20 Ekim 2016 Perşembe

Sözcüklerle Oynamak

Hadi biraz sözcüklerle oynayalım bu akşam. İki eski ve güzel arkadaşla ikiden fazla şarap şişesi etrafında sözcüklerle dans ettik biraz, sizinle de paylaşayım istedim.

Siyaset yazmama kararım hala devam ediyor ancak bu akşam biraz, ucundan accıcık da olsa, mutlaka ki istemeden, birazcık dokındırabiliriz... İzninizle tabii.

Konumuz politik ve ideolojik sayılabilir.

Biraz daha açarsak, her sorumlu entelektüel gibi iki kadeh içince dünyayı kurtarma vaziyetleri yani.

Bu içki üstü dünyayı kurtarma vaziyetleri sadece biz Türklere mahsus bir fenomen değildir. Her milletten enteller içip içip zeybeklenir ve dünyayı kurtarma moduna girerler.

Ancak, bir şeyi kurtarmak gibi bir eylem o şeyin batık, kurtarılmaya gereksinimi olduğunu ima eder.

Ne kadar kara bulut toparlıyor üstümüze bu “kurtarma” yüklemi, değil mi?

Halbuki, her millet bu kurtarma işinde olaya bizler kadar karamsar bakmaz.

Alın Fransızları....

Onlar içince dünyayı kurtarmak yerine “Reconstruire le Monde”, yani yeniden yapılandırırlar.

Bir ufak çalımla olayı kurtarma gibi melodramatik bir seviyeden alıp “yeniden yapılandırma” gibi iyimser ve yapıcı bir seviyeye taşırlar.

Halbuki biz “kurtarırız” abi.

Marjinalizdir çünkü...

Ya severiz, ya döveriz.

Ya her anımız birliktedir, ya da yüzüne bile bakmayız.

Bizim olmayan kimsenin olmaz... Döveriz, yüzüne asit atarız, hatta öldürürüz.

Bizim için birisi ya “bizden” ‘dir yada “onlardan”.

Bir insanın yaptıklarının arasında iyi yada kötü, doğru yada yanlış şeyler yoktur kültürümüzde.

O insan “bizden” ise yaptığı HERŞEY doğru, onlardan ise yaptığı HERŞEY yanlıştır.

Onlardan olana aptalca bir hiddetle ne derse desin saldırır, taciz eder, bizlerden olana da aptalca bir bağlılıkla körlemesine destek verir, anlaşılmaz bir sadakatle her fikrini, her davranışını savunuruz.

Orta Asya artı İslam kültürünün bir kokteyli...

Bu körlemesine bağlılıkla, yada hadi adını koyalım, fanatiklikle, yıllar boyu faşist/komünist diye birbirimizi yedik, Kenan paşayı başımıza getirdik ve hatta çoğumuz sevindik huzur bulduk diye.

İlahi adalete, yada İngilizcede dedikleri gibi “poetic justice” yani şairane adalete bakınız ki dünün “faşist ve aynı zamanda sosyal faşistleri” karşısındaki “gomonistler”, Tayyipin korkusuna bugün canciğer, kuzu sarması.

CHP bir çalımla “milliyetçi” yerine “ulusalcı” oldu, MHP ise “Atatürkçü”.

Eminim, Ecevit de, Türkeş de mezarlarından gülüyorlardır halimize...

Peşrevi uzattık biraz, bu saatte öyle derin ideolojik geyikle içinizi baymak değil amacım.

Tartışmamızın özü çok daha basit.

Kunumuz sadece “Sağcı” ve “Solcu”.

Yani şu bildiğimiz basit “Sağcı” ve “Solcu” sıfatları.

Hani sağcı, milliyetçi, muhafazakar, kapitalist yada kibarcası liberal ekonomist.

Karşısında ise solcu, sosyalist, gomonist, devrimci, devletçi ekonomist.

Hiç düşündünüz mü, niye bu ideolojilere ve takipçilerine “Sağ” ve “Sol” gibi yön gösteren isimler verildiğini?

Bu isimler tesadüfi olarak verilmemiştir. İdeolojik kullanımları ile sağ ve sol sözcükleri eş anlamlı olarak da kullanılmaz. Yön belirten anlamları ile kullanılır.

“Sağ” sözcüğü, sağ omuzdaki iyi huylu meleği, sol sözcüğü ise sol taraftaki kötü huylu meleği yani Şeytanı temsil eder. Sadece Müslümanlıkta değil, diğer dinlerde de.

“Sağ” sözcüğü birçok dilde aynı zamanda “Doğru”, “Doğrucu” yada “Hak”, Haklı” gibi sözcüklerle eş anlamlıdır.

Alın örnek olarak İngilizceyi. “Right” hem “Sağ” hem de “Doğru” anlamına gelir. Aynı kökten “Righteous”, “Ahlaki”, “Doğrucu” demektir.

“Sol” sözcüğünün en çarpıcı örneği ise günümüz İtalyancasındadır. “Sol” karşılığı, Latince “Sine” kökenli “Sinistra”, İngilizce de “Günahkar”, “Uğursuz” anlamına gelir.

Sağcılar, solculardan önce türediklerinden solculuğu dillerinde istedikleri tanımlama önceliğime sahip olmuşlardı. Bu sebeple de sol tabanlı ideolojileri uğursuz, günahkar, şeytani gibi sevimli sıfatlarla tanımladılar.

Slavik dillerde de sağ ve sol benzeri şekilde tanımlanır. “Pravo”, “Sağ” aynı zamanda “Doğru”, “Gerçek” falan demektir. Eski Sovyet gazetesi Pravda’yı hatırlarsınız. “Sol” ise “Levo” diye çevrilir.

Sırbistan’da ilk günlerim. Niş kentinde, diz boyu kar kaplı yollarda bir taksi içinde kırık Polonyacamla şoföre yol tarif ediyorum.

“Levo” diyorum sola dönüyor taksi. Polonya’da öğrendiğim iki kelime işe yaradı ya, sanki filoloji profesörü oldum birden.

Tam sıra sağa dönmeye geldiğinde “Pravo” diyorum.

Ancak şoför sağa dönmek yerine basıyor gaza ve dümdüz gidiyor.

“Pravo Molimte” diye bir daha söylüyorum, “Pravo, Da!” diyor ve düz gitmeye devam ediyor.

Ben panikle sağ tarafı işaret edince “Aaa, Desna” cevabını alıyorum.

Sırplar da aynen biz Türkler gibi bir millettir.

Terstirler.

Onların iyi huylu melekleri demek ki sağ omuzlarında değil kafalarının üstünde durmakta.

Çünkü “Pravo”, Sırpçada “Düz” demek. “Sağ” ise “Desna”.

Aslında biraz düşünürsek Türkçede de aynısını demez miyiz?

“Düz Gitmek” dilimizde “Doğru Gitmek” yani “Pravo” değil midir?

Sağlıcakla kalın...

14 Ekim 2016 Cuma

Ne de Olsa Cote d'Azur

Uçaktan indiğimizde tuhaf bir hisse kapılmıştım çünkü Fransa'nın Nice kentine yıllardır, kim bilir kaç kez gelmiş olsamda hava alanını ilk kez görüyordum.

Nice ya da daha genel anlamda Cote d'Azur (Kot dAzür, yani Mavi Kıyı, yani Güney Fransa bölgesi) Lozan'a araba menzilinde olduğundan hep arabayla geliriz, ilk kez uçakla gelmiştik.

Araba menzilinde olsa da, yine bir altı saat yol gidildiğinden, uçakla böyle yatcaz kalkcaz, hop kırk dakkada Nice'e gelmek gayet rahat olmuştu. İşin aslı arabaya bin, Cenevreye git, park et, hava alanına yürü, security, check-in, boarding, uçağın taksi yapması, kalkışı, uçuş, inmesi,, yine taksi yapması, durması, uçaktan iniş, hava alanından çıkış, hep bir araya geldiğinde yine bir dört saat alıyordu. Yani uçak yolumuzu aslında zar zor iki saat kısaltmıştı,

Nice'in hava alanı deniz kıyısında, otelimiz de hava alanının neredeyse tam karşısındaydı, buna rağmen hava alanı boyunca yürümek gerektiğinden otele ulaşmak yine de yarım saat aldı.

Nice'in hava alanına, her hava alanında olduğu gibi normal yolcu uçakları düzenli olarak iniş ve kalkış yapar. Ancak deniz boyunca uzayan ve neredeyse şehrin göbeğinde kalmış hava alanı etrafında yürürken, ister istemez yolcu uçakları ile birlikte onlarca özel jeti de görürsünüz.

Ne de olsa Cote d'Azur işte...

İlk kez 1990'lı yıllarda gelmiştim bu bölgeye. Cote d'Azur"ün hala Cote d'Azur olduğu zamanlar yani. Sokaklarında Fransızca konuşulduğu, şatafatın, cazibenin top çektiği bir yerdi. Monte Carlo'da yüzlerce Ferrarinin vızır vızır gezdiği, Cannes sahilinde birbirinden güzel kadınların geçit resmi yaptığı zamanlar.

Sonraları, biraz biraz evrildi bu eskinin jet-set bölgesi. Caddelerde daha ziyade Polonyaca duymaya başladım (doğrusu Lehçe ama idare edin artık).

Daha da sonra resmi dil Rusçaya döndü.

Her yer seyyar satıcı, esrar satıcısı, çingene doldu.

Bir kaç yıl önce, Cannes'da Jelena'yla kızımız (köpeğimiz) Koni'yi iki dakika yalnız bırakmıştım. Yirmi yaşlarında bir piç Jelena'ya sarkmaya kalktı, "Köpeğin modası çoktan geçti madam, bana tasma takıp gezdir." diye laf bile attı. Jelena, koluma girip beni uzaklaştırdı. Benim Türklüğüm tutmasa, Koni parça parça edecek aptalı...

Bu son gidişimde ise siyahilerin çokluğu dikkatimi çekti. Her yer Siyahilerle dolu.

İşin kötüsü, Fransız Fransızlarla Siyahi Fransızlar o kadar kopuk, o kadar hırçınlar ki birbirlerine, korkarım bir kültürel çatışma kaçınılmaz olacak. Zaten terör olayları da bu gözlemimi doğruluyor.

Bu siyahların çoğu, başta Fas, Tunus ve Cezayir, Kuzey Afrika ülkelerinden ama Kenya, Senegal gibi siyah Afrikadan gelenler de var.

Siyahlar toplumdan dışlanmış. İş bulamıyor, önemli sayılabilecek bir bölümü Fransız vatandaşı ama toplumda Fransız yerine konmuyorlar.

Bu da Fazlasıyla tatsız tabi.

Ancak onlar da siyah olmayanlara rahat vermiyor. Yolda yürüyemiyorsunuz, hemen biri yapışıyor yakanıza, şunu al, bunu al, para ver, sigara ver diye. Otobüslerde, trenlerde kümelenip, bağıra çağıra konuşuyor, birbirlerine tekme, tokat atıyorlar şaka olsun diye. Sokaklarda düzgün yürüyemiyor, dan dun yaşlılara, bebeklere çarpıyorlar.

Belediye otobüsünün siyahi şoförü, durakta yüz metre öteden, siyahi yolcunun gelmesini bekliyor ama kapının dibindeki beyaz yolcuya aldırış etmeden gaza basıyor. Yolcu da kapıyı yumrukluyor.

Beyazlar da çoğunlukla nefret eder gibi bakıyor bunlara.

Fransızlar aslen nazik adamlardır, güler yüzlü, neşelidirler. Ancak bu kez karşılaştıklarımızın çoğu aksi, ters ve kabaydı.

Bunda, yakın zaman önce kamyonla insanların ezilip yaralandığı ve öldüğü terör eyleminin de payı vardı mutlaka.

Çok tatsızlık yapıp başınızı ağrıtmayayım, Fransa'da gidişat iyi değil. Haklı bulmuyorum tabi ki, ama bunları görünce insan ırkçılığın, İslamofobinin niye arttığını anlıyor.

Herşeye rağmen Fransadayız
Herşeye rağmen Fransadayız. Nasıl rakı, balık Ayvalıksa, şarap, tarih ve yemek de Fransadır.

Valizleri otele atıp, bir otobüsle şehir merkezine ulaştık. Akşam yemeğini nerede yiyeceğimizi biliyorduk. Üçümüzün de karnı acıkmıştı bu yüzden çok fazla sağa sola bakmadan restorana gittik ve masamıza oturduk.

Garson su istermisiniz diye sordu, hayır şarap isterim dedim. Nasıl şarap diye sordu, Vin du Patron dedim. House wine da derler, kendi yaptıkları açık şarap. Fransa'da, İtalya'da hemen her restoranın bir house wine'ı vardır, şimdiye kadar da kötüsüne rastlamadım.

Masamıza oturduk
Birçok restoranın bulunduğu bir geniş bir avludaki bahçedeydi masamız. Restoranların birinde Amerikalı bir orkestra, tatlı tatlı caz çalıyordu. My Way'den Fly Me To The Moon'a kadar bütün klasikleri dinledik. Siyahi vokalistin sesi de kusursuzdu.

Müziğin seviyesi tam tadındaydı. Ne konuşmanızı engelleyecek kadar yüksek, ne de çatal bıçak seslerinin bastıracağı kadar düşük. Etrafta birden fazla restoran olsa da, tek duyduğumuz müzik buydu. Yani, bir taraftan "Haydi bütün eller havaya...", başka bir taraftan "Ama ben sarhoş oldum kaldıramıyom kolları...", derinden bir yerden "Ayrılık, aman yaman ayrılık...", beş şarkıyı aynı anda dinlemeden ve elli santim uzaktaki karıma derdimi anlatabilmek için avazım çıktığı kadar bağırmak zorunda kalmadan tatlı tatlı yemeğimizi bitirip, şarabımıza devam ettik.

Canım kızım Melissanın arabasında uyuduğu günler geride kalmıştı. Jelena ile bütün avluyu bir kaç kez baştan sona yürüdüler. Bu güzel havada, tatlı tatlı batırdık güneşi.

Melissanın arabasında uyuduğu günler geride kalmıştı
Restorandan kalktık ve sahile yürüdük. Nice sahilini boydan boya kateden Promenade Des Anglais (Promenad Dez Angle) caddesi üzerinde sağa sola bakarak otelimizin yolunu tuttuk.

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra özel bir plaja gittik. Cote d'Azur'de bu özel plajlar çok yaygın. Size özel bir şezlong, şemsiye, kıymetli eşyalarınızı koyabileceğiniz kilitli bir dolap, wi-fi bağlantısı ve yeme içme için bir cafe-restaurant ile hayatınızı oldukça kolaylaştırmışlar.

Jelena hemen Melissa'yı kremledi. Canım kızım hayatında ilk kez denize girecekti.

Sahile gittiğimizde ilk önce biraz dalgalardan korkar gibi oldu ama sonrasında babasının kucağında denize girdi. O kadar çok sevdi ki zar zor çıkardık. Bir yaşında bebekler için kare bir yüzme simiti kullandı - Eylül ayında Antalyada bu simiti de bırakıp üç yaş için kullanılan kolluklara geçti zaten.

İlk kez babasının kucağında denize girdi
Kuzeni sevgili Nihan ve eşi Can'ın aldığı bal arısı mayosuyla sahilde manşet oldu canım kızım. Yan plajdan gelip bakıyorlardı Melissa'ya :)

Güneşin yükselip Melissa için zararlı olabileceği öğlen saatlerinde plajdan ayrıldık ve Hard Rock Cafe'ye doğru yola koyulduk.

Jelena Melissa'ya hamileyken gelmiştik bu restorana. O zamanlar bebeğimizin cinsiyeti henüz belli değildi. Giyim sattıkları bölümden bir şeyler almak istedik ona ve bebekler için hazırlanmış, hard-rock armalı, gitarlı falan bir body bulduk. Üç rengi vardı, mavi, pembe ve gri.

Bir kızımın olacağına o kadar emindim ki pembesini alalım dedim. Jelena bir mavi der gibi oldu, sonra hem kız, hem de erkek için uygun olan gride ısrar etti.

Anahtarlık
Hepsini reddettim. Bir kızımızın olmayacağı ihtimalini bile düşünmemiştim. Bırakın Jelenanın hamile olduğunu öğrendikten sonrasını, öncesinde bile bir kızımızın olacağını biliyordum.

Tabi ki pembesini aldık, sonunda da mahçup olmadım.

Oturup o günleri yad ettik, Melissa'ya olan biteni anlattık ancak o daha ziyade ona aldığımız gitar şeklindeki hard-rock anahtarlığı ile ilgileniyordu.

Akşama doğru bir tren yolculuğu bizi Monaco'ya ulaştırdı. Sınırları, para birimi falan olmayan, nüfusu kırk binden az, minicik bir ülke Monaco. Doğru tanımıyla bir prenslik, kırallık değil örneğin. O yüzden monarşinin başı hep bir prens. Grace Kelly'nin kocası Prens Rainier ya da geçenlerde evlenen Prens Albert gibi.

Monaco bir şehir devleti, yani ülke aynı zamanda da bir şehir. Hepimizin bildiği Monte Carlo da teknik olarak bu şehirin bir "mahallesi".

Monaco dik bir yamaç üzerine yapılı, yüzlerce yüksek beton binası, ultra lüks yatlarla dolu marinası, tertemiz caddeleri ile ellili yıllarda modern olarak algılanabilecek, günümüzde ise bir beton yığını şeklinde adlandırabileceğimiz, nevi şahsına münhasır bir yer arkadaşlar.

Prenslik sarayının bulunduğu Monaco-Ville bölgesi ise ülkenin geri kalanından farklı, tarihi binaları, dar sokakları ve güzelim bir katedrali ile inanılmaz cazibeli, güzel bir yer. Sarayın avlusunda bir terastan Monte-Carlo ve marinanın harika panoramik bir manzarası var. Bu manzarayı gözünüzde canlandırmak istiyorsanız, James Bond'un Goldeneye filmindeki helikopter kaçırma sahnesini hatırlayın.

Bir masalının gerçeğe dönüştüğü yer
Saray ve çevresi bir Hollywood masalının gerçeğe dönüştüğü, her defasında düşündüğümde beni etkileyen, mistik bir yerdir arkadaşlar.

Bildiğiniz üzere zamanın en ünlü aktrislerinden Grace Kelly, Monaco prensi Rainer II ile evlenip, bu küçük ülkenin prensesi olmuştu.

İlk olarak sarayda bir fotoğraf çekimi esnasında tanışmışlar Grace ve Rainer. Grace Amerika'ya döndükten sonra yazışmaya devam etmişler.

1918'den kalma bir antlaşmaya göre Monaco Prensliği, Prens olacak bir erkek çocuk "üretemezse", ülke tamamen Fransa'ya kalıyormuş. Rainer de bir Amerika gezisine çıktığında, fısıltı gazetesi hemen bu gezinin evlenecek bir karı bulma olduğunu yazmış.

Grace, Rainer Amerika'ya geldiğinde şakkadanak "Sen karı mı arıyorsun?" diye sormuş. Rainer "Hayır" diye cevap vermiş.

Grace bırakmamış, "Eğer karı arıyor olsaydın nasıl birini isterdin?" diye yeniden sormuş. Rainer da "Bilmem ki, herhalde en iyisini isterdim" demiş.

Rainer bir süre sonra evlenme teklif etmiş ve çift nişanlanmış. Resmi nikah sarayda yapılmış. Dini nikah da sarayın hemen yanındaki devasa katedralde.

Yüzyılın düğünü diye anılmış bu, zamanın olanaklarıyla tüm dünya medyasının günlerce haber yaptığı, Hollywood ve Avrupa kraliyet ailelerinin katıldığı masalsı tören.

Grace, evlendikten sonra oyunculuğu bırakmış, Rainer'a da üç çocuk vermiş. Bunlardan Albert, bugün Monaco'nun prensi. O da birkaç sene önce yine aynı Sarayda evlendi. O sıralar da Monaco'daydım.

Grace, direksiyondayken gelen bir kriz ve sonrasında yaptığı kaza nedeniyle hayatını kaybetti. Yaşam makinesinin fişi, kocası Rainer'ın onayımdan sonra çekildi.

Cenazesi, yine evlendiği katedralde yapılan bir törenle kaldırıldı.

O günden bu güne dünya bir çok asil ya da ünlü kişilerin evliliklerine tanık oldu, ancak Grace Kelly ile Rainer'ın birlikteliği en duygusal ve masalsı olanıydı dersek çok da yanılmış olmayız.

Bugün katedralin yakınında Grace Kelly anısına yerleştirilmiş bir plaketi görmek mümkün.

Monaco
2015'in yılbaşında bu bölgedeki eski bir şarap mahzenindeki bir restoranda akşam yemeğizi yemiştik. Garip Jelena hamile olduğundan mükemmel bir şarabı tek başıma içmek "zorunda kalmıştım". Bu kez ise akşam yemeği saati gelmemiş olduğundan devamlı yemek servisi yapan başka bir cafe-restaurant'da birşeyler atıştırdık. Melissa boxer cinsi bir köpekle arkadaş oldu. Köpek yemeğimiz bitip masadan kalkana kadar Melissa'nın yanından ayrılmadı.

Monaco'nun yine çok bilinen bir atraksiyonu ise Formula-One'ın en önemli ayaklarından biri olan Monaco Grand Prix araba yarışıdır. Dünyanın en prestijli yarışı desek yeridir herhalde. Bizim buralarda Monaco Grand Prix esnasında hayat durur, herkes sadece yarışı konuşur. Ben çok fazla çıldırmıyorum bu araba yarışlarına. Kullanan için eminim zevklidir ama seyrederken sadece vızz, vızz diye defalarca geçen arabalara boş boş bakmak çok da heyecan yaratmıyor bende.

Casino
Herşeye rağmen Melissa'ya orijinal bir Grand Prix tişörtü aldık ve rotamızı Monte-Carlo'ya çevirdik.

Monte Carlo'nun simgesi, bildiğiniz üzere casinosu.

Hayatımda gördüğüm en güzel binalardan biridir bu casino. Tam önünde eskiden muhteşem bir park, bugün balon gibi binalarıyla şuursuz bir açık hava AVMsi, solunda yine muhteşem bir binada Paris oteli, sağında ise bir dondurmaya otuz yuro ödediğiniz bir cafe var.

Melissa'nın casinoya girmesi yasaktı, ancak zor da olsa, kapının önünde bir resim çekebildik.

Sonrasında, bir dondurmaya otuz yuro ödeyip, iki yoldaş Rus hanımla beraber tren istasyonuna, oradan da Nice'e dönüp, günü kapadık.

Güneş daha yeni doğmuş, hava sıcaklığı serin denebilecek kadarken gözümüzü açtık. Bir benzin istasyonundan kahve ve Melissa'ya süt alıp, Antibes (Antib) trenine bindik. Hedefimiz bu kez Cote d'Azur'ün bu güzelim köyü değil, hemen yakınındaki Marinelamd isimli deniz parkıydı.

Melissa ve foklar
Benim yaşımdakiler hatırlayacaktır, TV'de Yaşayan Deniz isimli bir belgesel vardı. Kaptan Jacques Cousteau (Jak Kusto) deniz canlılarının gizemli yaşamlarını evimize getirir, çocuk aklımızla hayran hayran izlerdik. O günlerden beri kalbimin bir köşesi deniz yaşamına ayrılıdır. Gezilerimiz esnasında bir akvaryum, hayvanat bahçesi ya da deniz müzesi gördüğümde hop dalarım içeri. Lizbon, Cenova, Barselona, Cancun, Las Vegas'daki Hotel Mandalay Bay ya da Hotel Mirage gibi iddalı akvaryum ve deniz showlarını hep gezdim, gördüm.

Ancak beni en çok Antibes'deki bu park etkiledi. Fransızlara "Chapeau" (Şapo) diyorum, yani şapkamı çıkarıyorum.

Yunuslar
Girişte sizi foklar, deniz aslanları, su samurları, artık isimleri dilimizde hangisiyse onlar karşılıyor. Bu sevimli hayvanların yaşamlarını bütün detaylarıyla izleme şansınız oluyor, sonra penguenler, flamingolar, su kaplumbağaları ve çok isterseniz bir dolu köpekbalığının ve diğer klasik egzotik balıkların olduğu koca bir akvaryum da var. Ben bu köpekbalıklarından sıkıldım açıkçası, her yerde çıkıyorlar karşıma.

Marineland'de beni en çok kutup ayıları etkiledi. Hayatımda ilk kez bu dev boyutlardaki sevimli hayvanlara bu kadar yaklaştım ve onları doğal habitatları olan su içinde gözleme şansı buldum.

Yunuslar
Daha önce bir kaç kez yunuslarla yapılmış gösterileri izleme şansı bulmuştum ancak Marineland'deki gösteri bunların hepsini açık farkla geride bıraktı. Sanki yunusları değil Kuğu Gölü balesini izliyorduk. Ortada atlayıp zıplayan balıklar değil, bir koreografi dahilinde danseden balerinler vardı.

Ancak en iyisini, en sına sakladım. Orca da denilen katil balinaların bir gösterisi var ki, ağızım açık izledim. Tonlarca ağırlıktaki bu devler metrelerce sıçrayıp, taklalar atıyor, bakıcıları ile size el sallıyorlar, sırt üstü yatıp uyuma taklidi yapıyorlar.

İmkan yaratıp çocuklarınızı mutlaka götürün derim. Disneyland'den daha faydalı ve eğlenceli bence.

Kutup ayıları
Mezzy gördüğü hayvanlarla çok ilgilendi. Zaten tanrıya şükür, bu yönünü bemden değil, annesinden almış, çok sosyal, çok sevecen bir çocuk. Camdan foklarla flört etti, penguenlere ellerini uzattı, köpekbalıklarıyla oynadı. Hiçbirşeyden korkmuyor, bu da beni biraz endişelendiriyor açıkçası.

Koca marinası ve kumlu plajlarıyla deniz kıyısını geçip, Antibes'in merkezine ulaştık. Melissa annesinin karnındayken buralara gelmiştik. O zaman gezdiğimiz yerleri bu kez canım kızımla bir kez daha gezdik, o zaman neler hissettiğimizi anlattık ona.

Gerçekten de hamileliğin ilk günlerinde doktorumuz ciddi bir düşük olasılığının olduğunu söylemişti. Bu Tehlike hamileliğin on üçüncü haftasında sona eriyordu. Bu hafta da Antibes'de olduğumuz zamana denk gelmişti. Gezi boyunca yüreğimiz kıpır kıpırdı. Gezinin sonunda on üçüncü hafta kazasız bitmiş, hem Jelena, hem de ben derin bir nefes almıştık.

Şehir merkezinden tekrar denize doğru yürüdük. Yarı açık bir pazar ve güzelim eski bir kiliseyi geçip, artık tarihe malolmuş cazibeli evlerle sarılı dar sokaklardan geçtik.

Balinalar
Antibes'de, deniz kıyısında çok güzel bir şato var. Ünlü ressam Picasso da bu şatoda yaşamış, zaten bu gün bir Picasso müzesine ev sahipliği yapmakta bu muhteşem yapı. Etrafımda bir tur atarken geleneksel olarak yine aynı duygu kapladı içimi.

Çok uyanık adammış Picasso. Henüz hayatta iken ünlü olmanın avantajlarını sonuna kadar kullanmış. Örneğin ödemelerini hep çekle yaparmış. Çeki alan alacaklılar üzerimdeki orijinal imzayı muhafaza edebilmek için çeklerin büyük bölümünü bankaya vermemişler, böylece de Picasso'nun da cebinden bir kuruş çıkmamış.

Karnımız acıkmaya başlamıştı. Merkeze dönüp, atlı karıncanın hemen yanındaki restorana oturduk. "Lokal" bir fransız şarabı ile mükemmel lezzetli bir akşam yemeği yedik. Yemeği beklerken sevgili kızımızın yeni bir özelliğini keşfettik. Melissa atlı karıncaya deli oluyordu. Annesiyle bir kaç tur bindiler.

Antibes
Restoranın yanında küçük bir bar vardı, bahçesinde de tek bir garson. Cezayir, Tunus ya da Fas'tan gelmişti. Güler yüzlü, konuşkan bir tip. Jelena ile bizi İngilizce konuşurken duyduğu içen İngilizce girdi lafa.

"Hoş geldiniz ama çok üzgünüm, happy hour yeni bitti, ikinci içki artık bedava değil" dedi. Happy hour olup olmadığının farkında bile değildik. İngilizce konuşmasına karşı bir jest, ben de Fransızca "C'est la vie", yani sağlık olsun diye cevap verdim.

Birer pina colada söyledik. Beş dakika sonra ikisi de geldi. Garson bize "Patronumla konuştum, happy hour'u bir kaç dakika ile kaçırdığınız için ikinci içkileriniz bedava" dedi. Hemen ikincileri de söyledik tabi :)

Antibes
Hemen ardımızdan, altmış yaş üzeri iki Amerikalı kadın yan masamıza oturdu. Hani şu cougar türünden. Bizim garson bize şöyle bir işim çıktı gibisinden bakıp güldü, charmer'larını çalıştırdı ve masalarına yöneldi "Bonsoir mesdammes, what would you like to drink?"

Ertesi gün programımızda Cannes vardı, hani şu film festivali ve sahillerinde üstsüz güneşlenilen şehir.


Cannes'a geldiğimizde güneş yükselmiş, Melissa için zararlı bir hale gelmişti. UV korkusuna, geçen gelişimizde keşfettiğimiz Haagen Dazs dondurmacısında bir iki saat öldürdük, sonra kızımıza iki tane elbise aldık ve özel plajlardan birine girdik. Plajdaki her bebek gibi üstsüz güneşlendi canım kızım. Artık Cannes'a gidip üstsüz güneşlenmedim demez.

Cannes
Bu gezimizin kesin bir tespiti, sevgili Melissa'nın denizi çok sevdiğini anlamamız oldu. Bir iki geni farklı olsaymış, rahatlıkla deniz kızı olurmuş canım kızım.

Plaj sonrası, festivalin yapıldığı auditorium'a geçip, Melissa ile Belmındo'nu el izi yanında, kırmızı halının üstünde falan klasik Cannes fotoğrafları çektik. Melissa bir atlı karınca daha buldu, ona da bindik mecburen.

Akşam yemeği için tekrar Antibes'e döndük. Bir önceki gün gözümüze kestirdiğimiz Çin restoranına girdik. Çinli garsona bebek arabasını da gösterip bize rahat edeceğimiz bir masa bulur musun diye sordum.

Sorduğuma da pişman oldum.

Cannes
Koca restoranda bizden başka sadece bir masa daha var. Bomboş yani. Bizim garson başladı bir sağa, bir sola bakmaya. Bakışlarıyla masaları tek tek gözden geçirip, hangisi uygun olur diye ölçüyor, biçiyor.

Armut gibi ayaktayız, bu bir eli çenesinde, halen düşünüyor. Sadece ızdırap bitsin diye kenarda bir masayı gözüme kestirip, bak şuraya oturalım dedim.

Bu hala düşünüyor.

Ne Jelena, ne garson anlıyor, başlarım masasına mealinden Türkçe bir küfür edip, gittim oturdum masaya. Jelena da beni takip etti.

Başlangıç biraz çileli olsa da bitiş mutluydu. Mükemmel lezzetli bir yemek olmuştu.

Yemek sonrası yine Kuzey Afrikalı garsonun barına gittik. Bu sefer happy hour'u kaçırmadan pina coladalarımızı içtik. Melissa günün ardından yorulmuş, uyumaya başlamıştı. Biz de uzun süredir ilk kez karı-koca baş başa birşeyler içebildik.

Bir sonraki yazımızda İtalya'ya, bu kez Liguria sahiline gidiyoruz.

Şimdilik kalın sağlıcakla.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...