14 Ocak 2021 Perşembe

Kanarya Adalarına Doğru

Bir taraftan gacır gucur dişimi oyuyor, bir taraftan da "Ben hep Türk dizileri izliyorum, çok seviyorum" diyordu. 

Kanarya adalarında, bir elli santimetre boyunda, yüz kilo kadar ağırlıkta, Kübalı kadın doktorun dedikleri tabi ki ülkemin soft power'ı falan şeklinde gururumu okşamıştı, ama dişçi koltuğunda canım ortadayken başka önceliklerim vardı.

Kadına nerelisin diye sorup, Kübalı olduğunu öğrendiğimde içim rahatlamıştı. Bilenleriniz biliyordur tabi, ancak bilmeyenleriniz için Kübalı doktorlar dünya üzerinde "krem dö la krem" sayılır, el üstünde tutulurlar. İsviçre gibi, tıbbın gerçekten ileri olduğu bir ülkede bile başka ülkelerden gelen doktorlara hafiften dudak bükülse de, Kübalı doktorlar haylice takdir edilirler.

Ben kadına nerelisin diye sorunca o da bana sen nerelisin diye karşılık verdi.

Bu soruya gerçekten sevinmiştim. Çünkü görünüşümden dolayı İspanya, Latin Amerika, kısmen de İtalya'da insanlar beni kendi ülkelerinden zannederler. Ispanyolca ya da İtalyanca konuşmadığımda ise hıyarlık ettiğimi düşünür, bana gıcık olurlar. 

Size daha önce anlatmış olabilirim, ikinci baskı oluyorsa kusuruma bakmayın.

Yıl 2006 falan, sevgili karım o zamanlar daha karım değil. 

Kendimize iki hafta off aldık, Brezilya'lı, Arjantin'li bir Latin Amerika gezisi yapalım dedik. Geçmiş günler, daha kırk bile değildim anasını satayım, gençtik işte. 

Neyse...

Buenos Aires'de bir taksiye bindik. Şöför "Hola" dedi. İspanyolcamız o kadarına yetiyor, "Hola" diye cevap verdik. Bizi şuraya götürür müsün dedik, "Muy bien" dedi, yola koyulduk.

Buenos Aires'de, Henüz Gençken

Tipik taksici refleksi, adam gevezelik etmeye karar verdi ve bana dönüp, İspanyolca car car yarım sayfa hayat hikayesini anlattı.

"Babacım ben İspanyolca konuşmam" dedim. Bir bana, bir Jelena'ya baktı, aklı kesmedi. Büyük olasılıkla bu 'bandito' sarışın, mavi gözlü güzelim Avrupalı kızı düşürmüş, bana da hıyarlık ediyor dedi içinden.

Jelena, yüksek lisansını Antik Yunanca ve Latince üzerine yapmıştır. Üstüne de Latince kökenli bir dil olan Fransızca'yı çok ileri düzeyde konuşur. O yüzden de İtalyanca, İspanyolca ya da Portekizce gibi diğer Latince temelli dilleri büyük ölçüde anlar. 

İlginç de bir huyu vardır. Bu dillerin konuşulduğu ülkelerden birine gittiğimizde, durur, durur, bir süre geçtikten sonra da, bir anda açılır, kaş göz yara yara da olsa o dili konuşmaya başlar.

İşte kafasındaki bu anahtar Buenos Aires'deki takside döndü. Oturup, şöförle şakır şakır İspanyolca konuşmaya başladı.

Garip taksicinin kafası o kadar fazla veriyi kaldıramadı. Yol byunca benle de bir daha İspanyolca konuşmaya kalkmadı.

Kanarya Adalarındaki Kübalı diş doktoru ile aslen nereli olduğumuzu açıklığa kavuşturmamıza bayağı sevinmiştim. Elinde kancaları, çekiçleriyle ağızımın içinde inşaat yapan birini gıcık etmek, takdirinizdir, çok da akıllıca bir hareket olmayacaktı.

Normalde, İsviçre'de dişçiye gittiğinizde, doktorun yanında en az bir sebastian bulunur. Vakumlar, iğneler, röntgen işleri falan hep sebastianlarındır. Hatta diş temizliğini bile doktorlar yapmaz, "hijyenistler" yapar. 

Kanarya Adalarındaki bu dişçide ise doktor kadın her şeyi tek başına yapıyor, bir taraftan da benle gevezelik ediyordu. Elindeki kancaları, vakumu falan elleri meşgulken koltuğunun altına sıkıştırıyor, bazen de kafamın üzerine koyuyordu. Hatta dikiş atarken bir eli dolu olduğu için düğümü tamamlayamamış, "Tut şunu" diye, bir ucu ağızımın içindeki dikiş ipliğini bile elime tutuşturmuştu.

Bu aralarda sevgili kızım annesinin elinden kurtulup, "operasyon" odasına dalmış, benim o halimi gördüğünde de bana bir şey oluyor zannedip kadına "Leave my dedibaba alone!" diye bağırmıştı ❤️😍

Diş ağrım tatilden tam bir gün önce başlamış, apar topar karımın çalıştığı hastanenin bulunduğu kentteki bir dişçiye gitmiştik. Enfeksiyondan dolayı dişi çekememiş, antibiyotik yazmışlardı.

İlk diş problemim olmadığı için dental farmakoloji bilgim oldukça ilerlemiş durumdadır, özellikle de antibiyotiklerin alkol ile etkileşimi alanında. Bu yüzden de kadın reçeteyi yazarken "Bacım, ertesi gün tatile gideceğiz, lütfen şarap dostu bir antibiyotik yaz" diye rica ettim, "Tabii" dedi.

Klinikten çıkıp, aşağıdaki eczaneden ilaçları aldık. Eczacı, şundan sabah-akşam bir tane, bundan günde üç tane falan diye anlatırken, kutulardan birini gösterip, "Bu bitene kadar da alkol yok" dedi.

Şaka yapıyor zannettim, ben "Ama... ama..." diye başlamışken kadın, "Mösyö, bu bitene kadar alkol yok, o kadar" diye sertçe çıkıştı. 

Doktor bir arkadaşı aradım teyit için, o da aynı şeyi söyledi.

Yanlış anlamayın, alkolü çok sevsem de müptelası değilimdir ama tatilde, hele bir de şarabı için deli olduğum Kanarya Adalarında içki içmemek gerçekten yazık olacaktı.

Ne yapalım, biri dünyanın en iyisi - çünkü alkolle problemi yok, zaten bu nedenle ismini biliyorum - Amoxicillin, iki antibiyotik, biri codeine'li iki paracetamol, ağız dezenfektanı vesaire dolu bir torba ile keşler gibi çıktım yola. Alkol düşmanı antibiyotik için Jelena'ya "Doktor arkadaşımla konuştum, bir hafta alsan yeter dedi" diye yalan söyledim, ve iki haftalık tatilimizin Yeşilay dostu ilk haftasına başladık.

İlk hafta bayağı zor geçti, hele şarapların kola makinelerindeki çeşmelerden aktığı otelde. Ama kader... Sıktım dişimi.

Tatilimizin ikinci haftasında şaraba başladım, ancak bir-iki gün sonra dişim yeniden azdı. 

"Wisdom tooth" dedikleri yirmi yaş dişi. Öyle bir ağrıyor ki, gözlerimden ateşler çıkıyor. 

Nasılsa antibiyotikler enfeksiyonu bitirmiştir, çektireyim de kurtulayım deyip, otelden bir dişçi adresi aldık ve bu Kübalı doktorun kliniğinde buluk kendimizi.

Kadın "Neyin var?" diye sordu. 

Dişçiye gelen adamın nesi olur? Gastrit problemi olacak değil ya, diş ağrısı işte. 

"Yirmi yaş dişi" dedim.

İsviçre'deki klinik, her ihtimale karşı acil bir şey olursa İspanya'da gideceğiniz dişçiye gösterirsiniz diye röntgeni falan da vermişti. Bir an evvel bitsin de sahile geri dönelim diyerek Hemen röntgeni Kübalı doktora gösterdim. Kadın şöyle bir baktı, sonra da geri verdi. "Otur buraya, aç ağızını" dedi ve plastik çerçeveli filmi ağızın içine tıktı. Ben yine "Ama... ama..." diye başladım, ancak ağızımdaki malzemeler yüzünden sadece "Ğğğğğğğaaa" gibi sesler çıktı. Kadın "Tut bunu" dedi, makineyi indirdi, panelin arkasına geçti ve çat diye röntgeni çekti.

Yazıcıdan çıktıyı aldı, baktı, baktı, evirip, çevirip bir daha baktı, sonrasında ağızımı açıp içine aynası ile de bir daha baktı...

"Senin yirmi yaş dişinde bir problem yok" dedi. 

"Ablacım, nasıl olmaz, günlerdir acıdan tek ayağımın üzerinde zıplıyorum, İsviçredekiler de yirmi yaş dişi dediler." diye çıkıştım.

Kadın hiç istifini bozmadı. "Sinyor, paran fazla geldiyse sorun değil, yine ver bana, sağlam dişin de sende kalır. Senin problemin yirmi yaş dişinde değil, bilmem kaç numaralı dişte." dedi.

Bir iğne yaptı, bir iki dakika bekledi. Ağızımın o bölümü uyuşmuştu. Eline bir alet aldı, tık, tık dişlere vurmaya başladı."Bir şey hissediyor musun?" diye sordu. Anestezi faaliyete geçti mi diye kontrol ettiğini düşündüm, "Yok, hiç bir şey hissetmiyorum" dedim.

Kadın "Yirmi yaş dişine vuruyordum" dedi. "Şimdi bak ne hissedeceksin" dedi ve hemen yanımdaki dişe hafifçe dokundu.

Acıdan bayılacak gibi oldum. Zonklama yatışana kadar bekledim. Kadın gülüyordu. "Problem bu dişte" dedi, "Aynı sinir yirmi yaş dişine de gidiyor, ondan karıştırıyorsun!" 

Bir-iki iğne daha yaptı, sonra da gacır, gucur tamirata girişti.

Arada bir noktada ağızımdan çıkan yarım bir dişi gösterdi. "Kusura bakma, diğer yarısı içerde kaldı, röntgende daha sağlam görünüyordu" dedi. Yine işe koyuldu, geri kalan parçayı da çıkardı. Garantili olsun diye bir de dikti. Dikiş aşamasındaki katkılarımı anlatmıştım yukarda...

"Sana antibiyotik yazacağım, her ihtimale karşı" dedi. "Amoxicillin'den başka hiç bir şey kabul etmem" dedim. Kadın güldü, anlamıştı derdimi. 

"Amoxicillin it is!" dedi.

Sona da ekledi "Ama sigarayı bırak!"

Diş etlerimin halinden anlamıştı sigaranın etkisini. "On bir yıl oldu bırakalı" dedim. Güldü, "Çok içmişsin o zaman" dedi. "Ben Türküm" dedim - batıda "Smoking like a Turk / Türk gibi sigara içmek" diye bir terim vardır.

Parayı ödedik. İki gün sonra Cumartesi olmasına rağmen dikişleri almak için, hem de sadece benim için açtı kliniğini. Dikişleri aldıktan sonra borcumuz ne diye sorduk. Para almayı reddetti.

Şimdiye kadar karşılaştığım en yetkin, ne yaptığını en çok bilen diş hekimiydi - ismi Mariana idi yanılmıyorsam, kayıtlarımda var.

🐝Mezzy🐝'nin okulu falan olmazsa bundan sonra dişimin arasına kürdan sıkışsa uçağa atlayıp, Gran Canaria'ya gideceğim. Bravo Fidel! Değmiş o kadar uğraştığına...

Diş sorunum tatilimizin en tatsız bölümüydü. Onu burada anlatıp, bitirmiş olalım, geri kalan eğlenceli bölümüne bakalım.

Bir sonraki yazıda sizlere Kanarya Adaları'nı anlatacağım.

Sevgi ile kalın ❤️

...ve dişlerinize iyi bakın! 🥴

9 Ocak 2021 Cumartesi

Gratin

Sevgili arkadaşlar, Fransızlar mutfaklarıyla gurur duyarlar. Bana sorarsanız, bu gerçekten haklı bir gururdur. Çünkü yüzyıllar boyunca yemeklerini geliştirip, mükemmelliğe ulaştırmışlardır. Ancak bu mükemmelliğin arasında öyle bir yemekleri vardır ki, mükemmel ötesi olmuş, Nirvana'ya ulaşmıştır.

Hemde çok basit bir yemek.

İsmi "Gratin". Amarikalılar biraz da havalı olsun diye "Potato au Gratin" derler. "Au Gratin" kısmı Fransızca olsa da, her nedense "Potato" kısmını İngilizce söylerler. Belki "Pommes de Terre" demek zor gelmiştir, bilinmez.

Ancak hayatım boyunca yediğim en lezzetli yemeklerden biridir. Hatta yemek bile sayılmaz, etle, tavukla vesaire servis edilen bir yan - deyimi uygunsa - mezedir.

İşe çok ince, 2 mm kadar kalınlıkta kesilmiş patateslerle başlayalım. Şiddetle tavsiyem, bıçak yerine "mandolin" dedikleri, rendeye benzer bir dilimleyici kullanmanız. Hem ucuz, hem de çok kullanışlıdır. Yarım saatlik işi beş dakikada bitirir. Ancak dikkat. Parmaklarınızı seviyorsanız mutlaka koruyucu aparatla kesin.

Patatesleri kestik. Şimdi aynı şekilde 2 mm kalınlığında soğan halkaları kesiyoruz. Yine mandolinle. Her orta boy dört patates için bir orta boy soğan.

Kesilmiş patates ve soğanları bir tencereye koyup, tam bunların seviyesine gelecek kadar %25 yağlı krema ekliyoruz. Şişkoluk probleminiz varsa biraz kremayı azaltıp, light süt ile tamamlayabilirsiniz.

Tuz ve karabiber ekledikten sonra hafif ateşte kaynayana kadar arada karıştırarak bekliyoruz. Bazı tarifler bu aşamayı atlarlar, bence burası çok önemli, çünkü patatesler nişastalarını kremaya salar, krema katılaşır ve mükemmel bir tada ulaşır.

Kaynamaya başladığı an tencereyi ateşten alın. 

Bir kap içerisinde üç ölçek rendelenmiş Gruyere peynirine bir ölçek Parmesan peyniri ekleyip, karıştırın. Acil durumlarda kaşar da iş görür tabi ama bin yıla yakın bir süre boyunca mükemmelleştirilmiş tarife saygı duyup, gerçek tada, doğru hammaddeleri kullanarak ulaşmayı tavsiye ederim. 

Hafifçe yağladığınız cam bir fırın tepsisine bir kat patates/soğan, bir kat peynir yayarak, malzeme yettiği kadar inşaata devam edin.

Burası da çok önemli. Tepsinizin üstünü tamamen alüminyum folyo ile sıkı sıkı kapatın. Yoksa patatesler kurur, McDonald's menüsüne döner. 200 dereceye kadar ısıttığınız fırında 30-40 dakika pişirin.

Daha sonra tepsiyi fırından alıp, folyoyu çıkarın ve atın. Yemeğin üzerine bu kez üç ölçek Parmesan, bir ölçek Gruyere karışımını yayın, tepsiyi fırının üst katına koyup, 180 derecede 15-20 dakika, en üste yaydığınız peynir kızarıp, altın rengini alana kadar bekleyin. Parmesan gevreği çok güzel olur, ondan karışımda Parmesan oranını artırdık.

Et Voilà!

Gratin'ı soğuduktan sonra problemsiz olarak tekrar ısıtıp, servis edebilirsiniz. Böylece önceden yapıp, kenara koyduğunuzda, diğer yemekleri yaparken ekstra telaşa da gerek kalmaz. Yan yemek olarak kullanıyorsanız, ilk porsiyondan sonra da kapattığınız fırında bırakıp, soğumasını yavaşlatabilirsiniz.

Yine unutmadan, yanında şarapsız Gratin, gülleri olmayan bir bahçeye benzer 🍷😜

Bon Appétit!




Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...