11 Eylül 2012 Salı

Yine Avrupa

Uzun süredir Avrupa ekonomisi ile ilgili yazmadım. Bunun sebebi unutkanlık değil, yazmaya değer bir şey olmaması.

Bildiğimiz kadarıyla.

Gerçekten, ne yapıyor bu adamlar? Şu gündemde tartıştıkları şeyler şaka gibi walla...

Neredeyse Avrupa’nın tüm sorunu tahvil satışları esnasında komisyon alan aracı kuruluşlar.

Bu aracılar kalktığı anda Avrupa’nın tüm ekonomik sorunları çözülecek yani :)

Bence ip kopmuş. Avrupa birliği ülkeleri kendi başlarına, ucuz ulusal çıkarları doğrultusunda bireysel olarak hareket etmekte.

Çok iddialı konuşacağım. Bu topluluğun bu koşullarda devam etmesi olası değil.

Ya iyi durumda ülkeler standartlarını düşürür ve çizginin altında kalan ülkelerin standartlarını yükselterek eşitlenirler, yada bu eşitsizliği bir şekilde kurumsallaştırırlar, yani iyiler ve kötüler olarak iki sınıflı bir birlik olurlar.

İlk seçeneğin olma şansı sıfıra yakın. Aksi halde bugün Yunanistan’da, İspanya’da olanlar olmazdı.

Bakın, Yunanistan’a verdikleri paralar nasıl canlarını acıttıysa, geri alması garanti olsun diye köle gibi çalıştırmaya çalışıyorlar komşuyu.

Bu önlem paketlerinin Yunanistan’ın ekonomik problemlerini çözmeye falan yaraması olası değil. Bunların tek hedefi Yunanistan’a bu paraları geri ödetip hatta biraz da kar etmek.

Alın bakalım bu önlemlerden bazılarına, sonra siz söyleyin ne işe yarayacaklarını.

Mesela Yunanistan kamu kuruluşları çalışanları atsın. Böylece memur maaş ödemeleri azalsın.

Başka?

Çalışma günleri haftada altıya çıksın. Bu da tamam. Böylece az sayıda kalan memurlar fazladan beşte bir memur kadar iş yapsın aynı maaşa.

Böylece vergiler eksi bu azalan maaş ödemelerini de bu borçları ödemek için kullansın komşu.

Ne var bunda diyeceksiniz. İlk bakışta iyi bir şey gibi durmuyor mu?

İki küçük problem var bu sözde önlemlerin.

Bir, bu atılan ve işsiz kalan insanlar ne yapacak? Yazık değil mi bu insanlara? Yanlış politikalar onların suçu değil.

İki, bu önlemler Yunanistan’ın bozuk ekonomisini bırakın düzeltmeyi, daha da kötüleştirir.

Yavaş yavaş bu Avrupa niye böyle gitmez dememin sebebine geliyorum.

Krizin sonucunda Yunanistan’da atılan kamu çalışanları yada İspanya’nın yüzde yirmi beş genç işsizleri açlıktan ölür, azalan nüfus sonucunda devletlerin harcamaları azalır, yeniden refaha ulaşır Avrupa.

Acaba?

Bu işsizlerin bu günkü koşullarda açlıktan ölmeye göre çok daha sevimli bir seçenekleri var.

Avrupa birliği anlaşmalarına göre bir Yunanlı yada İspanyol Avrupa’nın her ülkesinde sorgusuz sualsiz çalışabilme hakkına sahiptir.

Alternatifsizlik yada biraz daha melodramatik söylemiyle “çaresizlik” bu işsiz insanların normalden çok daha ucuz maaşlara razı olmaları sonucunu doğurur. Yani bu insanlar Fransa’ya gider ve Fransızlardan daha az maaşa çalışırlar.

Bu da piyasanın düşmesine ve maaşların azalmasına neden olur. Fransızların geliri düşer, İspanyolların geliri artar ve bizi yazının başındaki standart eşitlenmesi durumuna getirir.

Düşünebiliyor musunuz mesela iki milyon İspanyol’un Almanya’ya iş bulmak için gittiklerini?

Olmaz abi.

Haa, bu olmazsa ne olur derseniz onu bilemem.

Bu alavere dalavere çözümler benim değil Avrupa’nın zenaatı.

Artık Avrupa anayasasına yeni bir madde mi koyarlar? Mesela “Aşağıda yazılı ‘Bremen Kriterlerine’ uyamayan ülkeler serbest dolaşım hakkını kaybeder. Bremen Kriteri Bir: İşsizlik yüzde beşin altında olmalıdır!”

Walla hiç de fena durmadı. Zenaatım değil falan dedim ama sanki kıvırdım bu işi. Eee on beş senedir Avrupa’da yaşıyorum ne de olsa. Demek ki kapmışım biraz :)

Açıldım sanki. Alın size ikinci formül. “Avrupa fonlarından para çeken ülkeler bu paraları geri ödeyene kadar serbest dolaşım haklarını kaybederler.”

Tamam abi, ben bu işi becerdim.

Başka bir formül. “Eurozone üyesi olmayan ülkeler Avrupa’nın eşit ve bölünmez birer parçasıdır. Ancak bu ülkeler Eurozone’a girene kadar serbest dolaşım hakları ‘ertelenir’. Mesela Polonya ve Çek Cumhuriyetine Eurozone’a girebilmeleri için yirmi senelik birer yol haritası hazırladık.”

Şaka bir kenara, ciddi değişiklikler yolda bana sorarsanız.

Bekleyip görelim.

2 Eylül 2012 Pazar

Çoklu Çağların Sanatçıları

"Muzaffer komutanlar önce savaşı kazanıp sonrasında savaşa girerler, mağlup komutanlar ise önce savaşa girip sonra onu kazanmaya çalışırlar"

Bu özlü sözü diyen kimdir derseniz söyleyeyim. Sun Tzu (Sunsu) isimli, Çinli bir general ve filozof.

İsa'dan yedi yüz küsür sene önce yaşamış Sun Tzu "Savaş Sanatı" isimli bir kitap yazmış. Bu kitap o günün koşullarında bir "Best Seller" olmuş. Hem doğuda, hem batıda bugün bile birçok politikacı ve stratejist bu kitaba atıfta bulunmaya devam eder.

Yani Sun Tzu sadece çağının önemli bir adamı olmakla kalmamış, her çağda geçerli, evrensel diyebileceğimiz ilkeleri ortaya süren bir düşünür olarak insanlık tarihinde yerini almıştır.

Yazının başındaki sözü bir kere daha okuyun. Hiç öylesine derinlemesine düşünmeye gerek kalmadan hayatımızdaki birçok olaya damardan uyarlayabilirsiniz.

Alın bakın Suriye'de yaptıklarımıza. Öyle zart diye gidip sonunu düşünmeden Esad'a zeybeklendik, karşımıza terörden başlayıp yüzbinlerce mülteciye kadar nasıl baş edeceğimizi bilmediğimiz birçok mesele çıktı. Böylece kendimizi daha öncesinde kafamızda kazanmadığımız bir savaşın içinde, kazanmaya çabalarken bulduk.

Benzeri bir savaşı bu 4+4+4 eğitim sisteminde kazanmaya çalışıyoruz ama bakın karşımıza çıkanlara. Küçük çocukların çiş yapıp ellerini yıkayamayacak olmaları okulların açılmasına bir ay kala aklımıza geldi. Yine savaşa girmeden önce kazanmamış olduğumuzdan bu da kaybedilmiş savaşlar hanesine yazılacak gibi.

Sun Tzu işte bunları görebildiği için sadece çağının değil çağların insanı olmuştu.

Böyle insanları tanımlamaya aday olmuş ancak tam anlamıyla başarılı olamamış birçok sıfat sayabiliriz. Vizyoner yada İngilizcesiyle visionary, (yada tam Türkçesiyle görebilen kişiler), dahi, akıllı, zeki gibi düşünme hızı ve hacmine yönelik sıfatlar, yada sadece bizim dilimize mahsus "Lan ne adammış bu ______" cümlesinin sonundaki boşluğu doldurabileceğiniz eşşolueşşek, pezevenk gibi iltifatlar bunlardan bazıları.

Bana sorarsanız bu çoklu çağların insanlarını tanımlamaya en çok yaklaşan sıfat "sanatçı".

Evet, bence Sun Tzu, Albert Einstein, Leonardo da Vinci, Agustus Sezar, İmotep, Hipokrat, Bill Gates. Ronald Reagan, Isaac Newton, hepsi birer sanatçı.

Çoklu çağların sanatçıları.

Bu insanların ortak özellikleri işlerini iş olarak değil sanat olarak görmeleridir bendenizce. Yaptıkları işlerini severler, ona vakit ayırırlar ve içlerinden gelerek icra ederler.

Bu insanlar baştan aşağı mükemmel, rol modeli olabilecek kişilikler de değildir. Hatta bir çoğu, kaba, nezaketsiz, asosyal hatta başka insanların ölümüne sebep olmuş şahsiyetlerdir. Mesela Newton, mesela Reagan.

Ancak bu kişiler birçok alanda başarısız ve beceriksiz olmuş olsalar da o isimlerini hatırlamamıza neden olan bir tanecik alanda o kadar başarılılardır ki tarih onları sonsuza dek hatırlayacaktır.

Hadi bir parantez açıp söyleyeyim, bayram değil, seyran değil, Reagan’ın adı nasıl Da Vinci'lerin, Einstein'larin arasına karışmış. Bu tabii ki tamamen benim kişisel görüşüm ancak Reagan, soğuk savaşı bir sanatkar gibi sağda solda nükleer bomba patlamadan bitirmesiyle benim çoklu çağların sanatçıları listemde yerini aldı. Neyse, konumuz Reagan yada soğuk savaş değil. Eğer onun adını yakıştıramadıysanız görmemezlikten gelin ve devam edelim.

Bu listeye Türk olarak bizim katkımız tabii ki Atatürk olacaktır. Atatürk en az Da Vinci kadar başarılı bir çoklu çağlar sanatçısıdır. Ancak lütfen burada Atatürk’ün gerçek kişiliği ve ilkelerini zamanımıza bilinçsizce ve hoyratça taşınmış derslerde okuduğumuz sözde kişiliğinden ve ilkelerinden ayırın. Bu hoyratlığın sonucudur ki Türkiye'nin yarısı günümüzde Atatürk’ü sevmemekte, diğer yarısı da Atatürk’ü sevdiğinden değil de şeriatın korkusuna onun ilkelerine sarılmaktadır.

Bu Atatürk sonrası "fenomeni" sadece Atatürk ve Türkiye'ye özel değildir. Hatta o kadar yaygındır ki onu bir "post çoklu çağların sanatçısı sendromu" olarak genelleyebiliriz.

Bakın Amerika'ya. Reagan’dan sonra gelen ve başkanlıktan ziyade Beyaz Saray stajyerleri üzerinde sanatını icra eden Clinton'u alın, dehası başka bir yazının konusu olabilecek Baby Bush'un yanına koyun.

Yada bakın Microsofta'a. Billy the Gates gitti, Microsoft batmak üzere. Apple'a da aynı şey olacak gibi sanki. Neyse ki Steve Jobs yakardaki kısa çoklu çağların sanatçıları listemde yok.

Sanki bir doğa kuralı. Bu başarılı çoklu çağların sanatçıları herhangi bir sebeple sahneden çekildiklerinde yerlerini hemen teknokrat yapılı kişiler doldurmakta.

Bu teknokratlar yerlerini doldurdukları sanatçıların ruhuna sahip olmadıklarından o sanatçıların gördüklerini göremezler, ancak yaptıklarını tekrarlayabilirler.

Bu yapılanları tekrarlama işlevi aynen bir maymunun insanı taklit etmesi gibidir. Yaptıklarının sebebini anlayamadıklarından soranlara da anlatmakta güçlük çekerler ve işin kolayına kaçıp bu maymunvari taklitlerini putlaştırırlar. Putlaşan kavramlar sorgulanamaz ve teknokratlar da günü kurtarmış olur.

Ne var ki gelişme durur, tüm yapılanlar elde kalanı koruma çabasına dönüşür.

Ancak, teknokratların olayların özünü, gerçek sebeplerini ve yerlerini aldıkları sanatçıların davranışlarındaki motiflerini anlayamadıklarından bu taklitleri koşulların biraz değiştiği bir ortamda işe yaramaz hale gelir.

Sonrasını biliyorsunuz.

Bir toplumun başarısı bence bu sanatçıları üretme hızına bağlıdır. Bir sanatçı sahneden çekildiğinde yerini bir teknokrat yerine başka bir sanatçı alabiliyorsa toplum gelişmeye devam eder.

Bu ilk bakışta mümkün görünmese de fazlasıyla olasıdır. Atatürk gibi bir adam dünyaya bir kere gelir lafı gereksiz yere insanın hevesini kıran olumsuz bir laftır. Birçok Atatürk şu anda araba tamir ediyor, garsonluk, muhasebecilik yapıyor olabilir.

Yeter ki onları doğru sanatı seçip çoklu çağları değiştirebilecekleri ortamı hazırlayabilelim.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...