5 Ekim 2024 Cumartesi

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasında sosyalist bir yönetim kurmuştu.

Bu ABD’nin anasına küfretmek gibi bir şeydi.

Amerikalılara göre orta ve güney Amerika onların oyun bahçesidir. Kendilerini buraların sahibi zannederler, bu bölgenin insanlarıyla dalga geçerler, kısaca kafalarında kurdukları üstünlüğü bu bölge ve insanlarına projekte ederler. Bir de Küba gibi taş atımı, burunlarının dibindeki bir ülkede sosyalist bir yönetim kurmak, Ruslarla flörte başlamak falan, ayy…

Fidel, üstüne ülkedeki Amerikan şirketlerine el koyup, sahiplerini kovalayınca CIA hemen bu yönetimi devirmek için harekete geçti.

Devrimden sonra Kübadan kaçmış 1400 Kübalı sürgünü Nikaragua ve Guatemala’da eğittiler.

17 Nisan 1961'de sürgün ordusu, CIA'nın desteğiyle Küba’nın güneyindeki Bay of Pigs, yani Domuzlar Körfezi'ne çıkarma yaptı. Ancak operasyon başından beri çeşitli sorunlarla karşılaştı. Castro hükümeti, çıkarma yapılacağını önceden öğrenmişti ve bu nedenle bizzat Fidel’in yönettiği Küba kuvvetleri çok hızlı bir şekilde karşılık verdi. ABD, operasyonun başarılı olabilmesi için hava desteği sağlayacağını söylemişti, ancak bu destek yeterince etkili olamadı. Hava kuvvetlerinin başarısız olması ve sürgün ordusunun yeterli donanıma sahip olmaması nedeniyle operasyon üçüncü günün sonunda başarısızlıkla sonuçlandı. Sürgünler ordusunun 100’ü öldü, 1200’ü esir düştü.

ABD’nin yaptığı bu saçmalık Küba’yı Sovyetler Birliği’ne çok daha fazla yaklaştırdı.

Sovyet lider Nikita Kruşçev, ABD'nin Küba’yı yeniden işgal etmeyi deneyebileceği endişesiyle Küba'ya nükleer füze yerleştirme kararı aldı. Bu adım, takdir edersiniz ki, Sovyetler Birliği'nin Batı Yarımküre'deki etkisini artırmak ve ABD'nin yakınındaki Küba'da nükleer bir caydırıcılık oluşturarak Amerika'daki nükleer dengeyi değiştirme amacı taşıyordu.

Ha, bir de ufak bir ayrıntı, ABD İtalya ve Türkiye’ye Jüpiter orta menzilli nükleer füzelerini yerleştirmişti. Moskova falan hep bu füzelerin menzili içinde kalıyordu. Sovyetler elbette böyle bir tehdite karşı kayıtsız kalmayacaklardı.

14 Ekim 1962’de, bir U-2 casus uçağı Küba üzerinden uçarak, yapım halindeki nükleer füze rampalarının fotoğraflarını çekti.

Amerika’nın bu denli yakınında konuşlu nükleer füzeler gerçekten kabul edilebilir gibi değildi. Malumunuz, Amerika kendi yaptığında bir şey olmaz ama başkası aynı şeyi kendisine yaptığında şarlar.

ABD’nin her şehri bu füzelerin menzili içerisinde kalmaktaydı. Eğer füzeler kullanılsaydı, Amerikalıların bırakın karşılık vermeyi, bu füzelerin ateşlendiklerini farkedecek kadar bile zamanları olmayacaktı.

ABD Başkanı John F. Kennedy, 22 Ekim 1962'de televizyondan bir ulusa sesleniş konuşması yaparak, Sovyetler Birliği'nin Küba'ya nükleer füze yerleştirdiğini açıkladı. Kennedy, bir ultimatomla Sovyet füzelerinin Küba'dan kaldırılmasını talep etti ve daha fazla Sovyet askeri malzeme gönderilmesini engellemek amacıyla Küba'ya yönelik bir deniz ablukası ilan etti.

Bu arada bir Sovyet filosu Küba’ya doğru ilerlemekteydi. Kennedy “Bak gelmeyin yoksa…” diye hırladı. Kruşçev da “Sana ne lan!” diye karşılık verdi. Sinirler gerildi, söylemler sertleşti.

22 Ekimde ABD ordusu DEFCON 3 konumuna geçti. Tom Clancy, Jack Ryan filan okuyorsanız bilirsiniz. DEFCON, Defence Readiness Condition’ın kısaltılmasıdır ve savaşa hazırlık düzeyini belirler. DEFCON 3 seviyesinde özellikle hava kuvvetlerinin nükleer bombardıman uçakları harekata hazır hale getirilir.

24 Ekim 1962'de ABD Hava Kuvvetleri, tarihindeki ilk ve tek olmak üzere DEFCON 2'ye geçti. Bu, nükleer savaşın hemen eşiğinde olunduğu anlamına gelir. Stratejik Hava Komutanlığı'ndaki (SAC) bombardıman uçaklarına nükleer silahlar yüklenir ve 15 dakikada kalkışa hazır durumda tutulur.

Bir kez daha söylemiş olalım. DEFCON 2’nin tarihte ilk ve tek örneği var. O da Küba Füze Krizi zamanları. Bir sonraki aşama olan DEFCON 1 zaten savaş fiilen başladı demek.

Şimdi sıkı durun. DEFCON 2’ye geçilmesinden üç gün sonra, yani 27 Ekimde öyle bir şey oldu ki, dünya nerelerden döndü, hepimiz çok iyi anlayacağız.

B-59 kod numaralı bir Sovyet denizaltısı ablukayı kontrol eden Amerikan gemilerinin yakınlarında devriye geziyordu. Denizaltı o kadar derinlerdeydi ki, Sovyet filosu ile herhangi bir haberleşme imkanı yoktu.

Ve bu denizaltının nükleer bir torpidosu vardı.

Nükleer torpidolar, uçlarına gerçek anlamda bir atom bombası takılmış, özellikle uçak gemilerine karşı kullanılan silahlardır. Eğer gerçek bir uçak gemisini yakından gördüyseniz, bunu sadece nükleer bir silahın batırabileceğini çok daha iyi anlarsınız. B-59’un taşıdığı nükleer torpido, tüm bir uçak gemisi görev gurubunu toptan batıracak kadar güçlüydü.

ABD donanması B-59’u tespit etmişti. Amerikan savaş gemileri, Sovyet denizaltısının nükleer bir silah taşıdığının farkında olmadan, onu yüzeye çıkarmak için sadece gürültü çıkaran sualtı bombaları atmaya başladılar.

B-59 uzun süredir dünya ile ilişkisi kopmuş bir durumda, su altındaydı. Oksijen stokları bitmeye yakınlaşmış, kliması bozulduğundan ısı tahammül edilemeyecek düzeylere yükselmiş, personeli ise fazlasıyla yorgun ve gergin bir hale gelmişti.

Bütün bunların üzerine sağlarında sollarında patlayan su bombaları da eklenince, personel yüzeyde savaşın başladığına kanaat getirdi. Karşılık verip, vermemeyi tartışmaya başladılar.

Donanma yönetmeliği, olağanüstü durumlarda nükleer bir silahın kullanımını gemide bulunan üç subayın oy birliği ile alacağı bir karara dayandırmıştı.

Kaptan Valentin Savitsky sıkalım dedi. Polit Subay Ivan Semonoviç Maslennikov da sıkalım anasını satayım dedi.

Sevgili arkadaşlar aşağıdaki isme dikkatle bakın.



Vasily Arkhipov

Filo komutanıydı.

Eğer bugün ben bu yazıyı yazabiliyor, sizler de okuyabiliyorsanız, bunu Vasily Arkhipov’a borçluyuz.

Arkhipov, Bütün riskleri göze alarak nükleer torpidonun kullanımına hayır dedi. Dünya da yok olmaktan kurtuldu.

Sovyetler eğer nükleer silah kullansalardı çok büyük olasılıkla Amerikalılar buna karşılık verecek, Ruslar da bunu haliyle eskale edecek, sonunda da topyekün bir nükleer savaş çıkacaktı.

B-59 yüzeye çıkacağını bildirdi, ABD donanması da müdahale etmedi ve denizaltı geri, Rusyaya doğru yola koyuldu.

Şimdi size söyleyeceklerime lütfen dikkat edin.

O zamanki Sovyet Nükleer Doktrini, sahadaki hiç bir komutana nükleer bir silahı kullanma yetkisi vermiyordu. Bu kararı sadece Moskova’daki siyasiler verebiliyordu. B-59 olayında üç subayın yetkisine bırakılan nükleer silah kullanımı sadece topyekün bir savaş başladığında ve Moskova ile haberleşmenin kesildiği - başka bir deyişle Moskova’nın yeryüzünden silindiği durumlarda mümkün olabiliyordu.

Ve yorgun, bitkin, sıcaktan bunalmış bir grup denizci bu koşulların gerçekleştiğine inanabilmişti.

Herneyse...

Küba Füze Krizi sonunda Sovyetlerin Küba’daki, Amerikalıların da Türkiye’deki nükleer füzelerini kaldırmayı kabul etmeleriyle sonuçlandı. Amerikalılar da Küba'yı rahat bırakacaklarının garantisini verdiler.

1960’lardan Sovyetlerin dağılmasına kadar nükleer silahların sınırlandırılması çerçevesinde yapılan tüm girişimlerin en önemli tetikleyici unsurlarından biri Küba Füze Krizi olmuştu.

Bu olaydan sonra diplomasinin ve iki blok arasında haberleşmenin önemi anlaşılmış, her iki taraf da geçmişe göre çok daha dikkatli davranmaya başlamıştı.

Ta ki Sovyetlerin dağılıp, Amerikalıların kendilerini dünyanın sahipleri zannetmeye başladıkları döneme kadar.

Küba Füze Krizi esnasındaki iki önemli lider, Kennedy ve Kruşçev, akılları yerinde iki siyasetçiydi.

Şimdilerde nükleer silah sahibi ülkelere bakalım. Haftanın hangi günü olduğunu bilmeyen, havayla tokalaşan, dementia hastası Biden’lı ABD, anası yaşında öğretmeniyle evli, boks eldivenleriyle poz veren Macron’lu Fransa, iki yılda bir başbakan değiştiren İngiltere, Netanyahu gibi soykırımcı bir ruh hastasının yönetimindeki İsrail, Roket Adam Kim’li Kuzey Kore, Pakistan, Hindistan, bir de Putin’li Rusya ile Jinping’li Çin elbette. Sadece kendi fikrimi söylüyorum, bu son iki lider bana hepsinden çok aklı selime sahip izlenimini veriyor.

Bu listeye bir de İran ekleniyor ki…

Neyse, bu konuya sonra daha detaylı geleceğiz.

Şimdilik şunu hatırlayalım.

Küba Füze Krizi’nin sürdüğü on üç gun içerisinde dünya yok olmaya çok ama çok yaklaştı. Belki bunu sadece bir ağızdan çıkan bir “Hayır” sözcüğü durdurdu. Dünyanın yok olması öyle ölçülüp, biçilip, üzerinde uzun uzun düşünülüp verilen bir kararla gerçekleşmiyor işte. Neredeyse bir denizaltıdaki bozuk bir klima ve yeteri kadar votka içememiş yorgun bir grup Rus askeri bile kıyameti başlatabiliyor.

Devam edeceğiz.

2 Ekim 2024 Çarşamba

Çekirdekteki Güç

Bazen şaka ile karışık E=mc2 denklemini konu içerisinde kullanırız. Albert Einstein isimli bir dahinin beyninden çıkmadır bu evrenin temeli denklem.

Bu denklemin özü, enerjinin oluşması için bir miktar maddenin yok olmasıdır. Her dönüşen birim madde, ışık hızının karesi kadar miktarda bir enerji oluşturur. 

Maddenin kaybı yada yok olması tanımı aslen yanlıştır, çünkü, madde yok olmaz, sadece enerjiye dönüşür. İşin daha da doğrusu, madde ve enerji aynı şeylerdir, sadece birbirlerinin farklı formlarıdır

Etrafınızda gözlemlediğiniz her tür enerji, belirli bir miktarda maddenin dönüşümünden yaratılır. Enerji oluşumunun başka bir yolu, yöntemi yoktur. Varsa da biz bilmiyoruz.

Araba motorunu döndüren enerji benzinle oksijenin karışması ile ortaya çıkar. Oksijenle karışmak, yani reaksiyona girmek, yanma anlamına gelir. Yanmadan önceki benzin ve oksijenin ağırlığı yanmadan sonra ortaya çıkan gazların ağırlığından biraz daha fazladır. Aradaki fark ise arabayı yürüten enerjidir.

Bu evrensel kural her türlü enerji için geçerlidir. Kaslarınız aynı benzin misali karbon ve oksijeni karıştırıp yakarak enerji oluşturur. Tepeden aşağı yuvarladığınız taş, aynı taşı tepeye çıkaran enerjinin yaratılmasındaki madde dönüşümünden depoladığı enerjiyi kafanıza çarptığında yada sürtünme ile ısıya dönüştürdüğünde kullanır. Buna potansiyel enerji de derler. 

Günlük hayatımızda üretip, kullandığımız enerjinin neredeyse tümü kimyasal temellidir. Kimyasal enerji, elektronların başladıkları uzaklığa göre, atomların çekirdeklerine yaklaşmalarıyla ortaya çıkar. Çekirdekteki protonlar ve elektronlar birbirlerini çektikleri için, elektronlar bu çekime dönerek karşı koyarlar. Bir elektronu çekirdekten uzaklaştırmak için enerji kullanmanız gerekir. Yani çekirdekten uzaktaki elektronların yakındaki elektronlara göre daha fazla enerjileri olduğunu söyleyebiliriz. Eğer uzaktaki bu elektronları çekirdeğe yaklaştırabilirsek, aradaki enerji farkı açığa çıkar. Yanmadan sonra ortaya çıkan karbon dioksit molekülündeki elektronların çekirdeğe ortalama uzaklıkları, karbon ve oksijenin ayrı ayrı elektronlarının çekirdeğe ortalama uzaklıklarından daha azdır.

İster inanın, ister inanmayın, elektronlar çekirdeğe yaklaştıklarında biraz madde kaybı olur. Başta yanma, kimyasal reaksiyonlar maddenin sadece %1’inin trilyonda birini enerjiye dönüştürür.

Başka bir enerji türü ise ağır atomların protonlarını kaybederek daha hafif atomlara dönüşmesidir. Buna nükleer enerji diyoruz. Nükleer sözcüğü Latince “nucleus” sözcüğünden türemiş. Merkezsel, çekirdeksel falan demek.

Maddenin proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdeğin etrafında dönen elektronlardan oluştuğunu hatırlayalım. Yukarda bahsettiğimiz kimyasal enerji sadece elektronların yaklaşıp, uzaklaşmasıyla ortaya çıkarken, büyük atomların proton kaybetmesi, atomun çekirdeğinin yapısını değiştirir. Pratik olarak maddenin tüm ağırlığı çekirdeğinde toplandığı için elimizde yüksek miktarda enerji oluşturabilecek madde bulunur.

Bir maddenin ne olduğunu çekirdeğindeki protonlar belirler. Bir protonlu bir çekirdek hidrojen, iki protonlu bir çekirdek ise helyum atomunu, yani helyum “maddesini” oluşturur. Aynı yüklerin birbirlerini ittiklerini hatırlayalım. Çekirdekte birden fazla artı yüklü proton varsa, bunların birbirlerini itmesine karşı koyabilmek için nötron denilen yüksüz ama ağırlığı neredeyse protona denk parçacıklar bulunur. Basitleştirme yapıyorum, o yüzden tam anlamıyla doğruyu söylemiyorum.

Tek protonlu hidrojen bile bazen bir nötrona çekirdeğini kiralayabilir. Bu acayip hidrojene döteryum derler. Hidrojen bazen daha da arsızlaşır ve Suriyeli göçmenlere evini kiralayan ev sahibi misali çekirdeğe fazladan iki nötron alır. Bu daha da acayip hidrojen türüne ise trityum derler.

Ancak çekirdekteki nötron, yada etrafındaki elektron sayısı maddenin niteliğini değiştirmez. Döteryum da trityum da her şeyleriyle koç gibi hidrojendir. Mesela oksijenle birleşip su oluşturabilirler. Buna da heavy water yada ağır su derler. Neyse çok dağılmayalım.

Atomun çekirdeğinde çok enteresan kuvvetler etkileşime girer. Hadi isim vermiş olmak için bunlara zayıf ve güçlü çekim kuvveti diyelim. Bu kuvvetler, özellikle güçlü çekim kuvveti, elektronların ve yerçekiminin etkileşimlerine göre çok çok daha güçlüdürler. Ancak menzilleri çok kısadır. Çekirdekteki nötron ve proton sayısı arttığında çekirdeğin çapı genişlediği için dıştaki proton ve nötronların merkeze olan uzaklıkları artar ve kısa menzilli çekirdek kuvvetleri bunları tutamaz. Madde yavaş yavaş proton ve nötron kaybetmeye başlar. Proton kaybı sonucunda maddenin türü değişir.

Bir örnek ile açıklayalım.

Plütonyum çok ağır ve arsız bir atomdur. Çekirdeğindeki 94 proton onu plütonyum yapar. Nötron sayıları ise plütonyumuna göre farklılık gösterir. Biz hayli popüler 145 nötronlu plütonyum-239’a bakalım. 239 sayısı 94 proton ve 145 nötronun toplamıdır. Buna atom ağırlığı derler. Plütonyumu plütonyum yapan 94 protondur unutmayalım. Atom ağırlıklarını aynı maddenin farklı nötron içeren atomları için kullanırız. Bu farklı ağırlıktaki atomlara da izotop derler.

Plütonyum-239 dengeli bir atom değildir. Bir hidrojen atomu evrenin oluştuğu günden beri aynı halini korur. Plütonyum ise sürekli proton ve nötron kaybeder, çünkü kısa menzilli çekirdek kuvvetleri, bu denli büyük çekirdekteki nötron ve protonları bir arada tutamaz.

Plütonyum-239 önce iki proton ve dört nötron kaybedip, uranyum-235’e dönüşür.

Uranyum-235 iki proton ve iki nötron kaybedip, toryum-231’e dönüşür.

Bu aşama biraz ilginç. Toryum-231’in bir nötronu protona dönüşür ve aynı ağırlıkta, ancak atom numarası farklı olan protaktinyum-231 oluşur. Bu esnada bir elektron ışıması ortaya çıkar.

Çok başınızı ağrıtmayayım. Bu proton ve nötron kayıpları, çekirdekte 82 proton kalana kadar sürer. Ortaya çıkan 82 protonlu madde ise atom ağırlığı 207 olan kurşundur. Kurşun dengeli bir maddedir ve kendi başına bıraktığınızda başka maddelere dönüşmez, çünkü çekirdeği, çekirdekteki çekim kuvvetlerinin menzilinde kalacak kadar küçülmüştür.

Şimdi elde kalan kurşunu alıp, ona plütonyumdan bu noktaya gelene kadar kaybettiği proton ve nötronları eklediğimizde, elde ettiğimiz madde miktarı yani ağırlık, işlemin başındaki plütonyumun ağırlığından %0.1 yani binde bir daha azdır.

Einstein’ın denklemine göre, 1 kilo plütonyum kurşuna dönüştüğünde 1 gram madde enerjiye dönüşmüştür.

Gelin bu ünlü formülü hayata geçirelim.

E=mc2

1 gram=0.001 kilogram
c=3.00×10^8m/s

E=0.001 x (3.00×10^8)^2

Ortaya E=9.00×10^13 joule çıkar. Yani 9’un yanına 13 tane sıfır koyun.

Bu kadar enerji, bütün New York şehrine 35 dakika yeter. Yada bir Toyota Corolla ile 33 buçuk milyon kilometre yapabilirsiniz. Başka bir deyişle arabanıza atlayıp, ekvator üzerinde dünya etrafında 836 kez dönebilirsiniz.

Düşünün, sadece cebinize sığacak bir kilo plütonyumu kullanarak, bir gram maddeyi enerjiye dönüştürdüğünüzde oluyor bunlar. Bu arada siz siz olun, bırakın plütonyumu cebinize koymayı, yanına bile yaklaşmayın.

Hiroşima’ya atılan atom bombasının içinde 64 kilo uranyum 235 olsa da, bunun sadece 1 kilogramı parçalanmaya uğradı ve sadece 1 gramı madde enerjiye dönüştü. Radyasyon zehirlenmesinden ölenleri bir kenara bırakırsak, bomba patladığında ilk anda 80 bin kişi ortaya çıkan enerji sonucu hayatını kaybetmişti. Sadece 1g maddenin enerjiye dönüşmesi sonucunda…

Herneyse, büyük atomların parçacık kaybetmesiyle küçük atomlara dönüşmesine yol açan bu nükleer reaksiyona fisyon (fission) diyoruz, bu reaksiyon ile çalışan bombalara da atom bombası yada fisyon bombası.

Nükleer yolculuğumuz burada da bitmiyor.

Büyük atomlarının parçalanması sonucunda ortaya çıkan enerjinin büyüklüğünü gördük. Ancak tabiat ana bize biraz daha fazlasını sunmakta.

Tarih boyunca insanlık güneşin azametini gözlemiş. Bir çok din bu dünyayı aydınlatan ve ısıtan güce tanrısal bir anlam yüklemiş.

İnsanlık ilerledikçe güneşin muazzam enerjisinin kaynağını bilimsel olarak açıklamaya çalışmış.

1868 yılında bir bilim adamı bir güneş tutulması esnasında prizmada kırılan güneş ışınlarının üzerinde sarı bir çizgi gözlemlemiş. Bir ışığı prizmadan geçirdiğinizde, ışığın kaynağındaki değişik elementler beyaz ışığın içindeki bazı kendilerine has renkleri saklarlar - absorbe ederler. Saklanmış renkler yüzünden beyaz ışığın rengi değişir. Bu değişen renklere bakarak kaynakta hangi elementlerin bulunduğunu anlayabiliriz. Buna spektrografi derler.

Ne var ki bu acayip sarı renk dünyada gözlemlenmiş hiç bir elementin ortaya çıkardığı rengine benzemiyordu. Bu yeni element güneşte bulunduğu için, Yunanca’da güneş anlamına gelen “Helios” sözcüğünden türetilmiş helyum ismini aldı.

Gerçekten de helyum, dünya dışında keşfedilmiş ilk element oldu. Sonra dünyada da bulundu elbette.

Helyum enteresan bir elementtir. Başka hiç bir element ile kimyasal reaksiyona girmez. Başka helyum atomları ile bile bağ kurmaz. O yüzden hep gaz halindedir. Sıvı hale getirmek için mutlak sıfıra yakın bir dereceye kadar soğutmanız gerekir. Neyse…

Güneş ışığının spektrografik analizi helyumun yanında bol bol hidrojen de göstermişti. Dünyadaki okyanusların yarısı hidrojen olduğu için fazlasıyla bilinen bu elementin güneşte bulunması pek sürpriz olmamıştı.

Güneşin kaba bir hesapla %75’i hidrojen, %25’i de helyumdu. Güneş enerjisinin kaynağı hidrojen ve helyumla alakalı olmalıydı.

Ama nasıl?

Aritmetik olarak dört hidrojen atomunu - ki her hidrojen atomunun çekirdeği sadece bir protondur - birleştirdiğinizde dört protondan ikisi nötron olur ve iki proton, iki nötronlu bir helyum çekirdeği oluşur. Bu dönüşümün sonucunda toplam maddenin %0.7’si, yani binde yedisi, yada her kilonun yedi gramı enerjiye dönüşür. Başka bir deyişle büyük atomlarının çekirdeklerinin parçalanması sonucu oluşan fisyon reaksiyonunun yedi katı büyüklüğünde bir enerji ortaya çıkar. Bu reaksiyona da füzyon (fusion) denir.

Ancak zaten tek bir protondan oluşan hidrojen atomlarının çekirdeklerini birleştirmek, Tayyip ile Netanyahu’yu yan yana getirmekten daha zordur. Arada nötron, mötron da olmadığı için her iki çekirdekteki pozitif elektromanyetik güç, çekirdekleri birleştirecek güçlü çekim kuvvetlerinin menziline girmeden hidrojen çekirdeklerini deli gibi iter, birbirlerinden ayırır.

Bu itme kuvvetine karşı gelebilecek büyüklükteki güçler ise sadece güneşte bulunur.

Bunlardan ilki güneşin yerçekimidir. Güneş o kadar kütlelidir ki, bu kütlenin merkeze uyguladığı baskı, hidrojen atomlarını her ne kadar nazlansalar da birbirlerine yaklaştırır.

Hidrojen atomlarını birleştiren diğer bir güç ise güneşin merkezindeki sıcaklıktır. Isı, atomları hızlandırır. Güneşin merkezindeki ısı o kadar yüksektir ki, hızlanan hidrojen atomları, elektromanyetik gücün iticiliğini yenip, birleşirler.

Böyle muazzam bir güç elbette enerjiye muhtaç insanlığın ağızını sulandırmıştı. Bundan bir bomba yapıp, milyonları öldürmeyi planlayan askerleri saymıyorum bile. Ancak güneşin merkezindeki koşulları dünyada oluşturmak pek de mümkün değildi.

En başta çekim gücü.

Güneş kadar yerçekimi gücünü elde etmek için, güneşteki kadar maddeyi bir araya getirmek gerekir ki dünya üzerinde böyle bir şeyi hayal etmek bile saçmalık olacaktır. Zaten güneş kadar maddeyi bahçenize yığsanız bile ortaya bir yıldız çıkar ve sizi cayır cayır yakar. Çekim gücünü yapay olarak oluşturabilecek bir yöntem de bilmediğimizden, işimiz sadece hidrojen atomlarını hızlandırmaya kalmıştı.

Unutmayalım, hidrojen atomlarını hızlandırmak, onları ısıtmak demektir. Ancak yine de güneşin merkezindeki sıcaklıkları dünya üzerinde oluşturmak pek pratik değildir.

Bilim adamları öncelikle iki normal hidrojen çekirdeğini, yani iki protonu çarpıştırmak yerine, çekirdeklerinde bir yada iki nötron bulunan döteryum ve trityum isimli hidrojen izotoplarını kullanmayı önerdiler. Fazladan çekirdekte bulunan bu nötronlar, protonların birbirini itme güçlerini azaltıyordu.

Ancak yine de hız, yani ısı gerekmekteydi.

İnsanlığın tilki kafası buna da bir çözüm buldu.

Hidrojen atomlarını bir araya getirip, füzyon reaksiyonunu oluşturmak için, hidrojen atomlarının dibinde bir fisyon bombası patlattılar. Fisyon reaksiyonu, hidrojen atomlarını bir araya getirmek için gerekli ısıyı sağladı ve ilk yapay füzyon gerçekleşti. Füzyon oluşturmak için fisyon reaksiyonunu kullanan bombalara bu yüzden termonükleer bomba derler. Yani içlerinde füzyon bombasını patlatmak için ısı üreten bir fisyon bombasının bulunduğu silahlar. Bu arada bu bombalara niye hidrojen bombası dendiği her halde yeteri kadar açık.

Buradaki tek problem, bu yapay füzyonun kontrol edilemeyecek kadar çok enerjiyi kısa bir zamanda ortaya çıkarması. Bir bomba yapıp, etrafı yakıp, yıkmak için kullanışlı olsa da, bu yöntemle çalışan bir füzyon motorunu mesela arabanıza takamazsınız. Soğuk füzyon, yani enerji elde etmek için mini bir atom bombası patlatmaya gerek duyulmayacak bir füzyon reaktörü için çalışmalar devam ediyor. Başarıldığında dünyada en bol bulunan bir madde ile dünyanın en temiz enerjisi elde edilecek. Ancak gelin konumuz olan cehennem silahlarına geri dönelim.

Mk82 isimli bir bombadan bahsedeyim sizlere.

Dünyanın en çok havadan atılan bombasıdır. 240 kilo yada 500 pound ağırlığındadır. Türkiye dahil hemen her NATO ülkesinde binlercesi bulunur.

Bu bombayı attığınızda bir kaç yüz metrelik bir alanda 240 kilo yada 0.24 ton TNT yani dinamitin patlamasına eşdeğer bir etki elde edersiniz. Mk82 binaları yıkan, yüzlerce insanı öldürebilen bir bombadır.

Şimdi gelin Hiroşima’ya atılan Little Boy isimli atom bombasına bakalım. Little Boy 15 kiloton, yani on beş bin ton TNT gücünde bir bombaydı. Başka bir deyişle 62,500 Mk82 ayarında. Averaj atak konfigürasyonundaki bir F-16’nın 8 Mk82 taşıyacağını düşünürsek, Hiroşima ayarındaki bir saldırı için 7,800 F-16 (sortisi) gerekecekti.

Little Boy 6.5 kilometre yarıçapında bir alanı yerle bir etti ve ilk anda 80 bin insanı öldürdü. Bu karşılaştırmanın sadece enerji bazında yapıldığını hatırlatayım. Little Boy’un yaydığı radyasyonla ölüm oranı ilerleyen zamanlarda 200 bin kişiyi buldu.

Termonükleer, yani hidrojen bombaları ise insanın içini sızlatacak kadar güçlüdürler. Örneğin 5 megatonluk, yani 5 milyon ton TNT düzeyinde bir güce sahip “averaj” bir termonükleer bomba 21 milyon Mk82 yada 333 Little Boy gücündedir. Bir şehri tamamen ortadan kaldırabilir, milyonlarca insanı öldürebilir.

Bombaların ağababası ise bir Rus bombası. İsmi Tsar Bomb - Tsar, Çar demek. Gücü 50 megaton. Yani elli milyon ton TNT, 210 milyon Mk82 yada 3,333 Little Boy düzeyinde. Bir ülkeyi haritadan silebilir.

Nükleer silahlar nedir, ne değildir bir fikrimiz olsun diye bu girizgahı yaptım.

Devam edeceğiz.

30 Eylül 2024 Pazartesi

Tekke Kaçkınları

Sevgili arkadaşlar, biraz moral bozma vakti.

Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasına yakın, tüm dünya savaşa hazırlanırken ulu ceddimiz Osmanlı İmparatorluğu ve ulu padişahımız, durumdan bihaber, sarayında sefa sürüyordu.

Benzetmek gibi olmasın, ceddimizin mirasçıları da aynı misal, dünyanın çivisi çıkarken hala Özgür Özel, asrın liderimiz ve Dilan Polat'tan bahsediyorlar.

Sevgili arkadaşlar, durum ciddi.

Bundan bir Üçüncü Dünya Savaşı çıkar mı, bilmiyorum, ama iyi bir şey çıkmayacağı kesin.

Ne yazık ki, her şeye olduğu gibi, buna da hazırlıksız yakalandık. Bu tekke kaçkınları baştayken ne kadar az zararla bu işten sıyrılabiliriz, işte asıl sorulması gereken on milyon dolarlık soru bu.

İçinizi karartmak istemem, ancak işler gerçekten ciddi.

İki hafta önce, Domuzlar Körfezi'nden sonraki en ciddi nükleer felaketten döndük.

Medyamız o sıralarda Özgür Özel, Bilal Erdoğan gibi ulvi şahsiyetlerle meşguldü; bu "minik" ayrıntıyı es geçti. Ancak, Bidenopoulos denilen bunak, sersemce bir kağıdı imzalasaydı, bugün Seda Sayan'ı izlemek yerine, çoluğunuza çocuğunuza bir dilim ekmek bulmak için adam öldürüyor olacaktınız.

Bu bir şaka değil; bahsettiğim olaylar gerçek. Bir Mad Max filminin senaryosu değil, gerçekten birebir gerçekleşecekti.

Olan biten henüz geçmiş değil. Nükleer bir felaketle karşı karşıyayız.

Yapay zeka’ya birkaç senaryo yaptırdım. Hepsinde aynı sonuca ulaşıyoruz: Hem bizler, hem çocuklarımız, hem de geleceğimiz yok oluyor. Ne Özgür Özel'in saçının bir teline, ne de Tayyip'in Cuma namazından sonra söylediklerine bel bağlayabiliriz.

Önümüzdeki günlerde, olası felaketin detaylarını sizlerle paylaşacağım. Hem doğal, hem de yapay zeka ile bu konuda çalışmalar yaptık.

Eğer iç karartıcı bulduysanız, gidip Özgür Özel'i izleyin ya da Halk TV'nin zırvalarını dinleyip kafanızı kuma gömün.

Ancak, gerçekten ilgileniyorsanız bizi takip etmeye devam edin.

Uyanık olun, kazanımlarınızı kaybetmeyin.

Sizi bu felaketten ne Ali Erbaş'ın kılıcı ne de Bilal'in önlenemez derecede yükselen öngörüleri kurtaracaktır.

Elhamdülillah!

6 Eylül 2024 Cuma

Andorra

Sevgili arkadaşlar, yıllık olağan 🐝Mezzy🐝’nin doğum günü kutlamaları için için yola koyulduk bir kez daha. Sevgili kızım, 23 Temmuz’da dokuz yaşına basacaktı ve bu mutlu günümüzü elbette ki her zamanki gibi Hard Rock Cafe’de kutlayacaktık.

Bu gelenek, Melissa’nın her doğum gününde Hard Rock Cafe’de yemek ve müzik eşliğinde eğlenmek üzerine kurulu. İlk yaşında Venedik, ikinci yaşında Ibiza, üçüncü yaşında Las Vegas, dördüncü yaşında Paris, beşinci yaşında Nice, altıncı yaşında Lyon, yedinci yaşında Londra ve sekizinci yaşında Dublin Hard Rock Cafe’deydik.

Sırada dokuzuncu yaşgünü için Hard Rock Cafe Barcelona vardı.

Herkes Barcelona için deli olur ancak huysuz kişiliğimin bir sonucu, ben şahsım bu şehirden hiç haz etmem. Şehir genellikle kalabalık, turistlere karşı kaba saygısız davranan insanlarla doludur. Kültürel olarak da öyle beni etkileyen çok şey yoktur. Sadece Gaudi bence durumu kurtarmaya yetmiyor.

Bu hislerimin kaynağı, belki de Barselona’ya ilk ziyaretimin biraz travmatik geçmiş olması olabilir.

Yıl 1998. Barselona’nın göbeğinde, koca bir ana caddede kırmızı ışıkta durdum. Beklerken iki adam yanıma gelip bana adres sordular. Ben ne bileyim derken arkadan iki kişi gizlice kapıyı açıp seyahat belgelerimi, kimliklerimi ve paramı çaldı. 

O dönemde Schengen mengen yok, ben evime dönebilmek için, üzerimde tek bir tane kimlik bulunmadan, İspanya’dan başlayıp, bütün Fransa’yı geçip, İsviçre’ye dönmek zorunda kaldım.

La Rambla
Tabii ki polise gittim, ama bu hırsızlık tarzı o kadar rutin hale gelmiş ki, üzerinde olanın bitenin matbu yazıldığı, sadece nokta nokta şeklindeki yerlere isim, soyad, olayın olduğu yeri falan yazdığım bir formu doldurmak yeterli oldu!

Sonuç beklendiği üzere hak getire. Sadece sigortadan üç beş kuruş, hepsi o…

🐝Mezzy🐝 doğduktan sonra Barcelona’ya bir kez daha geldik. O da çok iç açıcı sayılmazdı. Yine kalabalık, yine kabalık, yine sevimsiz, kaba insanlar, yine kaos…

Bu kez neyse ki hem kısa kalacaktık, hem de Barselona’daki tek tam günümüzün önemli bir bölümünü Barselona dışında, hatta İspanya dışında geçirecektik.

İspanya’nın dışı dediysem, Andorra’ya gidecektik.

Bilir misiniz, bilmem, Andorra, Avrupa’daki o ufacık şehir devletlerinden, mikro devletlerden biridir. Andorra’da Andorian’lar yaşar. Rivayete göre Kaptan Kirk tarafından keşfedilmişlerdir. Off, soğuk Star Trek esprileri bunlar.

Andorra, Pirene Dağları’nın kalbinde yer alan küçük ve dağlık bir ülke. İspanya ve Fransa arasında sıkışmış, 468 kilometrekarelik kıç kadar bir yer.

Pireneler
Rivayete göre, 9. yüzyılda Charlemagne tarafından Müslümanlardan korumak için kurulmuş - o günden bu güne, gördüğünüz gibi Müslüman olmak zor zenaat! Resmi tarihi, 1278 yılına dayanırmış, bu tarihte Andorra, Fransız ve Aragonlu lordlar arasında yapılan bir anlaşma ile yönetilmeye başlanmış.

Andorra’nın yönetim sistemi biraz tuhaf. DEM Parti’nin eş başkanları gibi iki “eş prens” tarafından yönetilmekte. Bunlardan biri Fransa Cumhurbaşkanı, diğeri de Katalan piskoposu. Macron efendi bu sayede prens olmuş sizin anlayacağınız.

Andorra, Schengen Bölgesi ve Avrupa Birliği’ne üye değil. Ancak, Avrupa’nın bazı ülkeleriyle özel bir gümrük anlaşması yapmış ve bu anlaşma sayesinde sınır kontrolü olmadan geçiş yapılabiliyor. 

Sınırda kontrol yok, ancak sınıra kadar gelebilmek için Schengen-free olmak gerekiyor tabii. Andorra’nın bir havaalanı, ve Pireneler’in tepesindeki konumu göz önüne alındığında haliyle bir limanı yok.

Andorra’nın nesi meşhur derseniz, biz Türkler için futbol takımı diyebiliriz sevgili arkadaşlar.

Andorra’nın futbol takımı, asıl işleri spor mağazası tezgahtarlığı, vergi danışmanlığı, mühendislik, bilgisayar programcılığı ve öğretmenlik olan şahsiyetlerin, part-time futbolculuk yaparak oluşturduğu bir takımdır.

Ancak bu takım, zaman zaman 80 milyonluk Türkiyenin milli takımının tozunu atabilmektedir.

İşte bu bağlamda pek haz etmeyiz Andorrianlar’dan…

Alakam yoktur, sedece bu yazının içeriği bakımından bir göz attım, neyse ki son bir-iki maçı kazanmışız.

Elli altıncı ülke...
Sonuçta yeni bir ülke, yeni bir ülkedir sevgili arkadaşlar. Yeni yerler görmek, yeni yemekler tatmak hep heyecan vericidir. Biz de arabayı park ettikten sonra şevkle ana caddeye çıktık.

Önce sola dönüp, bir beş dakika yürüdük, cadde bitti.

Geri döndük. Beş dakika sonra, başladığımız park yeri noktasına geri dönmüştük.

Bu kez aksi tarafa yürümeye başladık.

Ana caddenin bu kesimi beş dakikadan daha da az bir süre içinde “bitti”.

Jelena ile birbirimize baktık. Sevgili karım beni üzmemek için bakışlarını kaçırdı, ama ben erkekliği elden bırakmadım ve “Now what?” diye sordum. Kızcağız, ne bileyim gibisinden omuzlarını silkti.

Cadde üzerinde bir iki mağazadan başka bir şey yoktu!

Hani öyle Eyfel Kulesi, Şanzelize falan beklemiyorduk ama en azından bir anıt, landmark, katedral, kilise, kale falan bir şeyler koymuş olsunlar değil mi?

1970'lerin Kızılay'ı
Heyhat! Bilenleriniz için 1970’lerin Ankara'sının kızılayı. Yeni Karamürsel mağazası, Yapı kredi Bankası hepsi o. Gima bile yok!

Bir sokaktan içeri girip, bir cafe bulduk. Neyse ki kahve İspanyol değil İtalyan kahvesiydi. En azından Andorra’ya gelmenin pozitif bir katkısını görebilmiştik - İspanya’da kahve bir felakettir sevgili arkadaşlar.



Fransız sınırı olduğu için Fransızca konuşarak anlaşabiliyoruz. Zaten nüfusun küçük sayılamayacak bir bölümü Fransız yada Fransız asıllı. Gerisi İspanyol, Bask ve Katalan, ancak Katalanlar burun farkıyla çoğunlukta. Trafik işaretleri de bu yüzden Katalan diliyle yazılmış ve İspanya’ya göre biraz farklı. Mesela España yerine Espanya falan yazıyor.

Genelde yeni bir ülkeye gelmeden biraz okur, Youtube’dan bir-iki belgesel izlerim ama Andorra küçük olduğu için bu kez çok bakınmamıştım. Gördüklerim ise daha ziyade dağlar ve kayak merkezleri ile ilgiliydi ki, otuz sene İsviçre’de yaşadıktan sonra, Andorra’da dağlarda trekking yapıp, yazın ortasında kayak merkezlerine gitmek de çok manalı olmayacaktı.

Bir dere ve park bulduk!
Ara sokaklarda gezinirken minik bir dere ve yanında da bir park bulduk. Yellowstone’u görmüş kadar sevindik. En azından görülmeye değer bir “yer” bulmuştuk. 🐝Mezzy🐝 salıncaklara, kaydıraklara falan gitti. Biz yine Jelena ile yine boş gözlerle birbirimize bakıyoruz…

Çok kasmadık, atladık arabaya, yolda bir McDonald’s’da durup, bir şeyler yedik ve geri Barcelona’ya doğru yola koyulduk.

Andorra, şu fani dünyada gördüğüm elli altıncı ülke oldu sevgili arkadaşlar. Malum, çok kısa kaldığımız için çok fazla Andorra resmimiz yok, görsel zenginlik için gezi haritamı da paylaşayım bu vesileyle.

Barselona Havaalanı’nda arabayı geri verdik ve bir taksiyle şehir merkezine doğru yola koyulduk.

Taksici bizi La Rambla’nın sonuna yakın bir yerde bıraktı. Oradan biraz yürüyüp, Plaza Catalunya’ya ulaştık. Hard Rock Cafe, yolunuz düşerse bu meydanın hemen Ramblas’la kesiştiği noktada.

Nice mutlu yıllara canım kızım!
Sevgili kızımın dokuzuncu doğum gününü kutladık. Hala inanamıyorum, onuncu yaşına bastı 🐝Mezzy🐝’cik. Daha dün aynı mekanda, bebek arabasının içinde, ona Güelli’den aldığımız kırmızı sombrero’sunu giymiş, boş gözlerle etrafına bakınıyordu, şimdi Hard Rock Shop’tan kendi başına alış veriş yapıyor.

Hayat çok kısa, üstüne bir de çok hızlı geçiyor sevgili arkadaşlar.

Ertesi gün uçağımız çok erken saatte kalkacaktı. Saat dokuzda Gran Canaria’da, saat onda ise otelde olacaktık. İlk gün olmasına rağmen denizde tam bir gün demekti bu.

Otele dönüp uyuduk.




Andorra gezisini toparlarsak…

Walla çok toparlayacak bir şey yok sevgili arkadaşlar. Zevkler ve renkler durumları elbette ama sizlere gidin, görün diyecek bir neden bulamıyorum. Hani kayak seviyorsanız falan diyeceğim, Andorra’ya kadar gideceğinize, gelin İsviçre’ye. Yine de bu ufacık ülkeye yılda on milyon turist geliyormuş. Bunu da not etmiş olalım.

Hem hayat, hem de gezilerimiz devam ediyor.

Umarım, bir sonraki gezimizde sizlere elli yedinci ülkemden sesleniyor olurum.



O güne kadar ¡adiós!

29 Ağustos 2024 Perşembe

Çin otuz saniyede gitti!...

Ya bazen kendimi tutamıyorum.

N'olur aşağıdaki Youtube kapağıana bir bakın.



Tanıtımında diyor ki, Çin'i otuz saniyede yok edecek 90 'MİLYAR' dolarlık füze... Böyle bir patlıyor, bir buçuk milyar nüfuslu Çin 'pufff', sizlere ömür, gitti...

Hatta Çin'i rahat rahat delsin diye ucuna mızrak başlığı takmışlar.

O değil de, arkada Çin'i dünyadan silecek füzenin üzerine ata biner gibi binmiş bir cengaver var.

İçim acıdı.

Oğlum bak çocuğun neyin olmaz.

Böyle füzeyle şaka mı olur...




7 Ağustos 2024 Çarşamba

Torino

Sevgili arkadaşlar, İtalya gezimizin son durağı Torino oldu. Torino bize bir kaç günlük bir tatile değmeyecek kadar yakın, ama bir günde gezilemeyecek kadar da uzak bir kent. O yüzden, uzunca bir süre, listemizde olmasına rağmen bir fırsatını bulup, gidememiştik. Kısmet bugüneymiş.

Torino'dayız!
Torino, İtalya’nın Piemonte bölgesinin başkenti ve İtalya’nın en önemli finans ve endüstri kentlerinden biri. Bulunduysanız Lombardiya’nın başkenti Milano, yada İtalya’nın başkenti Roma ayarında bir kent.

Ben şahsen ne Roma’dan, ne Milano’dan haz alan biriyim. Kötü yerler demiyorum tabii, ancak bence İtalya’nın ruhu yok bu şımarık kuzey kentlerinde. Asıl İtalya bence güneyde, Napoli, Sicilya, özellikle Palermo falan. Gerçek müzik, yemek ve şarap buralarda. Milano’da bol bol designer modacılar var. Meraklıysanız hoşunuza gidebilir. Ancak çok fazla İtalya yok.

Bu yüzden Torino beni biraz şaşırttı diyebilirim. Endüstriyelleşmiş zengin bir kuzey kenti olmasına rağmen, o özgün İtalya havasını büyük oranda koruyabilmiş.

Piemonte’nin kalbimde özel bir yeri olmasının nedeni, burada yetişen Nebbiolo isimli üzüm ve bundan yapılan şaraptır.

Şarap meraklıları için bir benzetme yapmak gerekirse, Nebbiolo, İtalya’nın Pinot Noir’ıdır. Her iki üzümden de çok narin, ancak fazlasıyla sanatsal şaraplar çıkar. Açık kırmızı renkleri ve zayıf aroma ve tadları, güçlü şarapların bastırması nedeniyle fark edemediğiniz bir çok yeni tad ve kokuyu zevkinize sunarlar.

Pinot Noir’ın kralı Burgundy/Burgonya, Nebbiolo’nun kralı ise Barolo şaraplarıdır. Ancak her ikisi de eşek gibi pahalıdır. Kaliteden çok fazla fedakarlık etmeden ve daha da önemlisi iflasa yol açmadan mükemmel Alsace Pinot Noir ve Barbaresco Nebbiolo içebilirsiniz. İşi biraz daha pintiliğe dökerek, Piemonte’nin Barbera üzümlerinden yapılan aynı isimli şaraplarını da deneyebilirsiniz. Hayli ekonomik olduklarına bakmayın, tadları hiç de fena değildir. Ben şahsım, Torino’da, yemekte Barbera içtim.

Ancak bu hiç kolay olmadı.

Merkezde koca bir meydan var. Çevresini yürüyerek gezmek bile neredeyse yarım saat alıyor. Bu meydanın etrafı ise restaurant, cafe ve bistrolarla dolu. Ben diyeyim yirmi, siz deyin elli tane. Yer gök yiyecek!

Bunları görünce şımardık tabii. 🐝Mezzy🐝 “Ben pizza isterim” diye tutturdu. Jelena “Ben de tavuk isterim” dedi. Şahsım ise elbette kanlı bir beef ve Nebbiolo’dan aşağısına bakmaz.

İlk restaurant’a girdik. Jelena “Tavuk var mı?” diye sordu, garson yüzümüze bile bakmadı, “Yerimiz yok” dedi.

İkinci restaurant’daki garson cevap bile vermedi.

Böyle böyle bütün meydanı gezdik, onca restaurantdan hiç biri bizi kabul etmedi.

Meydandan ayrılıp, arka sokaklara geçtik. Buralarda da bol bol restaurant var, ancak yine hepsi dolu.

Biraz daha küçükçe bir meydanda bir restaurant bulduk. Garsona "Yeriniz var mı?” diye sorduk, o da “Yok!” demek yerine “Doluyuz ama beklerseniz ilk boşalan masaya alırım sizi” dedi.

Restaurantımıza uzaktan, sevgiyle
bakıyor ve bekliyoruz!
“Tamam” dedik, telefonumuzu verdik. Sağa sola bakınca, restaurantın tam karşısında günlerden pazar olması hasebiyle kapalı bir bistro gördük. Mekan kapalıydı ama bahçesinde masalar vardı. Bizim restaurant\ın garsonuna bak buradayız, masa boşalınca haber ver dedik.

En azından güneş altında yürümüyorduk. Oturduğumuz yerin dibinde bir de umumi çeşme vardı, bu sayede susuzluğumuzu giderdik.

Hayat güzelleşiyordu.

Ben arsızlığı bir kademe ileri götürüp, karşıdaki restaurantdaki garsona “Bizim hesabı açıp, bana bir şarap getirir misin?” diye sordum. “Olur” dedi. Garson elinde tepsi, meydanı geçip, bize şarap, kola falan getirmeye başladı.

Sonunda mutlu an geldi. Bir masa boşalmıştı. Hemen restaurantımıza intikal ettik. Mükellef bir yemek yedik, Barbera da çok güzel geldi. Şoförlük Jelena’nın shift’iydi, o yüzden garibim şarap içemedi, ancak ben onun yerine de içtim elbette.

Ve doyduk...
Yemekten sonra şehrin merkezine döndük. 🐝Mezzy🐝 ‘ye söz vermiştik, Torino’daki muhteşem Mısır müzesini gezecekti. Ancak bütün biletler satılmıştı. Görünüşe göre bu güzel kent bize “Böyle aceleyle olmaz, yeniden gelin, adam gibi gezin” diyordu.

Torino meydanlarıyla, kiliseleriyle, müzeleriyle mükemmel bir kent. Ancak bu şehrin Hristiyan kültüründe ilginç bir yeri vardır. Biraz sabrederseniz size anlatayım.

Öncelikle izninizle kısa ve artık geleneksel olmuş bir disclaimer’ımı yapayım.

Tanıyanlarınız bilir, ben her dine, inanca, kökeni, kapsamı ne olursa olsun aynı yakınlıkta biriyimdir, daha da doğrusu aynı uzaklıkta, hem de çok, çok uzaklıkta… Herkesin inancına saygılıyım, benim inancıma yada ‘inanmamıcıma’ karışmadıkları sürece. Sevgili karım hayli inançlı bir Hristiyandır - hıyarlık etmiş gibi olmayayım, İncil'i herhalde ondan daha iyi bilirim ama inançla bilgi farklı şeyler. Ne o bana karışır, ne ben ona. Gül gibi geçinir, gideriz. Noel’inde, Paskalya’sında inanmasam da onla kiliseye giderim. Hiç de gocunmam.

Bunları söylememin nedeni, aşağıda biraz din konuşacağız, bu yüzden beni bir inancın reklamı, propagandası yapıyor şeklinde almamanızı sağlamak. Size sadece Hristiyanlık çerçevesinde ufak, bir kaç bilgi aktaracağım.

Hristiyanlıkta resim günah değildir. O yüzden Hz. İsa’nın, hatta tanrının resimleri ve tasvirleri başta kiliseler, her yerde bulunur.

Özellikle bir Katolik kilisesini gezdiyseniz, Hz. İsa genellikle beyaz tenli, renkli gözlü, açık renkli saçlarıyla tasvir edilir. Öyle resimlerini gördüm ki, bunlarda İsa, İsa’dan çok Thor’a benziyordu. Sarı saçlar, mavi gözler, vs…

Hz. İsa bir Yahudiydi. Bugünkü Filistin’de bulunan Bethlehem, yani Beytüllahim şehrinde doğmuştu. Köken olarak Nazareth yani Nasıra’lıydı. Bu kent de bugünkü İsrail/Filistin sınırları içindedir.

Bu şehirlerin tümü Arap çöllerindedir. Yani İsa, sarı saçlı, mavi gözlü bir Viking değil, olasılıkla kahverengi tenli, kara gözlü bir orta doğuluydu.

Yahudiler ve Araplar kulağımıza farklı etnik gruplar gibi gelse de, işin aslı aynı ırkın insanlarıdır. Dilleri hemen hemen aynıdır. Adetleri hemen hemen aynıdır. Yemekleri hemen hemen aynıdır. Yahudiler sadece bu ırkın özel bir soyağacından gelmektedirler.

Sözün özü, Hz. İsa, büyük olasılıkla bugünkü Araplar’a benzemekteydi.

Bir Katolik kilisesi yerine, örneğin daha eski bir Ortodoks kilisesi gezerseniz, Hz. İsa buralarda daha koyu tenli, daha orta doğulu bir şekilde tasvir edilir. Kapadokya’daki kiliselerde bunlardan bol bol görebilirsiniz.

Bunun bir adım ilerisi de var.

Katolik bile olsa dünyanın birçok yerindeki kiliselerde, müzelerde Black Madonna isimli ilginç bir fenomen vardır. Black Madonna, Hz. Meryem’in ve bazılarında Hz. İsa’nın zenci olarak tasvir edildikleri tablo, heykel ve ikonlardır.

Ben Polonya’da, Çestahova isimli bir kentin tarihi bir kilisesinde, bu ikonlardan birini görmüştüm. Polonya, hattızatında Katolisizm’in tavan yaptığı bir ülkedir. Bu kiliseyi ziyaret ettiğimde kalabalık bir grup, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önce sırtında haçı ile yürümesini tasvir ediyorlardı. Detayına girmeyeyim, bu yolculuğun on dört noktası incelikleriyle bilinir. Nerede sendeledi, nerede düştü, nerede yüzünü sildiler, vs. Yolunuz Çestahova‘ya düşer mi bilmiyorum, düşerse ve zamanlamayı tutturabilirseniz görün mutlaka.

Hz. Isa’nın yürüdüğü Eski Kudüs’teki bu yolun ismi Via Dolorosa’dır. Eğer Hamas İsrail’e girmeseydi, 2023 Ekim’de, Kudüs’te bu yolu şahsen görecektim. Bakalım bir daha denemeye ömrümüz yetecek mi…

İncil’de, özellikle dört kanonikal gospel’da İsa’nın fiziksel bir tasviri yoktur. Teninin bronz renkte, saçlarının da yün gibi olduğu ile ilgili bazı kayıtlar olsa da bu bilgilerden gerçeğe yakın bir İsa resmi çıkarmak olanaklı değildir.

Ancak inanç bazen insana görmek istediğini gösterebiliyor.

İslam’daki kutsal emanetler gibi Hristiyanlıkta da din ile ilgili önemli eşya ve silahlar bulunur.

Örneğin Hz. İsa’nın çarmıhta ölüp, ölmediğini anlamak için Romalı bir asker mızrağını İsa’nın vücuduna batırmıştır. Tarihin bir çok noktasında insanlar The Holy Lance isimli bu mızrağı bulduklarını idda etmişler, hatta bir papaz, yerden aldığı bir sopanın bu kutsal mızrak olduğunu idda ederek halk ve askerleri gaza getirmiş, haçlı ordusuna bir zafer kazandırmıştır.

Herkesin Hollywood filmlerinden bildiği ölümsüzlüğü bahşeden, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki son yemeğinde şarap içtiği The Holy Grail yani Kutsal Kase, yada İsa’yı vaftiz eden John The Baptist, yani Vaftizci Yahya (ki İslamda da çok önemli bir figürdür, Hz. Muhammed Miraç’a yükseldiğinde İsa ile birlikte Yahya ile konuşur) ‘nın kafatası, hep bu tür reliklerdir. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa bölgesini ve Yahudilerce kutsal sayılan Süleyman Tapınağı’nın son kalan bölümü olan Ağlama Duvarı’nı da Kudüs gezimizde görecektim. Off, çok üzüldüm bu geziyi ertelediğimize…

Hristiyanlıktaki bu kutsal eşyalardan biri de İsa’nın öldükten sonra sarıldığı örtüdür. Buna The Holy Shroud derler.

1300’lü yıllarda biri, üzerinde silik bir insan yüzü olan, ve İsa’nın çarmıha gerildiğinde çakılan çivilerin yerlerinde kan izi bulunan bir örtünün bu kutsal örtü olduğunu idda ederek ortaya çıkmış.

Silik insan silueti, gerçekten de İsa’nın yüzünü andırıyordu. Hz. İsa’nın fiziksel yüzünü bilmediğimizi söylemiştik. Öyleyse bu kimin yüzüydü?

Örtünün üzerindeki bu siluet, aslında pek de doğru olmayan, Hz. İsa’nın zamanın tablolarda tasvir edilen batılı yüzüne benziyordu.

Bu örtü 1300’lü yılların sonunda Savoy ailesinin eline geçti ve 1500’lü yıllarda Torino’ya getirildi. Bundan sonra da ismi The Shroud of Turin, yani Torino Örtüsü olarak kaldı.

O yıllarda bazıları, “Etmeyin, bu sahte” dese de, çoğunluk aslında inanmak istediği için, bu örtünün kutsal örtü olduğunu kabul ettiler.

1978’de bir bilim adamı örtünün üzerindeki siluetin ve kan lekelerinin inorganik renklendiricilerle boyandığını tespit etmiş. Ancak inancın gözü kördür, inananlar bu örtünün kutsal olduğuna inanmayı sürdürmüşler.

1988’de örtüye karbon testi yapmışlar. Örtünün 1300’lü yıllardan kalma olduğu anlaşılmış. Miladı başlatan kişinin buna sarıldığını varsayarsak, örtü kullanıldığı varsayılan tarihten 1300 yıl sonra yapılmış. Ama inananlar hala inanmaya devam etmiş.

Geçenlerde BBC’de bir belgesel izledim. Koca doktorlar, profesörler, bu örtünün gerçek olabileceğini, karbon testinin 1300 yıl yanılabileceğini bilimsel terimlerle anlatmaya çalışıyorlardı.

İnanç böyle bir şey işte. Yüzünün nasıl olduğunu bilmediğiniz birinin yüzünün yansıdığı idda edilen, bu insanın ölümünden 1300 yıl sonra yapılmış , kan olmayan bir boya ile kan izlerinin boyandığı, inorganik mürekkeple yüz siluetinin basıldığı bir örtünün, hala kutsal olduğuna inanabiliyor insanlar.

Vatikan bile yorum yapmayı bırakmış, herkes istediğine inansın diyor.

Bunda da bence sorun yok. İnanç inançtır. Doğruluktan değil, insanın inanmayı istemesinden kaynaklanır.

Örneğin Topkapı Sarayındaki kutsal emanetlerden Hz. Musa’nın Asa’sı sonucunda bir sopadır. Bunun Hz. Musa’nın Kızıldeniz'i ayırdığı, kayalardan su çıkardığı, yada yılana dönüştürdüğü asa olup olmadığını bilemeyiz. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in dişinin, hırkasının, sakalının, sancak-ı şerifin, Hz. Ali ve Hz. Ömer’in kılıçlarının da gerçek olduklarının bilimsel olarak kanıtlanması olanaklı değildir. Ancak Müslümanlar bunların gerçek olduğuna inanmışlarsa, ben kimim ki bu inanca şüphe ile yaklaşayım?

Saygı duymak durumundayız.

Artı, bunların gerçek olup olmamasının İslam dininin gerçekliği doğrultusunda bir önemi de yoktur. O kılıç örneğin Hz. Ali’nin değilse bu ne İslam İnancını, ne de Hz. Ali’yi küçültür. Torino’daki kutsal örtüye de bu açıdan bakmak gerekir.




Herneyse. teoloji ve dinler tarihine çok daldık. Günümüze dönelim.

Kutsal Örtü’nün bulunduğu Cappella della Sacra Sindone şapeli saray ve katedralin hemen bitişiğinde, ve tam anlamıyla bir sanat eseri.

Kutsal Örtü
Örtünün kendisini görmek mümkün değil elbette. %95 argon, %5 oksijen, hava ve kurşun geçirmez bir kutunun içinde. Sadece bu kutuyu görmek mümkün. Kutunun üzerinde ise özellikle yüzün belirgin bir biçimde gürülebildiği bir negatif fotoğraf var.

Dinlerle alakam olmadığını bilen sevgili kızım kilisedeyken sordu: “İsa’ya inanmıyorsun, niye heyecanla bunu görmek istedin?” Ona şöyle dedim “Dinsel değil, tarihsel önemi yüzünden”.

Bu konuyu bitirmeden önce son bir yan not. Miraç’ın başladığı Mescid-i Aksa’nın lokasyonu, Hz. İsa’nın haçıyla birlikte yürüdüğü on dört istasyon ve Süleyman Tapınağının öyküsü, Kutsal Kase gibi konulardaki farklı görüşlerin çoğunun farkındayım, ancak yazıyı bir Tevrat/İncil/Kuran yorumuna çevirmemek için detaylarına girmiyorum. Belki başka bir baharda konuşuruz bunları.

Lozan’a makul bir saatte ulaşabilmek için Torino ziyaretimizi biraz kısa kestik. Ancak şu kadarını sizlere gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, bu kent tarihiyle, mimarisiyle, yemeğiyle, şarabıyla mükemmel bir destinasyon. Mutlaka görün.

Sevgi ile kalın❤️





12 Temmuz 2024 Cuma

Bologna

Sevgili arkadaşlar, hani Alparslan 1071’de atının kuyruğunu bağlayıp, Malazgirt savaşını kazanmış ve Anadolu’ya ilk kez ayak basmışız ya, ahan tam oralar, Bologna’da dünyanın bugüne kadar varlığını sürdürebilmiş en eski üniversitesi kurulmuş.

Tarihe dikkat. Üniversitenin kurulduğu 1088 yılında Avrupa’da barut bilinmiyordu - Çin’de bile keşfedildiği şüpheli. Türkler henüz hayatlarında şöyle elini dayayıp yaslandıklarında cart diye yırtılıp, içine düşmedikleri bir yapıdan habersizdiler.

İşte o yıllarda kurulmuş Bologna Üniversitesi. Bugün hala ayakta ve işlevsel.

Yunanlılar, ilk üniversitenin antik Helen topraklarında kurulduğunu idda ederler. Bu ne kadar doğrudur bilinmez. O zamanlarda YÖK falan yoktu ki, kayıtlara bakıp, ne zaman açılış dilekçesini vermişler görelim.

Elbette Aristo, Plato falan bir tapınağın gölgesinde öğrencileriyle konuşuyorlardı, ama buna ne kadar üniversite denir, tartışılır. Sonrasında Romalılar seksin kadınlarla da yapıldığını keşfedince antik Yunanda bu üniversite işleri hepten bitti.

Illuminati'yi kovalarken
Üstüne Osmanlı gelip, Atina Üniversitesine eski hayvanat bahçesi müdürünü rektör olarak atadı. Anaksimandros, Sokrates falan gibi filozofların torunları bu işi Parthenon’a arkalarını dönerek protesto etti ama heyhat, yerli ve milli Osmanlı, eğitimin ırzına çoktan geçmişti.

Parthenon’u gezerken kulak misafiri olduğum bir rehber, Balkan Savaşları esnasında bölgeden sorumlu Osmanlı paşasının Parthenon’un hemen dibindeki bir tapınak binasını cephanelik olarak kullandığını anlatıyordu. İçimden gülümsedim. Barut fıçılarını koydukları ufak binanın tek özelliği bir damının olmasıydı. Neyse ki asıl Parthenon binasının bir damı yoktu. Eğer olsaydı, oraya da bir tabya top mevzilerler, dünyanın en güzel tapınağı da Apollon’a doğru uçarak giderdi.

Herneyse, konumuza dönersek, Bologna Üniversitesi dünyanın ayakta kalmış en eski üniversitesi sayılmakta.

Biz de işte bu kente bilimsel araştırmalar yapmak, bilgi ve görgümüzü artırmak amacıyla geldik sevgili arkadaşlar.

Bologna
İtalyada çok zaman geçirmişliğimiz vardır. İtalya dünyanın en güzel ülkelerinden biridir. Hem sevgili karım, hem de ben İtalya’da gezmeyi çok severiz. Ancak Bologna başta, bir iki popüler destinasyon hep menzilimizin dışında kalmıştı. Bologna hem araba ile gitmek için uzak, hem de uçakla gitmek için yakın bir şehir olduğundan bir türlü denk getirememiştik. Neyse ki, sonunda şeytanın bacağını kırdık ve İtalya’nin en güzel kentlerinden biri olan Bologna’ya gelmeyi becerebildik.

Bologna deyince insanın aklına birçok şey gelebilir ama bu kentin ben şahsıma atfettiği önem Bolognese sosundan kaynaklıdır. Bolognese Sözcüğünğn Bologna'dan türediğini söylemeye gerek yok herhalde.

Bolognese Sosu domates/salça, kıyma/et ve muhayyer baharatlardan yapılma bir sostur. Teknik olarak her yemekle kullanılabilse de, hemen her zaman makarna ile kullanılır.

Şimdi bu noktada frene basıp, makarna olayı ile ilgili yok önemli yanlış anlamaları giderelim.

Bolognese
Bir kere "makarna" değil, "pasta". Makarna bir pasta türüdür, her nedense dilimize genel anlamda bütün dünyanın pasta dediği hamur bazlı yiyecek için geçmiş. Pasta, Türkçede ne demek gayet iyi biliyorum, ancak hamur işi anlamındaki İngilizce'de pastry, Fransızca'da pâte gibi üniversal bir sözcükten geçmiş, börek, çörek yada turta, cake, vs. dedikleri yaş pasta gibi kısıtlı bir anlamda kullanılmış.

Yani bundan kelli, bu yazıda pasta=makarna.

Gelelim ikinci büyük yanlış anlamaya. Hepimiz için pasta, bir İtalyan icadıdır. İşin aslı, Marco Polo, Çin'e yaptığı gezilerden, bu hamur işini deneyip, İtalya'ya getirmiştir. Kısacası pastanın orijini İtalya değil, Çindir.

Üçüncü yanlış bilinenimiz bizi biraz daha Bolıgna'ya lokalize edecek. Spaghetti Bolognese, kalbinizi kırmayayım ama, baştan aşağı yalandır. Gerçek Bolognese, Tagliatelle isimli pasta ile yenir. İşin aslı Tagliatelle, pasta bile değildir. Noodle derler, bizdeki erişte. Şerit halinde kesilmiş taze hamur ve yumurta ile yapılır.




Bu Spagetti Bolognese işi aslen Amerikalılardan çıkmıştır. Sadece Spaghetti Bolognese değil, gerçek bir İtalyanın vicdanını sızlatacak başka bir Amerikan keşfi vardır, ismi Spaghetti And Meatballs. Yani köfteli makarna. Bir dolu hillbilly, bunu İtalyanların her gün yediği bir pasta zannedip, tapınırlar. Ancak otuz yıldır bilfiil İtalya'ya gidip, gelirim, görmediğim çok az yeri kaldı, ama daha bir kez bile bir restaurantın menüsünde Spaghetti And Meatballs görmedim.

Bologna'nın kuleleri
Yani “Yank” ‘lerin yemek tavsiyelerine çok takılmayın.

Bolognese sosa dönersek, Bologna'da bir çok yerde bu sosa Bolognese bile demiyorlar. Yerel ismi "Ragù", yada "Tagliatelle al Ragù”.

Lokal bir yemeği, lokaller gibi yemenin yöntemi, öyle isim yapmış snob yerler yerine, lokallerin gittikleri restaurantlara gitmektir sevgili arkadaşlar. Biz de kendimize merkezde, caddenin üzerinde bir restaurant bulup, oturduk.

Tabii ki Tagliatelle al Ragù’muzu söyledik, yanından da olmazsa olmaz bir Sangiovese şarap. Önceden de yazmıştım, Sangiovese, Toskana’nın bir numaralı üzümüdür, ancak Bologna’da da her yerde var ve fiyatlar da Toskana gibi şımarıklıktan kendini kaybetmemiş, çok makul seviyelerde.

Sonradan yediğim et ise krallara layık. İtalyan biftekleri bizim damak tadımıza daha uygun. Fransızlar gibi çok sos kullanmayı sevmiyorlar ve kesimler çok daha ince. Ben kendi hesabıma Fransızların tuğla kadar kalın steak’lerini daha çok seviyorum. Ortası kırmızı, hatta soğuk olurlar. Hadi midenizi kaldırmayayım. İtalya’da et ince olduğundan ortası da pişiyor - söylerseniz tabii. Yoksa İtalyanlar da az pişmiş eti tercih ediyorlar.

Haydi çok gourmet olduk, olağan hayata dönelim.

İtalya ne kadar eski, tarihi ve cazibeli ise, Bologna bir tık daha bunların hepsi.

Merkezde geziyorduk, böyle tam Robert Langdon’ın Illimunati’yi kovalayacağı dekorda bir yüzyıllar yaşında binanın avlusunda, acaba bu kimin sarayı, hangi dinin tapınağı diye bakınırken, duvardaki tabeladan okudum. Burası Bologna Esnaf Ve Zanaatkarlar Odası’nın binasıymış…

Tarih… Tarih… Tarih…

Merkezde devasa bir çift kula var. Çok heybetli görünüyorlar. Mutlaka görün. İşin aslı, Bologna kule doluymuş sevgili arkadaşlar. Dante bile İlahi Komedi’sinin Cehennem bölümünde bu kulelerden bahsetmiş. Bu kulelerin birçoğu yıkılmış olsa da, bugüne kadar hatrı sayılır bir miktarı ayakta kalabilmiş. Bu kuleleri niye yapmışlar, net olarak kimse bilmiyor, ancak madem yapmışlar, görelim o zaman.

Arcades
Bologna’nın dikkatimizi çeken bir diğer mimari özelliği, “arcade” denilen, siz Türkler “kemer” diyor herhalde, binaların yola bakan cephelerindeki sütunların üzerinde yarım daire şeklindeki yapılar.

Bu arcade’ler çoğunlukla cafelerin masalarını koydukları yerler. Çok farklı bir havaları var. Yine yolunuz düşerse bir bardak şarap söyleyip, bu cafelerden Bologna hayatının akışını izleyin.

Şarabınızla birlikte mutlaka size cips, fıstık falan getireceklerdir. Fıstık tabağında bir tatlı kaşığı görürseniz şaşırmayın. Faydalı bir İtalyan adeti bu. Elinizle aldığınız fıstıkları ağzınıza atarken parmaklarınızı da yaladığınız için ortak fıstık tabağına bu kaşığı koyarlar. Medeni bir biçimde kaşıkla alıp, avucunuza döker, istediğiniz kadar yalaya yalaya yersiniz.

Bologna’da, yine İtalya’nın her yerinde olduğu gibi sayısız kilise var. Tekrar hatırlatalım, İtalyanlar koyu Katoliktirler. Vatikan bile İtalya’da, siz hesap edin. Bu kiliseleri fırsatını bulursanız görün.

Fakir adamın Venedik'i
Sıcaktan bayılmış bir durumda bu kiliselerin birinin avlusuna çöktük. Kilisede de nikah varmış. Jelena gelini görelim dedi, böylece biz de düğün alayına katıldık. Büyük bir düğünmüş. Beyaz cüppeleri ile en az beş papaz vardı, yüzlerce de davetli. Hem kız tarafıyla, hem de oğlan tarafıyla selamlaştık. Neyse ki gelin geldi de, kalkabildik.

Bologna’ya gelip, bir de Venedik havası koklamak istiyorsanız La Piccola Venezia’ya gidin. Burası Poor Man’s Venice, yani Fakir Adamın Venedik’i bir yer. Öyle gondola, Realto falan yok. Ufacıcık bir pencereden üç beş blokluk bir kanalı görüyorsunuz. Ama ona da şükür. İşin aslı, Venedik'le tek benzer tarafı kokusu.

Bologna çok büyük bir kent sevgili arkadaşlar. Görecek çok kilise, çeşme, heykel,, vesaire var, burada tek tek yazıp, Trip Advisor olmayayım. Ancak tarih, alış veriş, yemek ve şarap için bulunmaz bir destinasyon.

Bu gezimizin yazıları biraz gecikti. Affınıza sığınıyorum. Telafi edeceğiz. 

Va bene!

Arrivederci❤️

6 Temmuz 2024 Cumartesi

Fransa

Sevgili arkadaşlar, Facebook, Instagram falandan izliyorsanız Paris'te olduğumuzu biliyprsunuzdur. Ancak öyle Şanzelize'li, Eyfel kuleli Paris'te değil, Parisin periferisindeki Marne-la-Vallée isimli bir yerde, kızı Disneyland'de eğlendirme durumlarındayız.

Fransa, devrimiyle, Napolyonuyla, tarihiyle, sanatıyla dünyada çok önemli bir yere sahiptir. Ancak bana sorarsanız, Fransa'yı ilk öncelikle üç şeyle hatırlarım. Şarap, peynir ve yemek😋

Şimdi gelin şarabı bir kenara bırakalım. Bu blog'da Fransız şarapları için yazdığım sayfalarca yazı bulabilirsiniz.

Keza peynir. Daha bugün Pié d’Angloys isimli averaj bir peynirle averaj bir Bordeaux denedik ama averajını yiyeyim. Akşam yemeği yemesem de olur, sadece bu ikisi yeter.

Gelelim yemeklere.

Midesiz biri olduğumdan Fransız mutfağının yarısını yiyemem. Hele iş öyle deneysel boyutlara gelip, önüme bir tabak salyangoz ve bir pense, yada kurbağa bacağı falan koyduklarında masadan kalkarım.

Ancak son iki milenyayı yemeklerini mükemmelleştirmeye harcamış bir ülkeye geldiğinizde yediğiniz her şey bir başka güzeldir. Et, sebzeler, çörek-börek, her şey. Hatta baharatlar, örneğin sofraya koyduğunuz karabiber bile bilmem kaç farklı biberin harmanından yapılır.

O yüzden Fransa'ya geldiğinizde yiyin sevgili arkadaşlar. Nasıldı o söz, aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yiyin.

Ancak gelin Türk Türke, size şöyle bir tavsiyede bulunayım. Şarap, peynir, yemek falan hep iyi de, ağızınızın tadı için Fransa'da yemeniz gerekli ilk şey ekmektir sevgili arkadaşlar. Hem de öyle kabak çekirdekli, zeytinli, bilmemneli ekmek değil, bildiğiniz düz baget. Boulangerie derler, bizdeki fırın ile pastane arası bir dükkan, her köşe başında vardır. Girin, bir ekmek alın ve kıçını koparıp, ağzınıza atın.

Yurda dönene kadar başka bir şey yemezsiniz.

Benden söylemesi…



18 Haziran 2024 Salı

Boomer

Yine sinirimi kaldırdılar. Beyinsiz cahiller nükleer bir denizaltıyı nükleer silah taşıyan denizaltı zannediyorlar. Yarım saat de eşekçe biliyormuş gibi ahkam kesiyorlar.

Nükleer denizaltı, tahrik sistemi, yani itki sistemi, yani motoru nükleer olan denizaltı demektir. İlla nükleer silah taşıması gerekmiyor.

Nükleer füze yani SLBM atabilen denizaltılara 'boomer' derler. Bunlar elbette nükleer güçle çalışırlar. Ama her nükleer güçle çalışan denizaltı bir boomer değildir.

Şimdi bir nefes alalım.

Rusya Küba'ya bir denizaltı göndermiş. Bu elbetteki bir boomer'dır. Karayiplerde define aramıyorsa, ABD'ye karşı nükleer bir güç projeksiyonu, en azından tehdidi göstermek için oradadır.

Amerika da buna karşı bir nükleer denizaltıyı Küba'ya göndermiş.

Gözünüzü seveyim, Amerika sizce nükleer füze taşıyan bir boomer mı gönderir, yoksa Rusların denizaltısını izleyecek, gerekirse engelleyecek anti-submarine bir fighter mı?

Bir boomer gönderip ne yapacak? Havana'ya atom bombası mı atacak? Miami'den kalkan elli senelik bir F-16, bırakın Kübayı, bütün Karayipleri nükleerleyebilir. Ne işi var da koca denizaltıyı göndersin?

Ama kafa almıyor işte. Türk ya herşeyi hüdainevi biliyor. Bilmediği tarafını da şeytani zekasıyla kıvırıyor.

Ayıp lan…

10 Haziran 2024 Pazartesi

Mahalle Yanarken

Sevgili arkadaşlar, tabirimi hoş görün, sizler Türkiyede Özgür Özel ne dedi, Meral Akşener ne yaptı derken, dünyanın gerisinde dananın kuyruğu kopuyor.

Ne acı ki, izlediğim Türk kanallarından Haber Global hariç hiçbiri bu konuya değinmiyor.

Haber Global’da da bu konuyla ilgili konuşanlar ne yazık ki Prusya’yı Rusya zanneden, Kamikaze’ye Kamazaki diyen, bilgi düzeyleri acınacak durumda “stratejistler”.

Ancak üzülmeyin. Sizden kötüsü var.

Amerikalılar.

1990’ların başında, Sovyetler’in çöküşü esnasında ABD’deydim. Yemin ediyorum, varlıklarının en büyük düşmanı, en azılı rakipleri Sovyetler çökerken, sokaktaki adamın, bu olan bitenden haberi bile yoktu. Yalan olmasın, o aralar aklımda doğru kaldıysa Elian Gonzales mi, öyle birinin popüler bir olayı herkesin gündemiydi. Rusya çökmüş, Sovyetler batmış, umurlarında bile değildi.

Averaj Amerikalının dünyanın gerisinden haberi yoktur. İngiltere, Avrupa, Paris falan onlar için hep aynı şeydir. Hangisi ülke, hangisi şehir, çoğu bilmez.

Popülasyonun neredeyse çoğunluğu haline gelmiş Hispanikler sayesinde öğrendikleri “Buenos dias”, yada “karaho” gibi üç-beş kelime İspanyolca konuştuklarında, bir yabancı dil konuştuklarını zannederler. Yaptıkları en vahşi yurt dışı seyahat Meksika’ya gitmektir. Kanadalılar’ın “out” kelimesini “eüt” diye telaffuz ettiklerinde gülmek ise çoğunluğun ilk ve tek enternasyonel deneyimidir.

Haklarını yemeyelim, fazlasıyla enternasyonel, yurt dışında gezmiş, özellikle Air Force ve Navy’de görevli asker kökenli, çök kültürlü, dünyayı anlayan bir azınlık bulunsa da, bunları özellikle oy verirken bastıran hillbilly çoğunluk yukarda belirttiğim “iltifatları” hak eder.

Türkiyede olan biten de benzeri sizin anlayacağınız.

Meral Akşener sarışın olmuş, Özgür Özel Arapça kutsal dildir demiş falan…

Bir de eski dostum Kemo var ki, ona girmiyorum bile, zaten giren girmiş garibime. Delege isterse yeniden başkan olurum falan demiş. Hadi şimdi gönlünü kırmayayım dedemin…

Diyeceğim o ki, demesem mi… Hadi diyeyim anasını satayım… Hani mahalle yanarken hanım kızımız saçlarını tararmış ya, aynen öyle. Nükleer savaş çıkacak, hala herkesin derdi Özgür Özel!

Dünyanın gerisinde işler gerçekten ciddi bir hal aldı ve her geçen gün daha da ciddileşiyor sevgili arkadaşlar.

Otuz yıla yakın içlerinde yaşıyorum ve olan biteni görecek kadar dünyanın farklı bölgelerinde kaşarlandım.

Batının şirazesi kaymış durumda.

Ülkelerin neredeyse hiçbirinde doğru düşünen, mantıklı karar verebilecek bir yönetim, bir hükümet yok.

ABD başkanı havayla tokalaşıyor, Fransa başkanı boks eldivenleriyle poz veriyor…

Şu dünyada hiç bir ulusun Rusların yönetimi altında yaşamasını istemem, ancak bu zırdelilerin arasında Putin tek akıllı gibi duruyor.

Çünkü batı kendi deyişiyle Pandora’nın kutusunu açtı, bizim deyişimizle sarı öküzü verdi.

Değerleri sayesinde üstün olduğunu unuttu, üstün olduğu için değerlerini seçici bir biçimde sevdikleri uluslara, dinlere, etnisitelere layık görüp, dünyanın gerisine boş verdi.

Pandora’nın kutusu işte böyle açıldı. Değerlerden sapmaya bir kere başlayınca bunun sonu gelmez.

Bunlar siyah deyip, siyahları bu değerlerden ayırdığınızda, geride kalan beyazlar güvencede kalmaz. Sonra beyazların dinine bakarlar, Ortodokslar’ı ayırırlar. Kalanına bakıp, Slavlar’ı ayırırlar, gerisine bakıp Almanları, Almanlar’a bakıp Bavyeralılar’ı ayırırlar.

Bu işler bir süre ağır aksak gider, ama bir noktada patlarlar.

Üstünlüğüne güvenen batı F-16 ile Mig-29’u karşılaştırıp, F-16, Mig-29’u döver, o yüzden Ukrayna kazanır dedi. Bırakın F-16’yı, Javelin’i, HIMARS’ı, savaşın kaderi bitli topçunun 105 mm’lik top mermisine bağlandı.

Tanesi 10 bin dolarlık drone’lara bir milyon dolarlık Patriotlar’ı sıktılar. Parasını geçtim, memlekette atacak Patriot füzesi kalmadı. Buna rağmen batılı uzmanlar hala Patriot ile S-400’ü yan yana koyup, bunun menzili uzun, şunun radarı yeni diye afaki karşılaştırmalar yapıyor, sonra da biz kazanırız diyorlar.

Rusya, ordusunun nasıl bir felaket içinde olduğunu savaşın başında anladı. Putin savaşı rölantiye aldı, orduyu ciddi biçimde reforme etti. Ekonomisini ve üretimini savaş seviyesine getirdi. Bugün Rusya, bütün NATO ülkelerinin toplam tank üretiminden daha fazla tank yapabiliyor.

Rusya’nın neredeyse sınırsız insan ve hammadde kaynakları var. Ukrayna ise eriyor. Buna rağmen Ukrayna’nın başındaki asker fanilalı komedyen, batının peşine takılıp, ülkesini mahvediyor, insanlarını öldürtüyor.

Amerika herkese dayılanıyor, Rusya, Çin, İran… Amerikanın başındaki adam ise haftanın hangi günü olduğunu hatırlayabiliyorsa iyi. Hal böyle olunca, Pentagon’daki Yahoo’lar ve Evangelist yobazlar Rusya’yı ve Çin’i fütursuzca tahrik edip, köşeye sıkıştırıyorlar.

Rusya’yı sıkıştırırsanız, yüzlerce nükleer füzeyi Amerika ve Avrupa’ya gönderecektir. Rusya dünyanın en büyük ülkesi. Batı bu koca ülkeyi tamamen nuke’leyemez. Nasılsa birileri kalır, bu manasız savaştaki üçüncü hamleyi yapabilir. New York ve Londra’ya düşen birer füze ise bizim anladığımız anlamdaki batı uygarlığını sona erdirecektir.

Tom Clacy’nin The Sum Of All Fears’ını okudunuz/izlediniz mi bilmiyorum. Fiksiyonel bir krizin sonucunda ABD ve Rusya nükleer bir saldırının eşiğine gelir. Olay, Amerikalı ve Rus istihbaratının arka kapıdan yaptıkları temas sayesinde düzelir. Bugün ise görünüşe göre böyle bir temas, açık bir arka kapı kalmamış. Amerikalılar öyle havalanmışlar ki, ne kimseyle konuşuyor, ne kimseyi dinliyorlar. Ağzını açana fırça, yaptırım, ambargo…

Avrupa ise ne kadar Amerika’ya bağımlı olduğunu, ve ne kadar aciz olduğunu bu vesileyle anladı. Ama Avrupa’nın harekete geçip, bu sorunu çözmesi, Avrupa hızı ile en az elli yıl sürer. Birisi ordu kuralım dediğinde bir başkası kuralım ama bana para verin, bir diğeri kuralım ama bunun benim peynirim olduğunu kabul edin diye başlar. Beş yüz elli toplantı ve seksen sekiz zirveden sonra ordunun yarısını kuralım, sana istediğin paranın üçte biri, peynir de yüzde ellisi senin, yüzde ellisi şunun şeklinde bir karar çıkar.

Yani durum kötü sevgili arkadaşlar.

Dünya bu olan bitene çok hazırlıksız yakalandı. Baştakilere bakınca hep beraber umalım ki çocuklarımızın bir geleceği olsun.

Bu yazıyı bitirmeden önemli bir not.

Bu yazıyı King Crimson’ın Epitaph şarkısı çalarken okuyun.

Akşamınız güzel olsun❤️

24 Mayıs 2024 Cuma

Strateji

Babam askerdi, ancak o asker diye savaş stratejilerini anlayabilmem gerekmiyor. Adam cerrah diye çocuğu beyin ameliyatına giremez.

Hayatımın ilk 12 yılı askeri birliklerde geçti. Ancak zamanımı savaş harekat merkezlerinde kurmaylarla değil, kantinlerde sucuklu tost yiyerek geçirdim. O yüzden bu deneyimim de strateji konusunda ahkam kesmeme yardımcı olamayacak gibi duruyor.

Ancak öyle bir maharetim var ki, onun sayesinde bu savaş işlerinde en kral kurmaya bile söylediğimi dinletebilirim.

Otuz küsür senedir kesintisiz Civilization oynarım.

Civilization sağ olsun, bu strateji işlerinde sadece Atatürk'ün önünde eğilirim. Gerisi hep zayıf kalır.

İşte bu maharetime dayanarak söylüyorum ki Ruslar Sadece Kharkiv'de değil, Kiev dahil başka yerlerde de cepheler açacak...

Ukraynalılar parçalara ayrılıp, Rus ordusu önünde yavaş yavaş eriyecek...

Ancak finalde Ruslar kafadan Odessa'ya dalacak.

Putin'in hedefi Kharkiv falan değil.

Önce Odessa, sonra Transnistria ve finalde Moldova.

Savaşı kestirmek zordur. Arada Graham, Nolan falan gibi bir iki Yahoo bir salaklık yapıp nükleer olmazsa, yada Nato'yu işin içine sokmazsa - ki bu aşamada işler bambaşka bir platforma taşınır, Putin amcamı iki sene içinde Moldova'da görürüz.

18 Mayıs 2024 Cumartesi

San Marino

Eğer yazılarımı takip ediyorsanız, herhalde bunun canı iyice sıkılmış diyeceksinizdir. Transnistria, Gagavuzya gibi normalde bir çok kişinin gitmeyeceği acayip yerlerden sonra bu kez sizlere San Marino’dan sesleniyorum.

San Marino İtalya’nın bir kenti değil, etiyle, kemiğiyle bağımsız bir ülke.

Avrupanın en küçük üçüncü ülkesi. Ondan küçük Monaco ve Vatikan var.

Vatikan zaten aslında birbirine yapışık birkaç binadan oluşmuş bir kompleks, bir kilise ve bir meydandan oluşmuş bir ülke. Bu bina kompleksinin büyük bir bölümü zaten müze ve ünlü Sistin Şapel. Kilise, San Pietro yada St. Peter’s, meydan da şu meşhur, Papa’nın balkondan konuştuğu meydan.

Monaco, biraz daha büyük. Monte Carlo ve Saray ile birlikte bir şehir bile sayılabilir.

San Marino’nun ise, şehre ek olarak, biraz da tarla, bağ, bahçe arazisi var.

San Marino’da 30 bin civarında insan yaşıyor - Kadıköy’de yarım milyon insanın yaşadığını düşünürseniz.… Yüzölçümü ise 60 kilometre kare civarında.

San Marino’nun her tarafı İtalya. Denizle hiçbir bağlantısı yok. Ne EU, ne Schengen üyesi, ama hiç bir sınır kontrolü yok. San Marino’nun havaalanı yada limanı olmadığı için ancak İtalya’dan geçebiliyorsunuz. San Marino için önce İtalya’ya girmeniz gerektiğinden, tanım gereği, Schengen vizeniz yada vize serbestisizin olması gerekiyor.

Avrupa’nın bu işleri gerçekten çok karışık.

Eğer Türkseniz, başka, küçük bir sorun daha var.

San Marino’ya gittiğinizde teknik olarak sizi bir esir kampına kapatabilirler.

Çünkü San Marino ile Türkiye savaş halinde.

Hani biz kazanmış olsak da, Almanlar’ın kaybetmesi yüzünden kaybetmiş sayıldığımız I. Dünya Savaşı var ya. Ahan işte o aralar Almanlar’ın yanındayız diye San Marino ile de facto savaşa girmişiz.

Savaş sonunda Avrupa devletleriyle başta Sevr ve Lozan, barış antlaşmaları yapılırken, herkes San Marino’yu unutmuş. Bir barış antlaşması imzalanmadığı için de, teknik olarak savaş hali halen sürmekte.

Bir gugıllarsanız, İnternette bu işin dalgası fazlasıyla geçilmekte.

Bazı kaynaklar San Marino ile Türkiye’nin savaş halinde olduğunu yalanlıyor. İddaya göre Italya’daki Türk Büyükelçisi aynı zamanda San Marino’da da akredite edilmiş. Savaş olsaydı böyle yapılmazdı deniliyor.

San Marino
Türkiye’nin Roma Büyükelçiliği’nin web sitesine baktım. San Marino ile ilgili bir ibare bulamadım. Büyükelçi için sadece Türkiye’nin Roma Büyükelçisi ifadesi kullanılmış.

https://trove.nla.gov.au/newspaper/article/55722320 ‘daki linkte 1935’ten bir Avustralya gazetesinin küpürü var. Lokal tarım üzerine eğitim yapmak isteyen bir Türk’ün talebi, San Marino tarafından hala savaştayız diyerek geri çevrilmiş. İmla ve gramer bir felaket ama gazetedeki yazı gerçek gibi duruyor. Resmi bile var.

Herneyse, savaş halinde olsak da, olmasak da endişeye gerek yok, yukardaki işin şakası elbette. Türkiye ve San Marino ilişkileri gayet normal.

Bu arada San Marino sadece Türkiye ile papaz olmamış. 2022 yılında, Ukrayna savaşı başladıktan sonra Rusya, San Marino’yu Rusya ile dost olmayan ülkeler listesine koymuş. Gerçi San Marinolular dahil kimse bunun nedenini anlayamamış ama Ruslar da Rus işte…

San Marino
San Marino adını, kurucusu San Marinus isimli bir azizden almış.

Marinus, aslen bir duvarcı ustasıymış, sonradan bir piskopos onu deacon yapmış (Queen dinlermiydiniz?). Deacon papazın bir altında, dini bir ünvan.

Marinus, rivayete göre, MS 300’lerin başında, karısı olduğu ve terkedildiğini idda eden bir kadın bağırıp, çağırmaya başlayınca, kaçıp, bugünkü San Marino’nun bulunduğu bölgeye gelmiş, Titan Dağında bir kilise yapmış ve burada inzivaya çekilmiş. Yapılmasına öncü olduğu kalede Romalıların zulmünden kaçan Hristiyanları barındırmış.

San Marino’nun 500 kişilik bir ordusu var. Bunun bir bölümü seremonilerde yer alan süvariler, okçular ve saray muhafızları. Bir de elli-altmış kişilik küçük bir Jandarma kuvveti var. Ülkede cinayet, adam kesme, tecavüz gibi vahşi suçlar işlenmiyor ancak bol bol beyaz yakalı kriminaller var. İtalya’ya vergi ödemeyip, San Marino’ya kaçtıktan sonra yakalanmış işadamları bir kaç yıl önce buralarda gündemdeydi.

EU üyesi olmasalar da para birimleri Euro. Bozuk paraların üzerine ulusal simgelerini basabiliyorlar. Bir de posta pulu basabiliyorlar.

Yani böyle acayip bir yer San Marino.

Burada ne mi yapıyorum?

Elli beşinci ülkemi ziyaret ediyorum işte. Bir de şarap ve yemek. İnsan daha fazla ne ister?




Bologna’dan bir saat kadar bir araba yolculuğu bizi San Marino’ya getirdi.

Ortaçağ dekoru
San Marino’ya girdiğimizi hemen anladık. Yaya geçitleri mavi zemin üzerine boyanmış, trafik işaretleri yerde, kayalara falan yaslanmamış, uygar biçimde direklere asılı durumda.

San Marino’ya gelirken, otoyoldaki son çıkışa kadar üzerinde San Marino yazılı bir tane bile işaret görmedik. İnsan acaba bir kıskançlık mı var diye düşünmeden edemiyor.

San Marino’nun niçin bir şehir devleti olduğu, coğrafyayı görünce daha da iyi anlaşılıyor. San Marino’nun etrafı hep ova, dümdüz bir alan. Sadece burada çok dik ve yüksek bir dağ var. Yol o kadar dik ki, araba bile çıkarken zorlandı desem yeridir.

Böyle bir yere, de bir kale kurunca, elbette savunması çok kolay oluyor.

San Marino, bu güne kadar gördüğüm en cazibeli kentlerden biri. Kale hala tek parça ve inanılmaz bakımlı.

Kale çok bakımlı
Kalenin İçi ise orta çağlardan bir film seti görünümünde.

Bir kulenin mahzenindeki bir restaurant’a girdik. Yine mükemmel bir yemek ve onun eşliğinde, Parma’da olduğu gibi Sangiovese bir şarap içtik. San Marino’nun da yerel şarabı Sangiovese’den yapılma.

Restaurant’ın içi baştan aşağı Ortaçağ teması ile dekore edilmişti. Duvarlara mızraklar, kalkanlar, bir de crossbow dedikleri şu tüfek gibi omuza dipçikle dayanan yay asmışlardı. Masalar bile tahta, Ortaçağ hanlarındakileri andırıyordu.

San Marino ile ilgili son bir tespit yapmak gerekirse, trafik kontrollerinin çok iyi olduğunu söyleyebiliriz, özellikle kalma süresini bir kaç dakika aştığımız için ödediğimiz elli yuroluk cezayı göz önüne alırsak…

Crossbow
San Marino fazlasıyla görülesi bir yer sevgili arkadaşlar. Sorun, San Marino’nun doğrudan bir geziyi haklı çıkarabilecek kadar büyük olmaması ve yer olarak da belli başlı gezi noktalarına uzaklığı.

Avrupa’daki tüm ülkeleri görmek üzere edindiğim gereksiz quest sonucu, San Marino’ya gelebilmek için çok fazla bahane yaratmak zorunda kaldım. Makul olarak sadece Bologna’ya hedefli bir geziden çalınan yarım gün, bu güzel kenti görmek için bir neden oluşturabiliyor.

Aslında aynı sorun, Avrupa’daki başka bir şehir ülkesi olan Andorra için de geçerli. Andorra’nın en yakın makul gezi noktası Barcelona. Bir aksilik olmazsa bu Temmuz’da, Barcelona’dan tek yön, üç saatlik bir otobüs yolculuğuyla Andorra’ya geçeceğim. Kızlar çoktan biz gelmiyoruz dediler. Onlar Barcelona’da kalacaklar, ben tek başıma çile çekeceğim.

İtalya gezimiz sürüyor. Bizi izlemeye devam edin.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...