21 Mayıs 2013 Salı

Kara Büyü

Kim bilir kaç filim seyrettim, kaç kitap okudum Kara Büyü hakkında.

Kim bilmez Kara Büyüyü, Vudu İnanışını, Zombileri ve iğne batırılan kumaş bebekleri?

Ben söyleyeyim, Kara Büyü ve Vudu inanışının sahibi Haitililerle aynı adada yaşayan Dominikliler bilmez.

Eğer yalan söylüyorsam ne olayım. En az yirmi Dominikliyle konuştum, biri bile neden bahsettiğimi anlamadı.

Şimdi kafayı mı yedi bu? Ne anlatıyor böyle diyenleriniz için olaya bir açıklık getireyim ve bu kara büyü meselesi nereden çıktı arzedeyim.

Ben kendim öyle astrolojiye, sihire, büyüye müyüye inanmam ancak Haiti gibi böyle olağanüstü ögeleri barındıran kültürlerden fasine olurum (Burada "fasine" kelimesini spontane olarak uydurmuş bulunuyorum. İngilizce aşağı yukarı etkilenmek anlamına gelen "to be fascinated" 'i günümüzde hayli popüler olan Türkçenin ırzına geçme metodlarıyla dilimize uyarladım).

Vudu, Afrika kökenli bir din ancak Hristiyanlık dahil birçok dinden değişik ögeleri benimseyip inanç sistemine dahil etmiş.

Vudu inanışı Bondiyö adlı bir tanrının etrafında kurulu. Sözcüğün kökü Fransızca. Bon iyi, Diyö tanrı demek. Ancak Bu Bondiyö aslında o kadar da iyi bir tanrı değil. İnsan cemaati onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor, insanlarla herhangi bir ilişkisi yada iletişimi yok.

Vudu müritleri işte bu yüzden Bondiyö'ye inançlarını, kendileri ile iletişim kurduklarına inandıkları Loa isimli Bondiyö'nün emrindeki doğa üstü varlıklara ibadet ederek gösteriyorlar.

Loalar olağanüstü varlıklar olsalar da Vudu inanışı onları mistik, soyut, fiziksel olmayan formlar şeklinde tanımlamamış. Aksine her Lao fiziksel özellikleri fazlasıyla renkli ve vivid olarak tanımlı varlıklar. Örnek olarak, Loaların en ünlülerinden biri olan Baron Samedi (Baron Samdi ~ Baron Cumartesi) frak giymiş silindir şapkalı bir iskelet! Devamlı alkol ve puro kullanıyor, küfür ediyor ve karı kız peşinde koşuyor :)

Vudu inanışında üç türlü din adamı var. Honganlar erkek, Mambolar kadın Vudu rahipleri. Üçüncü olarak ise Vudu inanışının en renkli din adamları Bokorlar var. Bokorların en önemli özellikleri büyü yapabilmeleri. Bu büyü iyilik amaçlı Beyaz Büyü olabildiği gibi kötülük amaçlı Kara Büyü de olabiliyor.

Evet işte Zombileri ayaklandıran, kumaş bebeklere iğne batırıp düşmanlarına büyük acılar yaşatan (!) hep bu Bokorlar.

Bondiyö, Mambo, Bokor, Zombi, Kara Büyü, Baron Samdi, hatta Haiti ve Port-o-Prans sözcükleri hayatıma daha çocukken okuduğum ve şu anda adını bile hatırlamadığım bir kitapdan sonra girdi hayatıma.

Adını hatırlamasam da bu kitap benim üzerimde çok mu çok profaund ~ derin :) bir etki bırakmıştı. O gün bu gün Haiti'ye gidip o romanı yaşamasam da en azından bir yad etmek düşüncesi yaşadı benle birlikte.

Ve siz düşünün halimi. Haiti'ye yüz kilometre uzaktayım ve sınırı geçemiyorum. Eğer gidersen seni döverler, soyarlar, öldürürler diyorlar. Allah biliyor ya, Jelena olmasa yine de giderdim ama olmuyor işte anlayın.

Bu yüzdendir ki bUralara kadar gelmişken en azından bir Vudu bebeği alıp götüreyim istedim.

Ve başladım girdiğimiz her mağazada Vudu bebeği aramaya...

İşte yazımızın başladığı noktaya geldik. Ne acı ki Dominiklilerin Vudu yada toptan Haiti ile ilgili ne bildikleri ne de ilgilendikleri bir şey var. Tamamen kayıtsızlar.

Ben Vudu Bebeği anlamına gelen Voodoo Doll dediğimde tahta bebek anlamına gelen Wooden Doll dediğimi zannedip anlamsız tahtadan oyma siyahi yerli figürleri getirdiler. Kumaştan bebeği tarif edince de kıvırcık saçlı, etekli, elbiseli şirin mi şirin gerçek çocuk bebekleri satmaya çalıştılar. Bu bebekler o kadar sevimli ki onlara iğne batırıp yakacak Bokor bulsanız bile Bondiyö gazabını göndermeyi reddeder!

Baktık böyle olmayacak, bir Haitili bulup onla birinci elden konuşmayı düşündük. Burada ki tek problem ise Dominiklilere "Haitili misin?" diye sorduğumuzda bozulmaları.

Neyse ki yakındaki bitpazarından her gün otele gelip havuzun kenarında tezgah kuran satıcılardan biri olan Sweet Dave ~ Tatlı Deyv ile muhabbeti ilerletmiştim. Ondan bir iki kolye, üç beş şişe Mama Juana ve rom alınca iyi arkadaş olduk ve ona sordum Haitili, İngilizce bilen birini tanıyormusun diye.

"Buluruz gringo!" dedi ve iki tezgah ilerdeki bir satıcıyı getirdi. Adam Haitili olmasına Haitili ama yaratıcılığı sıfır. "Bu bebekler Haitide çok var ama burada bulunmaz." diyor, başka birşey demiyor. "Yarına getir bir tane." diyoruz, "Yarın kayınpederim ziyarete gelecek." diyor.

Yani hayır demece oynuyoruz. Sonunda "Tamam, yarına bir tane buluruz. Alış veriş merkezindeki ilk mağazaya gel." dedi ama ben beş yaşındayken anneme bundan güzel yalan söylüyordum.

Yine de gittik ertesi gün ancak beklendiği üzere "Nada"...

Dominik Cumhurıyeti'ndeki son tam hünümüzde bu sefer bitpazarına biz gittik Jelena ile. Yine her mağazaya sorma kaydıyla bir Haitili bulup getirdiler yanımıza.

Bebeği anlatıp sorunca "Tabii ki Kara Büyü'yü biliyorum amigo." dedi ve başladı anlatmaya:

"Bizim köyde bir Mambo var ki üç otu karıştırıp bir büyü ile seni istediğin yere gönderiyor. Gözünü kapayıp açıyorsun New York, Buenos Aires, istediğin her yerdesin..."

İçimden "Giderken o üç otu yanımda götürme yoksa New York'daki hapisaneleri de gösterir o Mambo sana..." dedim ama :)

"Bize kumaş bebek bulabilecek misin?" diye sorunca, "Noproblem amigo!" dedi, önce depozit istedi, sonra bebek başına yirmibeş dolar. Sizin anlayacağınız tezgah!

"Yok, istemiyoruz." dedik, döndük otele.

İşte size başarısız Kara Büyü maceramız. Umalım ki Haiti gelecekte biraz daha güvenli bir yer haline dönüşsün, ben de dünya gözüyle bir Kara Büyü göreyim.

Adios!

17 Mayıs 2013 Cuma

Dominik Cumhuriyeti

"Maniana" sözcüğü İspanyolca'da yarın anlamına gelir. Bu sözcükten türemiş olan "Maniana Pace" yani "Maniana Ritmi" denilen bir terim vardır ki genelde Orta/Güney Amerikalılar için kullanılır. Rivayete göre onlardan birşey yapmalarını istediğinizde size "maniana" yani yarına derler. Bu da anlayacağınız üzere o işin hiçbir zaman yapılmayacağı anlamına gelir.

Bu rivayet Güney Amerikanın her yerinde geçerli mi bilemem ama Dominik Cumhuriyetinde deneysel olarak ispatı bir daim mevcut.

İşte dünyanın cennetten kalma bu köşesinde hayat tamamen maniana ritminde yürümekte. İnsanlar neşeli, mutlu ve fazlasıyla arkadaş canlısı ancak herşey ağır çekimde unutulmuş bir filmi izliyormuşcasına yavaş ilerliyor.

Dokuz küsür saatlik uçak yolculuğunun sonunda uçak inip kapıya yanaştığında bu ağır çekim filim oynamaya başladı. Uçak durmuş, insanlar kabin bagajlarını indirmiş, koridor uzun uçuştan sersemlemiş ve bir an önce inmek için can atan iki yüz küsür yolcuyla dolmuş durumda ancak kapının üç metre ötesindeki körük bir türlü kapıya yanaşmıyor.

Beş dakika geçti, on dakika geçti, onbeş dakika geçti, körükte bir hareket yok. Hostes artık yolcuların yavaş yavaş yükselen gazabını savuşturup doğru hedefe yönlendirmek için bir anons yapma gereğini duydu:

"Sayın bayan ve baylar, körük niye yanaşmıyor, biz de bilmiyoruz. Lütfen sabrınızı koruyun ve biraz daha bekleyin. Dankeşön..."

"Yavol" dedik, beklemeye devam ettik. Napalım?

Neyse, biraz sonra körük yanaştı da bir Airbus dolusu yolcu kendisini alev alev yanan uçaktan attı dışarı. Biz de akıntıyla pasaport kontrol bölgesinde bulduk kendimizi. Tam sıraya girecekken bir görevli yanımıza yaklaştı ve kulağımdan tam içeri gürledi:

"Senin turist kartın var mı?"

"Yok abi" dedim. "Ben alaylıyım. Turist kartım yok ama çok gezmişliğim var. Olur mu?"

Küfür gibi geldi ki hem Jelenayı, hem de beni sıradan çıkarıp salonun diğer ucuna doğru sürdü.

Bu yeni sırada bir yirmi dakika kadar bekledik. Ben sonunda bir turist kartı beklerken yirmi dolar kadar bir parayı verdikten sonra elimize tuvalet kağıdı benzeri iki rulo fiş verdiler.

Demek turist kartı Dominik Cumhuriyeti abonmanı gibi bir şeymiş ki, biz bir kerelik girdiğimizden bize tuvalet kağıdı fişlerini uygun görmüşler.

Daha iki metre yürümeden başka bir görevli elimizdeki fişlerin yarısını parçalayıp kopardı. Biz "İstersen diğer yarısını da verelim" dedik, ancak görevli kabul etmedi ve gürledi:

"Onları gümrükçülere vereceksiniz!"

Emir büyük yerden, katlayıp koyduk cebimize parçalanmış fişlerin ikinci yarılarını ve yürüdük pasaport kontrolüne.

Bizim tüm pasaport, bilet ve diğer seyahat dökümanları Jelena'da durur. Bu yüzden de kuyruklarda hep önde o, arkasımda da ben olurum. bu sebeple Sıra bize geldiğinde Jelena hemen kontrol bankosuna yürüdü ve çantasını açıp pasaportları çıkarmaya başladı.

İşte tam bu anda Jelena'nın tam başının üstümden bir polis uzandı ve kontrol görevlisinin eline iki tane Amerikan pasaportu tutuşturdu.

Torpil sizin anlayacağınız.

Görevli Jelena'ya dönüp n'apayım gibisinden bir gülümsedi ve başladı diğer pasaportların işlemini yapmaya.

İşini bitirdiğinde Jelena bizim pasaportları adamın gözüne soktu.

Görevli bu sefer bizden uçakta doldurduğumuz adam başı iki nüsha çarşaf benzeri formları istedi. Jelena tam çantasını açıp formları verirken bu sefer bankonun diğer tarafından bir el uzandı ve iki tane daha lacivert Amerikan pasaportu koydu görevlinin önüne.

Görevli yine ne yapalım gülümsemesini gösterdi ve başladı yeni gelen pasaportların işlemini yapmaya.

Bu arada ben de bankoya, Jelenanın yanına gitmek üzere bir adım attım ama aşağıda bir şeye çarpıp durdum.

Kafamı aşağı çevirip neye takıldım diye baktım ki, bir metre yirmi santim boylarında Dominikli bir kadın, Jelena'yla benim arama kaynak yapmış.

Bana baktı ve gülümsedi.

Ben de gülümseyerek karşılık verdim. Sonra kadın kıçıyla kendine geniş bir yer açıp resmen Jelenayla bağlantımı kopardı.

Tam bu anda kadının sağından kocası kıçın kıçın geldi ve koluna girdi. Soldan da çocukları...

Bu esnada araya girenlerin momentımuyla ben sıranın gerisine doğru kaymaktayım ve Jelenayla aramız gitgide açılmakta.

Neyse, bu arada Jelena formları da görevlinin gözüne soktu ve araya girenlerden kaynaklanan hoşnutsuzluğunu AÇIKCA gösterdi. Görevli de durumu anladı ve başladı bizim işlemimizi yapmaya.

O ana kadar beni hemen arkasında zanneden Jelena kafasını çevirip beni göremeyince başladı bağırmaya.

"Bugiii, neredesin?"

Ben bir omuz darbesiyle aramızdaki kadının dengesini bozdum ve önüne geçtim. Haa, bir de geri dönüp gülümsedim kadına.

Ben geldiğimde görevli çoktan pasaportumu damgalamıştı bile.

"Gracias amigo" dedim ve Jelenayla birlikte valiz bantlarına doğru yürüdük.

Valizleri beklerken kulağıma sanki Türkçe birkaç kelime gelir gibi oldu ancak herhalda halüsünasyon dedim ve çok da önemsemedim.

Sıcak ve nemli ekvator havası daha kapıdan çıkmadan kendisini hissettirmişti. Artık resmi olarak dünya üzerinde bir cennet sayılan bu harikulade ülkedeydik. Havaalanı binasının içinde dört müzisyen o güzelim, insanın içini kıpır kıpır yapan latin ritimleriyle yöresel bir rasta şarkısı çalıyordu. Mutlu insanların diyarına gelmiştik ve mutlu olmamak için hiçbir bahanemiz yoktu.

Jelena kar ceketini çoktan valizlerden birinin içine tıkmıştı. Ben de sweat shirt'ümü çıkarıp belime sardım ve üzerinde bizim tur firmamızın logosu olan tişörtlü otobüs şöförünü yada otobüsün kendisini aramaya koyulduk.

Otobüsü yada daha doğru bir deyişle minibüsü bulup yerleştiğimizde şöför "İki kişi daha gelecek" dedi. "Muybien, no problem" dedik, başladık beklemeye...

"İki kişi" fazla gecikmedi. Valizlerini taşıyan Dominikli çocuk minibüsün arka kapısını açıp çantaları yerleştirirken bizi hola ~ merhaba diye selamladı. Ben de de hola diye karşılık verdim. Tam bu esnada yeni gelen çiftten kadın olanı da erkek olanına döndü ve...

"Ayy Cengiz ben bu kelimeyi biliyoruuuum!" Dedi.

Ne var bunda işte, altı üstü yurt dışında iki Türkle karşılaşmışsın diyebilirsiniz. Ancak inanın bana çok kaka bir durumdur bu, yani sizin bir Türkü görmeniz ancak onun kapsama alanında başka bir Türk olduğunu bilmemesi.

Benim başıma çok geldi, oradan biliyorum.

Yurt dışında Türkçenin başkaları tarafımdan anlaşılmaması insana bir rahatlık verir ve başlarsınız bu rahatlıkla sallamaya.

Alın size en hassosu, kendimden örnek.

Yirmi seneden fazla oldu, Kophenag'da şöför nasılsa anlamaz diye bir taksinin içinde sallıyorum:

"Bak hayvana... Bizim memlekette taksiciler gece gündüz demeden oniki saat direksiyon sallar, bu, Mercedes'in içinde on dakikada bizimkilerin bir günde kazandığından fazlasını kazanıyor, adalet mi bu?..."

Bununla da kalmadım, Türkçemizin renkliliği ile şöförün muhtelif organlarına birkaç göndermede de bulundum.

Gideceğimiz yere olaysız geldik. Şöför kredi kartını makineden geçirdi ve temiz bir Türkçeyle "Beyefendi, şurayı imzalayıp alttan ikinci nüshayı alın" dedi.

Nasıl utanmıştım...

Başka bir defasında, Annecy'de Jelenayla yürüyoruz, kafamın içinde de o sıralar İnternette dinlediğim "Al İpek Yeşil İpek" türküsünün küfürlü versiyonu çalıyor.

Bir ara Jelena döndü ve "İkidir yoldan geçen üçbeş kişi sana bakıp bakıp gülüyorlar. Niye ki?" diye sordu.

Kafama o an dank etti. Farkında olmadan nasılsa anlamazlar'ın verdiği rahatlıkla şarkıyı mırıldanmaya başlamışım:

"Al ipek, yeşil ipek, kaytan ederler, vay ananın...."

Ne güzel bir Kerkük türküsüdür aslı...

Böyle işte.

İşin kötüsü, bu durumlarda, nasılsa anlamazlar havasındaki arkadaş sallamaya başladığında, zart diye atlayıp "Baba ben Türküm, öyle abur cubur konuşma" da diyemezsiniz. Uygunsuz kaçar. Bir incelikle karşıyı üzmeden bir bahane bulup Türk olduğunuzu söylemek zorundasınızdır.

Zamanlama burada hayati önem taşır. Eğer Türk olduğunuzu söylemekte gecikirseniz karşınızdaki kişi sallamaya başlar ve iş işten geçmiş olur.

Zor iştir sizin anlayacağınız...

Hikayemize dönersek, yeni gelen çiftin Türk olduğunu anlar anlamaz hemen bir bahane bulmam gerekti ve buldum. Konuşma daha fazla ilerlemeden kamerayı erkek arkadaşa verip Türkçe, bir resmimizi çeker misin diye sordum.

Biraz şok oldular ama hemen toparlandılar, akabinde "Tabii ki, verin makineyi çekelim" konumuna geldik ve iş kontrolden çıkmadan başarılı bİr müdahale ile olayı bağladık.

Bu arada Dominik Cumhuriyetinde, abuk sabuk bir minibüsün içinde, fazlaca da manalı olmayan bir resmimiz oldu Jelenayla böylece...

Modern hayatın getirdiği yeni bir ihtiyaç var artık tatil planlarımızda, WI-FI. E-Mail'lerimize ulaşımdan evdeki muslukların kontrolüne kadar artık hayatımızın bir parçası haline geldi bu İnternet. Bu sebeple biz de her gittiğimiz yerde olduğu gibi Dominik Cumhuriyetinde de daha odamıza bile gitmeden otelin lobisinde İnternet bağlantımızı satın aldık.

Ancak öyle karmaşık bir paket ki Einstein zor çıkar işin içinden. 25 saat bağlantı ancak 6 günde kullanılması gerek. Bir günde en çok 4 saat bağlı kalıyorsun ancak istisnai olarak bir saati bir kerede de ek olarak kullanma şartıyla.

Yani ölme eşeğim ölme...

Uzun uçuştan sonra tek şarjlı cihaz Jelena'nın iPad'i kalmıştı. Hemen onunla bağlanıp acil işimizi gördük. Sonrasında telefonla bağlanmaya çalıştım...

Nada.

Biraz login ekranına bakınca olay daha anlaşılır hale geldi. Meğer her paket sadece bir cihaz içinmiş.

Saçma bir kural da olsa kural kuraldır. Ancak buradaki tek problem bu bağlantı paketini satan amigo'nun bu tek cihaz kuralını bana söylememiş olması. Neredeyse en çok kaçıncı dereceden akrabalarımızın hangi koşullarda ve istisnalarda İnternet bağlantısını kullanabileceğine kadar lüzumlu lüzumsuz en küçük detayı bile anlatan arkadaş bu can alıcı noktayı atlamış!

Kağıdı kaptım ve lobiye gittim. Birbirimizi önce "Hola" 'ladık ve somra da yumruklarımızı tokuşturup rasta selamı verdik.

"İlk önce eşimim iPad'inden bağlandım. Sonrasında kendi telefonumdan bağlanmaya çalıştığımda bağlantı rededdildi çünkü her bağlantı tek cihaz içinmiş. Bu tek bağlantı hakkımızı telefona çevirebilir misin?" diye sordum.

O da "İlk önce eşinin iPad'inden bağlanmışsın. Sonrasında kendi telefonundan bağlanmaya çalışırsan bağlantı rededdilir çünkü her bağlantı tek cihaz içindir." dedi.

Şaka yapıyor zannettim.

Güldüm. "İşte problem de bu ya..." dedim, "Bu bağlantıya telefonda ihtiyacımız var, iPad'de değil. Bu tek cihazı telefona çevirebilir misin?" diye bir daha sordum.

O da "No, no, no amigo, it's impossible" yani mümkün değil dedi.

"Porke ~ niçin?" diye sordum.

O da "İlk önce eşinin iPad'inden bağlanmışsın. Sonrasında kendi telefonundan bağlanmaya çalışırsan bağlantı rededdilir çünkü her bağlantı tek cihaz içindir." dedi.

"Bak amigo" dedim, "Bana niye bu problemi yaşadığımı yeniden anlatma, zaten nasıl bu duruma geldiğimizi sana ben söyledim. Sadece iPad yerine telefonu kullanmak istiyorum. Değiştirirmisin?" Diye bir daha sordum.

O da "No, no, no amigo, it's impossible" yani mümkün değil dedi.

Bir daha "Porke?" 'ledim.

O da "İlk önce eşinin iPad'inden bağlanmışsın. Sonrasında kendi telefonundan bağlanmaya çalışırsan bağlantı rededdilir çünkü her bağlantı tek cihaz içindir." dedi.

Sinirlenmeye başlamıştım. Amigo da bunu farketti ki çıkardı ağızımdan baklayı.

"Bak amigo, senin için yirmibeş dolar ne ki? Ama benim için bir günlük yemek parası. Al bir tane paket daha, çözülsün problemin..."

Olayın rengi tamamen ortaya çıkmıştı. Tam pazarcı tezgahı... Sormuş olmak için sordum. "Arayabileceğim bir teknik destek numarası var mı? Belki onlar yapabilir bu değişikliği".

Cep telefonunu çıkarıp salladı. "Teknik destek hattı...".

Sonra yine sordu "Hazırlayayım mı yeni paketi?".

"Over my dead body!", yani ancak cesedimi çiğnersen dedim ve çıktım dükkandan.

"Vaya con dios amigo, ben burdayım fikrini değiştirirsen" diye bağırdı arkamdan.

Artık bu iş bir gurur meselesine dönmüştü. Ölür de almazdım ikinci paketi, 3G maliyetinin yirmibeş doları bir kaç kez katlayacağını bilsem de kızılcık şerbeti durumları sizin anlayacağınız.

Bu satırları yazarken hala bir iPad üzerinden İnternet bağlantısını paylaşmanın yollarını aramaktayım :)

Onbeş saatlik yolculuk ve otele yerleşene kadarki koşuşturma bir ölçek fazla gelmişti ikimize de. Ancak tüm bu rahatsızlıklar mayolarımızı giyip kendimizi havuza attığımız an tarihin karanlık sayfalarına gömülmüştü bile.

Hindistan cevizi ağaçlarının gölgesinde, Dominikan melodileri eşliğinde boğazımıza kadar suyun içinde Banana Mama kokteyllerimizi yudumlarken ikimiz de artık sonunda tatilin başladığını anlamıştık.

Artık Dominik Cumhuriyetindeydik...

Dominik Cumhuriyeti, Antillerde Küba'dan sonraki en büyük ada olan Hispaniola'nın doğu tarafında yer almakta. Adanın batısında ise Haiti var. Dominik Cumhuriyetinin başkenti Santa Domingo ve adanın güneyinde bulunmakta. Biz ise adanın kuzeyinde Haiti sınırına yakın bir şehir olan Puerto Plata'dayız. Eğer buralara yolunuz düşecekse bir de doğudaki Punta Cana kentini not edin. Seksi bir Dominikan tatili için birebir.

İklim ise tamamen tropik. Güneş cayır cayır! Bulutsuz masmavi bir gökyüzünden kapkara bulutlar ve bardaktan boşanırcasına tropik bir yağmura geçiş süresi on beş dakika. Yağmur sanki başınızdan aşağı birisi sıcak su döküyormuş gibi. Kimse yağmuru iplemiyor çünkü kısa sürede sonlanıyor ve güneş geri geliyor.

Bu kadar yağmurla tabii adanın her yeri yemyeşil. Neredeyse bitkisel hayat betonların üzerinde devam edecek.

Tropik her yer gibi börtü böcek bol. Sivrisinekler ise malesef yirmi dört saat görev başında.

Tropik iklimin faydalı tarafı ise o adını bile bilmediğimiz meyveler ve meyve suları. Muz ise buranın ekmeği gibi, kızartması, haşlaması, buğulaması, her bi şekli var.

Yemekleri Meksika kadar başarılı değil ancak benim deniz mahsulsüz diyetim iyi bir referans olmayabilir. Jelena balıklardan had safhada memnun ve mutlu.

Milli içki ise tabii ki rom. Rom sevmeyenleriniz bile bu roma bayılacaktır. Öyle duty-free işi Bacardi'ye benzemiyor. Çok mu çok güzel. Bir de Karayip kokteylleriyle mükemmel gidiyor.

Mama Juana
Bir de içkiden sayarsanız Mama Juana isimli bir yöresel içecek daha var. Telaffuzu yüzünden bir narkotik olan marijuanna ile karıştırmayın. Ağaç kabukları ile rom, şarap ve balı karıştırarak yapıyorlar. Temel fonksiyonu bir afrodizyak olması ancak ne sorarsanız ona iyi gelir diyorlar. Baş ağrısı, mide yanması, kanser, kısırlık, iktidarsızlık, kalp yarası... Kısaca herşey :)

SADECE TATMAK AMAÇLI olarak birkaç kez denedim. Her defasında tadı farklıydı ancak çok güzeldi. Ufak bir şişe götürüyoruz eve. Yolu düşenler deneyebilir.

İnsanlar ise haddinden fazlasıyla iyi ve arkadaşça. Ancak çürük elmalar her yerde var ve bunların çürükleri de gerçekten ciddi çürük çıkıyor. Bu sebeple suç almış başını gitmiş. Her ne kadar bu güvenlik problemi tatilcileri otellerimdeyken etkilemiyor olsa da mesela akşam şehire yalnız başınıza gitmeniz mümkün değil.

Puerto Plata Kalesi
Normalde bizim gözümüz karadır, öyle kibar turist gibi gezmeyiz, ancak itiraf ediyorum burada tırstım. Orijinal planlarda Santa Domingo ziyareti olmasına rağmen bizden başka kimse gitmek istemediği için turun iptal edilmesinin ardından araba kiralayarak yada kendi başımıza otobüsle gitmek yemedi açıkçası.

İnsanlar ise tüm Orta Amerika ülkeleri benzeri, yerlilerle Avrupalı kolonicilerin ve Afrika kökenli kölelerin karışımları. Adanın bu günkü Haiti olan bölgesini Fransızlar, Dominik Cumhuriyeti bölgesini ise İspanyollar kolonileştirmiş. Bu yüzden Haitinin dili, insan ve yerleşim yerlerinin isimleri hep Fransızca. Aynı şekilde Dominik Cumhuriyetinin de her şeyi İspanyolca.

Kristof Kolomb'un Amerika'da ayak bastığı ilk yer olmasada ilk seyahatinde ayak bastığı bölgelerden biri Hispaniola adası, ancak en önemlisi, yeni dünyada kurulan ilk Avrupa yerleşim merkezinin Santa Domingo olması. Amerikadaki ilk kilise de bu şehirde yer almakta. Pek telaffuz edilmese de kitlesel olarak ilk defa ırzlarına geçilen yerliler de bu adamın yerlileri olsa gerek.

Günümüzde bu insanların kökenleri, mesela "Haitililer Haitinin yerlileri ile Fransızların karışımıdır" gibi öyle masumane anlatılıyor ki duyan da Fransız kolonistlerin Haitililerle aşk evlilikleri yaptığını düşünecek.

Puerto Plata
Puerto Plata'da gezinirken bir mağazada genç bir satıcıyla geyiklemeye başladık. Sohbet koyulaşınca dayanamadım sordum Haitililerle aranız nasıl diye. Nasıl can damarına dokunduysam on beş dakika bana Haitililerin Fransız kökenleri yüzünden ne kadar kötü, işe yaramaz insanlar olduklarını anlattı ve Fransızlar yerine İspanyollar tarafından ırzına geçilmenin faydalarını sıraladı.

Güler misin, ağlar mısın? Beyaz adamın altınlarını alması, kadınlarının ırzına geçmesi, erkeklerini köleleştirmesi, getirdiği hastalıklarla halkını telef etmesi, yaptığı tüm zulüm ve soykırım bu günün insanının gurur kaynağı olmuş neredeyse.

Bir sonraki mağazadaki amigo'nun aklı başka yerdeydi. Jelena incik boncuklara bakarken hop çekti beni kenara. Fısıldayarak bir sonraki tatilde Küba'ya git, bir dolara istediğin kadar yersin dedi. "Fo tu dolla, yo fok evr voma" yada seviyeli çevrisiyle iki dolara da her kadınla birlikte olabilirsin.

Gücü gücü yetene... Kim kimi yakalarsa götürüyor yani :)

İnsanların uğraşı çoğunlukla turizm ve onun yan sanayileri. Adada kakao ve kahve gibi egzotik ürünler yetişiyor ancak bölgeye özgü şekerkamışı ve muz tarımı da yapılıyor.

Şekerkamışı rom'a, kakao da çikolataya dönüşüyor.

Ancak buradaki çikolata öyle süpermarket çikolatasına benzemiyor.

Saf çikolata
Yine bir mağazada satıcı çocuk plastik bir kovanın içinden şekliyle ve boyutuyla bir yumurtayı andıran simsiyah bir lop cismi çıkarıp elime tutuşturdu.

"Ne bu?" diye sordum, "Boşver ne olduğunu, ye..." diye buyurdu. Üzeri siyah ve mat bir tozla kaplıydı. Dış görünüşü ile sanki sertmiş izlenimini veriyordu. Bir diş aldım, içi meğerse yumuşakmış. Ancak birkaç saniye sonra o yoğun çikolata tadı ve aroması yayıldı tüm ağızıma. Çikolatayı daha önce bu derece saf haliyle hiç yememiştim.

Daha sonra bir cip turunda çikolatanın nasıl yapıldığını da gördüm. Kakao'yu toz haline getirip şekerkamışı şekeri ve hindistan cevizi sütüyle karıştırıyor, sonra da yamyam kazanı gibi bir tencerenin içinde, açık ateşin üzerinde kaynatıyorlar. Başka hiçbir katkı maddesi falan yok. Bir minik yumurta boyu saf çikolatanın tadı neredeyse bir kilo ticari çikolatadan alacağınız tada eşit.

Aynı turda hayatımda ilk kez kakao ve kahve ağacını da görmüş bulundum. Kakao "meyvesi" kırmızımsı bir uzun bir dutu andırıyor.

Kahve meyvesi ise en ilginç olanı. Kahve ağaçta yeşil renkli böğürtlen benzeri bir meyve (meyve diyerek botanik açıdan doğru tanımlamıyor olabilirim ama aklıma başka bir sözcük gelmiyor). Kahve kurutulmuş ve çekirdek haline gelmiş durumunda bile yeşil. Dominik usulü işlemede kahveye o tanıdık kahverengi rengini veren şekerkamışı şekeriyle kavrulması (kahvenin kahverengi rengi ve şekerkamışı şekeri :) bazı isimlerin köklerinden bahsederken böyle komik tanımlamalar çıkıyor işte). Şeker, ısı ile ortaya çıkan kahve çekirdeğimin şekeri ile birlikte karamelleşiyor ve ortaya kahvenin koyu rengi çıkıyor.

Ben öyle pek espresso türevi İtalyan kahveleri için deli olmuyorum. Çoğunlukla harmanlarında o acı tadıyla zevkimi kaçıran robusta türü kahve kullanıyorlar. Bir de o basınçlı buharla hazırlanışı yüzünden sanki kahve çekirdeğinden tadı güzel olsun kötü olsun her türlü maddeyi çıkarıp içeceğin içine karıştırıyormuş gibi geliyor (kahve işleminin kimyası konusunda çok bilgim yok, burada söylediklerim daha ziyade hissettiklerim üzerine).

Ben ise aksine çokça ve iyi kalite Arabikanın filtre ile süzülmüş halini seviyorum (kahve bizde Yemen'den gelir ne de olsa). Bu yüzden Dominik Cumhuriyetinde filtre ile hazırlanmış kahveden tazeliği ve yoğun aromasıyla inanılmaz zevk aldım.

Elle sarılan bir puro
Dominik Cumhuriyetinin başka önemli bir ürünü de puro. Sigara içerken çok severdim Dominik purolarını. Mesela Davıdoff Dominik orijinlidir. Normalde Havana markaları olan Cohiba, Monte Cristo gibi ünlü isimlerin Dominik versiyonlarını da gördüm ancak gerçek miydiler yoksa sahtemi bilmiyorum.

İddiaya göre her Dominik purosu elle sarılır. Ben bir puro atölyesi gezdim, en azından orada gördüklerimi gerçekten elle yapıyorlardı. Acayip meşakkatli bir iş. Merakınız varsa bir tane yakın ve deneyin derim, yoksa tütün kullanmadığınız için şanslı olduğunuzu düşünüp denemeyin :)

Ada insanları taş ve tahta işlemesinde çok başarılı. Gördüğüm bir atölyede taşları milim milim oyarak aklınıza gelebilecek tüm süs eşyalarından minik heykellere ve satranç takımlarına kadar herşeyi yapıyorlardı.

Dominik Cumhuriyetine özel Larimar isimli mavimsi bir renkte bir taş türünden yapılmış süsler ve incik boncuk da çok popüler. Tabii ki bölgedeki hemen her ülkede olduğu üzere amberden yapılmış süs eşyalarını her yerde bulabilirsiniz.

Adada ayrıca istemediğiniz kadar yağlı boya resim bulabilirsiniz. Sanatsal değerlerini ölçmeye yetkili sayılmam ancak rengarenk ve eğitimsiz gözüme çok güzel görünen resimler. Avrupa'ya göre oldukça da ucuzlar.

Bob Marley
Bütün bu resimlerin arasında bir portre var ki her gittiğimiz yerde istisnasız en az bir tanesini karşımıza çıktı. Bob Marley. Bobby buranın Zeki Müreni, Neşet Ertaşı.

Lokal müziği size sözlerle nasıl anlatırım bilmiyorum. O kadar kendine özgü bir Latin ki bıkmadan saatlerce dinleyebiliyor insan. Klasik Latin müziğini alın, Reggie ile harmanlayın, bir tutam Rumba, bir tutam da Salsa ritmi atıp hafif ateşte on dakika pişirin. Bir güneş batışı ve bol bol romla servis edin, tadından yenmeyecektir.

Başka ilginizi çekebilecek bir aktivite ise horoz dövüşleri. Horoz dövüşleri Dominik Cumhuriyetinde yasal. Biz biraz turist usulü, horozların birbirlerini öldürmedikleri bir vesiyonunu gördük ancak gerçek horoz dövüşleri çok popüler. Ufak köylerde bile horoz dövüşü arenalarını görebilirsiniz.

Horoz dövüşleri
Bunların dışında geriye kalan ise dünyanın en güzel kumsallarından biri ve skuba dalışıyla, snorkeli ile, wind surfing den kite surfinge kadar her türlü su aktivitesi ile rüya gibi bir tatil.

Bizim kaldığımız otel Playa Dorado yani Altın Kumsalda. İsmi gibi kumları altın renginde. Biraz yakınımızda Karayip denizine özgü bembeyaz kumlarıyla başka bir plaj var. Mart-Nisan aylarında yolunuz düşerse üremek için burada duraklayan balinaları da görebilirsiniz.

Yine biz gitmedik ama Paradise Island isimli bir ada snorkel sevenler için bir cennet diyorlar. Dizinizden aşağı sığ sularda bile yüzlerce çeşit balığı ve diğer deniz hayvanını gözleyebiliyormuşsunuz.

Yine ilginizi çekerse bir dizi mini şelaleyi ziyaret edip içlerinden kayarak ve yüzerek aşağı inebilirsiniz. Biz fotoğraf aşkına sadece ilk şelaleyi görebildik çünkü yolun gerisi fazlasıyla sulu ve takdiriniz üzerine her fotoğraf makinesi suyla pek arkadaş değil.

Buralara yolunuz düşerse Jeep Safari isimli bir turu almanızı şiddetle tavsiye ederim. Adı Jeep Safari de olsa sizi bir kamyonun kasasına bindirip dolaştırıyorlar. Ülkenin gerçek doğasını ve insanlarını bu tur sayesinde görme şansımız oldu. Amerikan tarzı işe yaramaz zip line yada ata binme turlarına kıyasla kat be kat eğlenceli ve samimi.

Playa Dorado
Günlük hayatta, gittiğiniz her yerde karşınıza size birşeyler satmak isteyen birileri çıkıyor ancak Türkiyedekiler gibi yapışkan, Kuzey Afrikadakiler gibi de agresif değiller. İstemiyorum derseniz rahatsız etmiyorlar. Eğer biraz niyetiniz varsa dikkatli olun, ağzınızdan girip burnunuzdan çıkarak sonunda size birşeyler satıyorlar.

Bizde bir laf vardır, pazarlık ederken satıcının fiyatının yarısını teklif et diye. Dominik Cumhuriyetinde bu kural satıcının fiyatının üçte birini teklif etmek şeklinde değişiyor. Pazarlıksız hiçbir şey satın almak mümkün değil. Bir örnek, kişi başına yüz yirmi dolar istedikleri bir turu ikimiz için toplam yüz on dolara aldık.

Ve bir de hayal kırıklığı, buraya gelmeden özellikle Haiti ile ünlü, vudu ve kara büyü bebekleri, iğneleri vesaire bulabileceğimi umuyordum ancak şimdiye kadar hiçbir yerde göremedim. Yine de umudu kesmedik. Bu yazıyı post etmeden bulursam sizi haberdar edeceğim.

Buralara kadar gelip de Haiti ve Santa Domingoyu göremediğimiz için üzgün olmamız dışında tatilimiz düşündüğümüzden çok daha güzel geçiyor. Dominik Cumhuriyeti kesinlikle yeniden görülebilecek bir ülke. Biz Jelenayla gelecek sene için Punta Cana planları yapmaya başladık bile.

Eğer dinlenip, denizin güneşin tadını çıkaracağınız, sakin bir müzik eşliğinde bir havuz barda dünyanın en güzel kokteyllerini yudumlayacağınız kebap bir tatil istiyorsanız Dominik Cumhuriyetinden iyisini zor bulursunuz.

Vize gerekmiyor. Uçuşlar da, oteller de göreceli olarak ucuz. Gelin ve görün derim. Vamos!

Adios ve Hasta la Vista (Baby)...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...