30 Temmuz 2014 Çarşamba

Çıkıntı Öncesi...

Adolf Hitler tam anlamıyla sosyopat biriydi. BBC'de izlediğim bir belgeselde, savaş sırasında Walter C. Langer (Oltır Si Lengır) isimli bir psiko-analistin hazırladığı, Hitlerin psikolojik profili anlatılıyordu.

Çocukluğundan, anne ve babasının ona karşı davranışlarından, sonrasında intihar eden bir akrabasıyla yaşadığı sapık, ensest sayılabilecek bir ilişkiye kadar hayatının detayları araştırılmış, hala yaşayan kişilerin tanıklığına başvurulmuştu. Yahudilere duyduğu nefretin nedenini homoseksüel eğilimlerine, iktidarsızlığına ve Eva Braun ile yaşadığı asexsüel, yani sekssiz ilişkiye kadar bağlayan iddialı bir programdı.

Belgeselde ileri sürülen iddiaların birçoğu akla yakın gelse de işin doğasından, yani konusu geçen birçok kişinin ölmüş ve olayların unutulmuş olmasından ötürü, baştan sona kanıtlanmış değiller. Yine de çok ilginç bir saat geçirtmişti bana.

Bu analizin homoseksüellik ve iktidarsızlık iddiaları kadar magazin olmasa da en önemli sonucu, Hitlerin paranoyak oluşu ve bunun zaman geçtikçe ilerleyecek olmasıydı.

Gerçekten de Hitler'in iktidarı boyunca yavaş yavaş paranoyasının arttığı, etrafındakilerden kuşkulanmaya başladığı, topluluklardan uzaklaştığı ve daha fazla kontrol etmeye kaydığı bir gerçektir.

Alman generallerinin savaşın başındaki harekatlarda yetki alanları çok genişti. İnisiyatif alıyorlar, değişen koşullara göre cephede taktik değiştirip üstünlüklerini koruyabiliyorlardı.

Zaman geçtikçe Hitler çok daha fazla günlük olaylara taraf olmaya başladı. Generallerin işlerine karışıyor, her kararı kendisi vermek istiyordu.

Örneğin, koşulsuz kendisine bağladığı tank birlikleri Normandiya çıkarması esnasında Hitler uyuduğu için savaşa girememişlerdi.

Benzeri bir şekilde bir Alman mühendislik harikası olan ilk operasyonel jet uçağı Messerschimit ME-262'ler hız ve yükseklik bakımından müttefiklerin elindeki her uçaktan kat be kat üstünlerdi. Alman generaller bu yeni uçakları, tüm orduya kan kusturan Amerikan B-17 Uçan Kale bombarduman uçaklarına karşı kullanmak istemişlerse de Hitler, kafayı bozduğu için bu yeni jetlerin burunlarının altına iki ufak bomba takıp yere saldırı amaçlı kullandırmıştı. Eğer bu uçaklar yeter sayıda üretilip Müttefik bombardıman uçaklarını önleme için kullanılabilseydi, savaşın kaderi değişebilirdi.

ME-262'ler Almanların tek askeri üstünlükleri değildi. Almanlar askeri teknolojinin sözkonusu olduğu her alanda müttefiklerden üstünlerdi.

King Tiger (King Taygır) tankları, müttefik kara birliklerin tam anlamıyla korkulu rüyalarıydı. Bu tankların topları müttefiklerin elindeki her tankı iki kilometreden delik deşik edecek kadar güçlü, zırhları ise bir müttefik tankının iki metreden yarım saat boyunca ateş etse de zarar veremeyeceği kadar sağlamdı. Ne var ki öncelik verilmediğinden yeteri sayıda imal edilmemişlerdi.

Almanlar yine savaşın sonuna doğru dahiyane bir silah tasarımlamışlardı. Bu yeni silah öyle uçan nükleer bombalar, yada Indiana Jones'vari biyolojik silahlar değil, bildiğimiz bitli piyade tüfeği idi. Yada doğru ismiyle taarruz tüfeği.

O güne kadar piyadeler iki tür genel maksat silahlarından birini seçmek durumundaydılar. Ya her defasında tek bir mermi atan, yavaş ancak uzun menzilli ve yüksek isabetli piyade tüfeklerini, yani Mauser - bizdeki adlarıyla Mavzer, ya da çok sayıda mermiyi kısa bir süre içerisinde atabilen, ancak kısa menzilli ve isabeti düşük makineli tüfekleri, örneğin MP-40, kullanıyorlardı.

Alman mühendisleri bu iki silahı birleştirip, istendiğinde uzun menzilli, nokta atışı yapabilen, bir anahtarı çevirerek de otomatik hale dönüp ateş kusan Sturmgewehr 44 (Şturmgevier) yada MP-44 isimli bu taarruz tüfeklerini tasarımlamışlardı. Günümüzün modern orduları hala bu konseptteki tüfekleri kullanmaktadırlar.

Gelin görün ki bu her genç piyadenin rüyası tüfeklerden yine yeterli sayıda üretilememişti.

Kaynaklar, Rusyada çatır çatır Alman askerleri ölürken. Churchill'e (Çörçhil) inat Britanyaya gönderilen V1 ve V2 roketlerine, ve başka bir dolu Zihni Sinir projesine harcanmış, savaşın gidişatını değiştirebilecek birçok yenilik ya gözardı edilmiş, ya da yeterli sayıda üretilememişti.

Bu kararları veren de bizim Hitler'den başkası değildi.

1944 yılının Temmuzunda Hitlere yapılan suikast teşebbüsü Hitler'in paranoyasını artık son safhasına getirmişti. Suikastle ilgili olduğu iddia edilen beş bine yakın üst düzey Alman general ve sivil yetkili ortadan kaldırılmıştı. Hitler artık tamamen önceden kestirilemez bir kişilik olmuştu.

Batıda İngiliz ve Amerikalılar, doğuda da Ruslarla savaşan Alman ordusunun iki cephede savaşa devam etmesi olanaklı değildi. Hitler bu cepheden kolayını, yani batı cephesini kapatıp tüm kuvvetlerini Rusları durdurmak için kullanmayı hedefledi. Bunun için de bir karşı saldırı planladı.

Bu plana göre, Hitler Almanya sınırından başlayacak ve Belçika üzerinden batıya doğru yönelecek sürpriz bir saldırıyla Müttefik kuvvetleri ikiye bölecek, 200 kilometre civarı bir uzaklığı katedip, Antwerp limanını ele geçirecekti.

Antwerp, Müttefiklerin tüm gereksinimlerinin varış limanıydı ve Almanlar bu limanı ele geçirirse Müttefik kuvvetler yavaşlayabilir, Alman ordusu da bir üstünlük sağlayabilir ve belki de bir anlaşma ile batı cephesi kapanabilirdi.

Askeri tarihçiler bu planı biraz fazla hırslı şeklinde tanımlarlar. İşin aslı, plan baştan aşağı aptalcadır.

Bir kere Alman ordusunun hiç savaşmadığını düşünsek bile, Antwerp'e gidecek kadar benzini yoktu. Hitler eksik benzinin yolda Amerikalılardan ele geçirilmesini planlamıştı. Bu Ankaradan İstanbula giderken sadece Bolu'ya kadar bilet alıp, gerisini Bolu'da düşünürüz demek gibi birşey.

İkinci olarak, bu hayalin gerçekleşip, Alman ordusunun Antwerp'i ele geçirdiğini düşünsek bile, doğru düzgün bir hava kuvveti olmadan bu limanı elde tutmaları mümkün olmayacaktı. Zaten Müttefikler de Almanya'dan Antwerp'e kadar uzanan bu koridoru seyretmeyecek, hemen saldırıp kapayacaktı.

Bu planın gerçekleşmesinin tek koşulu Almanların tüm Belçika, Hollamda, Lüksemburg ve Fransanın kuzeyini yeniden ele geçirmesiydi ki bu da düşünülmeyecek kadar saçma bir olasılıktı. Almanya eğer bu kadar kuvvetli olsaydı, zaten bu bölgeleri kaybetmezdi.

Ama Hitler de Hitler'di işte. Gel de Hayır de...

Harekatın komutanı olarak atadığı Rusya cephesinden gelme, deneyimli ve başarılı Mareşal Walter Model hedefleri daha mütevazi ancak çok daha gerçekçi olan bir iki alternatif plan önerse de Hitler fikrini değiştirmedi. Harekat Hitler'in istediği şekilde, yavaş yavaş hayata geçiyordu.

Bu harekata Unternehmen Wacht am Rhein (Ünternemen Vaht Rayn), yani Ren nehrini gözetleme ismi verilmişti. Ren nehri, Alman birliklerinin çekilip, Almanya sınırları içerisinde mevzilendiği savunma hattıydı ve harekata verilen bu isim, onu bir savunma inisiyatifi gibi gösteriyordu.

Bu harekatın belki de en önemli unsuru sürpriz faktörüydü.

Bir kere başlangıç noktası Belçika'nın Ardennes (Arden) bölgesinin ormanlık alanları olacaktı. Kimse bu bölgeden böyle bir saldırı beklemiyordu. Bunun da geçerli sebepleri vardı.

Tanklarıyla, toplarıyla bir ordu Ormanlık bir alanda sadece yollar üzerinde hareket edebilir. Bir de dev boyutlardaki King Tiger tanklarını düşünürsek bu yolların dar olanları bile yeterli olmayacaktır.

Bu yollarda ilerlerken de eğer önündeki araç isabet alır yada bozulursa tüm konvoy hareketsiz hale gelir. Bundan sonrası da Müttefiklerin atış eğitimine dönüşür.

Zaten bu yüzden bu bölgede o güne kadar herhangi bir çatışma olmamıştı. Amerikan askerleri bu cepheye The Ghost Front (Dı Goost Front), yani Hayalet Cephe ismini vermişlerdi ve asıl saldırı başladığımda, bölgede ağır çatışma sonrası dinlenmek için gelmiş birlikler vardı.

Sürpriz için kulağa güzel gelen bir yer ilk bakışta, ancak sürprizin gerçekleşmesi iki önemli koşula bağlıydı. Bir, kötü hava, ve iki, herkesin ağızını sıkı tutması.

Kötü hava, Müttefik keşif uçaklarının uçamaması yada uçsalar bile aşağıda ne olduğunu görememesi için gerekliydi. Çünkü çeyrek milyon kişilik ve binlerce araçlık bir askeri topluluğu uçaklardan gizleyemezsiniz.

Hitler bu kötü havada saldırma işini zaten adet haline getirmişti. Atlas okyanusunun üzerinde belirlenen, ve dört gün içerisinde içerilere gelecek kötü havayı kaçırmadı. Müttefik uçakları yoğun bulut tabakası yüzünden hiçbir şey göremiyordu.

Gizliliği sağlamak, kötü havadan biraz daha zordu çünkü hem heryer casus doluydu, hem de insanlar, her çağda, ülkede, dinde ve etnik kökende olduğu gibi, kendilerini önemli hissetmek için fazla konuşmayı seviyorlardı.

Hitler bu işi kısa yoldan halletti. Planlardan haberdar tüm komuta subaylara, birer SS subayının önünde bir kağıt imzaladı. Bu kağıtta, eğer operasyonla ilgili bir sızma olursa sadece kendilerinin değil, ailelerinin de sorumlu tutulacağı yazıyordu. Yani bir laf kaçarsa kendileri vurulacak, aileleri de en iyi ihtimalle bir toplama kampına gidecekti.

Bu taktik işe yaradı ve operasyon gününe kadar sızma, mızma olmadı.

İki yüz bin asker, üç yüz elli tank, üç yüz diğer zırhlı araç, bin altı yüz top ve bin roket bataryası sessizce Ardennes Ormanının içinden batıya doğru hareket etti. Bu birlikler sadece gece hareket ediyor, gündüzleri kamuflaj altında gizleniyordu.

Ardennes ormanı ve batısı, Amerikan General Omar Bradley'in (Omar Bredli) Birinci Ordu'su tarafından elde tutuluyordu. Bradley'in kuzeyinde, İngiliz Mareşal Bernard Law Montgomery'nin (Börnard Lo Montgomri) kuvvetleri ve çok daha uzak güneyde de Patton'ın (Pettın) üçüncü ordusu vardı.

Ardennes'deki Amerikan birlikleri Foxhole (Fakshool) denilen ve içinde bir-iki kişinin bulunduğu, kuyu biçiminde siperlerde mevzilenmişlerdi. Dondurucu soğuk ve kar, bu askerleri fazlasıyla olumsuz etkiliyordu.

Bu hava koşullarında, askerleri, daha önce pek kimsenin önemsemediği yeni bir sorun bekliyordu.

Amerikan askerlerine dağıtılan postallar günümüzdeki postallardan biraz farklı tasarımlanmıştı. Bugün aldığınız bir ayakkabının derisinin parlak tarafı dışta, tüylü, mat tarafı da içte olur. Dışardaki parlak tabaka, üzerine sıçrayan suyun akıp, ayakkabı tarafından emilmesini önler.

O günkü Amerikan postalları ise tam tersine, derinin parlak tarafı içerde, mat, tüylü tarafı dışarda üretiliyordu. Kaygan olmayan bu dış deri yüzey hem karı tutuyor, hem de eriyen suyu emiyordu. Soğuk havayla donan bu ıslak ayakkabılar Trench Foot (Trenç Fuut) yani Siper Ayağı denilen sağlık problemini birlikte getiriyordu.

Askerler çoraplarını çıkardığında ayak parmakları da çıkan çorapla birlikte geliyordu.

Aylardan Aralık, günlerden 15'di. Noel'e netedeyse bir hafta kalmıştı.

29 Temmuz 2014 Salı

Çıkıntıya Doğru...

Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı'nı kaybettiği nokta Berlin'in düşmesi, Hitler"in (eğer gerçekse) intahar etmesi yada Almanların kayıtsız şartsız teslim olmaları değil, 1944 yılında müttefiklerin zaferiyle sonuçlanan Bulge (Balc) savaşıdır. Tam İngilizce ismiyle The Battle of the Bulge (Dı Bettıl ov dı Balc).

Bulge, çıkıntı yada şişkinlik anlamına gelir. Aslında bir savaş için pek de alışık olmadığımız, komik bir isim. Gelin size bu savaşa neden çıkıntı dendiğini anlatayım.

Hitler'in Nazi Almanyası bütün Batı Avrupa'yı, haritanın üzerine dökülüp yayılan kırmızı mürekkep gibi baştan aşağı ele geçirmişti. En batıda İngiltere'ye havadan saldırıyor, doğuda da Rusyayla savaşıyordu.

Savaşın ilerlemesiyle Almanlar, Kuzey Afrika'da üstünlüğünü kaybetmişti. Amerikalılar da İngilizlerle birlikte Sicilya adasını ele geçirip, Kara Avrupa'sının kapısına ayaklarını koymak üzereydiler.

Sonrasında Normandiya çıkarması geldi. Amerikalılar Fransa'nın kuzeyinden Avrupa'ya girdiler. Alman ordusu Normandiya'da önemli bir yenilgi aldı ve Kıta Avrupasında da üstünlüğünü kaybetti.

Normandiya çıkarması sonrası, Alman ordusu Batı Avrupa'dan püskürtülmüş ve Almanya sınırına kadar geri çekilmiş, Almanya'nın batı sınırında, kuzey-güney doğrultusunda düz bir çizgi sayılabilecek bir hat oluşturmuştu.

Bu hat Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve Fransa ile komşuydu.

Müttefik askerler bu hattın üzerindeki Belçika, Lüksemburg ve Kuzey-doğu Fransa sınırındaki Ardennes (Arden) bölgesine Hayalet Cephe ismini vermişlerdi, çünkü bu bölge hattın en sessiz bölgesiydi. Herhangi kayda değer bir çatışma gerçekleşmemişti.

Bunun da geçerli bir sebebi vardı. Ardennes bölgesi yoğun bir ormanla kaplıydı.

Ormanlık alanlarda savaşmak çok zordur. Ağaçlar askerlere saklanmak için birçok seçenek sunar. Yine ağaçlık alanda cipler, kamyonlar, tanklar ve diğer tekerlekli araçlar çok zor hareket eder. Ormanın içinde açılmış yollarda ilerleyen askeri konvoyların önündeki aracı vurun, tüm konvoy hareket edemez hale gelir. Sonrası da İngilizcede dedikleri gibi "Sitting Duck" (Sitting Dak/Oturan Ördek, yani gel beni vur diye bekleyen ördek) durumları ortaya çıkar.

İşte buna rağmen, 1944 yılının Aralık ayında, herkesin artık bitti dediği Alman ordusu bu savaşması zor bölgede muazzam bir karşı saldırı başlattı. Alman birlikleri önlerine gelen herşeyi silip süpürdü, Belçikaya girdi ve önemli bir kent olan Bastogne'u (Baston) kuşatıp batıya doğru ilerlemesini sürdürdü.

Bu ilerleyiş, günün haritasında da komik bir görüntü oluşturdu. Göreceli olarak düz olan kuzay-güney doğrultusundaki bu hat, Alman karşı saldırısı sonucunda batıya doğru pipi gibi bir çıkıntı oluşturmuştu. İşte bu yüzden bu savaşın adı Çıkıntı Savaşı kaldı.

Battle of the Bulge, orduların olduğu kadar, bu orduları yöneten liderlerin de kişisel bir savaşı haline dönüşmüştü, hem de ilk akla gelecek şekilde Alman ve Müttefik liderlerin birbirleriyle savaşından ziyade, Alman ve Müttefik liderlerin kendi içlerinde bir savaş.

Bu savaşın en öne çıkan lideri için Amerikalı General George S. Patron Jr. (Corc Es Pettın Cuniyır), kısacası General Patton dersek çok fazla yanılmış olmayız.

Gelin zamanı geri alıp bu ilginç kişiliğin öyküsüne bir bakalım.

Patton, asker bir ailenin çocuğu olarak 1885 yılında doğdu. Amerika'nın en havalı askeri okulu olan West Point Akademisi'ni bitirdi.

Patton bir süvari idi. Süvari'nin İngilizce karşılığı olan Cavalry (Kevlıri) sözcüğü, Fransızca Cheval (Şeval), yani At sözcüğünden gelir ve at üzerinde savaşan asker demektir. Ne var ki Patton'ın ilk savaş deneyimi, ilk defa at yerine motorlu araçların kullanıldığı Pancho Villa (Panço Viya) seferi esnasında, Meksika'da yaşadı.

Bu mekanik atlar Patton'un fazlasıyla ilgisini çekmişti. Kara savaşında geleceğin başta tank, bu motorlu kara taşıtlarında olduğunu görmüştü. Bu yüzden birinci dünya savaşı esnasında yeni kurulmuş olan Amerikan Tank Birlikleri'ne katıldı, sonrasında Fransa'da kurulmuş Amerikan Tank Okulu'na komuta etti.

Savaş bittiğinde Amerikan ordusunun tank doktrininin geliştirilmesinde önemli rol oynadı. Patton, orduya o kadar büyük bir tutkuyla bağlıydı ki, tankçıların ünüformalarını bile kendisi tasarımladı.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ilk olarak Kazablanka'ya bir çıkarma yapıp Fas'ı kurtardı. Fas Sultanı ona "Les Lions Dans Leurs Tanières Tremblent En Le Voyant Approcher" (Le Lion Dan Lör Tanier Tromblö An Lö Vuayan Aproşe), yani "Yaklaştığında, Aslanların İnlerinde Titrediği (adam)" nişanını verdi :)

Bu arada Amerikan birlikleri Alman birlikleriyle savaş sırasında ilk defa Kaserin geçidinde karşı karşıya gelmiş, Almanlar, Amerikalıların tozunu atmıştı. Bu yenilginin ardından Patton, Kuzey Afrika'da Amerikan birliklerinin komutasını aldı. Patton'ın altında, ikinci komutan olarak yine Bulge Savaşının önemli bir karekteri olan Omar Bradley (Omar Bredli) yer alıyordu.

Patton, bu morali bozuk askerleri kendine has önderliğiyle disipline aldı ve sıkı bir eğitime tabi tuttu. Bu eğitim başarılı olmuştu. Amerikan birlikleri El Guettar'da, ünlü Alman Mareşali Erwin Rommel'ın (Ervin Romel) tank birliklerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Patton daha sonra Kuzey Afrika'nın kurtarılması esnasında birçok farklı yerde önemli roller oynadı.

Patton'un savaş esnasındaki ikinci önemli dönüm noktası Sicilya'nın kurtarılması oldu. Bu harekat esnasında Patton Yedinci Ordu'nun komutanlığını yapıyordu.

Patton'un başında olduğu birliklerin görevi, başlarında yine ünlü bir askeri karekter olan Bernard Law Montgomery'nin (Börnard Lo Montgomri) olduğu, işgali gerçekleştirecek İngiliz birliklerini korumaktı.

Geleneksel beceriksizliği ile Momtgomery yine savaşın ortasında bir yerde çakılıp kalmış, ilerleyemiyordu. Bu yüzden Patton'a Palermo kentini alma "izni" verildi. Palermo'yu alan Patton, bu kez izin mizin beklemeden yönünü Messina'ya çevirdi ve bu kenti de Montgomery'den önce ele geçirdi.

Patton, Alman ordusunun üst yönetimi içerisinde neredeyse en fazla önemsenen Amerikan generali haline gelmişti ve artık her an gerçekleşmesi beklenen Avrupa çıkarmasına komuta etmesine kesin gözüyle bakılıyordu.

Hem bu algıdan faydalanmak, hem de çıkarma hatekatına, aklına yatmadığında emirlere uymayan Patton gibi asi biri yerine askeri açıdan Patton kadar yetenekli olmasa da en azından daha fazla güvenebileceği biri olan Omar Bradley'i getirmek için, Muttefik Orduları Komutanı Dwight D. Eisenhoower (Duayt Di Ayzınhauır), Patton'a biraz olağandışı bir görev verdi.

Patton'ın bir sonraki görevi Amerikan Birinci Ordu Grubuna komuta etmekti. Ancak bu ordunun askerleri, tankları, topları yoktu. Birinci ordu tamamen hayali bir orduydu. Müttefikler yüzyılın en büyük kandırma harekatlarından birini gerçekleştirmiş, hergün binlerce hayali radyo mesajı, yazılı döküman ve dedi-kodu Alman ajanlarının önlerine atılmıştı.

Birinci ordunun tek gerçek ferdi aynı zamanda da komutanı olan General Patton'dı.

Patton, gerçek çıkarma Normandiya'dan çıkarma başlayıncaya kadar kuzeydeki Fransa'nın Pas de Calais (Pa dö Kale) kenti karşısında bulunan İngiliz Dover (Dovır) kentinde boy gösterip, Almanlar'a yanlış izlenim vermeyi sürdürdü.

Bu hareket işe de yaradı. Almanlar, Patton gibi bir askeri dehanın çıkarmaya komuta edeceğinden o kadar eminlerdi ki, Normandiya çıkarmasından sonra bile, Patton'ın asıl işgal kuvvetlerinin başında Pas de Calais'ye çıkmasını bekliyorlardı.

Bradley'nin komutasındaki müttefikler 6 Haziran 1944'de Normandiya'ya çıktı. İlk gün on bin civarı kayıp verdilerse de yine de sahil başını tutabildiler.

Ancak aradan yedi hafta geçmesine rağmen Amerikalılar Normandiya'da sadece on mil ilerleyebilmişlerdi. Beklenen kırılma ve hızlı işgal bir türlü gerçekleşmiyordu.

Ucuz etin yahnisi işte bu kadar oluyordu. Patton gibi askeri bir deha dururken, çıkarmanın komutasını sadece laf dinliyor diye Bradley gibi bir bürokrata verince ortaya böyle acayip bir manzara çıktı.

Bu uzun bekleyişin sonunda, Bradley, her başarısız ve vizyonsuz askerin yaptığını tekrarladı. Yani yüz asker yapamıyorsa bin asker gelsin, bin uçak yetmiyorsa üç bin uçak bombalasın mantığıyla Kobra kod adlı büyük bir operasyon başlattı. Binlerce Amerikan uçağı, Alman birliklerinin üzerine milyonlarca kilo bomba yağdırdı.

Bu arada Bradley, eski komutanı, yeni altında çalışan subayı Patton'ın sürekli fikrini alıyor, planlarını revize ediyordu. Ancak bu noktada Patton hala bir komuta pozisyonundan yoksundu.

Sonunda biraz da çaresizlikten beklenen gerçekleşti, Patton, Normandiya'ya uçtu ve zaren birkaç aydır eğitimini üstlendiği, bu kez gerçek bir askeri bir birlik olan, Amerikan Üçüncü Ordusunun komutasını aldı. Bradley hala Patton'ın komutanıydı ve Amerikan Birinci Ordusuna (Gerçek Birinci Ordu) komuta ediyordu.

Patton'la birlikte beklenen kırılma sonunda gerçekleşti. Amerikan ordusu Normandiya'nın içlerine doğru harekete geçti, ve hava desteğinin de sonucunda Alman ordusu doğuya doğru çekilmeye başladı.

Başında olduğu Üçüncü Ordu'ya verilen yeni görev, Normandiya'nın güney batısında kalan Britanya bölgesini kurtarmaktı. Doğuda geri çekilen Alman ordusunun asıl güçlerine saldırmak dururken, dost güçleri bölüp batıda stratejik bir önemi olmayan Britanya'ya saldırmak aptalca bir hareket olsa da Patton, komutasındaki orduyu bir daha kaybetmemek için bu saçma emre uydu ve Britanya bölgesini ele geçirdi.

Britanya sonrası Patton, ordusunun yönünü doğuya çevirip, geri çekilen Almanlara saldıran Bradley'nin Birinci ordusunun güneyinden, doğuya doğru çılgın bir hareket başlattı. Üçüncü ordu, iki hafta içerisinde dünyada hiçbir ordunun ulaşamadığı bir hızla yüz bin askere yakın Alman yedinci ordusunu kovalıyordu.

Tam Alman birliklerini Falais (Fale) ve Argentan (Arjentan) şehirleri arasında kıstırmak üzereyken Patton anlamsız bir şekilde "Dur" emri aldı. Bradley, iki Amerikan ordusunun karşılaştığında, ortaya çıkabilecek dost ateşinden kaynaklanabilecek kayıplardan korkmuş, üçüncü orduyu durdurmuştu.

Patton çaresiz durdu, Alman ordusu da bu zor bulunur kaçma fırsatını kullandı. Yüzbinlerce Alman askerinin kaçmasına rağmen, Patton'ın Üçüncü Ordu'su Almanlara on binden fazla kayıp verdirmiş, yirmi bin civarında da esir almıştı

Tarih kitapları bu koşulsuz yok edilmekten aptalca bir karar yüzünden kurtulan Alman kuvvetlerinin sonrasında kaç Amerikan askeri öldürdüklerini yazmaz. Çünkü zaferler önemlidir ve lekesiz kalmalıdır. Bradley bir Amerikan kahramanı olmak zorundadır çünkü beceriksiz bir Amerikan generali olamaz.

Patton, Fransayı baştan başa geçtiği bu Amerikan tarzı "Bliıtzkreig" (Blitzkriig/Şimşek) harekatında yüzlerce kent, kasaba ve köy kurtardı. Üçüncü Ordu'dan kaçan Alman birliklerinin bölgeyi boşaltması sonucunda Paris'e sadece girmek kalmışken Patton'a Parisi alma izni verilmedi. Eisenhoower, Paris'in kurtarılması başarısını, Özgür Fransız Ordusu'nun göstermesi gerektiğine karar verdi ve böylece Paris'i Fransızlar "kurtardı".

Patton'ın Üçüncü Ordusunun bu delice koşusu Metz kenti yakınlarında, Moselle (Mozel) nehrinin kıyısında, birden bire son buldu. Hem de tam Almanya'ya girecekken.

Çünkü ordunun benzini bitmişti.

Üçüncü Ordu'nun bu hızının sırrı, fazlasıyla mekanize, mobil bir yapısının olmasıydı. Yani, bol bol tank, top, kamyon gibi araçları vardı. Her gün bu araçların depolarının dolması için de yedi yüz elli bin litrelik benzine ihtiyaç duyuyordu. Normal bir arabanın deposunun altmış litre benzinle dolduğunu düşünürseniz, bu miktarın büyüklüğünü gözünüzde canlandırabilirsiniz.

İşte bu derece yoğun talebi olan benzin, Eisenhower'ın ani bir kararı ile Patton'ın üçüncü ordusundan alınıp, İngiliz Mareşal Montgomery'nin Almanya'ya kuzeyden, Belçika üzerinden planladığı bir saldırı için ayrıldı.

Montgomery'nin bu sarsakça planı, hem de Müttefiklerin Almanlara göre fazlasıyla üstün olduğu bir dönemde, Pearl Harbor (Pörl Harbır), Dunkirk (Dankörk) ve Normandiya dahil İkinci Dünya Savaşında aldıkları en önemli yenilgisi olacaktı. Size bir gün Hollanda'nın Arnhem bölgesine yolumuz düştüğünde, bu saldırıyı ve en önemli parçası olan Market Garden (Markıt Gardın) harekatını da anlatırım.

Ama orduda emir demiri keser, bildiğiniz gibi. Üçüncü Ordu durmuş, Almanya ele geçirebilinecekken İngilizlere ayıp olmasın, onların da bir kahramanları olsun diye Momtgomery'ye yeşil ışık yakılmıştı.

Savaş böyle birşey işte arkadaşlar. Generaller birbirleriyle flört etsin diye cephede on binlerce gariban asker Niyazi oluyor sizin anlayacağınız.

Trajikomik bir biçimde, Patton'ın benzinsiz Üçüncü Ordu'su, Almanların Patton'u durdurmak üzere Panzerlerle başlattığı Arracourt (Arakort) Savaşı isimli çok önemli bir karşı saldırıda Almanları yenilgiye uğratarak büyük bir başarı kazanmış, ancak Almanların durduramadığı Patton'ı sonrasında Eisenhower durdurmuştu.

Eylül ayındaki bu bekleme, Almanlar'a toparlanıp savunmalarını güçlendirmek için çok önemli bir fırsat verdi. Çatışmalar yeniden başladığında Metz savaşı her iki tarafın da önemli kayıplar vermesi pahasına aylar sürdü ve ancak Kasım ayında Amerikalıların üstünlüğüyle sonuçlandı.

Patton, gerekli benzini ancak Aralık ayının ortasında Antwerp (Antvörp) limanı işlemeye başladığımda elde edebilecekti.

Patton, Almanların sonsuza dek geri çekilmeyeceğinin farkındaydı. Mutlaka, bir noktada önemli bir karşı saldırı yapacaklarını sezmişti. İsmi, yazımızın konusu olacak Bulge yani Çıkıntı Savaşı olan bu karşı saldırı ile ilgili hiçbir bilgi yada işaret yokken bile kurmaylarıyla Almanları karşılayabilmek üzere plan yapmaya başlamış, Üçüncü Ordu'nun eğitimine hız vermişti.

Patton'ın Bulge Savaşı'na kadarki hikayesi işte böyle. Yukardaki kuru haliyle sadece içgüdüsel ve başarılı bir askerin hikayesi gibi geliyor insanın kulağına. Ancak Patton, kuru bir tarih öyküsünün çok ilerisinde bir kişilik.

Gelin biraz Patton'ın iç dünyasına girelim beraber. Hikayemizin bu kısmı çok daha eğlenceli.

Patton, beni en çok etkileyen askeri liderlerden biridir.

Patton ismini daha ilkokuldayken duymuştum, ancak onunla ilk teşvik-i mesaim, karekterini George C. Scott'ın (Corc Si Skat) canlandırdığı Patton isimli unutulmaz filmiyle olmuştu. Bu film, çekimde kullanılan tankların ikinci dünya savaşında kullanılanlarla ilgisi olmaması ve özellikle aynı zamanda filmin danışmanlığını yapan General Omar Bradley'nin yer aldığı sahnelerin gerçeğe uygun olmaması dışında, Patton'ın kişiliğini aslına çok yakın bir biçimde aktaran, izlemesi çok zevkli bir filmdir.

Gerçekten de Patton, çok özel bir kişilikti. Sonuna "manyak" ekleyebileceğimiz birçok sıfatı vardı, egomanyak, megalomanyak, savaş-manyak yada genel anlamda jenerik-manyak.

Oldukça dindar birisiydi. Reinkarinasyona (yeniden hayata dönmeye) inanır, kendisinin geçmişte önemli askeri kişilikler olarak yaşadığını düşünürdü.

Ağızı feci halde bozuktu. Filmin açılışında da fazlasıyla sansürlendikten sonra gösterilen, üçüncü orduya yaptığı "tarihi" bir konuşma vardır ki, hala çok popülerdir.

Bu konuşma şöyle başlar.

"Hiçbir piç ülkesi için ölerek bir savaşı kazanmamıştır. Savaş, karşıdaki zavallı salak piçleri ülkeleri için öldürerek kazanılır."

Bu konuşma aynı renklilikle devam eder.

"Bu savaş bitip eve gittiğinizde torununuz şöminenin başında size soracak, 'Dede, savaşta ne yaptın?' diye. Siz de utanıp sıkılıp, 'Deden savaş sırasında Luizyana'da bok küredi.' demek zorunda kalmayacaksınız. Hayır aslanım, sen torununun gözünün içine bakıp, 'Çocuğum, deden savaşta, başında Patton isimli tanrının cezası bir orospu çocuğunun olduğu muhteşem üçüncü orduyla ilerliyordu...' diyeceksin."

Ve final...

"Eveet, orospu çocukları, şimdi anladınız beni herhalde. Hepinizi heryerde, her zaman savaşa götürmekten gurur duyacağım. Hepsi bu..."

Ağızı bozuk olduğu kadar eli de ağırdı. Yani askerleri döverdi.

Bir çatışmadan sonra geleneksel olarak yaralı askerleri tek tek ziyaret ederken, gözü kenarda oturan bir askere takıldı.

"Neyin var çocuğum senin?" diye sorduğunda, asker "Bu topçu ateşine artık dayanamıyorum." diye cevap verdi.

Patton, bu askerin derdinin Battle Fatigue (Bettıl Fatiig/Savaş Yorgunluğu) olduğunu anlamıştı. Yani fiziksel bir problemi, yarası, kırığı, çıkığı yoktu, sadece korkudan kafayı yemişti.

Eldivenini çıkarıp "Çaat" diye çaktı tokadı buna.

Küfürün bini bir para tabii. "Atın bunu dışarı, bu korkak piçlerin bu kutsal yerde (sahra hastanesini kastediyor), bu kahramanların arasında (gerçek yaralı askerleri kastediyor) işleri yok." diye doktorlara bağırıyordu. Sonrasında yanındaki komutana bu askeri cepheye geri gönderin diye talimat verdi.

Benzeri bir olay birkaç hafta sonra yeniden gerçekleşti.

Bu tokat olayları, sonrasında basına sızdı ve Patton'ın başına çok iş açtı. Müttefiklerin komutanı ve eski arkadaşı General Eisenhower'ın emriyle, o zaman komutanı olduğu Yedinci Ordunun tümünün karşısında özür dilemek zorunda kaldı.

Askerliğe tutkuyla bağlıydı. Terfi edeceğini duyduğunda, resmi onayı beklemeden kendi kendini terfi ettirmiş, üniformasına ve arabasına kendiliğinden birer yıldız eklemişti.

Patton, ilk subaylık yıllarında .45 kalibrelik bir Colt (Kolt) tabanca taşıyordu. Yani bildiğimiz Tommiks tabancası. Bu silahı da herkes gibi kılıfına koymuyor, kovboylar gibi kemerine takıp geziyordu.

Birgün bu tabanca kazayla patladı. Patton da bu silahı atıp yerine ordu işi, yine 45'lik başka bir Colt aldı. Bu yeni tabancanın kabzası fildişi işlemeliydi ve ileride Patton'un en fazla tanınan ve bilinen simgesi olacaktı.

Bütün savaş boyunca detaylı bir hatıra defteri tutmuştu. Bu defter sayesinde Patton ne zaman ne hissetti, ordu disiplini yüzünden neyi düşünüp söyleyemedi, hepsini biliyoruz.

Lakabı "Blood and Guts" (Blad end Gats) dı, yani "Kan ve Bağırsaklar" (yaralanmış askerin betimlemesi). Bu lakap askerler arasında "Our blood and his guts" (Aur blad end hiz gats), yani bizim kanımız ve onun cesareti (İngilizce'de bağırsak anlamına gelen Gut kelimesi aynı zamanda cesaret de demek) şekline dönüşmüştü.

Kuzey afrikada bir toplantı esnasında Patton, İngiliz Hava Mareşaline, hava desteğinin eksikliğinden dolayı fırça çekiyordu. İngiliz komutan, "Endişeniz olmasın, havada bir tane bile Nazi uçağı görmeyeceksiniz.", dediği anda iki Nazi uçağı toplantının yapıldığı binayı makineli tüfek ateşine tutmuştu. Herkes kendisini masanın altına atıp korunmaya çalıştı. Odadaki herşey kırılıp dökülmüştü.

Patton nasıl sinirlendiyse, masanın altından çıkıp herkes siper almışken, binanın dışındaki açık alanda tabancasını çekti ve ayakta uçakların turlarını tamamlayıp, yeniden saldırıya geçmelerini bekledi. Uçaklar yine aynı hızla ateşe başlayıp, ortalığı toz duman ederken, bu da ayakta, dimdik, ufacık tabancasıyla hem küfür ediyor, hem de uçaklara ateş ediyordu.

Uçaklar gittikten sonra da hem bağırıyor hem de gülüyordu.

"Bu Nazi orospu çocukları eğer benim askerlerim olsaydı onlara madalya takardım!"

Sicilya Harekatı sırasında Patton ve Montgomery Messina'yı kim alacak diye yarıştaydılar. Patton'ın Messina'yı alacağını sezen komutanı, radyoyla ona Mesina'yı almamasını emreder. Patton ise bu mesajın parazitler içinde kaybolduğunu söyleyip, gider ve Messina'yı ele geçirir.

Sonrasında emir suayı, Messina'yı alma diyen generalin çok kızgın olduğunu ve Messina'yı aksi emre rağmen niye aldığını sorduğunu söyler.

Patton'ın cevabı şöyledir.

"Komutana sor, Messina'yı Almanlara geri mi vereyim?"

Bu Messina'nın alınma sahnesi filmde de çok dramatik bir biçimde gösterilir. Montgomery'nin birlikleri Messina'ya girdiğimde Patton"ın tankları meydanda sıraya dizilip, sözde bir karşılama töreni yaparlar.

Bu sahne oldukça eğlenceli olsa da gerçek değildir. Evet, Patton, Messina'yı Montgomery'den önce ele geçirmiştir ama arada ancak dakikalar vardı. Öyle tanklarla geçit töreni falan yapılmamıştı.

İşte Patton böyle ilginç bir kişilikti.

Ancak Bulge Savaşı'nın tek renkli kişiliği değildi.

Bulge savaşı Almanlar için de cephedeki askerlerden çok, komutanların kişiliklerinin bir savaşı olmuştu.

Bir sonraki yazıda Bulge Savaşı nasıl başladı, bir de Almanların tarafından bakacağız.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...