19 Ekim 2013 Cumartesi

Sözcüklerle Oynayalım Bu Akşam

Hadi biraz sözcüklerle oynayalım bu akşam. İki eski ve güzel arkadaşla ikiden fazla şarap şişesi etrafında sözcüklerle dans ettik biraz, sizinle de paylaşayım istedim.

Siyaset yazmama kararım hala devam ediyor ancak bu akşam biraz, ucundan accıcık da olsa, mutlaka ki istemeden, birazcık dokındırabiliriz... İzninizle tabii.

Konumuz politik ve ideolojik sayılabilir.

Biraz daha açarsak, her sorumlu entelektüel gibi iki kadeh içince dünyayı kurtarma vaziyetleri yani.

Bu içki üstü dünyayı kurtarma vaziyetleri sadece biz Türklere mahsus bir fenomen değildir. Her milletten enteller içip içip zeybeklenir ve dünyayı kurtarma moduna girerler.

Ancak, bir şeyi kurtarmak gibi bir eylem o şeyin batık, kurtarılmaya gereksinimi olduğunu ima eder.

Ne kadar kara bulut toparlıyor üstümüze bu “kurtarma” yüklemi, değil mi?

Halbuki, her millet bu kurtarma işinde olaya bizler kadar karamsar bakmaz.

Alın Fransızları....

Onlar içince dünyayı kurtarmak yerine “Reconstruire le Monde”, yani yeniden yapılandırırlar.

Bir ufak çalımla olayı kurtarma gibi melodramatik bir seviyeden alıp “yeniden yapılandırma” gibi iyimser ve yapıcı bir seviyeye taşırlar.

Halbuki biz “kurtarırız” abi.

Marjinalizdir çünkü...

Ya severiz, ya döveriz.

Ya her anımız birliktedir, ya da yüzüne bile bakmayız.

Bizim olmayan kimsenin olmaz... Döveriz, yüzüne asit atarız, hatta öldürürüz.

Bizim için birisi ya “bizden” ‘dir yada “onlardan”.

Bir insanın yaptıklarının arasında iyi yada kötü, doğru yada yanlış şeyler yoktur kültürümüzde.

O insan “bizden” ise yaptığı HERŞEY doğru, onlardan ise yaptığı HERŞEY yanlıştır.

Onlardan olana aptalca bir hiddetle ne derse desin saldırır, taciz eder, bizlerden olana da aptalca bir bağlılıkla körlemesine destek verir, anlaşılmaz bir sadakatle her fikrini, her davranışını savunuruz.

Orta Asya artı İslam kültürünün bir kokteyli...

Bu körlemesina bağlılıkla, yada hadi adını koyalım, fanatiklikle, yıllar boyu faşist/komünist diye birbirimizi yedik, Kenan paşayı başımıza getirdik ve hatta çoğumuz sevindik huzur bulduk diye.

İlahi adalate, yada İngilizcede dedikleri gibi “poetic justice” yani şairane adalete bakınız ki dünün “faşist ve aynı zamanda sosyal faşistleri” karşısındaki “gomonistler”, Tayyipin korkusuna bugün canciğer, kuzu sarması.

CHP bir çalımla “milliyetçi” yerine “ulusalcı” oldu, MHP ise “Atatürkçü”.

Eminim, Ecevit de, Türkeş de mezarlarından gülüyorlardır halimize...

Peşrevi uzattık biraz, bu saatte öyle derin ideolojik geyikle içinizi baymak değil amacım.

Tartışmamızın özü çok daha basit.

Kunumuz sadece “Sağcı” ve “Solcu”.

Yani şu bildiğimiz basit “Sağcı” ve “Solcu” sıfatları.

Hani sağcı, milliyetçi, muhafazakar, kapitalist yada kibarcası liberal ekonomist.

Karşısında ise solcu, sosyalist, gomonist, devrimci, devletçi ekonomist.

Hiç düşündünüz mü, niye bu ideolojilere ve takipçilerine “Sağ” ve “Sol” gibi yön gösteren isimler verildiğini?

Bu isimler tesadüfi olarak verilmemiştir. İdeolojik kullanımları ile sağ ve sol sözcükleri eş anlamlı olarak da kullanılmaz. Yön belirten anlamları ile kullanılır.

“Sağ” sözcüğü, sağ omuzdaki iyi huylu meleği, sol sözcüğü ise sol taraftaki kötü huylu meleği yani Şeytanı temsil eder. Sadece Müslümanlıkta değil, diğer dinlerde de.

“Sağ” sözcüğü birçok dilde aynı zamanda “Doğru”, “Doğrucu” yada “Hak”, Haklı” gibi sözcüklerle eş anlamlıdır.

Alın örnek olarak İngilizceyi. “Right” hem “Sağ” hem de “Doğru” anlamına gelir. Aynı kökten “Righteous”, “Ahlaki”, “Doğrucu” demektir.

“Sol” sözcüğünün en çarpıcı örneği ise günümüz İtalyancasındadır. “Sol” karşılığı, Latince “Sine” kökenli “Sinistra”, İngilizce de “Günahkar”, “Uğursuz” anlamona gelir.

Sağcılar, solculardan önce türediklerinden solculuğu dillerinde istedikleri tanımlama önceliğime sahip olmuşlardı. Bu sebeple de sol tabanlı ideolojileri uğursuz, günahkar, şeytani gibi sevimli sıfatlarla tanımladılar.

Slavik dillerde de sağ ve sol benzeri şekilde tanımlanır. “Pravo”, “Sağ” aynı zamanda “Doğru”, “Gerçek” falan demektir. Eski Sovyet gazetesi Pravda’yı hatırlarsınız. “Sol” ise “Levo” diye çevrilir.

Sırbistan’da ilk günlerim. Niş kentinde, diz boyu kar kaplı yollarda bir taksi içinde kırık Polonyacamla şoföre yol tarif ediyorum.

“Levo” diyorum sola dönüyor taksi. Polonya’da öğrendiğim iki kelime işe yaradı ya, sanki filoloji profesörü oldum birden.

Tam sıra sağa dönmeye geldiğinde “Pravo” diyorum.

Ancak şoför sağa dönmek yerine basıyor gaza ve dümdüz gidiyor.

“Pravo Molimte” diye bir daha söylüyorum, “Pravo, Da!” diyor ve düz gitmeye devam ediyor.

Ben panikle sağ tarafı işaret edince “Aaa, Desna” cevabını alıyorum.

Sırplar da aynen biz Türkler gibi bir millettir.

Terstirler.

Onların iyi huylu melekleri demek ki sağ omuzlarında değil kafalarının üstünde durmakta.

Çünkü “Pravo”, Sırpçada “Düz” demek. “Sağ” ise “Desna”.

Aslında biraz düşünürsek Türkçede de aynısını demez miyiz?

“Düz Gitmek” dilimizde “Doğru Gitmek” yani “Pravo” değil midir?

Sağlıcakla kalın...

4 Ekim 2013 Cuma

Havadan Sudan

Geçenlerde İlker Başbuğ'a surmuşlar, "Paşam, içerde vakit geçirmek için ne yapıyorsunuz?" Diye.

Verdiği cevap çok manalı.

"Gazete okuyup televizyon seyrederseniz akıl sağlığınızı kaybedersiniz. Ben bol bol kitap okuyor, yazıyorum"

Haklı mı haklı. TC'den uzaktayken bile gazeteleri okuduğumda, haberleri izlediğimde sinirim kalkıyor.

O yüzden bıraktım gündemi izlemeyi. Tayyip Allahından bulsun dedim, kendimi daha az sinir bozucu dünya işlerine verdim.

Uzun süredir bu blog'a da yazmamıştım, ancak günlük bin ikiyüz kalori kardiyomu yapıp mis gibi kokan sıcak kahvemle oturunca yazmak geldi içimden.

Ama öyle Tayyip, Suriye, Beşiktaş falan gibi insanın içini bayan konulara girmeden yazayım istiyorum. Diğerlerinin sonu yok nasılsa.

Havadan sudan yazalım...

Hava deyince, havaların en zevksiz zamanları fotoğraf çekmek için.

Sonbaharın kırmızısı henüz gelmedi. Gün içinde de sadece iki saatlik "kuru" bir ara var. Gerisi yağmur...

Jelena radyoda duymuş, hemen aradı. Hurdaya çıkarılan birkaç Hawker Hunter uçağı Payerne havaalanına park edilmiş, istenirse gezilebiliyormuş. Nasıl severim Hunter'ları. Hala yağmursuz bir hava bekliyorum...

Ama nerede...

Bir hafta önce odun sipariş ettik. Oduncu yağmursuz ilk günde getiriyorum dedi. Oduncu komşumuz, yolun hemen karşısında evi ve deposu.

Ancak bir hafta oldu, hala odunlar caddeden karşıya geçemedi yağmur yüzünden...

Az önce gazetede okudum, Tom Clancy ölmüş.

Çok üzüldüm.

Tanırsınız mutlaka, askeri ve politik ağırlıklı kitaplar yazar. En ünlü kitaplarımdan biri The Hunt Of The Red October. Sean Connery'nin başrolünü oynadığı bir filmi de yapılmıştı. Bir Sovyet denizaltı personelinin Amerikaya iltica etmesinin hikayesini anlatır. Çok iyi filimdir. Kitabı ise bir kat daha güzeldir.

Hikayenin kahramanı CIA'de çalışan Jack Ryan isimli eski bir deniz piyadesi. Jack Ryan başka birçok Clancy romanının ve filminin de kahramanıdır. Patriot Games, The Sum Of All Fears, Debt of Honor ve Executive Orders bunlardan birkaçı. Clear and Present Danger filmi, Harrison Ford'un canlandırdığı kahramanın adı farklı olsa da, aslında bir Jack Ryan hikayesidir.

Bu romanların belki de en sıkıcısı Executive Orders'dır. Sıkıcı olmasının en önemli nedeni ise bine yakın sayfada her nedense Amerikalıların ayılıp bayıldığı Beyaz Saray entrikalarının detaylarını uzun uzun anlatması.

Bu Beyaz Saray ve Başkanlık fenomeni Amerikan edebiyatında sıkça karşımıza çıkar. Hikayenin kahramanı sonunda Nirvana'ya ulaşır ve ABD başkanı olur.

Bizde ise hikayelerin kahramanları sonunda genelde ya ünlü bir şarkıcı, ya da zengin bir fabrikatör olurlar. Hiç finalde başbakan olanını görmedim. Düşünün kör ve fakir genç kitabın sonunda Tayyip oluyor mesela :)

İşte bu Executive Orders romanı, serinin bir önceki romamı olan Debt of Honor ile birlikte, Jack Ryan'ın ABD başkanı olmasının hikayesi.

Jack Ryan nasıl başkan oluyor biliyor musunuz?

Bir Japon pilot, yönetimin çoğunluğunun katıldığı bir toplantı esnasında bir Jumbo Jet'i Beyaz Saray'a çakıyor. Eski başkan ve yönetim ölüyor, başkan yardımcısı Ryan başkan oluyor.

Ne var bunda diyeceksiniz. Teröristler 11 Eylülde beş tane uçağı çaktı Pentagon dahil kritik hedeflere, uçaklardan biri de Beyaz Saraya hedeflenmişti ama yolcular engel oldular.

Neresi orijinal Clancy'nin hikayesinin?

Hikayenin orijinalliği şurada.

Clancy, Debt of Honor ve Executive Orders'ı 11 Eylüldeki terörist saldırıdan önce yazmıştı.

Kimbilir, belki de teröristler 11 Eylül saldırılarının ilhamını bu romanlardan almışlardı.

Ah bu bizde olsaydı, Clancy hemen içeri alınmıştı. Ülke yönetimini devirmek için çete kurmak, terörist faaliyetlerde bulunmak, suça azmettirmek vesaire'den :)

Aksine, eylemden hemen sonra aynı gün onu TV'ye çıkardılar. CNN yada Fox'dan birindeydi. Bir uzman olarak fikrimi almak için programa davet etmişlerdi.

Çünkü ne yazdığını bilirdi Clancy. Araştırır, soruşturur, anlar ve sonra yazardı. Hem de tüm teknik detayları ile.

Spiker sordu ama soru, sorudan çok ima doluydu.

"Bu Müslümanlar niçin terörist eylemler yapıyorlar?"

Clancy'nin cevabı sorudaki ırkçılığı sildi süpürdü.

"Bunlar bu terörist eylemleri Müslüman oldukları için değil salak oldukları için yapıyorlar. İslam dini terörü onaylayan bir din değildir."

Sadece roman yazmadı Tom Clancy. Birçok non-fiction yani dökümanter kitabı da var. Bazıları ise tam benim ağzımın tadında. Silah, savunma, uçak, tank falan içerikli. Hala Kindle'ımda durur, yeni baştan okurum fırsat bulunca.

Eğer video oyunlarına meraklıysanız Splinter Cell'i yada Rainbow Six'i bilirsiniz. Bunlar da hep Clancy'nin işleridir.

Dopdolu bir insandı Clancy yani. Rahat uyusun mezarında.

Bu arada, Rainbow Six demişken, bacağımı bir kazada kırdığım ve Krakow'da, bir hastanede geçirdiğim bir hafta boyunca okuduğum bir maceraları gelir aklıma.

Kitabı tekerlekli sandalyede, üç battaniyeye sarılmışken, eksi bilmem kaç derece soğukta, sigara içebileceğim tek yer olan hastanenin bahçesinde, sokak lambasının altında bitirmiştim.

Ne melodramatik anlattım di mi? :)

Mesela bugün olsa aynısını yapamazdım.

Çünkü sigarayı bırakalı neredeyse dört sene oluyor.

Sigara içmeyince bahçeye çıkmak gerekmeyecek, bahçeye çıkmayımca battaniyelere sarılmanın bir manası olmayacak, hatta tekerlekli sandalye bile kullanmadan adam gibi yatağımda kitabı bitirecektim.

Ancak bu renksiz, heyecansız bir final olacak, size de yukardaki gibi bir anımı anlatamayacaktım.

Ne demişler, her işte bir hayır vardır...

İşte böyle.

Herkese iyi bir hafta sonu deyip bu günlük burada bırakalım...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...