek gibi olmasın, ceddimizin mirasçıları da aynı misal, dünyanın çivisi çıkarken hala Özgür Özel, asrın liderimiz ve Dilan Polat'tan bahsediyorlar.

Sevgili arkadaşlar, durum ciddi.

Bundan bir Üçüncü Dünya Savaşı çıkar mı, bilmiyorum, ama iyi bir şey çıkmayacağı kesin.

Ne yazık ki, her şeye olduğu gibi, buna da hazırlıksız yakalandık. Bu tekke kaçkınları baştayken ne kadar az zararla bu işten sıyrılabiliriz, işte asıl sorulması gereken on milyon dolarlık soru bu.

İçinizi karartmak istemem, ancak işler gerçekten ciddi.

İki hafta önce, Domuzlar Körfezi'nden sonraki en ciddi nükleer felaketten döndük.

Medyamız o sıralarda Özgür Özel, Bilal Erdoğan gibi ulvi şahsiyetlerle meşguldü; bu "minik" ayrıntıyı es geçti. Ancak, Bidenopoulos denilen bunak, sersemce bir kağıdı imzalasaydı, bugün Seda Sayan'ı izlemek yerine, çoluğunuza çocuğunuza bir dilim ekmek bulmak için adam öldürüyor olacaktınız.

Bu bir şaka değil; bahsettiğim olaylar gerçek. Bir Mad Max filminin senaryosu değil, gerçekten birebir gerçekleşecekti.

Olan biten henüz geçmiş değil. Nükleer bir felaketle karşı karşıyayız.

Yapay zeka’ya birkaç senaryo yaptırdım. Hepsinde aynı sonuca ulaşıyoruz: Hem bizler, hem çocuklarımız, hem de geleceğimiz yok oluyor. Ne Özgür Özel'in saçının bir teline, ne de Tayyip'in Cuma namazından sonra söylediklerine bel bağlayabiliriz.

Önümüzdeki günlerde, olası felaketin detaylarını sizlerle paylaşacağım. Hem doğal, hem de yapay zeka ile bu konuda çalışmalar yaptık.

Eğer iç karartıcı bulduysanız, gidip Özgür Özel'i izleyin ya da Halk TV'nin zırvalarını dinleyip kafanızı kuma gömün.

Ancak, gerçekten ilgileniyorsanız bizi takip etmeye devam edin.

Uyanık olun, kazanımlarınızı kaybetmeyin.

Sizi bu felaketten ne Ali Erbaş'ın kılıcı ne de Bilal'in önlenemez derecede yükselen öngörüleri kurtaracaktır.

Elhamdülillah!

6 Eylül 2024 Cuma

Andorra

Sevgili arkadaşlar, yıllık olağan 🐝Mezzy🐝’nin doğum günü kutlamaları için için yola koyulduk bir kez daha. Sevgili kızım, 23 Temmuz’da dokuz yaşına basacaktı ve bu mutlu günümüzü elbette ki her zamanki gibi Hard Rock Cafe’de kutlayacaktık.

Bu gelenek, Melissa’nın her doğum gününde Hard Rock Cafe’de yemek ve müzik eşliğinde eğlenmek üzerine kurulu. İlk yaşında Venedik, ikinci yaşında Ibiza, üçüncü yaşında Las Vegas, dördüncü yaşında Paris, beşinci yaşında Nice, altıncı yaşında Lyon, yedinci yaşında Londra ve sekizinci yaşında Dublin Hard Rock Cafe’deydik.

Sırada dokuzuncu yaşgünü için Hard Rock Cafe Barcelona vardı.

Herkes Barcelona için deli olur ancak huysuz kişiliğimin bir sonucu, ben şahsım bu şehirden hiç haz etmem. Şehir genellikle kalabalık, turistlere karşı kaba saygısız davranan insanlarla doludur. Kültürel olarak da öyle beni etkileyen çok şey yoktur. Sadece Gaudi bence durumu kurtarmaya yetmiyor.

Bu hislerimin kaynağı, belki de Barselona’ya ilk ziyaretimin biraz travmatik geçmiş olması olabilir.

Yıl 1998. Barselona’nın göbeğinde, koca bir ana caddede kırmızı ışıkta durdum. Beklerken iki adam yanıma gelip bana adres sordular. Ben ne bileyim derken arkadan iki kişi gizlice kapıyı açıp seyahat belgelerimi, kimliklerimi ve paramı çaldı. 

O dönemde Schengen mengen yok, ben evime dönebilmek için, üzerimde tek bir tane kimlik bulunmadan, İspanya’dan başlayıp, bütün Fransa’yı geçip, İsviçre’ye dönmek zorunda kaldım.

La Rambla
Tabii ki polise gittim, ama bu hırsızlık tarzı o kadar rutin hale gelmiş ki, üzerinde olanın bitenin matbu yazıldığı, sadece nokta nokta şeklindeki yerlere isim, soyad, olayın olduğu yeri falan yazdığım bir formu doldurmak yeterli oldu!

Sonuç beklendiği üzere hak getire. Sadece sigortadan üç beş kuruş, hepsi o…

🐝Mezzy🐝 doğduktan sonra Barcelona’ya bir kez daha geldik. O da çok iç açıcı sayılmazdı. Yine kalabalık, yine kabalık, yine sevimsiz, kaba insanlar, yine kaos…

Bu kez neyse ki hem kısa kalacaktık, hem de Barselona’daki tek tam günümüzün önemli bir bölümünü Barselona dışında, hatta İspanya dışında geçirecektik.

İspanya’nın dışı dediysem, Andorra’ya gidecektik.

Bilir misiniz, bilmem, Andorra, Avrupa’daki o ufacık şehir devletlerinden, mikro devletlerden biridir. Andorra’da Andorian’lar yaşar. Rivayete göre Kaptan Kirk tarafından keşfedilmişlerdir. Off, soğuk Star Trek esprileri bunlar.

Andorra, Pirene Dağları’nın kalbinde yer alan küçük ve dağlık bir ülke. İspanya ve Fransa arasında sıkışmış, 468 kilometrekarelik kıç kadar bir yer.

Pireneler
Rivayete göre, 9. yüzyılda Charlemagne tarafından Müslümanlardan korumak için kurulmuş - o günden bu güne, gördüğünüz gibi Müslüman olmak zor zenaat! Resmi tarihi, 1278 yılına dayanırmış, bu tarihte Andorra, Fransız ve Aragonlu lordlar arasında yapılan bir anlaşma ile yönetilmeye başlanmış.

Andorra’nın yönetim sistemi biraz tuhaf. DEM Parti’nin eş başkanları gibi iki “eş prens” tarafından yönetilmekte. Bunlardan biri Fransa Cumhurbaşkanı, diğeri de Katalan piskoposu. Macron efendi bu sayede prens olmuş sizin anlayacağınız.

Andorra, Schengen Bölgesi ve Avrupa Birliği’ne üye değil. Ancak, Avrupa’nın bazı ülkeleriyle özel bir gümrük anlaşması yapmış ve bu anlaşma sayesinde sınır kontrolü olmadan geçiş yapılabiliyor. 

Sınırda kontrol yok, ancak sınıra kadar gelebilmek için Schengen-free olmak gerekiyor tabii. Andorra’nın bir havaalanı, ve Pireneler’in tepesindeki konumu göz önüne alındığında haliyle bir limanı yok.

Andorra’nın nesi meşhur derseniz, biz Türkler için futbol takımı diyebiliriz sevgili arkadaşlar.

Andorra’nın futbol takımı, asıl işleri spor mağazası tezgahtarlığı, vergi danışmanlığı, mühendislik, bilgisayar programcılığı ve öğretmenlik olan şahsiyetlerin, part-time futbolculuk yaparak oluşturduğu bir takımdır.

Ancak bu takım, zaman zaman 80 milyonluk Türkiyenin milli takımının tozunu atabilmektedir.

İşte bu bağlamda pek haz etmeyiz Andorrianlar’dan…

Alakam yoktur, sedece bu yazının içeriği bakımından bir göz attım, neyse ki son bir-iki maçı kazanmışız.

Elli altıncı ülke...
Sonuçta yeni bir ülke, yeni bir ülkedir sevgili arkadaşlar. Yeni yerler görmek, yeni yemekler tatmak hep heyecan vericidir. Biz de arabayı park ettikten sonra şevkle ana caddeye çıktık.

Önce sola dönüp, bir beş dakika yürüdük, cadde bitti.

Geri döndük. Beş dakika sonra, başladığımız park yeri noktasına geri dönmüştük.

Bu kez aksi tarafa yürümeye başladık.

Ana caddenin bu kesimi beş dakikadan daha da az bir süre içinde “bitti”.

Jelena ile birbirimize baktık. Sevgili karım beni üzmemek için bakışlarını kaçırdı, ama ben erkekliği elden bırakmadım ve “Now what?” diye sordum. Kızcağız, ne bileyim gibisinden omuzlarını silkti.

Cadde üzerinde bir iki mağazadan başka bir şey yoktu!

Hani öyle Eyfel Kulesi, Şanzelize falan beklemiyorduk ama en azından bir anıt, landmark, katedral, kilise, kale falan bir şeyler koymuş olsunlar değil mi?

1970'lerin Kızılay'ı
Heyhat! Bilenleriniz için 1970’lerin Ankara'sının kızılayı. Yeni Karamürsel mağazası, Yapı kredi Bankası hepsi o. Gima bile yok!

Bir sokaktan içeri girip, bir cafe bulduk. Neyse ki kahve İspanyol değil İtalyan kahvesiydi. En azından Andorra’ya gelmenin pozitif bir katkısını görebilmiştik - İspanya’da kahve bir felakettir sevgili arkadaşlar.



Fransız sınırı olduğu için Fransızca konuşarak anlaşabiliyoruz. Zaten nüfusun küçük sayılamayacak bir bölümü Fransız yada Fransız asıllı. Gerisi İspanyol, Bask ve Katalan, ancak Katalanlar burun farkıyla çoğunlukta. Trafik işaretleri de bu yüzden Katalan diliyle yazılmış ve İspanya’ya göre biraz farklı. Mesela España yerine Espanya falan yazıyor.

Genelde yeni bir ülkeye gelmeden biraz okur, Youtube’dan bir-iki belgesel izlerim ama Andorra küçük olduğu için bu kez çok bakınmamıştım. Gördüklerim ise daha ziyade dağlar ve kayak merkezleri ile ilgiliydi ki, otuz sene İsviçre’de yaşadıktan sonra, Andorra’da dağlarda trekking yapıp, yazın ortasında kayak merkezlerine gitmek de çok manalı olmayacaktı.

Bir dere ve park bulduk!
Ara sokaklarda gezinirken minik bir dere ve yanında da bir park bulduk. Yellowstone’u görmüş kadar sevindik. En azından görülmeye değer bir “yer” bulmuştuk. 🐝Mezzy🐝 salıncaklara, kaydıraklara falan gitti. Biz yine Jelena ile yine boş gözlerle birbirimize bakıyoruz…

Çok kasmadık, atladık arabaya, yolda bir McDonald’s’da durup, bir şeyler yedik ve geri Barcelona’ya doğru yola koyulduk.

Andorra, şu fani dünyada gördüğüm elli altıncı ülke oldu sevgili arkadaşlar. Malum, çok kısa kaldığımız için çok fazla Andorra resmimiz yok, görsel zenginlik için gezi haritamı da paylaşayım bu vesileyle.

Barselona Havaalanı’nda arabayı geri verdik ve bir taksiyle şehir merkezine doğru yola koyulduk.

Taksici bizi La Rambla’nın sonuna yakın bir yerde bıraktı. Oradan biraz yürüyüp, Plaza Catalunya’ya ulaştık. Hard Rock Cafe, yolunuz düşerse bu meydanın hemen Ramblas’la kesiştiği noktada.

Nice mutlu yıllara canım kızım!
Sevgili kızımın dokuzuncu doğum gününü kutladık. Hala inanamıyorum, onuncu yaşına bastı 🐝Mezzy🐝’cik. Daha dün aynı mekanda, bebek arabasının içinde, ona Güelli’den aldığımız kırmızı sombrero’sunu giymiş, boş gözlerle etrafına bakınıyordu, şimdi Hard Rock Shop’tan kendi başına alış veriş yapıyor.

Hayat çok kısa, üstüne bir de çok hızlı geçiyor sevgili arkadaşlar.

Ertesi gün uçağımız çok erken saatte kalkacaktı. Saat dokuzda Gran Canaria’da, saat onda ise otelde olacaktık. İlk gün olmasına rağmen denizde tam bir gün demekti bu.

Otele dönüp uyuduk.




Andorra gezisini toparlarsak…

Walla çok toparlayacak bir şey yok sevgili arkadaşlar. Zevkler ve renkler durumları elbette ama sizlere gidin, görün diyecek bir neden bulamıyorum. Hani kayak seviyorsanız falan diyeceğim, Andorra’ya kadar gideceğinize, gelin İsviçre’ye. Yine de bu ufacık ülkeye yılda on milyon turist geliyormuş. Bunu da not etmiş olalım.

Hem hayat, hem de gezilerimiz devam ediyor.

Umarım, bir sonraki gezimizde sizlere elli yedinci ülkemden sesleniyor olurum.



O güne kadar ¡adiós!

29 Ağustos 2024 Perşembe

Çin otuz saniyede gitti!...

Ya bazen kendimi tutamıyorum.

N'olur aşağıdaki Youtube kapağıana bir bakın.



Tanıtımında diyor ki, Çin'i otuz saniyede yok edecek 90 'MİLYAR' dolarlık füze... Böyle bir patlıyor, bir buçuk milyar nüfuslu Çin 'pufff', sizlere ömür, gitti...

Hatta Çin'i rahat rahat delsin diye ucuna mızrak başlığı takmışlar.

O değil de, arkada Çin'i dünyadan silecek füzenin üzerine ata biner gibi binmiş bir cengaver var.

İçim acıdı.

Oğlum bak çocuğun neyin olmaz.

Böyle füzeyle şaka mı olur...




7 Ağustos 2024 Çarşamba

Torino

Sevgili arkadaşlar, İtalya gezimizin son durağı Torino oldu. Torino bize bir kaç günlük bir tatile değmeyecek kadar yakın, ama bir günde gezilemeyecek kadar da uzak bir kent. O yüzden, uzunca bir süre, listemizde olmasına rağmen bir fırsatını bulup, gidememiştik. Kısmet bugüneymiş.

Torino'dayız!
Torino, İtalya’nın Piemonte bölgesinin başkenti ve İtalya’nın en önemli finans ve endüstri kentlerinden biri. Bulunduysanız Lombardiya’nın başkenti Milano, yada İtalya’nın başkenti Roma ayarında bir kent.

Ben şahsen ne Roma’dan, ne Milano’dan haz alan biriyim. Kötü yerler demiyorum tabii, ancak bence İtalya’nın ruhu yok bu şımarık kuzey kentlerinde. Asıl İtalya bence güneyde, Napoli, Sicilya, özellikle Palermo falan. Gerçek müzik, yemek ve şarap buralarda. Milano’da bol bol designer modacılar var. Meraklıysanız hoşunuza gidebilir. Ancak çok fazla İtalya yok.

Bu yüzden Torino beni biraz şaşırttı diyebilirim. Endüstriyelleşmiş zengin bir kuzey kenti olmasına rağmen, o özgün İtalya havasını büyük oranda koruyabilmiş.

Piemonte’nin kalbimde özel bir yeri olmasının nedeni, burada yetişen Nebbiolo isimli üzüm ve bundan yapılan şaraptır.

Şarap meraklıları için bir benzetme yapmak gerekirse, Nebbiolo, İtalya’nın Pinot Noir’ıdır. Her iki üzümden de çok narin, ancak fazlasıyla sanatsal şaraplar çıkar. Açık kırmızı renkleri ve zayıf aroma ve tadları, güçlü şarapların bastırması nedeniyle fark edemediğiniz bir çok yeni tad ve kokuyu zevkinize sunarlar.

Pinot Noir’ın kralı Burgundy/Burgonya, Nebbiolo’nun kralı ise Barolo şaraplarıdır. Ancak her ikisi de eşek gibi pahalıdır. Kaliteden çok fazla fedakarlık etmeden ve daha da önemlisi iflasa yol açmadan mükemmel Alsace Pinot Noir ve Barbaresco Nebbiolo içebilirsiniz. İşi biraz daha pintiliğe dökerek, Piemonte’nin Barbera üzümlerinden yapılan aynı isimli şaraplarını da deneyebilirsiniz. Hayli ekonomik olduklarına bakmayın, tadları hiç de fena değildir. Ben şahsım, Torino’da, yemekte Barbera içtim.

Ancak bu hiç kolay olmadı.

Merkezde koca bir meydan var. Çevresini yürüyerek gezmek bile neredeyse yarım saat alıyor. Bu meydanın etrafı ise restaurant, cafe ve bistrolarla dolu. Ben diyeyim yirmi, siz deyin elli tane. Yer gök yiyecek!

Bunları görünce şımardık tabii. 🐝Mezzy🐝 “Ben pizza isterim” diye tutturdu. Jelena “Ben de tavuk isterim” dedi. Şahsım ise elbette kanlı bir beef ve Nebbiolo’dan aşağısına bakmaz.

İlk restaurant’a girdik. Jelena “Tavuk var mı?” diye sordu, garson yüzümüze bile bakmadı, “Yerimiz yok” dedi.

İkinci restaurant’daki garson cevap bile vermedi.

Böyle böyle bütün meydanı gezdik, onca restaurantdan hiç biri bizi kabul etmedi.

Meydandan ayrılıp, arka sokaklara geçtik. Buralarda da bol bol restaurant var, ancak yine hepsi dolu.

Biraz daha küçükçe bir meydanda bir restaurant bulduk. Garsona "Yeriniz var mı?” diye sorduk, o da “Yok!” demek yerine “Doluyuz ama beklerseniz ilk boşalan masaya alırım sizi” dedi.

Restaurantımıza uzaktan, sevgiyle
bakıyor ve bekliyoruz!
“Tamam” dedik, telefonumuzu verdik. Sağa sola bakınca, restaurantın tam karşısında günlerden pazar olması hasebiyle kapalı bir bistro gördük. Mekan kapalıydı ama bahçesinde masalar vardı. Bizim restaurant\ın garsonuna bak buradayız, masa boşalınca haber ver dedik.

En azından güneş altında yürümüyorduk. Oturduğumuz yerin dibinde bir de umumi çeşme vardı, bu sayede susuzluğumuzu giderdik.

Hayat güzelleşiyordu.

Ben arsızlığı bir kademe ileri götürüp, karşıdaki restaurantdaki garsona “Bizim hesabı açıp, bana bir şarap getirir misin?” diye sordum. “Olur” dedi. Garson elinde tepsi, meydanı geçip, bize şarap, kola falan getirmeye başladı.

Sonunda mutlu an geldi. Bir masa boşalmıştı. Hemen restaurantımıza intikal ettik. Mükellef bir yemek yedik, Barbera da çok güzel geldi. Şoförlük Jelena’nın shift’iydi, o yüzden garibim şarap içemedi, ancak ben onun yerine de içtim elbette.

Ve doyduk...
Yemekten sonra şehrin merkezine döndük. 🐝Mezzy🐝 ‘ye söz vermiştik, Torino’daki muhteşem Mısır müzesini gezecekti. Ancak bütün biletler satılmıştı. Görünüşe göre bu güzel kent bize “Böyle aceleyle olmaz, yeniden gelin, adam gibi gezin” diyordu.

Torino meydanlarıyla, kiliseleriyle, müzeleriyle mükemmel bir kent. Ancak bu şehrin Hristiyan kültüründe ilginç bir yeri vardır. Biraz sabrederseniz size anlatayım.

Öncelikle izninizle kısa ve artık geleneksel olmuş bir disclaimer’ımı yapayım.

Tanıyanlarınız bilir, ben her dine, inanca, kökeni, kapsamı ne olursa olsun aynı yakınlıkta biriyimdir, daha da doğrusu aynı uzaklıkta, hem de çok, çok uzaklıkta… Herkesin inancına saygılıyım, benim inancıma yada ‘inanmamıcıma’ karışmadıkları sürece. Sevgili karım hayli inançlı bir Hristiyandır - hıyarlık etmiş gibi olmayayım, İncil'i herhalde ondan daha iyi bilirim ama inançla bilgi farklı şeyler. Ne o bana karışır, ne ben ona. Gül gibi geçinir, gideriz. Noel’inde, Paskalya’sında inanmasam da onla kiliseye giderim. Hiç de gocunmam.

Bunları söylememin nedeni, aşağıda biraz din konuşacağız, bu yüzden beni bir inancın reklamı, propagandası yapıyor şeklinde almamanızı sağlamak. Size sadece Hristiyanlık çerçevesinde ufak, bir kaç bilgi aktaracağım.

Hristiyanlıkta resim günah değildir. O yüzden Hz. İsa’nın, hatta tanrının resimleri ve tasvirleri başta kiliseler, her yerde bulunur.

Özellikle bir Katolik kilisesini gezdiyseniz, Hz. İsa genellikle beyaz tenli, renkli gözlü, açık renkli saçlarıyla tasvir edilir. Öyle resimlerini gördüm ki, bunlarda İsa, İsa’dan çok Thor’a benziyordu. Sarı saçlar, mavi gözler, vs…

Hz. İsa bir Yahudiydi. Bugünkü Filistin’de bulunan Bethlehem, yani Beytüllahim şehrinde doğmuştu. Köken olarak Nazareth yani Nasıra’lıydı. Bu kent de bugünkü İsrail/Filistin sınırları içindedir.

Bu şehirlerin tümü Arap çöllerindedir. Yani İsa, sarı saçlı, mavi gözlü bir Viking değil, olasılıkla kahverengi tenli, kara gözlü bir orta doğuluydu.

Yahudiler ve Araplar kulağımıza farklı etnik gruplar gibi gelse de, işin aslı aynı ırkın insanlarıdır. Dilleri hemen hemen aynıdır. Adetleri hemen hemen aynıdır. Yemekleri hemen hemen aynıdır. Yahudiler sadece bu ırkın özel bir soyağacından gelmektedirler.

Sözün özü, Hz. İsa, büyük olasılıkla bugünkü Araplar’a benzemekteydi.

Bir Katolik kilisesi yerine, örneğin daha eski bir Ortodoks kilisesi gezerseniz, Hz. İsa buralarda daha koyu tenli, daha orta doğulu bir şekilde tasvir edilir. Kapadokya’daki kiliselerde bunlardan bol bol görebilirsiniz.

Bunun bir adım ilerisi de var.

Katolik bile olsa dünyanın birçok yerindeki kiliselerde, müzelerde Black Madonna isimli ilginç bir fenomen vardır. Black Madonna, Hz. Meryem’in ve bazılarında Hz. İsa’nın zenci olarak tasvir edildikleri tablo, heykel ve ikonlardır.

Ben Polonya’da, Çestahova isimli bir kentin tarihi bir kilisesinde, bu ikonlardan birini görmüştüm. Polonya, hattızatında Katolisizm’in tavan yaptığı bir ülkedir. Bu kiliseyi ziyaret ettiğimde kalabalık bir grup, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce sırtında haçı ile yürümesini tasvir ediyorlardı. Detayına girmeyeyim, bu yolculuğun on dört noktası incelikleriyle bilinir. Nerede sendeledi, nerede düştü, nerede yüzünü sildiler, vs. Yolunuz Çestahova‘ya düşer mi bilmiyorum, düşerse ve zamanlamayı tutturabilirseniz görün mutlaka.

Hz. Isa’nın yürüdüğü Eski Kudüs’teki bu yolun ismi Via Dolorosa’dır. Eğer Hamas İsrail’e girmeseydi, 2023 Ekim’de, Kudüs’te bu yolu şahsen görecektim. Bakalım bir daha denemeye ömrümüz yetecek mi…

İncil’de, özellikle dört kanonikal gospel’da İsa’nın fiziksel bir tasviri yoktur. Teninin bronz renkte, saçlarının da yün gibi olduğu ile ilgili bazı kayıtlar olsa da bu bilgilerden gerçeğe yakın bir İsa resmi çıkarmak olanaklı değildir.

Ancak inanç bazen insana görmek istediğini gösterebiliyor.

İslam’daki kutsal emanetler gibi Hristiyanlıkta da din ile ilgili önemli eşya ve silahlar bulunur.

Örneğin Hz. İsa’nın çarmıhta ölüp, ölmediğini anlamak için Romalı bir asker mızrağını İsa’nın vücuduna batırmıştır. Tarihin bir çok noktasında insanlar The Holy Lance isimli bu mızrağı bulduklarını idda etmişler, hatta bir papaz, yerden aldığı bir sopanın bu kutsal mızrak olduğunu idda ederek halk ve askerleri gaza getirmiş, haçlı ordusuna bir zafer kazandırmıştır.

Herkesin Hollywood filmlerinden bildiği ölümsüzlüğü bahşeden, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki son yemeğinde şarap içtiği The Holy Grail yani Kutsal Kase, yada İsa’yı vaftiz eden John The Baptist, yani Vaftizci Yahya (ki İslamda da çok önemli bir figürdür, Hz. Muhammed Miraç’a yükseldiğinde İsa ile birlikte Yahya ile konuşur) ‘nın kafatası, hep bu tür reliklerdir. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa bölgesini ve Yahudilerce kutsal sayılan Süleyman Tapınağı’nın son kalan bölümü olan Ağlama Duvarı’nı da Kudüs gezimizde görecektim. Off, çok üzüldüm bu geziyi ertelediğimize…

Hristiyanlıktaki bu kutsal eşyalardan biri de İsa’nın öldükten sonra sarıldığı örtüdür. Buna The Holy Shroud derler.

1300’lü yıllarda biri, üzerinde silik bir insan yüzü olan, ve İsa’nın çarmıha gerildiğinde çakılan çivilerin yerlerinde kan izi bulunan bir örtünün bu kutsal örtü olduğunu idda ederek ortaya çıkmış.

Silik insan silueti, gerçekten de İsa’nın yüzünü andırıyordu. Hz. İsa’nın fiziksel yüzünü bilmediğimizi söylemiştik. Öyleyse bu kimin yüzüydü?

Örtünün üzerindeki bu siluet, aslında pek de doğru olmayan, Hz. İsa’nın zamanın tablolarda tasvir edilen batılı yüzüne benziyordu.

Bu örtü 1300’lü yılların sonunda Savoy ailesinin eline geçti ve 1500’lü yıllarda Torino’ya getirildi. Bundan sonra da ismi The Shroud of Turin, yani Torino Örtüsü olarak kaldı.

O yıllarda bazıları, “Etmeyin, bu sahte” dese de, çoğunluk aslında inanmak istediği için, bu örtünün kutsal örtü olduğunu kabul ettiler.

1978’de bir bilim adamı örtünün üzerindeki siluetin ve kan lekelerinin inorganik renklendiricilerle boyandığını tespit etmiş. Ancak inancın gözü kördür, inananlar bu örtünün kutsal olduğuna inanmayı sürdürmüşler.

1988’de örtüye karbon testi yapmışlar. Örtünün 1300’lü yıllardan kalma olduğu anlaşılmış. Miladı başlatan kişinin buna sarıldığını varsayarsak, örtü kullanıldığı varsayılan tarihten 1300 yıl sonra yapılmış. Ama inananlar hala inanmaya devam etmiş.

Geçenlerde BBC’de bir belgesel izledim. Koca doktorlar, profesörler, bu örtünün gerçek olabileceğini, karbon testinin 1300 yıl yanılabileceğini bilimsel terimlerle anlatmaya çalışıyorlardı.

İnanç böyle bir şey işte. Yüzünün nasıl olduğunu bilmediğiniz birinin yüzünün yansıdığı idda edilen, bu insanın ölümünden 1300 yıl sonra yapılmış , kan olmayan bir boya ile kan izlerinin boyandığı, inorganik mürekkeple yüz siluetinin basıldığı bir örtünün, hala kutsal olduğuna inanabiliyor insanlar.

Vatikan bile yorum yapmayı bırakmış, herkes istediğine inansın diyor.

Bunda da bence sorun yok. İnanç inançtır. Doğruluktan değil, insanın inanmayı istemesinden kaynaklanır.

Örneğin Topkapı Sarayındaki kutsal emanetlerden Hz. Musa’nın Asa’sı sonucunda bir sopadır. Bunun Hz. Musa’nın Kızıldeniz'i ayırdığı, kayalardan su çıkardığı, yada yılana dönüştürdüğü asa olup olmadığını bilemeyiz. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in dişinin, hırkasının, sakalının, sancak-ı şerifin, Hz. Ali ve Hz. Ömer’in kılıçlarının da gerçek olduklarının bilimsel olarak kanıtlanması olanaklı değildir. Ancak Müslümanlar bunların gerçek olduğuna inanmışlarsa, ben kimim ki bu inanca şüphe ile yaklaşayım?

Saygı duymak durumundayız.

Artı, bunların gerçek olup olmamasının İslam dininin gerçekliği doğrultusunda bir önemi de yoktur. O kılıç örneğin Hz. Ali’nin değilse bu ne İslam İnancını, ne de Hz. Ali’yi küçültür. Torino’daki kutsal örtüye de bu açıdan bakmak gerekir.




Herneyse. teoloji ve dinler tarihine çok daldık. Günümüze dönelim.

Kutsal Örtü’nün bulunduğu Cappella della Sacra Sindone şapeli saray ve katedralin hemen bitişiğinde, ve tam anlamıyla bir sanat eseri.

Kutsal Örtü
Örtünün kendisini görmek mümkün değil elbette. %95 argon, %5 oksijen, hava ve kurşun geçirmez bir kutunun içinde. Sadece bu kutuyu görmek mümkün. Kutunun üzerinde ise özellikle yüzün belirgin bir biçimde gürülebildiği bir negatif fotoğraf var.

Dinlerle alakam olmadığını bilen sevgili kızım kilisedeyken sordu: “İsa’ya inanmıyorsun, niye heyecanla bunu görmek istedin?” Ona şöyle dedim “Dinsel değil, tarihsel önemi yüzünden”.

Bu konuyu bitirmeden önce son bir yan not. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa’nın lokasyonu, Hz. İsa’nın haçıyla birlikte yürüdüğü on dört istasyon ve Süleyman Tapınağının öyküsü, Kutsal Kase gibi konulardaki farklı görüşlerin çoğunun farkındayım, ancak yazıyı bir Tevrat/İncil/Kuran yorumuna çevirmemek için detaylarına girmiyorum. Belki başka bir baharda konuşuruz bunları.

Lozan’a makul bir saatte ulaşabilmek için Torino ziyaretimizi biraz kısa kestik. Ancak şu kadarını sizlere gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, bu kent tarihiyle, mimarisiyle, yemeğiyle, şarabıyla mükemmel bir destinasyon. Mutlaka görün.

Sevgi ile kalın❤️





12 Temmuz 2024 Cuma

Bologna

Sevgili arkadaşlar, hani Alparslan 1071’de atının kuyruğunu bağlayıp, Malazgirt savaşını kazanmış ve Anadolu’ya ilk kez ayak basmışız ya, ahan tam oralar, Bologna’da dünyanın bugüne kadar varlığını sürdürebilmiş en eski üniversitesi kurulmuş.

Tarihe dikkat. Üniversitenin kurulduğu 1088 yılında Avrupa’da barut bilinmiyordu - Çin’de bile keşfedildiği şüpheli. Türkler henüz hayatlarında şöyle elini dayayıp yaslandıklarında cart diye yırtılıp, içine düşmedikleri bir yapıdan habersizdiler.

İşte o yıllarda kurulmuş Bologna Üniversitesi. Bugün hala ayakta ve işlevsel.

Yunanlılar, ilk üniversitenin antik Helen topraklarında kurulduğunu idda ederler. Bu ne kadar doğrudur bilinmez. O zamanlarda YÖK falan yoktu ki, kayıtlara bakıp, ne zaman açılış dilekçesini vermişler görelim.

Elbette Aristo, Plato falan bir tapınağın gölgesinde öğrencileriyle konuşuyorlardı, ama buna ne kadar üniversite denir, tartışılır. Sonrasında Romalılar seksin kadınlarla da yapıldığını keşfedince antik Yunanda bu üniversite işleri hepten bitti.

Illuminati'yi kovalarken
Üstüne Osmanlı gelip, Atina Üniversitesine eski hayvanat bahçesi müdürünü rektör olarak atadı. Anaksimandros, Sokrates falan gibi filozofların torunları bu işi Parthenon’a arkalarını dönerek protesto etti ama heyhat, yerli ve milli Osmanlı, eğitimin ırzına çoktan geçmişti.

Parthenon’u gezerken kulak misafiri olduğum bir rehber, Balkan Savaşları esnasında bölgeden sorumlu Osmanlı paşasının Parthenon’un hemen dibindeki bir tapınak binasını cephanelik olarak kullandığını anlatıyordu. İçimden gülümsedim. Barut fıçılarını koydukları ufak binanın tek özelliği bir damının olmasıydı. Neyse ki asıl Parthenon binasının bir damı yoktu. Eğer olsaydı, oraya da bir tabya top mevzilerler, dünyanın en güzel tapınağı da Apollon’a doğru uçarak giderdi.

Herneyse, konumuza dönersek, Bologna Üniversitesi dünyanın ayakta kalmış en eski üniversitesi sayılmakta.

Biz de işte bu kente bilimsel araştırmalar yapmak, bilgi ve görgümüzü artırmak amacıyla geldik sevgili arkadaşlar.

Bologna
İtalyada çok zaman geçirmişliğimiz vardır. İtalya dünyanın en güzel ülkelerinden biridir. Hem sevgili karım, hem de ben İtalya’da gezmeyi çok severiz. Ancak Bologna başta, bir iki popüler destinasyon hep menzilimizin dışında kalmıştı. Bologna hem araba ile gitmek için uzak, hem de uçakla gitmek için yakın bir şehir olduğundan bir türlü denk getirememiştik. Neyse ki, sonunda şeytanın bacağını kırdık ve İtalya’nin en güzel kentlerinden biri olan Bologna’ya gelmeyi becerebildik.

Bologna deyince insanın aklına birçok şey gelebilir ama bu kentin ben şahsıma atfettiği önem Bolognese sosundan kaynaklıdır. Bolognese Sözcüğünğn Bologna'dan türediğini söylemeye gerek yok herhalde.

Bolognese Sosu domates/salça, kıyma/et ve muhayyer baharatlardan yapılma bir sostur. Teknik olarak her yemekle kullanılabilse de, hemen her zaman makarna ile kullanılır.

Şimdi bu noktada frene basıp, makarna olayı ile ilgili yok önemli yanlış anlamaları giderelim.

Bolognese
Bir kere "makarna" değil, "pasta". Makarna bir pasta türüdür, her nedense dilimize genel anlamda bütün dünyanın pasta dediği hamur bazlı yiyecek için geçmiş. Pasta, Türkçede ne demek gayet iyi biliyorum, ancak hamur işi anlamındaki İngilizce'de pastry, Fransızca'da pâte gibi üniversal bir sözcükten geçmiş, börek, çörek yada turta, cake, vs. dedikleri yaş pasta gibi kısıtlı bir anlamda kullanılmış.

Yani bundan kelli, bu yazıda pasta=makarna.

Gelelim ikinci büyük yanlış anlamaya. Hepimiz için pasta, bir İtalyan icadıdır. İşin aslı, Marco Polo, Çin'e yaptığı gezilerden, bu hamur işini deneyip, İtalya'ya getirmiştir. Kısacası pastanın orijini İtalya değil, Çindir.

Üçüncü yanlış bilinenimiz bizi biraz daha Bolıgna'ya lokalize edecek. Spaghetti Bolognese, kalbinizi kırmayayım ama, baştan aşağı yalandır. Gerçek Bolognese, Tagliatelle isimli pasta ile yenir. İşin aslı Tagliatelle, pasta bile değildir. Noodle derler, bizdeki erişte. Şerit halinde kesilmiş taze hamur ve yumurta ile yapılır.




Bu Spagetti Bolognese işi aslen Amerikalılardan çıkmıştır. Sadece Spaghetti Bolognese değil, gerçek bir İtalyanın vicdanını sızlatacak başka bir Amerikan keşfi vardır, ismi Spaghetti And Meatballs. Yani köfteli makarna. Bir dolu hillbilly, bunu İtalyanların her gün yediği bir pasta zannedip, tapınırlar. Ancak otuz yıldır bilfiil İtalya'ya gidip, gelirim, görmediğim çok az yeri kaldı, ama daha bir kez bile bir restaurantın menüsünde Spaghetti And Meatballs görmedim.

Bologna'nın kuleleri
Yani “Yank” ‘lerin yemek tavsiyelerine çok takılmayın.

Bolognese sosa dönersek, Bologna'da bir çok yerde bu sosa Bolognese bile demiyorlar. Yerel ismi "Ragù", yada "Tagliatelle al Ragù”.

Lokal bir yemeği, lokaller gibi yemenin yöntemi, öyle isim yapmış snob yerler yerine, lokallerin gittikleri restaurantlara gitmektir sevgili arkadaşlar. Biz de kendimize merkezde, caddenin üzerinde bir restaurant bulup, oturduk.

Tabii ki Tagliatelle al Ragù’muzu söyledik, yanından da olmazsa olmaz bir Sangiovese şarap. Önceden de yazmıştım, Sangiovese, Toskana’nın bir numaralı üzümüdür, ancak Bologna’da da her yerde var ve fiyatlar da Toskana gibi şımarıklıktan kendini kaybetmemiş, çok makul seviyelerde.

Sonradan yediğim et ise krallara layık. İtalyan biftekleri bizim damak tadımıza daha uygun. Fransızlar gibi çok sos kullanmayı sevmiyorlar ve kesimler çok daha ince. Ben kendi hesabıma Fransızların tuğla kadar kalın steak’lerini daha çok seviyorum. Ortası kırmızı, hatta soğuk olurlar. Hadi midenizi kaldırmayayım. İtalya’da et ince olduğundan ortası da pişiyor - söylerseniz tabii. Yoksa İtalyanlar da az pişmiş eti tercih ediyorlar.

Haydi çok gourmet olduk, olağan hayata dönelim.

İtalya ne kadar eski, tarihi ve cazibeli ise, Bologna bir tık daha bunların hepsi.

Merkezde geziyorduk, böyle tam Robert Langdon’ın Illimunati’yi kovalayacağı dekorda bir yüzyıllar yaşında binanın avlusunda, acaba bu kimin sarayı, hangi dinin tapınağı diye bakınırken, duvardaki tabeladan okudum. Burası Bologna Esnaf Ve Zanaatkarlar Odası’nın binasıymış…

Tarih… Tarih… Tarih…

Merkezde devasa bir çift kula var. Çok heybetli görünüyorlar. Mutlaka görün. İşin aslı, Bologna kule doluymuş sevgili arkadaşlar. Dante bile İlahi Komedi’sinin Cehennem bölümünde bu kulelerden bahsetmiş. Bu kulelerin birçoğu yıkılmış olsa da, bugüne kadar hatrı sayılır bir miktarı ayakta kalabilmiş. Bu kuleleri niye yapmışlar, net olarak kimse bilmiyor, ancak madem yapmışlar, görelim o zaman.

Arcades
Bologna’nın dikkatimizi çeken bir diğer mimari özelliği, “arcade” denilen, siz Türkler “kemer” diyor herhalde, binaların yola bakan cephelerindeki sütunların üzerinde yarım daire şeklindeki yapılar.

Bu arcade’ler çoğunlukla cafelerin masalarını koydukları yerler. Çok farklı bir havaları var. Yine yolunuz düşerse bir bardak şarap söyleyip, bu cafelerden Bologna hayatının akışını izleyin.

Şarabınızla birlikte mutlaka size cips, fıstık falan getireceklerdir. Fıstık tabağında bir tatlı kaşığı görürseniz şaşırmayın. Faydalı bir İtalyan adeti bu. Elinizle aldığınız fıstıkları ağzınıza atarken parmaklarınızı da yaladığınız için ortak fıstık tabağına bu kaşığı koyarlar. Medeni bir biçimde kaşıkla alıp, avucunuza döker, istediğiniz kadar yalaya yalaya yersiniz.

Bologna’da, yine İtalya’nın her yerinde olduğu gibi sayısız kilise var. Tekrar hatırlatalım, İtalyanlar koyu Katoliktirler. Vatikan bile İtalya’da, siz hesap edin. Bu kiliseleri fırsatını bulursanız görün.

Fakir adamın Venedik'i
Sıcaktan bayılmış bir durumda bu kiliselerin birinin avlusuna çöktük. Kilisede de nikah varmış. Jelena gelini görelim dedi, böylece biz de düğün alayına katıldık. Büyük bir düğünmüş. Beyaz cüppeleri ile en az beş papaz vardı, yüzlerce de davetli. Hem kız tarafıyla, hem de oğlan tarafıyla selamlaştık. Neyse ki gelin geldi de, kalkabildik.

Bologna’ya gelip, bir de Venedik havası koklamak istiyorsanız La Piccola Venezia’ya gidin. Burası Poor Man’s Venice, yani Fakir Adamın Venedik’i bir yer. Öyle gondola, Realto falan yok. Ufacıcık bir pencereden üç beş blokluk bir kanalı görüyorsunuz. Ama ona da şükür. İşin aslı, Venedik'le tek benzer tarafı kokusu.

Bologna çok büyük bir kent sevgili arkadaşlar. Görecek çok kilise, çeşme, heykel,, vesaire var, burada tek tek yazıp, Trip Advisor olmayayım. Ancak tarih, alış veriş, yemek ve şarap için bulunmaz bir destinasyon.

Bu gezimizin yazıları biraz gecikti. Affınıza sığınıyorum. Telafi edeceğiz. 

Va bene!

Arrivederci❤️

Radyoaktivite - Ne Yapalım?

Uzun süredir bu nükleer savaş konseptine takıldık sevgili arkadaşlar. Üstüne bir de özel bir kaç mesele girince bir türlü sonlandıramadık. K...