30 Eylül 2020 Çarşamba

Côte d’Azur'e Doğru

Bu Corona illetinin en can sıkıcı kısmı benim için maske olmuştu sevgili arkadaşlar, halen de öyle. Bir türlü alışamadım maske takmaya. Nefes alırken insanın kendi nefesinin sıcaklığını hissetmesi çok yabancı geliyor bana. Bu yüzden bizi Nice'e götürecek uçağımıza bindiğimizde daha yerimize oturmadan afaganlar basmıştı şahsımı.

Şöyle bir maskenin ucundan gerip, üstten biraz temiz hava alayım dedim, hostes bir şahin gibi atladı üstüme, "Kapat bakayım onu! Çekme, uzatma maskeni!"...

Uçakla seyahat ederken, uçuş süresi ne kadar uzun, yada kısa olursa olsun, saat sabahın sekizi yada gecenin üçü bile olsa hiç dinlemem, bir bardak kırmızı şarap içerim mutlaka. Bu bana seyahat ettiğimi hatırlatan bir ritüeldir. Ancak bu maske hassasiyetini görünce, tamam dedim, yan bastık! Şarap, marap hayal diye geçirdim içimden.

Ben bunları düşünürken hostes, sınavda kopye çeken öğrencileri yakalamaya çalışan bir öğretmen gibi sağa sola bakınıyor, aniden geriye dönüp, maskesini aralayan falan var mı diye kontrol ediyordu. Eğer birini yakalarsa bağırmak suretiyle doğrudan afişe ederek, tuvaletin deliğine sokup, çıkarıyor, kurbanını maskeyi araladığına, aralayacağına pişman ediyordu.

Cenevre'den kalktık, normal uçuş irtifamıza tırmanıyorduk, ama bu şarap grevi yüzünden o kadar canım sıkkındı ki, ne anonsları dinliyor, ne de kızlarla konuşuyordum. Maske yüzünden kimsenin göremediği mahkeme duvarı gibi bir suratla oturmuş, amaçsız bir biçimde iPad'imi kurcalıyordum.

Aradan biraz zaman geçti. Gözüm, ön taraftan bize doğru yaklaşan servis arabasına takıldı. Maskeye fermuar mı takıp yiyeceğiz falan diye düşünüyordum ki, bir de baktım, iki yuro verip, bir kola alan herkes maskesini indirip, rahat rahat yiyip, içebiliyor. Demek EasyJet'e para ödeyince Corona bulaşmıyormuş.
"Anam" dedim, hayat sanki güzelleşecek gibi duruyor!

Hostes kadın arabasıyla geldi, "Keskö vu vule buar?" diye sordu. "Kırmızı şarap" dedim. "Şu mu olsun, bu mu olsun?" diye sordu, "Ver bacım, farketmez, hangisi olursa olsun." dedim. Bir ufak şişe verdi. "İki" dedim. İkinci şişeyi Jelena'ya vermeye kalktı, havada yakaladım, "Bu da benim" dedim. Ne kadar çok şarap, o kadar az maske, anlıyorsunuz değil mi?

Hayat Güzelleşiyor!
Her iki şişeyi de yudum yudum, uzun uzun, sindire sindire içtim. Maske polisi, kabin şefi, yırtıcı kuş, hostes kadın yanımdan geçerken, inadına maskesiz, gözünün içine baka baka şarabımı içmeye devam ettim...

Nice havaalanına indiğimizde günün yarısı geçmişti. Neyse ki otelimiz havaalanının çok yakınındaydı. Yine de bir terminali yürüyerek geçmektense, tramvay'a binip, neredeyse otelimizin kapısının önünde indik.

Côte d’Azur, ya da başka bir ismiyle Fransız Rivyerası, Akdeniz'in en güzel bölgelerinden biridir sevgili arkadaşlar.

Ben, Côte d’Azur'ün doğasından çok, şaşalı havasını severim. Benim yaşında olanlar için Monte Carlo, Cannes, Saint Tropez falan hep paranın, jet sosyetenin, paralı, casuslu filmlerin mekanlarıdır.

Ancak zaman, her şey gibi Côte d’Azur'den de bedelini almış. Gerçi akibeti, örneğin ellili, altmışlı yıllarda jet sosyetenin önemli bir tatil merkezinden bugün caddelerinde güvenle yürüyemeyeceğiniz bir çöplüğe dönen Acapulco kadar kötü olmamışsa da, Côte d’Azur şu sıralar eskisi kadar pırıltılı bir yer değil. Caddelerde bol bol Rusça duyuyorsunuz. Afrikalılar caddelerde size Eyfel kulesi minyatürü satmak için "Hey! My friend! Very cheap! Very cheap!" diya yolunuzu kesip, kolunuza yapışıyor, sizleri taciz edebiliyor. Monte Carlo ya da Cannes'ın ellili yıllardan kalma gösterişli binaları da sanki biraz eskimiş gibi.

Ama Côte d’Azur, hala Côte d’Azur işte...

Hala Cannes'ın güzelim otellerinin önünden geçerken etkilenmemek mümkün değil. Başınızı deniz tarafına çevirdiğinizde ise, özellikle film festivali zamanında, etkilenecek başka şeyler görebiliyorsunuz. Yine Monte Carlo'da gezerken etrafınızda Ferrari'ler, Lamborghini'ler vızır vızır geçiyor, bir bara girdiğinizde doğal bir refleksle 'Shaken, not stirred' bir Martini söylüyorsunuz kendinize.

Saint Tropez, bu Côte d’Azur şebekesinin hafif uzağında kaldığı ve gidip, gelmenin göreceki olarak zor olduğu için bence hiç bozulmamış. Dünyanın en güzel köylerinden biri olan bu cennetten kalma yer, yüzlerce yıl yaşında binalarının arasında gezen son model arabaları ve milyonlarca dolarlık yatların park ettiği marinasıyla halen bir cazibe merkezi. Eze ise zamanın orta çağlarda durduğu başka bir cennet köy.
Yani yukarda biraz mızmızlık ettim diye hevesinizi kırmış olmayayım. Côte d’Azur kesinlikle gezilmesi, görülmesi gerekli bir yer.

Zaten öyle olmasaydı neredeyse her sene en az bir kere gitmezdik.

Gerçekten de hayatımın bir çok döneminde, birçok farklı ortamda, farklı insanlarla gitmişliğim vardır bu bölgeye.

Ancak kafama kazınan ve ne olursa olsun bir daha silinmeyecek bir Côte d’Azur gezimiz vardır ki, önem bakımımdan hepsini geride bırakır.

2014 yılının 31 Aralık gününde arabaya atlayıp, yeni yıl için Côte d’Azur’e gelmiştik. Jelena hamileydi ve hamile olduğunu öğrendiğimizden beri çıktığımız ilk 'seferdi'. O zamanlar daha 🐝Mezzy🐝 'nin 🐝Mezzy🐝 olduğunu, yani bir kızımız olacağını bile bilmiyorduk. 

2015 Yılbaşı, 🐝Mezzy🐝 'yi beklerken
Hayatımın en güzel yılbaşısıydı. Monaco'da, eski bir şarap mahzeninden restorana çevrilmiş tarifi zor güzellikte bir mekanda akşam yemeğimizi yemiştik. Garip Jelena şarap içemediği için ben onun yerine de içmiştim. Monte Carlo'da, Casino'nun bahçesinde karşılamıştık yeni yılı. Herkesin karısı kendine güzeldir tabi ancak kalbimde dünyanın en güzel kadınıdır sevgili karım. Ne var ki 🐝Mezzy🐝 içerden onu her zamankinden daha güzel yapmıştı. İşte böyle bir ortamda ondan sıfıra kadar sayarak eski yılın son saniyelerini geçirmiştik. Havai fişekler yeni yıl ile birlikte canım kızımın gelişini kutluyordu.

Anladınız herhalde. Çok önem verdiğim, çok sevdiğim bir yerdir Côte d’Azur...

23 Temmuz sevgili kızımın doğum günüdür. İlk yaşını Venedik'te, Hard Rock Cafe'de kutlamıştı 🐝Mezzy🐝'cik. İkincisini ise İbiza'da, yine Hard Rock Cafe'de. Önceden planlamasak da, doğum günlerini Hard Rock Cafe'de kutlamak bir geleneğe dönüşmüştü. Üçüncü yaşını Las Vegas'ta, yine Hard Rock Cafe'de kutladı 🐝Mezzy🐝'cik. Dördüncü yaşına geldiğinde ise artık nereye gideceğimizi biz değil, o belirlemeye başlamıştı. Doğum günü için nereye gidelim diye sorduğumuzda "dizzi-rend", yani Disneyland demişti. İster istemez dördüncü yaşına Paris'te, Hard Rock Cafe'de girdi canım kızım.

Bu sene, beşinci yaşı için de Disneyland diye tutturmuştu, ancak Disneyland'in etrafında başka Hard Rock Cafe kalmadığından biraz lojistik yapmak zorunda kalmıştık. O yüzden de kızımın beşinci doğum günü için Hard Rock Cafe Nice'i sectik, üç günlük bir Côte d’Azur gezisini altı günlük bir Disneyland tatili ile birleştirdik ve "Et Voilà!", kendimizi Nice'de bulduk.

Devam edeceğiz...

23 Eylül 2020 Çarşamba

Roquefort

Sevgili arkadaşlar, bu akşam bir Roquefort akşamı. Roquefort, hayli ünlü bir Fransız peyniri, mavi peynir denilen bir peynir türü. Mavi peynir özel bir bakteri ile, genelde bir mağarada mayalanır. Bir mavi peynir sadece ve sadece Roquefort-sur-Soulzon bölgesindeki Combalou mağaralarında mayalanmışsa, onu Roquefort diye satabilirsiniz. İtalyanların Gorgonzola peyniri de Roquefort gibi bir mavi peynirdir.

Bilenleriniz bilir, Roquefort hayli tuzlu, kokulu ve kuvvetli bir peynirdir. Bu yüzden seveni olduğu kadar bol bol düşmanı da bulunur.

Ben şahsım, doğru şeyle birlikte yediğimde Roquefort (ve Gorgonzola) 'dan fazlasıyla zevk alırım.

Roquefort'un kriptoniti şekerdir. Tatlı bir şey, örneğin şeftali, kayısı gibi bir meyve ve TABİ Kİ şarap ile yendiğinde tadına doyulmaz. Kimisi tatlı şarap ile sek olarak yese de benim için tatlı şarap sütlü çay gibi, yani sadece Brit’lerin sevebileceği bir şey olduğundan pek haz etmem.

Yine Burgundy'de Roquefort soslu bir beef steak yemiştim. Aradan on beş yıldan fazla geçti, tadını hala unutamadım. Başka bir kez, ev sahibimizin Fransız olduğu bir yemekte Roquefort'lu kanapelerin üzerine kürdanla birer dilim şeftali dikmişlerdi, tadları çok güzeldi.

Roquefort olmasa da, İtalyanlar Gorgonzola'yı et ve makarna sosu için kullanırlar. Yine benden onar puan tabi.

Tatlıyla çok arası olmayan ben şahsım ise şarabın yanında Roquefort'u üzümle tüketir ve ihya olurum - Şekil A.

Akşamınız güzel olsun.



16 Eylül 2020 Çarşamba

Corona mı Hızlı, Biz mi?

Sevgili arkadaşlar, iki fazlı bir yaz tatilinin ardından eve döndük, ama nasıl döndük, bir biz biliyoruz, bir de siz bileceksiniz, eğer sabrınız bu yazıyı bitirmeye yeterse tabi...

Size şuraya gittik, bunu gördük diye anlatmadan önce. Nalcı Turizm'in nasıl çalıştığını, gezilerimizi nasıl planlayıp, icra ettiğimizi anlatayım biraz, çünkü öykümüzün gerisi için önemli olacak.

Bildiğiniz üzere küçük ailemizle birlikte İsviçre'de yaşamaktayız. Gerçekten yaşamaktan zevk aldığımız, dünyanın en uygar ülkelerinden biridir. Ancak uygarlığı bir kenara, bu güzel ülkenin çok önemli bir özelliği daha vardır sevgili arkadaşlar.

İsviçre, Avrupa'nın tam ortasında bir yerdedir.

Örneğin Paris'e trenle Ankara-İstanbul'dan daha kısa zamanda ulaşabilirsiniz, aynı şekilde Milano'ya, ya da Münih'e.

Yine Côte d'Azur, Venedik, Viyana, Pisa, Toskana, Amsterdam, Brüksel, Barselona, hatta Prag (her ay sadece hafta sonu için Prag'dan arabasıyla Lozan'a gelip, dönen bir eksik akıllıyı tanıyorum), hep bir günlük araba uzaklığındadır.

Gençken bu araba rutinini çok severdim. Sevgili karımla kaba bir hesapla bir milyon kilometre ve dört araba eskitmişliğimiz vardır. Düşünün, aklımıza estiği bir anda, "Hadi <insert city name>' e gidelim" dediğiniz anda, arabanın deposunu doldurup, gaza basıyor, altı-yedi saat sonra kendimizi güzelim bir Avrupa şehrinde bulabiliyorduk...

Yaş kemale erince bu araba işi artık yorucu olmaya başladı takdir edersiniz.

Sadece yolda kaybedilen yedi saat değil, bir de direksiyon sallamanın yorgunluğu da eklenince, gezinin ilk ve son günleri çekilmesi zor bir hale geliyordu. Örneğin Paris'e altı saatte kamyoncularla kavga ede ede gitmektense, trene atlayıp, dört saatin biraz üzerinde bir sürede, şarap yudumlayarak gitmek daha cazip olmaya başladı.

İşin bir de ekonomisi var tabi.

Yine Paris'i düşünürsek, Lozan'dan trenle Paris'e adam başı otuz Frank'a gitmek mümkün. Treni bırakır, uçakla giderseniz fiyatlar daha komik bir hale gelebiliyor. Örneğin bu Aralık'ta Paris'e adam başı yirmi Frank'a uçuyoruz. Akıl almaz komik fiyatlar bunlar sevgili akadaşlar.

Ancak Amarikalıların dediği gibi, "There is a catch!".

Bu fiyatlarda yolculuk yapabilmek için biletinizi ve otelleri seyahatinizden uzun sayılabilecek bir süre öncesinden almanız gerekiyor.

Sevgili karım bu işlerin uzmanı haline geldi. Örneğin gelecek yılın Ağustos ayında gideceğimiz tatilin küçük bir uçak kısmı hariç tümünü şimdiden aldı. İnanmaması serbest, Kanarya Adaları'ndaki all-inclusive bu tatil için Türkiye'de bir otelden çok daha az bir miktar ödüyoruz.

İşte aynı nedenle bu sene gittiğimiz iki aşamalı yaz tatilimizi de bir sene öncesinden başlayarak kademeli bir biçimde satın alıp, ödemiştik.

İlk olarak Temmuzun sonunda 🐝Mezzy🐝'nin doğum günü için Fransa'ya, sonra da Ağustos'un ortalarında Kanarya Adaları'na, deniz kıyısına gidecektik.

Gezinin detaylarını aşağıda sıralıyorum.

Amacım oraya buraya gittik diyerek hıyarlık yapmak değil, bunların tümü yazının ilerisinde önem kazanacak, lütfen biraz sabır...

Fransa gezisi:

1) Cenevre-Nice uçak
2) Nice'de iki gece otel
3) Nice-Paris uçak
4) Paris, Disneyland'da beş gece otel
5) Disneyland-Cenevre tren

Kanarya Adaları:

6) Basel-Madrid uçak
7) Madrid'de iki gece Otel
8) Madrid-Gran Canaria uçak
9) Gran Canaria Mogan'da onbir gün otel
10) Gran Canaria-Basel uçak

Her şey planlanmıştı, sadece gün sayıyorduk.

İşte tam bu anda Corona vurdu!
İşte tam bu anda Corona vurdu!

Sınırlar kapatıldı, birçok ülkede insanlar eve kapandı.

Salgının ilk günlerinde İtalya en çok kurban veren ülkeydi, ancak kısa zamanda Fransa ve İspanya Corona'dan en çok etkilenen ülkeler arasına girdi.

"Fransa" ve "İspanya"! Yani bizim tatil bölgelerimiz!...

Şubat-Mart ayları süresince zaten evden çıkamadık. Herkes gibi umudumuz bir tedavinin bulunacağı ve Temmuz'un sonuna kadar hayatın normale döneceği şeklindeydi.

Heyhat!

Bana sorarsanız dünyanın bu belanın etkilerinden kurtulması en az bir on yıl alacak ama bu konuyu başka bir yazıya bırakalım, tatil öykümüze devam edelim.

Corona'nın herkesin paniklediği ilk dönemlerinde tanımı zor günler geçirdik, 🐝Mezzy🐝 ile ben evde, sevgili karım ise Corona savaşının ön sathında, çalıştığı hastanede...

Yirmi küsür yıldır yaşadığım bu güzel kenti hiç böyle görmemişim. Post-apokoliptik bir bilim-kurgu filmi izler gibiydik. Sokaklar boş, yollar boş, dışarda gördüğümüz bir kaç insan da yiyecek (ve şarap) almak için evden çıkmış. Bir Mad Max eksikti yani. Yine de Lozana, mutfak alış-verişi için gittiğimiz günlerde sanki Maldivlere, tatile gitmiş gibi içim ferahlıyordu.

Corona'nın tepe yaptığı bu günlerde, Jelena da, ben de öksürüklü, ateşli, şimdiye kadar olmadığımız bir biçimde kuku olduk. Test yaptırmadık ama ben karambolde Corona’yı kapıp, atlattığımıza neredeyse eminim.

Tatil ise gitgide gidilmesi imkansız gibi görünmeye başlamıştı.

Bu karamsar günlerde ilk güzel haber Haziran'da geldi. Fransa ile sınırlar açılmıştı. Nisan'da iptal ettiğimiz bir seyahatten sonra Temmuz da güme gidebilirdi, o yüzden bu sınırların açılması bayağı umutlarımızı artırmıştı. Bir test için, 🐝Mezzy🐝'yi hemen yakındaki Besançon'a, bir dinozor parkına götürdük, bir de uzun süredir yapamadığımız şarap ve peynir alışverişimizi gerçekleştirdik.

Sonrasında sınırların kapanmayacağı belirginleşti, biz de tekrar tatil planlarımıza döndük.

Ancak tam bu noktada elli küsür yıllık hayatımda bir kez bile görüp, duymadığım acayip şeyler olmaya başladı.

İlk önce Nice'e uçuşumuz (1) sabahtan, akşama alındı. Böylece Nice'de geçirmeyi planladığımız gün çöp oldu. İner inmez Cannes'a geçmek zorunda kaldık.

Sonrasında Paris'e uçuşumuzun (3) saati değişti. Yine Disneyland Park'da geçireceğimiz bir gün daha çöpe gitti.

Ancak en komiği Paris'deki otelimizin (4) başına geldi. Sevgili karım bu olan bitenden sonra bir İsviçre refleksiyle, lan Paris'teki otelin başına bir şey gelmiş midir diye otelin Web sitesine baktı.

Otel kapalı!

Yani gitsek, kıçımız açıkta kalacak.

Sevgili karım son anda allem etti, kallem etti, hemen yakında başka bir otel buldu. Bu arada otelle telefon, email falan, zar zor bir oda bulabildik.

Paris'teyken bu kapanan otelin önünden geçiyorduk, Jelena "Bugi, otelin içinde insanlar var, sanki kapalı değil gibi" dedi.

İçeri bir girdik, otel hayli faal bir durumda. Resepsiyondaki adama açık mısınız diye sorduk, sanki dünya yuvarlak mı diye sormuşuz gibi aptal bir sırıtmayla balıktı yüzümüze.

"Mais bien sûr!", tabi ki açığız dedi.

Lan sitenizde kapalısınız diyor, üç gün uğraştık sizden parayı geri alıp, başka bir otele rezervasyon yaptırabilmek için dedik. Bu da "A bon?", yani gerçekten mi deyip, çevirdi kafasını.

Hadi Web sitelerinde kapalı görünmesine rağmen oteli açtınız, bu insanlar nereden geldi diye sorduk kendimize, sonra biraz düşününce cevabı bulduk. Demek otelin sayfasına gitmemişlerdi. Ee, herkes sevgili karım kadar pro-aktif değil tabi.

Bu arada madem otel açıktı, bizim mailleştiğimiz, telefonda konuştuğumuz otel adamları niye otelin açık olduğunu bize söylemeyip, üstüne bir de paramızı iade ettiler diye sorarsanız... Sormayın. Fransızların dediği gibi "C'est la vie!"

Paris'ten Cenevre'ye trenimiz (5) ise saatinde kalktı, ancak bizi Cenevre'ye götürecek hızlı tren Dijon'da durdu, bizi bir banliyö trenine bindirip, Cenevre'ye gönderdiler. Dolmuş gibi, dura, kalka Cenevre'ye ulaştık.

Bu iki gezimiz arasında iki haftadan az bir zaman vardı. Jelena Fransa gezimizde başımıza gelenlerden sonra her gün İspanya'daki bütün otelleri, uçakları falan kontrol etmeye başladı.

Ancak İspanya gezimize ilk darbe otel yada havayollarından değil, İsviçre hükümetinden geldi.

Bütün İspanya karası Corona nedeniyle kırmızı listeye alınmıştı. Eğer ülkede yirmi dört saatten fazla kaldıysanız, hemen eve, iki haftalık karantinaya giriyordunuz. Maaşınız ödenmiyor, dışarda yakalanırsanız da on bin Frank, yani yetmiş küsür bin törkiş lira ceza ödüyordunuz.

Böylece Madrid uçuşumuz (6), Madrid otelimiz (7) ve Madrid-Las Palmas uçuşumuz (8) güme gitmişti. Otelimiz, bir de hayli funky, pahalı bir oteldi, içimiz cız etti.

Hemen uçuşu iptal ettik, ancak bu iptal havayolundan değil, bizim planlamamızdan dolayı gerçekleştiği için paramızı geri alamadık. Otel ise rezervasyon iptalini kabul etse de aradan bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen hala geri ödemeyi yapmadı.

Bu aşamada sorun Gran Canaria adasına ulaşmaya dönmüştü. Cenevre-Las Palmas uçak bileti, son anda alacağımız için adam başı dört yüz Frankı bulmuştu, halbuki Madrid'den uçuşumuz sadece adam başı elli Frank falandı.

Devreye yine ailemizin seyahat danışmanı, sevgili karım girdi. Gran Canaria yerine Tenerife'e çok ucuz bir uçuş buldu. Tenerife'de bir gece kalarak, yine adam başı on küsür Frank'a, Tenerife'den Las Palmas'a bir dolmuş uçak buldu. Biz de Madrid'de iki gün yerine, Tenerife'de, altı sene sonra yeniden bir gün geçirerek deniz tatilimizi her şeye rağmen gerçekleştirebilecektik.

Ta ki tatilden üç-beş gün öncesi, Gran Canaria'daki otelimiz (9) bize kapanacağını bildirene kadar.

Tanrılar demek ki bu tatile gitmemizi istemiyorlardı.

Ancak kendi deyişiyle iki savaş geçirip, hayatta kalmayı becermiş sevgili karım yine devreye girdi ve son anda bir resort bulup, rezervasyonumuzu yaptı.

Bu yeni otel ilk otelimiz kadar romantik, manzaralı bir yer değildi - ilk otelimiz volkanik bir yamacı kazıyarak yapılmış, infinity havuzu ile dağdan düşermiş gibi yüzebileceğiniz bir yerdi, ama, sonuçta yeni otelin bir havuzu, bir de denizi vardı ki, buna da şükür tabi.

Gran Canaria'dan dönüş uçuşumuz ise sorunsuz, saatinde kalktı.

Özetlersek, Nice'de iki gece kaldığımız bir otel (2) - ki Jelena son anda rezervasyon yapmıştı, ve Las Palmas-Basel uçuşumuz (10) dışında bütün uçuşlarımız ve otellerimiz şu yada bu şekilde değişmişti.

Sizlere gezilerimizi anlatırken, devamlı o iptal oldu, bu değişti demektense, bütün miyavlamamı bu yazıda tamamlayıp, ilerleyen zamanlarda başınızı ağrıtmayayım dedim.

Devam edeceğiz...

Gününüz güzel olsun❤️

Bir ufak not. 🐝Mezzy🐝'nin Ekim'deki okul tatilinde gideceğimiz Disneyland, ve uçuşlar, trenler, oteller falan da Corona'nın ikinci dalgası dolayısıyla hep iptal olmuş durumda.

🥴😛🤣

#Blog #Gezi

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...