6 Eylül 2016 Salı

İtalya'ya... Melissa Bir Yaşında!

Sevgili kızımız Melissa'nın ailemizin bir parçası olmasından bu yana, neredeyse bir yıl geçmişti. Bizi on sene bekletmiş, ancak beklediğimize de değmişti sonunda. Durum böyle olunca, sevgili 🐝Mezzy🐝'nin ilk doğum günün nerede ve nasıl kutlanacağı oldukça önemli bir hale gelmişti.

Eşim Jelena her gün yeni bir fikirle geliyor, bu fikirler bizi evde, diğer çocuklarla planlanmış bir doğum gününden, Maltaya, Korsikaya, Sırbistana ya da Türkiyeye götürüyordu.

Melissa'nın nerede olduğumuzu, ne yaptığımızı farketmeyeceğini tabi ki biliyorduk, çabamız, sadece ona ilk doğum günü için, sonradan bakıp hayalinde canlandıracağı özel bir anı bırakmaktı.

Sonunda İtalya'ya gitmeye karar verdik.

İsviçrede yaşamanın çok önemli bir avantajını yine zevkle kullandık arkadaşlar. İtalyaya gitmeye karar verdik cümlesini n'olur ukalaca söylenmiş, "Ayy, n'apalım, biz de İtalyaya gittik işte" şeklinde almayın. Paris, Münih, Milano, Venedik, Verona, Piza, Floransa, Güney Fransa, Alsas, Mont-Blanc bize hep altı saatlik araba menzilinde. İzmir-İstanbul'dan daha kısa yani. Vize, mize de gerekmediği için sadece "hadi gidelim" kararına bakıyor.

Neyse, düştük yola...

Saint-Bernard tünelinden İtalya sınırlarına girdik ve Aosta vadisine inen o güzelim manzaralı yoldan ilerlemeye başladık.

Sağolsun, İtalyanların geleneksel iki yüz metre içinde sizi önce 20 km, sonra 80 km, sonra 10 km sonra 70 km saat hız sınırlaması getiren, uyulması imkansız trafik işaretlerine güldük, neşemiz yerine geldi.

Abartmıyorum, 10 km'lik hız sınırlaması var. Amaçsız bir şey bu. Eğer bir yolda 20 km ile gitmek tehlikeli diye trafiği 10 km'ye düşürüyorsan, kapa o yolu kardeşim. Normal bir insan saatte 5 km hızla "yürür". 10 km hız arabalar için ne demek siz anlayın.

Bir de bu işaretlerin bazıları öyle direğin üzerinde falan değildir. Yolun kenarına, yere öylece koyarlar, bazen bir taşa, bazen bir ağaca dayayıp bırakırlar. Şans işi görürsünüz yani.

İtalyanların başka bir huyu da, mesela 130 km'lik yolda on metrelik bir çalışma var diye sizi 80 km'ye düşürecek bir işaret koyarlar. Ancak çalışmanın bittiği yere bu sınırlamayı kaldırıp, hız sınırını tekrar 130 km'ye yükselten işareti koymaya tenezzül etmezler. Çoğunlukla hislerinizle hareket etmeniz, "Çalışma sanki bitmiş gibi, demek ki hız sınırlaması kalkmıştır" şeklinde bir sonuca ulaşıp yeniden hızlanmanız gerekir.

Bu durumlarda genelde arkamda yüzü sinirden kıpkırmızı, deli gibi korna çalan, selektör yapan bir İtalyan sürücüsü sayesinde anlarım hız sınırlamasının "kalktığını".

Ne de olsa İsviçre terbiyesi aldık bunca senedir. İşaret yoksa basmam hemşerim!

İsviçre bu terbiyeyi, dünyanın en etkin yoluyla verir insana. Öyle ehliyeti iptal et, hapse at falan değil. Binlerce frank ödeyerek öğrenirsiniz dersinizi. Bir daha da yapmazsınız. Yoksa ben araba kullanmayı Türkiyede öğrenmiş adamım. Normal koşullarda kim takar Yalova kaymakamını ya da İtalyanların hız levhalarını, di mi?

Yine ilginç bir gözlemimi aktarayım arkadaşlar. Kuzey ve orta İtalya'nın tüm otoyollarına, neredeyse her beş yüz metrede bir 50 km hız sınırlama levhası koymuşlar. Ancak hemen her yerde, hatta normal hız sınırı olan 130 km levhalarımdan daha çok.

Kırık İtalyancamızla anladığımız, bu 50 km sınırlamasının kar yağdığı zamanlarda geçerli olduğu.

Ben çok muğlak buldum bu işi. Öncelikle kar yağması biraz fazlaca genel bir kavram. Kar hafif serpiştiriyor da olabilir, lapa lapa yağıp yolu kapıyor da. Ya da bir kar fırtınası örneğin. Bu koşulların tümünde, hele otoyolda 50 km gibi sabit bir hız limiti saçma geldi bana. Karın yağma hızı, rüzgar, vs. ye göre sürücüler hızlarını ayarlarlar. Bunun için de 50 km tabelasına gerek yoktur. Kim bilir hangi mantıkla harcamışlar yüz binlerce Yuroyu bu işaretler için...

Bir minik tekziple İtalya trafiği konumuzu kapatalım. Hız birimi olarak okunması kolay olsun diye "xx km" yazdım ama hepiniz fizik okudunuz, hız eşittir uzaklık bölü zaman, yani km/saat dir hattızatında.

Yolculuğumuzun sonrası olaysız geçti diyebilirim. Hedefimiz olan Verona kentine akşamın erken saatlerinde ulaştık, ertesi günün yorucu olacağını bildiğimizden erken yatıp dinlenelim dedik.

Dedik de...

Artık sadece iki kişi olmadığımızı unutmuştuk.

Sevgili kızımız Melissa, biraz da yolda uyumanın verdiği ekstra enerji ile "uyumamaya" karar verdi.

Tam bir saat ışıklar açıldı, kapandı
Odada bebek yatağı yoktu. O yüzden kendi yataklarımızın yerini değiştirerek Melissa için güvenli bir uyku alanı oluşturduk. Ancak, demek ki bu kararımızı Melissa'ye doğru bir biçimde tebliğ edememişiz ki, Melissa bu alanı dans pisti olarak kullanmaya başladı.

Bir süre Rock'n'Roll'dan sonra, Melissa başucundaki ışık düğmelerini keşfetti. Artık oda bir disko gibiydi. Tam bir saat o ışıklar bir stroboskop gibi açıldı, kapandı.

Sabah dörde doğru Melissa uyumaya karar verdi.

Biz de İtalyadaki ilk günümüze biraz yorgun da olsa başlamak üzere bir kaç saat uyuyabildik.

İtalya, Fransa ile birlikte Avrupa'da görmekten en çok haz ettiğim iki ülkeden biridir arkadaşlar. Bütün ülke neredeyse bir açık hava müzesi gibidir. Sınırda bilet kesseler yeri yani. Hem tarih, hem de doğası ile dünyada eşi bulunmayan bir ülke. İtalyanlar da bu zenginliklerini korumak için çok başarılı olmasa da, bize göre kat kat fazla çalışıyorlar.

Uzun yıllar önce İtalyayı ilk gördüğümde çok kızmıştım. Her sütunun önünde bir araba, bir kamyon park etmiş, güzelim binalar, anıtlar şehrin kalabalığında, trafiğin içinde kaybolmuş gitmişti.

Ayıp lan dedim, insan bu hazineye sahip çıkmaz mı?

Sonra İtalyanın gerisini de gezip görünce anladım ki, ülkenin her tarafı anıt, tarihi bina, tarihi eser. Bunların hepsinin etrafına bir kordon çekip müze haline soksalar, İtalyanlara yaşayacak yer kalmayacak. Ondan beridir kızmıyorum :)

İtalyayı anlamak için İtalyanları anlamak gerek arkadaşlar, İtalyanları anlamak için de biraz onları tanımak.

Dünyanın gelmiş geçmiş en önemli devleti Roma İmparatorluğu dersek, herhalde çok yanılmış olmayız. Günümüzün batı medeniyetinin tümü, Amerikalısı, Almanı, İspanyolu, köklerinin yüzde seksenini Roma İmparatorluğunda bulur.

Geri kalan yüzde yirmisi de Yunan diyelim. Aslen Yunan kültürünün bu günkü batı medeniyetinde ağırlığı bence yüzde yirmiden fazladır ama işin içinde Hristiyanlık olmadığı için modern batı insanı uygarlığa etkisi bakımından Yunan medeniyetini biraz altlarda sınırlar. Günümüzün demokrasi, bilim, ekonomi, felsefe gibi temel kavramları hep Yunandan gelmedir.

Ancak konumuz İtalya ve İtalyanlar olduğu için Yunan uygarlığını sonraki yazılara bırakalım.

Roma İmparatorluğunun önemi kapsadığı alanın büyüklüğünden çok, bu günkü anladığımız anlamdaki ilk devlet olmasındadır. Şehirleşmiş, merkezi, ancak demokrat (sayılabilecek) bir yönetim ve bununla gelen yayılma ile hayatta kalma başarısı Roma İmparatorluğunu eşsiz kılar. Yok oluşundan sonra bile, Türkler de dahil, diğer uluslar değişik zamanlarda kendilerini Roma İmparatorluğunun varisleri, yöneticileri falan ilan etmişlerdir.

Roma İmparatorluğunun başka önemli bir özelliği ise Hristiyanlığı Avrupaya yaymasıdır. Gerçi Hz. İsa'yı çarmıha Romalılar germiştir ama sonradan Hristiyanlığı yayarak bunu telafi etmişlerdir. Bu gün Katolisizmin merkezi Vatikandadır ve dünyanın HER yerindeki Katolik Papazlar, Psikoposlar ve Kardinaller emirlerini buradan alır.

Ortadoksluğun merkezi İstanbulu alarak biz Türklerin de Katoliklerin bu egemenliğime katkıda bulunmuşluğumuz vardır.

Ancak bana sorarsanız, İtalyanların en önemli başarısı Roma İmparatorluğundan ziyade Rönesansı başlatmalarıdır.

Rönesans'dan önce tüm Avrupa aile bağları nedeniyle soylu sayılan bir sınıf tarafından yönetiliyordu. Halkın ortak paydası dindi. İncil kimsenin anlamadığı Latincede yazıldığı için cahil halk papaz ne derse inanıyordu. Bakirelik, baş örtmesi gibi kavramlar fazlasıyla "in" durumdaydı. Kadınlar cadı diye canlı canlı yakılıyor, çocukların kafalarına şeytan girmiş, çıksın diye matkapla delik açılıyordu. Soylu sınıf, halkı din ile uyutup, ülkenin gelirini ceplerine atıyor, mutlu mutlu yaşıyorlardı (Neyse ki günümüzde böyle şeyler olmuyor :)

Floransadan başlayıp, tüm Hristiyan dünyasına yayılan Rönesans hareketi, bilim ve sanatla birlikte, para kazanan bir orta sınıf oluşturdu. İncil yerel dillere çevrilip basıldı ve yayıldı. İnsanlar dinlerini bırakmadı ve bilinçli biçimde ibadetlerini yaptılar. Bana sorarsanız, günümüz Hristiyanı, orta çağ Hristiyanına göre daha dindar, ancak, haç çıkarıp kafa kesmiyor, komşusu İsa'ya tapmıyor diye öldürmüyor.

Darısı bu gün aynı sorunu yaşayan Taoistlerin (!) başına...

Olayı toparlarsak, dinciliği Avrupanın başına saran da, kurtaran da İtalyanlar olmuş.

Bu iş öyle kolay olmamış tabii. Uzun yıllar ve tarifsiz acılar sonucunda Hristiyan dünyası bu geçişi tamamlamış.

Orson Welles'den biraz da İsviçreye taşla şu alıntı durumu özetliyor:

"İtalyada yıllar boyu dikta, terör, kan ve sefaletten sonra Galile'siyle, Mikelanj'ıyla, Leonardo da Vinçi'siyle Rönesansı çıkardılar, İsviçre beş yüz yıllık barış ve demokrasiden sonra çıkara çıkara guguklu saati çıkardı."

İşte böyle bir halk İtalyanlar.

İtalyanlar bugün Roma İmparatorluğunun parlak günlerinden çok uzaktalar, ancak hala Avrupanın önemli bir gücü durumundalar. Biraz keyiflerine düşkün, biraz da düzeni, planlamayı sevmeyen bir karekterleri var. Haa, bir de çok yüksek sesle konuşuyorlar. Sahilde falan otururken, arkadan "Pronto" lafını duyunca, artık huzur bitti diyebilirsiniz.

Ancak mutlu, neşeli, hayatla barışık insanlar.

Sözün kısası, tarihleri, müzikleri, yemekleri, şarapları ve insanları ile hiç durmadan ziyaret edilesi bir ülke İtalya.

Lago di Garda
İtalyada ilk günkü programımız bizi Garda Gölüne yani Lago di Garda'ya götürdü.

Devasa bir göl bu. Van gölünün üçte ikisi kadar bir alanı var. İtalyanın da en büyük gölü. Alplerin hemen dibinde, yemyeşil bitki örtüsü ve insanın işi gücü bırakıp yerleşmek isteyeceği cazibeli köy ve kasabaları var.

Garda gölü, yine yakınında bulunan Como gölüne göre biraz daha doğal, biraz daha sıcak geldi bana. Como, ünlü yıldızların evleri ile falan, deyimi uygunsa biraz daha seksi tabi.

Verona'dan bindiğimiz bir otobüs, bizi göl çevresindeki ilk durağımız Garda kentine getirdi.

Yola çıktığımızda Melissa'nın disko gecesinden dolayı hayli yorgunduk. Jelena, Melissa ile bir koltuğa, ben de koridorun karşısındaki koltuğa oturduk.

Canım kızım hemen etrafındakilerle "flört" etmeye başladı. Herkese bakıyor, gülüyor, mimiklerle bakın bana diyordu.

Eh... Bakmamak da mümkün değildi. Jelenanın ön ve arka koltuklarındaki emekli Amerikalı ailelerle minik bir sosyal gurup oluşmuştu. Onlar Melissayla kakara kikiri yaparken ben de biraz uyurum dedim kendi kendime.

Ön sıradaki çift, durakların birinde inmiş, yerine orta yaşlı başka bir çift oturmuştu. Bu çift kendi aralarında konuşuyor, yola, manzaraya falan bakıyorlardı. Başka bir deyişle Melissaya ilgi göstermiyorlardı, ki bu kabul edilemezdi.

Önce tüm gücüyle bağırmaya başladı canım kızım. Sesini annesinden almış, annesi de öğretmen olduğu için maşallah, dinletir kendini.

İlk çığlıkta şoför frene bastı, birşey mi oluyor diye döndü baktı. Öndeki çift de şöyle bir bakıp, "hi, çok şirin" gibisinden bir gülümsediler.

Melissa beklediği ilgiyi göremediğinden bu kez taktik değiştirip, daha etkili bir yönteme başvurdu ve kadının saçlarına yapışıp, çekmeye başladı. Deneyimle doğrulanmıştır, öyle bir çeker ki insanın saçını, gençliğe hitabeyi tersten okursunuz...

Jelena hemen atlayıp durdurdu tabi, ancak arada kadın gerçekten acı çekti. Jelena özür falan diledi, kadın da halden anlar biriydi, gülümseyip fazla uzatmadı.

Ancak Melissa'nın sorunu halen çözülmemişti. Ön sıra hala hakettiği ilgiyi göstermiyordu. Yeni bir saç çekme kalkışması anne tarafından engellendiği için başka bir yönteme başvurdu.

Oynaması için verdiğimiz su şişesini ve oyuncaklarını ön sıraya atmaya başladı.

Tamam dedim. Şimdi atacaklar bizi otobüsten.

Neyse ki yardımımıza şoför koştu ve "Garda" diye seslendi.

Hemen attık kendimizi dışarı. Melissa, eğlencesinin yarıda kesilmesinden pek de memnun olmamıştı, ancak hem Jelena, hem de ben, bir vukuat olmadan otobüsten inebildiğimiz için fazlasıyla sevinmiştik.

Dar sokakları ile tipik bir kuzey İtalya köyü
Garda, renkli binaları, dar sokakları ile tipik bir kuzey İtalya köyü olarak bizi şaşırtmadı. Cenova gezimizde size kuzey İtalya köylerini detayları ile anlatacağım, ancak şu an için hepsi birer cennet köşesi desek yeterli olur herhalde.

Garda'daki tek sorunumuz bir türlü denize ulaşamamak olmuştu. Bunun sebebi, bütün köyün sahilini baştan başa kaplayan pazardı. Çoğunluğu siyah, yüzlerce satıcı tezgah açmış, giyisi, biblo, hediyelik ıvır-zıvır, aklınıza ne gelirse satıyorlardı.

Buraya gelen turistlerin ilk amacının göl kıyısında gezmek olduğunu düşünürseniz, bütün sahili niye pazar yeri yaptıklarını anlamak zorlaşıyor tabii. Ne varki İtalyadayız ve böyle şeyler "olur" :)

Bir cafe'ye oturduk. Ben geleneksel Amerikan kahvemi söyledim ve garson da bana geleneksel olarak acıyan gözlerle baktı. Kahveyi suyla açmak, gerçek bir İtalyan'ın anlayabileceği bir kavram değil.

Garsonla lak lak ederken bir sonraki hedefimiz olan Lazise'den laf açıldı. Otobüsler nereden kalkıyor diye sorduk, garson da niye gemiyle gitmiyorsunuz dedi. Yolculuğu planlarken gemi ile gidip gidemeyeceğimize emin değildik, o yüzden otobüs diye şartlamıştık kendimizi.

Hemen iskeleye geçtik. Bu minik gemi gezisinin başka bir önemi ise Melissa için bir ilk olacağıydı. Canım kızım ilk defa deniz üzerinde yolculuk yapacaktı.

Gemiye bindik, Garda'yı geride bırakıp rotamızı Lazise'ye çevirdik.

Yeni iPad'in üzerinde Apple SIM diye bir Sim kart var. Dünyanın neresine giderseniz gidin, yerel ücrete yakın bir ücret ile Internet bağlantımız olabiliyor. O kadar pratik bir özellik ki bu, üç-beş günlük bir seyahat boyunca yirmi dolar gibi bir fiyata devamlı online olabiliyoruz. Dağların zirvesinde, denizin ortasında evdeymişiz gibi, sanal hayatımız sürebiliyor yani.

İPad ile gerçek zamanlı olarak Melissa'nın ilk denizcilik serüvenini belgeleyip sosyal medyaya post ettik :)

Motorumuz, yolda bir-iki gerçekten küçük köye yanaşıp yolcu aldı, biz de bu sayede de göl kenarında başka yerleri görebildik. Bu köylerin hepsi birbirinden güzel.

Lazise
Lazise ise bence gölün en cazibeli köyü. Zaman burada on yedinci yüzyılda falan durmuş. Ufacık bir limanı var. Burada, benim çocukluğumdan kalma gerçek ahşap, tombul kürekli, onlarca balıkçı kayıkları sıra sıra dizilmiş. Yine ufak bir meydanı ve etrafında insanın oturmaktan keyif alacağı cafeler, restoranları sıra sıra dizilmiş.

Geceyi uykusuz geçirdiğimden, sabahtan beri belki on kahve içmiştim. Gececileriniz bilir, hani belli bir noktadan sonra kahvenin zevki tamamen kaçar, boğazınızda, midenizde bir acılık bırakır ve siz de hoşunuza gittiğinden değil de sadece uyumamak için içersiniz ya... İşte o noktadaydım. Melissa da geceyi "uykusuz" geçirdiğinden, gayet rahat bir biçimde arabasında uyuyordu. Bütün gün uyuması hiç hoş değildi tabii. Bir sonraki gece için enerji topluyor demekti.

Lazisa'da dinlenmek iyi gelmişti
Lazisa'da dinlenmek iyi gelmişti, bir de üstüne bir şeyler yiyebilmiş, bir kaç saatlik daha enerji toplamıştık. Yeniden gemiye atladık. 🐝Mezzy🐝 artık tam bir Temel Reis olmuştu, deniz yolculuğu vız geliyor, tırıs gidiyordu.

Bir sonraki hedefimiz Sirmiome köyüydü. Sirmiome, Garda gölünün vitrin yerleşkesi. Yani Garda'ya gelen herkesin ilk önce gördüğü lolipop bir köy.

Muhteşem bir kalesi ve el işi mada örtüsü gibi her noktası tek tek işlenmiş sokakları, binaları var. Dünyanın tartışmasız en güzel köylerinden biri...

Sirmiome

Ancak böyle yerlerde midemi kaldıran bir adet var ki, artık gördüğümde, geri kalan güzellikleri hep ikinci plana düşüyor.

Bu lüks marka mağazaları kastediyorum.

Bin yıllık, her yanından tarih, cazibe akan güzelim bir bina, kapısının üstünde de bir Louis Vuitton, Channel, Armani tabelası... Gerisini siz tahmin edin artık.

Monte Carlo'da, şu ünlü casino'nun tam karşısında muhteşem bir park vardı. Havuzlarıyla, ağaçlarıyla Afrika gibi bir park.

Oranın da ırzına geçmişler...

Sirmiome
Parkın yarısı devasa, füturistik, balon kılıklı yapılarla dolmuş. Yine tabii Vuitton, Channel, Dior, vs... Herhalde Ruslar ve Çinlilerin parası bitince söndürüp başka yere taşırız diye balon gibi yapmışlar. Bir önceki yılbaşı yine oradaydık, yılbaşı nedeniyle süslemişler diye düşünmüştüm. Geçenlerde gittiğimizde anladım yılbaşı süsü olmadıklarını. İçim acıdı. Çok güzeldi bu parkın eski hali.

Bu marka butikler Jelena'yı benden daha az rahatsız etmekte haliyle :) Bir kadın olarak aralarında bir yakınlık var tabii. Ancak Jelena bile sıkıldı bu işlerden. Her yerde aynı şey olunca alış-verişin de zevki kaçıyor işte.

Garda'da nereye gidelim diye sorduğunuzda bu yüzden Sirmiome yerine Lasiza derim, ama siz yine de Sirmiome'yi atlamayın.

Uzun bir gün olmuştu ancak hala son bir ziyaret noktamız kalmıştı, Verona kenti.

Verona Kolezyumu
Yıllar önce Verona'da bir kaç saat geçirmiştim ve çok sevmiştim. Tüm İtalyada, Roma dahil en çok Romalıları hissettiğim yer desem yeridir. Koca bir kolezyumu var, etrafında da Asteriks romanlarından kaçmış gladyatörler geziyor. Eski merkez ise buram buram tarih kokuyor.

Ancak Verona deyince akla gelen ilk şey Romeo ve Jülyet.

Bildiğiniz gibi Romeo ve Jülyet, Türk olduğunu yakın zamanda idrak ettiğimiz Şeyh Pir, eski adıyla Shakespeare'in yazığı bir trajedidir. Hattızatında bu oyunun asıl ismi Rahmi ve Jülide'dir, ancak yılların yanlış bilgisi bir anda silinmiyor işte.

Jülyet'in evinin girişindeki grafiti
Romeo ve Jülyet Aslen eski bir İtalyan masalıdır, ancak bir İngiliz bunu şiir haline getirmiş, Shakespeare de baharatlayıp, garnitürleyip bir oyun haline getirmiştir.

Olay Verona'da geçer. Montague ve Capulet'ler, birbirine düşman iki ailedir (kan davası durumları, kökleri itibarıyla bilir bunları Şeyh Pir). Verona'nın prensi bu işe gıcık olur ve bunlara barışmalarını söyler. Bu arada Paris isimli bir kont Capulet'lerin kızı Jülyet'e sulanır ve onu ailesinden ister.

Montague'lerin oğlu Romeo ise Capulet'lerin Rosaline isimli bir akrabasına abayı yakmıştır. Melankoli yapıp, hayattan kopmaktadır. Bir umut, belki Rosaline'i görürüm diye Capulet'lerin balosuna gider.

Baloda bu kez Jülyet'i görüp, ona aşık olur.

Jülyet'in balkonu
Kaypak biri sizin anlayacağınız bu Romeo. Batı dünyası onu hep sadık romantik bir aşık şeklinde karekterize eder ancak gördüğünüz gibi her gördüğü kadına aşık olan bir haytadır. O baloda Jülyet yerine Leydi Gaga, yada Margaret Thatcher'ı görseydi ona aşık olacaktı. Romeo gibi bir arkadaşım vardı, bakkala giderken bir kız görür, cart açardı rakıyı.

Neyse...

Romeo'nun balodaki yamukluğuna uyanan kız tarafından bir dayı, palayı çekip Romeo'yu doğrayacakken, kız babası, hadi mesele çıkmasın diye dayıyı durdurur, kan dökülmesini önler.

Balo gecesi ise meşhur balkon sahnesi gerçekleşir.

Romeo, Capulet'lerin avlusuna sızar ve Jülyet balkondayken ona ilan-ı aşk eder. Gecenin sonunda evlenmeye bile karar verirler. Geçmiş zaman işte anasını satayım. Yok biraz zaman geçsin, yok biraz birbirimizi tanıyalım... Bir serenat ve tak, iş bitiyor böyle.

Ertesi gün de evlenirler.

Balodaki dayı, hala olaya kıldır. Romeo'yu düelloya davet eder, Romeo kabul etmez, yerine bir arkadaşını gönderir. Dayı arkadaşı şişler. Romeo da bu işe bozulur, o da dayıyı şişler.

Prens bu kavga işine bozulur, Romeo'yu Verona'dan sürer. Romeo, yine kaçak tabi, gelir ve Jülyet'le ilk gecelerini yaşarlar - kanlı çarşaf durumları.

Romeo ile evlendiğinden habersiz, Jülyet'in anası onu isteyen Kont Paris'le evermeye karar verir.

Jülyet bir plan yapar. Onu ölmüş gibi gösterecek bir ilaç alır. Bu arada Romeo'ya planı anlatmak için bir haberciyi yola çıkarırlar. Ancak Haberci Romeo'ya ulaşamaz. Jülyet'in gerçekten öldüğünü zanneden Romeo, önce Kont Paris'i şişler, sonra da Jülyetin yanında zehir içip "kendini" intahar eder.

Yalancı zehirin etkisi geçip, Jülyet uyandığında yanında Romeo'nun ölüsünü bulur, bu sefer kendini pıçaklayıp sahiciden ölür.

Hep plansızlık, programsızlık işte. Boş yere demiyorlar İtalyanlar koordinasyondan anlamaz diye...

Jülyet'in şu meşhur sözlerini de hatırlamadan geçmeyelim:

O Romeo, Romeo! Wherefore art thou Romeo?
Deny thy father and refuse thy name;
Or, if thou wilt not, be but sworn my love,
And I'll no longer be a Capulet.

Eyyy Romeo, Romeo, sen niye Romeo oldun?
Ya babanı, soyunu inkar et, ismini değiştir,
Ya da beni seveceğine yemin edersen,
Ben adımı değiştirip bundan kelli Capulet olmayayım.

Bu arada İngilizce bilen arkadaşlarıma hatırlatma, Şeyh Pir, zamana göre basit, avam bir İngilizce kullanırmış. How cool art thou? :)

İşte Jülyet'in evi bu gün Verona'da, ziyarete açık.

Önce bir tünelden geçiyorsunuz. Bu tünel, yıllardır aşıkların yazdığı grafiti ile dolu. Sonra da avluya geçiyorsunuz. Meşhur balkon sağ tarafta. Balkonun altında ise Jülyet'in bronzdan bir heykeli var.

Ne olduğunu bilmiyorsanız
Eğer ne olduğunu bilmiyorsanız, bu heykelin etrafında sapıkça bir ayinin gerçekleştiğini düşünebilirsiniz, çünkü herkes heykelin üzerinde bulunduğu kaideye çıkıp, "vıcık" diye Jülyet'in sağ memesini sıkıyor.

İtikat oymuş ki, sağ memesi sıkıldığında Jülyet, çiftlere mutluluk ve uzun bir ilişki veriyormuş. Benim gözlemime göre garip heykelin sağ memesi aşınmış, parlamış ve küçülmüş durumda. Ben uzun uzun sıktım. Artık bizi bir on sene daha götürür... :)

Bir taksi bizi otelimize getirdi. Uykusuz bir gecenin ardından yoğun tempolu bir gün tüm enerjimizi tüketmişti. 🐝Mezzy🐝 dahil hepimiz, hemen uykuya daldık.

Sabah gözümü açtığımda sevgili kızım mutlu mutlu bakıyordu bana. İlk doğum gününü kutlayacaktı. Bu günü ilerde hatırlaması mümkün olmadığından iş bize düşüyordu. Melissa'ya bu günden bol bol fotoğraf, anı ve en önemlisi sevgi bırakmalıydık.

Verona
Hemen kahvaltımızı bitirdik ve yola koyulduk. Canım kızım Melissa'nın ilk doğum gününü Venedik'te kutlayacaktık.

İtalya deyince çoğumuzun aklına gelen ilk yerlerden biridir Venedik. Yüz on küsür adanın üzerine kurulu bir şehir. Uzun bir süre de bir ülke-şehir olarak tarihe damgasını vurmuş. Hem de en zengin ülke-şehirlerden biri olarak.

Kuzeyli barbarlar bastırınca Venedikliler, barbarların eziyetine deymeyeceği, yani tarım arazisi olmayan, denizlerle kaplı olduğu için saldırması zor olan bu adalara yerleşmişler. Bu gerçekten minik adaların kıyılarına evlerini, birbirine bağlamak için de köprüleri yapınca bugünkü Venedik çıkmış ortaya.

Marko Polo isimli bir Venedikli Çin'e gidip İpek Yolu'nu kurunca, Avrupaya giden her türlü baharat İpek ve inci önce Venediğe gelmiş, buradan tanımı uygunda pazarlanmış. İnanılmaz bir para girmiş şehre.

Marko Polo, Asya'dan, ipek, baharat ve inci ile birlikte pişirmesi kolay, tadı lezzetli bir hamur işi tarifi de getirmiş. Venedikliler bu yemeği çok sevmiş ve önce İtalyaya, sonra da tüm dünyaya İtalyan Makarnası (Pasta) adıyla yayılmış.

Üzerine bir de Kudüse giden haçlıları, yarı yolda, o zaman Bizans'ın elinde olan İstanbulda durdurup bütün şehri yağmalatınca, Venedik iyice semirmiş.

Zamanın en büyük genelevi/evleri de Venedikteymiş. Otuz bin orospu! Günümüzün Amsterdam'ındaki Red Light'ı bile geride bırakır, siz düşünün.

Ancak renkli binaları, kanalları, gondolları ile Venedik cennet gibi bir şehirdir.

Venedik
Venedik bu gün bir turist kazanı. Normal bir günde adım atmak bir eziyet. Her yer insan ve herkes başka bir tarafa gidiyor. Venediğin dar sokakları ve her yüzelli metrede bir köprüleri, üstüne de bebek arabasını eklerseniz pek kolay bir ziyaret yapamadığımızı anlarsınız.

Olayı güçleştiren başka bir etmen de Çinli turist sayısının artması. Irkçılık yapmıyorum, yanlış anlamayın ama Çinliler genelde düz bir çizgide yürümezler. Haber vermeden zart zurt dururlar, siz de onlara çarparsınız. Herkes bir yöne giderken bir yada ikisi mutlaka ters yöne gider. Bir fotoğraf çekerken mutlaka alakasız yerde bir çinli girer kadraja.

Venedik
Venedik genelde Amerikalıların favorisidir, ancak bu kez Çinliler ve Ruslar daha fazla gibiydiler - yada Amerikalılar bağırmadan konuşmayı öğrenmişler :)

Şehre araba girmesi yasak. Belediye otobüsleri yerine belediye motorları, taksiler yerine gondollar var. Polisler bile motor ve jetski kullanıyor.

Biz de trenden indiğimizde belkide Venediğin en büyük köprülerinden birini geçerek şehre yönelmek zorunda kaldık. Jelena Melissa'yı almış, ben de bebek arabasını sırtlamıştım ki, iki-on'luk bir adam arabayı elimden kaptığı gibi sırtlayıp, koşarak köprüyü geçti. Ben gerek yok falan diye geveledim ama "No worry mister" falan deyip devam etti.

Köprünün öbür ucunda adam elini açıp "On Yuro" dedi ki, ben durdurmasam Jelena adama saldıracaktı. "İts fayn, beş Yuro mister" dedi, iki Yuro verdik de, kurtulduk.

Venedik
Saat biraz da erken olduğundan o tahammül edilmez kalabalık yoktu. O güzelim sokaklardan yürüye yürüye San Marko meydanına geldik. O devasa kulesi, güzelim katedrali ve sara binaları ile görülmesi şart bir yer. Meydanın hemen kenarında sevgililer köprüsü, sağında ise Venediğe gelen herksin resmini çektiği gondol parkı var.

🐝Mezzy🐝 ile her yerde bol bol resim çektik.

Daha sonra olmazsa olmaz, Hard Rock Cafe ritüelimizi tamamladık. Cafe'nin hemen yanında mini bir gondol marinası var. Çizgili tişörtleri ile gondolcuları ve gondolları görülmeye değer.

Canım kızıma ilk doğum günü hediyemi aldım
Biraz daha yürüyüp Rialto köprüsüne ve pazarına ulaştık. Burada canım kızıma ilk doğum günü hediyemi aldım. Buram buram Venedik konak inci bir şey. Biraz ileride de annesi ilk doğum günü hediyesini aldı 🐝Mezzy🐝'ye. Bal arılı bir Swatch :)

Yine buram buram Venedik bir restoranda doğum günü yemeğimizi yedik.

Venedikte çok güzel bir gün geçirmiştik.

Artık dönme zamanı gelmişti. Biz de tren istasyonuna doğru yürümeye başladık. Bu yeni iPad'den sonra hayatıma yeni bir fenomen girdi. Artık eskisi gibi Jelena'ya bağımlı olmamaya başladım. "Siri, götür kızım beni yürüyerek istasyona" deyince götürüyor. Jelena sağa dön deyince mesela, hayır doğru gideceğiz diye itiraz edebiliyorum artık :)

Venedik
Biletlerimizi makineden aldık ve bindik trene. Padova diye bir yerde aktarma yapmamız lazım. Padovaya gelince hemen indik trenden, iner inmez Verona treni hangi yoldan kalkıyor diye sorduk, 2 numara dediler. Hemen geçide koştuk, asansörle çıktık, bir tren hareket etmeye başladı. Jelena, şakadan bu olmasın bizim tren dedi.

Buymuş...

Biletlere baktık ki, iki tren arasında üç dakika mı me var. Hüseyin Bolt yetişemez valla. Gelen tren iki dakika geciksin, ikinci tren kaçıyor. İsviçrede olmaz pek de, İtalyada trenler bir iki dakika gecikiyor abi.

Neyse, kaldık mı biz Padova istasyonunda...

Sonra bir anons. Demiryollarında grev, trenlerin hepsi çalışmayabilir...

Hard Rock Cafe Venedik
Lan, n'oluyoruz? Kızımın doğum günü bugün!

Bir yarım saat, ona sor, buna sor, Veronaya bir sonraki trenin iki saat sonra kalkacağını öğrendik. Eh, ne yapalım, biraz Padova'da gezeriz dedik.

İstasyondan bir dışarı çıktık ki, dışarda bir beyaz yok. Bir siyah sokak satıcısının yanından geçerken sigarasından bir nefes çekip, puf diye yüzüme üfledi. Otuz sene sigara içmişliğim, yirmi sene de bilfiil sigara imalatında çalışmışlığım var. Bu "puf" sigara dumanı falan değildi.

Adam sırıtıp yüzüme baktı, istiyor musun abi gibisinden. Bu arada kaykaylı, tornetli başkaları etrafımızda dolaşmaya başladı.

Venedik
Jelena'yla aynı anda bir U çekip, istasyona geri döndük. Bir bankın üzerinde iki saat geçirdik ve Veronaya ulaştık.

Ertesi gün eve dönmek üzere yola koyulduk. İtalyadaki son durağımız Milano olacaktı.

Milano İtalyanın finansal başkenti arkadaşlar. Avrupanın ekonomik olarak ikinci büyük şehri. Dolce & Gabana, Prada, Gucci, Versace, Valentino gibi tasarım firmalarıyla dünyanın moda merkezi.

Ancak bana sorarsanız İtalyanın gerisiyle ilgisi olmayan bir şehir, ülkenin gerisi ile kıyaslandığında garabet bir yer. Ancak dünyanın geri kalanıyla kıyaslandığında hala güzel ve görülesi bir yer. İtalya'yı anlamak, hissetmek istiyorsanız geleceğiniz son yer. Evliyseniz (beylere) karınıza mutlaka seni götüreceğim deyip, gitmemek için herşeyi yapmanız gereken bir yer. The Da Vinci Code'u okuduysanız, ölmeden mutlaka görmeniz gereken bir yer.

Bilmem anlatabildim mi?

Milano
İşin şakası bir kenara, İtalya'da Milanoya benzer başka bir şehir görmedim. Dünün barbarları Lombardlar, başkentlerini, dünün efendileri Latinlere inat, bir gösteriş abidesi halinde inşa etmişler. Aklınıza New York gibi, Hong Kong gibi gökdelenli, modern bir şehir gelmesin, ancak devasa tarihi yapıları, geniş caddeleri ve tarifsiz anıtları ile Milano göz kamaştıran bir kent.

Kentin merkezi Duomo meydanı. Bu meydanın da en önemli abidesi Duomo Katedrali. Diğer Katolik katedrallere göre çok farklı. Ülkenin tek Gotik tarz katedraliymiş - anladığımdan değil ha :). Her tarafı bembeyaz mermer. Bitmesi beş yüz yıl almış, yarım millenium yani.

Hemen yanında ise dünyanın ilk alış-veriş merkezi Galleria Vittorio Emmanuel II var. Koca bir yapı! Damı cam, içi ise - ne siz sorun, ne ben söyleyeyim - Prada, Versace, vs... Muazzam koridorlarından birinde bir gurup insanın bir daire oluşturup, ortada topuğunun üzerinde dönen birini izlerken görürseniz şaşırmayın. İnanışa göre, yerdeki boğa resminin testisleri -öhö- üzerinde topuğunuzla üç spin atarsanız, şans getirirmiş.

Milano'nun bence en görülesi yeri ise Leonardo Da Vinci'nin The Last Supper duvar resmi. The Da Vinci Code'un teması bu resim üzerine kuruludur. Mutlaka görün. Bir de aklınızda olsun, öyle yürüyüp giremezsiniz. En az bir ay önce biletinizi almanız lazım.

Milano'nun bir de görülesi bir kalesi var. Yıllar önce burada kızıl derili bir müzik gurubunun konserini izlemiştim. Çok etkilemişti beni.

Hava çok sıcaktı, canım kızım Melissa ile Sadece bir şehir turu atabildik. Bir restoranda bizle birlikte İtalyan makarnası yedi, Duomo meydanında su içti.

Sevgili kızımın İtalya serüveni böyle. Gezi yazılarında biraz geride kaldım, beni bağışlayın.

Sevgi ile kalın...

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Ne Olacak?

Soğuk savaşın bitmesiyle dünyanın dengeleri değişti, yeni bir denge noktası bulmak zorunda.

Eskiyi özetlersek, iki bloklu bir dünya, bizim de bulunduğumuz batı bloğunun ortak düşman Rusya. Beklenen topyekün bir savaş değil ama iki bloğun da egemenliklerin artma çabası, Amerika orta ve güney Amerikada, Rusya ise Avrupa ve Asyada.

Amerika ve Rusya birbirlerine saldırmayacak olsa da, mesela Avrupa'da bir mini savaş olasılık dahilindeydi. Amerika, Rusyayı Avrupa'da durdurmayı tercih etti ve Avrupayı koruması altına aldı. Avrupa devletleri de bu beleş korumanın altında çalışmadan rahat bir hayat yaşadılar.

Herkes de Orta Doğu'da bütün ülkenin zenginliklerinin diktatörlerin cebine gitmesini, ABD'nin de damarlarındaki kandan daha önemli olan petrolü cukka etmesine göz yumdu.

Soğuk savaşın bitmesinin ardından bazı önemli parametreler değişti.

Örneğin Amerika, Avrupaya artık başının çaresine bak, seni korumuyorum dedi. AB, on yıllardır bir Avrupa ordusu kurma peşinde ama hala beceremedi. Amerika, eski Sovyet bloğu üyeleri orta Avrupa ülkelerini Natoya aldı ama bu göstermelik. Nato artık misyonunu tamamlamış durumda. Bir amacı kalmamış bir örgüt. Işid'le falan bile savaşma bahanesi bulamıyorlar, varlığını bir sebebe bağlamak için. Natonun bu günkü haliyle sanki suyu ısındı.

Avrupa, çalışmadan rahat edilemeyeceğini öğrenme aşamasında. Bu ırkçılık falan hep ondan. Hedefte şimdilik Türkler var ama çok yakın zamanda Polonyalılar, İspanyollar falan da potaya girecek.

Bu Amerika'nın Rusya korkusuna yardım ettiği ülkelerin en önemlilerinden biri de Türkiye. Rusyanın direkt komşusu ve hala askeri bir toplum.

Ancak Türk toplumunun ilkellik seviyesinde olması nedeniyle Avrupa kadar bu ABD korumasından faydalanamadı ülke. Sadece askeri darbelere, Rusya korkusuna ses çıkarmayan bir ABD ile yaşadık altmış sene. Aynı önerme AB üyeliği için de geçerli. Ondan oyalayıp durdular ve şimdi yavaş yavaş Türkiyenin AB ile bağları kesiliyor.

Soğuk savaşın bitmesinin başka bir sonucu ise Çin.

Çin artık ekonomik bir güç. Dünyanın bütün üretimi Çinde yapılıyor. Askeri olarak da bir dev.

Türkiyenen batıda artık yeri yok. Zaten hiç olmamıştı ama Rusya korkusuna idare ediyorlardı. Bir de bu son mülteci krizi süreci uzattı ama, AB, NATO falan hep abbas.

ABD ise en azından Avrupa kadar şaşkın. ABD'nin başka bir şanssızlığı da tarihinin en başarısız, en korkak başkanı olan Obama ile bu döneme girmesi. Trump gibi bir dingilin de parlamasının sebebi bu. Laf aramızda, bir de bu soytarıyı seçerlerse, tanrı bütün dünyaya acısın...

Sarsak Obama, İncirliğin yerine, Kürdistan'da bir üs uğruna bu saçma darbe girişimine evet demiş gibi görünüyor. TSK'da artık yok sayılabileceğinden önünde bir engel kalmadı bu Kürdistan projesinin, ancak bu çok kısa dönemli bir kar hesabı olacak ABD için.

Görünüşe göre AB de dağılacak, ya da iyice gevşeyecek. Bunun önleyecek bilinçli bir lider yok ne yazıkki, hem Avrupada, hem de Amerikada.

Çin, hiç konuşmadığımız Afrikada iyice egemen, Rusya da orta Asyada.

İşte böyle. Dünya dalgalı bir deniz gibi. Herşey her an değişiyor.

Ne olacak diye sorarsanız, en ufak bir fikrim yok. Herşey çok çabuk değişiyor. Bir anda Rusya Baltık cumhuriyetlerini işgal ederse, Türkiye yeniden iyi çocuk olabilir. Işid, Eyfel kulesini uçurursa, ABD'ye rağmen Suudi ailesini indirebilirler. O zaman da orta vadede Akepe gider falan.

Bunları niye yazdın o zaman derseniz...

Yarınki Rusya ziyareti bence çok önemli. Bu ziyareti yukardaki bilgiler çerçevesinde bir daha düşünmek baabından yazdım.

Kalın sağlıcakla...

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Barselona

Sizlere biraz Barselona yazayım dedim ama bir türlü elim gitmedi.

Lafı eveleyip gevelemeden baştan söyleyeyim de, siz de rahatlayın, ben de rahatlayayım.

Barselona Avrupanın en az haz ettiğim şehridir.

Barselonayla ilk teşviki mesaimiz bundan yirmi sene falan önce olmuştu. Daha arabadan inip, ayağım toprağa basmadan soyulmuş, para, kredi kartı, pasaport, herşeyi çaldırmıştım. Adres sorma bahanesi ile, kırmızı ışıkta durmuşken, arka kapıyı açıp, arka koltuktaki köpeğe rağmen herşeyi alıp götürmüşlerdi.

Karakola gittiğimde daha "Kırmızı ışıkta durmuştum..." diye lafa başlamıştım ki, polis elime bir form tutuşturdu. Başıma gelen herşey matbu biçimde formda yazılıydı, sadece fill in the blanks tarzı, detayları doldurdum.

Şaka yapmıyorum, form aynen şöyleydi. "Ben __, kırmızı ışıkta durduğumda __ kişi yanıma yaklaşıp bana adres sordu. Yanında __ kişi arka kapıyı açıp, __ peso eşiti nakit, aşağıdaki listede detaylandırılmış __ peso değerinde eşyayı aldı,..."

Düşünceli adamlar vesselam. Öyle karakolda olanı biteni uzun uzun yazıp vakit kaybettirmiyorlar vatandaşa. İnsanın aklına madem bu iş matbuata dökülecek kadar yaygın, niye önlemek için birşeyler yapmıyorlar gibi sorular gelse de, anarşistliğin alemi yok, kurcalamamak en iyisi.

O zaman yuro, şengen, mengen yok tabii, her ülke sınırında kontrol var. Barselonada bir pezosuz üç gün geçirmiş, koca Fransayı pasaportsuz geçip eve dönmüştüm.

Bu gelişimizde de, uçaktan inip, telefonu açtığımızda hemen Swisscom'dan bir text geldi. "Barselonaya hoş geldiniz. Lütfen dikkat, telefonunuzu çaldırmayın!"

Aradan geçen yirmi yılda çok fazla şey değişmemiş, demek ki :)

Bu güvenlik sorunu cidden can sıkıcı birşey arkadaşlar. İnsan kıçını kollamaktan, gezmenin zevkini çıkaramıyor.

Benim şehirleri sıraladığım, resmi olmayan bir güvenlik skalam var.

Bu skaladaki ilk gurup, caddelerinde yürümenin bile bir sorun olduğu, sakinlerinin sizi taciz ettiği, trafikleri felaket, kıçınızın tehlikede olduğu şehirler. Örneğin Rio, Buenos Aires, Moskova, Kahire, Marakeş ve - içim kan ağlayarak - İstanbul.

Barselona, bu guruptan bir puan farkla sıyrılıp, üst lige çıkmış bir şehir.

Yürürken İstanbuldaki gibi insanlar, hele bir de kadınsanız, sizi taciz etmiyor, satıcılar paçanıza yapışıp, onu al, bunu al diye rahatsızlık vermiyor.

Ama gerisi aynı.

İnsanları kaba, saygısız hatta zaman zaman agresif, trafiği felaket, toplu taşımı kötü, imarı zevksiz, sıradan bir şehir Barselona, benim gözümde.

Ancak, bu görüşümde biraz yalnız kaldığımı da itiraf edeyim. Barselona dünyanın en çok ziyaret edilen şehirlerinden biri. Eşim Jelena, örneğin, ayılıp bayılır Barselona için. O yüzden benim söylediklerimi biraz şüpheyle, yani İngilizcede dedikleri gibi take it with a grain of salt, yani bir tane tuzla alın.

Ne dersek diyelim, sonunda Barselonadayız işte. En azından tadını çıkarmaya çalışalım...

Barselona aslında İspanyoldan ziyade bir Katalon kenti, hatta Katalonyanın başkenti. Katalonlar dilleriyle falan ayrı bir millet.

Katalonlar, İspanyadan ayrılıp bağımsızlıklarını ilan edecekler de, İspanyollar ayrılırsanız, sizi La Liga'dan atarız dedikleri için ayrılamıyorlar. Mazallah, FC Barcelona'nın oynayacağı bir lig kalmazsa, nice olur Katalonların halı?

Neyse. FC Barcelonaya ilerde döneceğiz.

Red eye yani kırmızı göz dedikleri, sabahın köründe bir uçuşla Barselonaya vardığımız için saat on olmasına rağmen acıkmıştık. Jelena, sağ olsun, gelmeden araştırmış, Barselonada bir Taco Bell restoranı bulmuştu.

Taco Bell bir Meksika fast-food zinciri olup, ABD'de fazlasıyla popüler olsa da, Avrupada pek tutunamamış bir şirket. Hafızam yanıltmıyorsa Avrupa'da, sadece Malaga'da bir tane bulabilmiştik. Amerika gibi yemek standardlarının çok yüksek olmadığı bir ülkede bile Taco Bell için kalitesiz derler ki, siz anlayın niye Avrupada tutulmadığını.

Ne var ki, hem midesiz, hem de ters biri olduğum için, bayılırım Taco Bell'e. Hiç durmadan, günlerce Taco Bell yiyebilirim.

Bir iş gezisi için Stamford'a gitmiştim. Adettir, misafiri akşam yemeğe götürmek, o yüzden lokal arkadaşlar bizi fazlasıyla lüks, ancak nasıl söylesem, Amerikan görgüsüzlüğüyle ana yemeğe "Antre" dedikleri bir Fransız restoranına götürdüler.

Taş yerinde ağırdır, Fransa'ya yirmi kilometre uzakta yaşıyorum, Fransız yemeği nedir, nasıl olur bilirim. O yüzden beşbin kilometre gidip New York'da Kaberne şaraba "keey-böör-neyy" dedikleri kötü bir taklit mekanda Fransız yemeği yemenin pek bir manası yoktu tabii.

N'apalım, bir şey diyemezsin. Şirketin porsiyonuna olasılıkla yüz dolar ödediği kötü bifteği "keebörney" şarapla yedik.

Ertesi akşam yine bir münazara çıktı, bu kez hangi restorana gidelim diye. Lokallerden birine sordum, burada Taco Bell var mı diye. Var dedi, hemen adresini aldım. Guruptan özür dileyip, ikinci akşam onlara katılamayacağımı söyledim ve bir-iki arkadaşla gidip, mis gibi Taco Bell yedim.

Bu Taco Bell hususunda fazlasıyla dertliyim arkadaşlar. Eski gezi yazılarından ikinci baskı yapıyor olabilirim, kusuruma bakmayın

Balayımızda, Los Angeles'dan bir araba kiralamış, Las Vegas'a gidiyorduk. Mojave çölünün tam başladığı noktada, Red Kit maceralarından anımsayacağınız Son Şans Kasabası tarzı ufacık bir kasabada durduk. Burada olasılıkla sadece bir şerif ofisi, bir de Taco Bell restoranı vardı. Otuz tane falan hard ve soft taco ısmarlayıp, bir torbanın içinde iki koltuğun arasına koyduk. Bütün çölü geçerken hiç durmadan taco yemiştik.

Vegas'da, otelimize geldiğimizde, arabayı park eden vale Meksikalıydı. Herhalde kokudan anladı ki, bize dönüp "Meksika yemeği seviyorsunuz ha?" diye sormuştu :)

İşte Taco Bell ile aramızdaki çarpık ilişkinin bir özeti size :)

Çantaları otele atarken, Taco Bell'in adresini sorduk. Resepsiyondaki yeni arkadaşımız Pablo, "Biliyorum" dedi. "Maquinista'da bir tane var". Maquinista, Makinista diye okunuyor, yani bildiğimiz makinist.

Barselona'nın sanayi semti herhalde dedik, iki metro değiştirdik ve bize söyledikleri durakta indik.

Yeri gelmişken söyleyeyim, yaşlı, sakat ya da çocuklu iseniz gitmeyin Barselonaya. Metroları merdiven dolu. Düz yolda bile üç basamak çıkıp, üç basamak inerek aynı seviyeye geliyorsunuz. Asansör bazen yok, bazen çalışmıyor. Çalışsa da, içinde beş dakikadan fazla kalırsanız, hastalık kaparsınız zaten.

Metro ise sizi sadece bir bölgeden başka bölgeye taşımaya yarıyor, öyle nokta atışı pek mümkün değil. Metrodan inip, gideceğimiz yere istisnalar dışında kırk beş dakikadan daha az hiç yürümedik, siz anlayın.

İlk gördüğümüz amigoya sorduk Taco Bell nirde diye. Anlamadı. Maquinista nerede dedik, hemen tarif etti. Yüz metre ilerde, gasolineradan (benzin istasyonu) sağa dönün, on dakika daha yürüyün, sonra görürsünüz dedi.

Bu "görürsünüz" kısmı biraz kafamı karıştırmıştı. Demek ki Maquinista görülebilecek bir şeydi, yani daha önce kafamda canlandırdığım gibi bir semt adı değidi.

Hayırlısı dedik, koyulduk yola. Benzinciyi bulup, sağa döndük, yürümeye devam ettik, ancak on dakika yürüyüş hedefimizin sonuna doğru yavaş yavaş panik başladı.

Üçümüz de maquinista'nın ne olduğunu bilmiyorduk.

Bir amigo daha bulduk. Böyle durumlarda Jelena'nın enteresan bir huyu vardır. Birini durdurup, öyle "buraya nasıl gidilir" falan gibi bir soru cümlesi kurmaz, cart diye gideceği yerin adını söyleyip, ellerini nasıl gidilir gibilerinden iki yana açar.

Bu Amigoya da aynısını yaptı. "Pardon!" deyip durdurdu, gözlerinin içine bakıp ellerini iki yana açarak "Maquinista?" dedi. Adam eliyle bir yönü işaret etti.

Bu iyi olmuştu. Demek ki bu maquinista her ne ise henüz ona gelmemiştik.

Ben "What is maquinista?" diye bir soru cümlesi kurayım dedim, amigo "Sori, no sipiik ingiliş." dedi ve yürüdü, gitti.

Bir beş dakika daha yürüdük. Yoldan çıkmış, sanki belediye otobüslerinin park yeri gibi büyük bir alana gelmiştik. Hani makinist ismini çağrıştırmıyor da değil. Otobüsün olduğu yerde tamirci de vardır, değil mi?

Bu kez bir amiga bulduk. Jelena yine ellerini açıp "Maquinista?" dedi. Kadın da eliyle bir köşeyi işaret edip, hemen şurada gibisinden parmaklarını şıklattı.

La Maquinista
Köşeyi döndük ve karşımıza koca bir tabela çıktı "La Maquinista". Meğer bizim makinist bir alış-veriş merkezinin adıymış.

Bu alış-veriş merkezinin ikinci katı da neredeyse "Amarika"da food-court dedikleri, bir fast food cenneti. McDonalds, Burger King, vesaire, vesaire, ve hatta Dunkin' Donuts bile var.

Ve tabii ki Taco Bell!

Ancak Taco Bell'de bir enteresanlık göze çarpıyordu. Işıklar kapalı, sandalyeler tersine çevrilmiş, bir hayat belirtisi gözlemleyememiştik.

Yaklaşıp kapıdaki notu okuyunca acı gerçeği anladık. Bütün diğer fast food restoranları açıkken, Taco Bell saat 12:30'a kadar kapalıydı.

Meksika dahil bütün Güney Amerika'da birinden birşey istediğinizde size "mañana", (manyana) yani yarına der. Ertesi gün gittiğinizde de yine mañana cevabını alırsınız... Yani kimse kıçını kaldırıp çalışmaz.

Hattızatında, İspanyollar da çok farklı sayılmazlar. Sabah erken ya da öğleden sonraları sokakta İspanyol göremezsiniz. Hepsi siestasını yani öğlen uykularını icra ederler. Bu yüzden İspanya'da özellikle enternasyonel, bir çok restoranı İngilizler işletir.

İşte bu yüzden Jelena "Niye sadece Taco Bell kapalı?" diye sorduğunda "Siesta ülkesinde mañana aklı ile Meksika restoranı açarlarsa böyle oluyor." dedim.

Mezzy Burger King'de
Hemen yanda Burger King'e girdik.

"Double whopper, cheese, no tomatoes please..."

Bilenleriniz bilir, futbolla neredeyse tamamen alakasız biriyimdir. Sadece haberlerde kulağıma çalındığı kadarını bilir, arada denk gelirse milli maçları yada Türk takımlarının yurt dışı oyunlarını izlerim.

Ancak karmamdan mıdır, nedir, özel bir gayret göstermemiş olsam da anlı şanlı stadyumların birkaçını görmüşlüğüm vardır. Santiago Barnabeu, River Plate, Boka Juniors, Sporting Lisbon, Benfica, Marecana ve adını hatırlamadığım bir iki tane daha stad mesela. Santiago Barnabeu'yu bayağı da bir gezmiştim.

Eh, Barselonaya gelip de Barça'nın anlı şanlı Camp Nou stadını görmemek olmazdı tabii. Üstüne bir de Arda Turan'ı görmek mesela, fazlasıyla mükemmel olurdu.

Ya da Messi.

Gerçi Messi ile bir teşviki mesaimiz olmuştu beş yıl kadar önce.

Cenevrede, bir otelde bir toplantımız vardı
Cenevrede, bir otelde bir toplantımız vardı. Uzun saatlerden sonra biraz temiz hava alayım diye toplantı salonunun kapısını açmıştım ki, kısa boylu, eşofmanlı bir adamı hafifçe teyit geçti kapı. Sorry falan derken, beraber toplantıda olduğumuz bir arkadaş "Anaaa Messi" diye atladı. O öyle deyince bir baktım gerçekten Messi. Yanında Di Maria falan da var.

Portekizle bir friendly maçları varmış Arjantinin ve her nedense Cenevre'yi seçmişler stad olarak. Portekiz takımında da, Messi'nin belalısı Ronaldo var yani. İlginç maç anlayacağınız. Arjantin 2-1 yenmiş diye kalmış aklımda. Neyse...

Düşününce Camp Nou'da Messi ile karşılaşmasak daha iyi olur sonucuna vardım. Eğer beni hatırlarsa, bu hıyar yüzünden az daha sakatlanıyordum diyebilir, ben de durduk yerde mahçup olurum. Kayım biraderim var yanımda, o bakımdan 🥴:)

Sahayı gezerken demirlerin altından resim çektim
Sonunda, ne Ardayla, ne de Messiyle karşılaştık. Barca'lı olarak sadece stadın bekçisi vardı, o da sahayı gezerken demirlerin altından resim çektim diye ters ters baktı bana.

Santiago Barnabeu'da olduğu gibi çok güzel ayarlanmış bir tur çerçevesinde gezdik Camp Nou'yu.

Müzede binlerce kupa tabii. Kim bilir kaç kere La Liga şampiyonu olmuşlar. Elli-altmış kupadan sonra artık insanın içi sıkılıyor, seçici olmaya başlıyorsunuz. Ben de Şampiyonlar Ligi kupalarına baktım bol bol.

Müzenin hatrı sayılır bir bölümü Messi'den nemalanmış. Dört beş altın top, yine dört beş altın ayakkabı kazanmış Lionel abi.

Camp Nou'nun tahmin edeceğiniz üzere en ilginç tarafı müzeden ziyade stadın kendisi.

Sahaya futbolcu ve hakemlerin çıktığı tünel
Oyuncuların soyunma odalarını, duşlarını, maçtan önce dua ettikleri küçük bir chappel'ı, basın toplantılarını yaptıkları salonu tek tek gezebiliyorsunuz. Sahaya futbolcu ve hakemlerin çıktığı tünelden çıkıp, zeminin küçük bir bölümünde ve trübünlerde gezebiliyorsunuz,

Söylemeye bile gerek yok tabii, devasa bir stadyum burası. Anıtsal bir yapı, çağımızın kolezyumu. Oğuz Aral bir Utanmaz Adam macerasında anlatmıştı, Frankonun futbol sayesinde nasıl İspanyol halkını mutlu tuttuğunu. Camp Nou'yu görünce bu tutkunun boyutunu anlıyor insan.

Hakkıyla gezmek en az bir, normal bir gezi ise yarım gün alıyor.

Ardayı göremesek de, stadyumu müzeye bağlayan tünelde bir resmini bulup, yanında bir fotoğraf çektim.

Barcelonaya gelip de Gaudi ismini duymamak imkansızdır arkadaşlar.

Gaudi, Katalon bir mimar ve Barselonanın neredeyse yarısını inşa etmiş. En bilinen eseri ise Sagrada Familia isimli kilise. Sagrada Familia, Sacred Family yani Kutsanmış Ailenin kilisesi demek.

Sagrada Familia
Biz de rotamızı Sagrada Familia kilisesine çevirdik tabii.

Ancak bilinenin aksine, bu kilisenin inşasına başlayan da bitiren de Gaudi değil. Gaudi, proje başladıktan sonra işi ele alıp planları adam etmeye çalışmış, ve öldüğünde ancak inşaatın dörtte biri tamamlanmış.

Hoş, bu gün hala tamamlanmış değil, hatta, tamamlanmamış bölümünün de tadilatı başladığı için, kulelerinin üzeri örtülü, hemen yanında bütün manzaranın içine eden vinçlerle dolu, çirkin bir şantiye görünümünde. Yirmi sene önce çok daha iyi durumdaydı, hatta bir kuleye merdivenlerle, çıkmış, Mükemmel bir Barselona manzarasının tadını çıkarmıştım.

Yine de bu kilise dünyanın en çok ziyaret edilen yerlerinden biri. Barcelonaya gelmişken görmemek olmaz.

Gün uzadıkça uzuyordu. Sabahın üçünden beri ayaktaydık ve artık yavaş yavaş enerjimiz bitiyordu.

Akşam yemeği için yolumuzun üzerinde tapa yapan tipik bir İspanyol barına girdik. Ancak içerisi bir felaketti. Kapıda bir amigo, olasılıkla içinde tütünden başka şeylerin de olduğu sigarasını içiyordu. Bir masa bulup oturduk. Kolumu masaya koyduğumda geri kaldıramadım, çünkü kolum masaya yapışmıştı.

Kalktık, başka bir restoran aramaya koyulduk. Birkaç denemeden sonra, menüsünde chateaubriand'dan döner kebaba kadar her yemek bulunan bir restoran bulduk. Sahipleri Hindistan, Pakistan ya da Afganistandanlardı, ki bu Barcelona için sürpriz değil. Barselonada, dünyanın bu bölgesinden birçok göçmen var.

Garsona menüden siparişimizi verirken şu nasıl, bu nasıl diye sorduk ama menünün yarısının nasıl telaffuz edildiğini bile bilmiyordu, o yüzden çok fazla derinlere dalmadık ve birer parça biftek sipariş verdik. Jelena biraz risk alıp, hint usulü bir salata bile istedi :) Yine İspanya ve İtalyaya özgü, hemen her restoranda bulabileceğiniz bir şişe house wine, yani ev yapımı şarapla yemeği tamamladık.

Ertesi günün ilk hedefi Guell (Guey) parkıydı. Bu parkı kimin yaptığını söylesem inanmazsınız.

Gaudi!

Zaten Barselona'ya geldiğinizden itibaren kısmetiniz bağlanmış demektir arkadaşlar. Gaudi'nin kilisesi, Gaudi'nin evi, Gaudi'nin parkı, Gaudi'nin tapınağı, Gaudi'nin kıçı, her şey, her yer Gaudi. Yaşasaydı Barca'da da futbol oynarmış herhalde.

Jelena vagonlarla "MELISSA" yazıyor
Neyse. Guell parkını önceki gelişimde gezmiştim, cidden güzel yer. Ancak Kophenag'daki küçük denizkızı gibi ünlü, renkli bir kertenkele heykeli var ki, onunla hayatımın sayılı hayal kırıklıklarından, daha da doğru bir deyişle sinir bozukluklarından birini yaşamıştım.

Herkesin yere göğe koyamadığı o kertenkele, ufacıcık, sıradan bir heykel. Antalya'da, turistik otellerin girişlerinde ondan güzel heykeller var :)

Yine de gittik Gueıll Park'a. Çok büyük bir alan. Yine yirmi sene öncesinin aksine parkı serbest ve anıtsal olarak iki bölüme ayırmışlar. Bu kertenkelenin de bulunduğu anıtsal bölüm için dört saat sonrasına zaman verdiler, böylece, hem Jelena, hem de ben kulunuz bu "etkileyici" sanat eserini bir kez daha görmekten mahrum olduk. Kayım biraderim Milan ise hayatının sonuna kadar bu acıyı yaşayacak, ne yazık ki :)

Parkın serbest kısmı ise, bu kez şaka yapmıyorum, gerçekten görmeye değer. Arklarıyla, sütunlarıyla, bitki örtüsüyle cennetten bir köşe.

Melissa'ya kırmızı bir sombrero aldık
Parkın girişinde Melissa'ya kırmızı bir sombrero aldık, parkın içinde de her vagonunun isminden bir harf taşıdığı ahşap bir oyuncak tren. Vagon başına para verdiğimiz için içimizden canım kızımın adını keşke "Melissa" yerine "Mia" falan koysaydık diye geçti :)

Barcelona'ya gidip de görmesen olmaz yerlerden biri La Rambla arkadaşlar. Hernedense İspanyol arkadaşlar buraya Ramblas diyorlar ama resmi literatürde adı La Rambla. Paris için Champs-Elyesses ya da İstanbul için İstiklal caddesi ne ise Barcelona için de Ramblas o. Ha, bir de dünyada en çok yankesiciliğin yapıldığı cadde. Yerlileri hemen turistlerden ayırmak mümkün, çünkü durumu bildiklerinden çantalarına, telefonlarına sarılarak yürüyorlar. Hattızatında yirmi sene önce ben de bu caddenin başında soyulmuştum.

Ama yine de güzel, çok cazibeli, hem lüks, hem de bohem bir yer.

Ramblas
Milan Barcelonada bulunan bi gurup arkadaşını görmeye gittiği için, biz çekirdek aile kalmıştık. Önce Starbucks'da bir kahve içtik, sonra da Ramblas boyunca, Barcelona limanına doğru yürüdük.

Limana gelmeden kaldırım üzerinde bir sokak cafesinde birşeyler içmek için durduk. Ben geleneksel house wine siparişini verdim, Jelena da çok sevdiği sangriasını istedi. Sangria bir litrelik, kova boyutlarında bir "bardak" içerisinde geldi. Anlaşılan, bir bardak şaraptan daha. Uzun kalacaktık bu cafede.

Önümüzde iki sokak ressamından biri karşısında oturan müşterisinin karikatürünü çiziyor, diğeri de ilham kaynağı olan şişesini yudumlarken kafasından bir manzara resmi yapıyordu. Gitarı ile başka bir sokak çalgıcısı La Bamba ile Guantanamera füzyonu bir şarkı çalıyor, biz içkimizi yudumlarken, gençler, yaşlılar önümüzde sanki bizim için bir geçit töreni icra ediyorlardı.

Çok severim böyle yerleri anasını satayım
Çok severim böyle yerleri anasını satayım, yazarken bile melodramatik oldum. Pariste vardır Monmartre diye bir yer, bu kutsal kalp kilisesinin hemen dibinde. Orası da bu anlattığım sahneye dekor olabilir. Konuyu fazla dağıtmayalım, yolunuz düşerse ikisini de görün, ha tabii ki Ramblas'da cüzdanlara dikkat :)

Güneş battı, batacak, kendimizi limanda bulduk. Yazının başından beri Barselonaya bok atıyorum, bu kez hakkını vereyim. Deniz kıyısı şeker gibi kilometrelerce uzunlukta, her tarafı ayrı bir güzel bölge. Eski limanın en kayda değer noktası ise koca bir sütunun üzerine dikilmiş Kristof Kolomb heykeli.

Bu Kristof Kolomb'a herkes sahip çıkıyor. İtalyanlar, İspanyollar, Portekizliler, sağdan sayın güney Avrupa ülkelerini. Her gittiğim yerde bir Kolomb gördüğüm için artık bem de nerede ne yapmış karıştırıyor olabilirim. İtalya'da, Cenova kentinde doğmuş, Sevilya'da ünlü yolculuğuna başlamış. Barselona'da ne girmiş, çıkmış derseniz, İspanya kraliçesi İzabela, Kolomb'a burada denize açılması için para vermiş. Civilization oynadıysanız bilirsiniz İzabela'yı. Nalet bir hatundur. Zart zurt saldırır, küser, taciz eder sizi.

Mezzy Ramblas'da Bohem oldu
Kolomb, burada size arkasını dönmüş, denize doğru bakar. Aklı denizlerde yani, o zamanın ruhunu yansıtıyor. Hemen yanında ise eski liman binası ve sahil boyunca olasılıkla eskiden pazar yeri, depo, meyhane falan olup da bugün müze, cafe, vesaireye dönüşen tarihi binaları görüyorsunuz. Sahil boyunca, bir Rus korvetinin replikası dahil farklı farklı tekneler, heykeller, parklar, büyük bir akvaryum, olimpik liman gibi birçok ilginç ve görmeye değer atraksiyonlar var.

Biz de karımla ve kızımla mükemmel bir günbatımı geçirdik bu herşeyiyle keşifler çağından kalma bölgede. Hala biraz daha ışık kalmışken Ramblas'ı kuzeye doğru geçip Katalunya meydanına ve Milanla buluşacağımız Hard Rock Cafe'ye ulaştık. Akşam yemeği ve biraz dinlenmek iyi gelmişti. Hemen yanımızda Türkiyeden gelen bir aile oturuyordu, kızları Mezzy'le oynadı, biz de tatlı bir sohbet ettik.

Sahil boyunca olimpiyat köyüne yürüdük
Ertesi gün yine sahil boyunca olimpiyat köyüne yürüdük. Bu sahil hattı geniş ve uzun bir yaya yolu ile tam gezmelik. Barselona'daki son günümüzde hava biraz kasvetliydi. Kara bulutlar, biraz rüzgar ve kabarmış bir deniz.

İşte tam bu dekorun üstüne sahile doğru yürüyen üç tane Budist rahip gördük. Tamam dedim içimden, gezimizin flaş fotoğrafları buradan çıkacak, ayin yapacak bunlar.

Öyle ciddi bir teleobjektif yok yanımda, mecburen kumsala çıkıp bunların arkasından koşmaya başladım. Asya gezimizden biliyorum, fotoğraf çekenlerle hiç problemleri yoktur bu iyi insanların.

Denize ulaştıklarında biri uzun pelerinini havaya kaldırdı, pelerin rüzgarda bayrak gibi dalgalanıyor, arkasında dalgalar, kara bulutlar falan, olay tam senik, sizin anlayacağınız.

Ben tütsüler, diz çökmeler, dualar falan beklerken...
Ben tütsüler, diz çökmeler, dualar falan beklerken, rahiplerden biri cep telefonunu çıkarıp cart diye bir selfie çekti. Sonrasında hepsi sırayla poz verip resimlerini çektiler.

Demek teknoloji bu mütevazi insanları bile bulmuştu. Benim fotoğrafik ayinim başka bir bahara kaldı tabii.

Barselona akvaryumunu ziyaretle noktaladık gezimizi. Yolunuz düşerse görün. Bir Lizbon kadar canlı çeşidi yok ama çok derli toplu ve temiz. Canım kızım ilk defa köpek balıklarını, ahtapotları falan gördü. İşin aslı, ilk defa bir balığı burada gördü Mezzycik. Hiç korkmadı benim güzel kızım, balıklara bakıp gülüyor, ellerini uzatıp onları tutmaya çalışıyordu. Cam tünelin içinden geçerken, testere gibi dişleriyle ağzını açmış üzerimize gelen koca bir köpekbalığını bile sevmeye kalktı.

Barselona akvaryumunu ziyaretle noktaladık gezimizi
Mezzy'i beklerken Jelenayla bebekle gezmek nasıl olacak diye konuşuyorduk. Artık tempoyu düşürürüz, az gezer, çocuğu yormamaya çalışırız falan diyorduk.

Melissa düşündüğümüzün tersine bize hiç problemsiz ayak uydurdu. Uykusu geldiğinde nerde olursa olsun uyudu, uçak, gemi, metro, tren, otobüs demeden bizle gezdi sevgili kızım.

Ancak Melissa ile gezmek şimdiye kadar çok fazla karşılaşmadığımız bir fenomeni getirdi hayatımıza.

Sosyalizasyon.

Yani tanımadığımız insanlarla sohbet. Eskiden Jelenayla gezerken kafamızı eğdik mi kimse bizle konuşmaz, gençleri yalnız bırakalım mantığıyla çok sosyalleşmezdi.

Ancak bu Melissa ile temelden değişti. Yeni durum eskisinden çok daha iyi tabii ama alışmamız, özellikle benim alışmam, biraz zaman aldı.

Herkesin kızı gibi benim kızım da gözümde dünyanın en güzel, en tatlı kızıdır tabii. O yüzden insanların onla yada unun aracılığı ile bizle konuşmaları sürpriz deği diyeceğim, ancak bu olayı tam tarif etmiyor.

Mezzy, güzelliği, tatlılığı bir kenara, gerçekten sosyal bir bebek.

Bu yaşında olur mu demeyin, gerçekten de oturduğu yerden iki masa ötesiyle bakışan, gülen, diğerlerinin hareketlerine karşılık veren, onlarla konuşan bir karekteri var sevgili kızımın. Üstüne babasının da ben olduğunu düşünürseniz, bu aşırı sosyalliği anlamak daha da güçleşiyor. Anasına çekmiş demek ki :)

Nou Camp'da Jelena, bir cafe'de, Milan ve beni beklerken iki kız İngilizce yanınıza oturabilirmiyiz diye sormuş. O da tabii demiş.

Nou Camp'da bir cafe'de...
Üç beş dakika sonra kızlar başlamış, fıstık, yerim seni falan demeye, Mezzy de tabii ki tam gaz flört halinde bunlarla.

Jelena, benden şerbetli, fıstık, yerim falan laflarını duyunca Türk müsünüz diye sormuş. Eh onlar da hayır, İskandinavyalıyız dememişler tabii.

Sohbet başlamış, Melissa başrolde tabii. Jelena kızım da Türk demiş. Hadi canım demişler. Jelena, valla billa Türk, hatta adı da Nezahat, hattızatında ben de Türk vatandaşıyım demiş ama, nafile diye anlattı bize sonra. İnanmamışlar.

Biz Milan'la Jelena sıkılır tek başına deyip biraz hızlı gezdik stadı. Cafeye geldiğimizde, ne Jelena, ne Melissa sıkılmışa benziyorlardı. Kapının girişinde bir masada oturmuşlar, Mezzy her kapıdan gelene sataşıyor, kahvesini bitirip giden herkes ona baybay diyor, garson kız her geçtiğinde şaap diye onu öpüyordu falan.

Metrolarda, otobüslerde, yollarda Melissa geçenleri tavlıyor, onlar da gelip onu seviyor, bizle konuşuyordu. Restoranlarda garson kızlar arkadaşlarını çağırıyor, Mezzy'le sohbet ediyorlardı. Mağazalarda Mezzy yüzenden indirim bile yaptılar :)

İşte böyle canım kızımın hayatımıza getirdiği başka bir neşe.

Sağlıcakla kalın.

20 Nisan 2016 Çarşamba

Dünyanın Sonunun Geldiğini Nasıl Anlarsınız?

Dünyanın sonunun geldiğini nasıl anlarsınız, biliyor musunuz arkadaşlar?

Bir Türk dükkanında başka milletten birini çalıştırdığı zaman.

Bugün Lozanın göbeğinde, bir Türk restoranında çalışan iki kişiyle biraz sohbet ettim.

Biri Afgan, diğeri Suriyeli.

İçim sızladı. Afgana nasıl sizin memleket diye sordum. Gözleri doldu. Dünyanın en güzel ülkesi dedi.

Sonra da devam etti.

Burada bir çocuğun başı ağrısa helikopter geliyor. Daha dün bir teknede dört yüz Afgan öldü. Böcek gibi.

Dedi.

İşte bizim oralar böyle diye cevapladı sorumu.

İçim cız etti.

Birinin ülkesini sözde dindarlar, diğerinin ülkesini de bir diktatör mahvetmiş.

Hayatları beş para etmiyor - bunu içim kan ağlayarak söylüyorum. Kendi değimiyle böcek gibi ölüyorlar. Ülkelerine gidemiyor, sevdikleriyle bir arada olamıyorlar. Afgan işçinin Türkiye, Sırbistan, Macaristan vesaire üzerinden bir hikayesi var ki yüreğiniz acır duysanız.

Lan Hülooooğğğğlar, aklınızı başınıza alın. Buradan başka ülkeniz yok. Anlamadığınız, ucunu görmediğiniz bir din sömürüsünün peşine takılıp yakmayın kendinizi de, ülkenizi de.

Ve eyyyyy teneke aydınlar. Bırakın işin havasını, hem kendi kıçınızı, hem de ülkenizinkini kurtarmak için viyaklamak dışında faydalı birşeyler yapın.

Yarın nasılsa bugün gibi olur demeyin.

Çayınızı içip işenize gittiğiniz bir gün ile, evlerinizin yıkılıp harabeye döndüğü, mevkiniz, öğretiminiz ne olursa olsun, açlıktan, çaresizlikten dilendiğiniz, diğer insanların sizi böcek gibi gördüğü bir gün arasındaki uzaklık zannettiğinizden çok daha kısa.

18 Nisan 2016 Pazartesi

Yassah!

Bir sorunu çözmeye çalışmanın en ahmakça yolu, o soruna yol açan olguyu yasaklamaktır.

İki kere altında çalışanı telefonla konuşurken mi gördün, telefonu yasakla. Yemekten sonra miden mi ağrıdı, yemeği yasakla. Bir doğum günü kutlamasında, biri ahlaksız bir eylem mi yaptı, doğum günü kutlamasını yasakla. Biri denizde mi boğuldu, yüzmeyi yasakla.

Rahmetli Zeki Alasya ve Metin Akpınar koca bir kabare yazdılar bu konu üzerine. Evrensel bir oyundur Yasaklar. Şimdi de, yüz sene sonra da geçerliliğini koruyacaktır. Ahmakların nüfusa oranının azalacağına inanmamız için hiçbir neden yok ortada.

Beyin eksikliğinden muzdarip karar vermeye yetkili ahmaklar sorunun kaynağına inip onu çözmeden, böyle aptalca yasaklarla tedbir aldıklarını, istemedikleri olayları engellediklerini zannederler.

Amerikada bir ara içki yasaktı. En çok içki o zaman içilmiş, üstüne mafya adlı koca bir suç örgütü büyüyüp neredeyse küresel bir güç olmuştu. Aynı şey bugün uyuşturucuda da oluyor. Pekaka dan Talibana, bütün terör örgütleri mali kaynaklarını uyuşturucudan sağlıyor.

Burada potansiyel viyaklamaları önlemek için, beyaz üstüne siyahla bir kez daha tekrarlayayım. Uyuşturucuyu, alkolü vesaire savunmuyorum, onların zararlı olmadığını söylemiyorum. Sadece yasaklamayla sorunun çözülmeyeceğini anlatmaya çalışıyorum.

AKP hükümeti yakın zamanda mutlu, ileri ve müreffeh ülkemizde buna en güzel örnektir. Sığ anlayışları ve tecrübesizlikleriyle tivitırı, yutubu, mivitırı yasaklayıp akıllarınca sosyal medyadan kaynaklı baskıyı engellemeyi hayal ettiler. Yine ona yayın yasağı, buna gizlilik yasağı koyup aptalca insanları kontrol etmeye çalışıyorlar.

Özgecan'ın ölmüş katilini yeniden asıp kesmekten sıkılan teneke aydınlar, şimdi de Facebook'da Avataria oyununa taktılar. Ben ne gördüm, ne oynadım, ama oradaki rezilliklerin gerçek olduğuna tüm kalbimle inanıyorum.

Teneke aydınlarımız tabii ki böyle bir viyaklama fırsatını kaçırmadı. Hepsi doğuştan herşeyi bilmeleri ve bilmeselerde ölümcül, şeytani zekalarıyla şıp diye anlamaları sayesinde olayı hemen çözdüler.

Erişim engellensin!

Çocukların Facebook'da ne işi var, yasaklansın.

Çocuklar İnternete girmesin.

Bu kadar zeka yoksunu ile aynı havayı solumak zorunda olmamı hayli aşağılayıcı buluyorum.

Bu boş tenekelerin hayallerinde bile çocuklarına İnternete girmeyi yasaklayabileceklerine inanması toplumsal bir sorun. Sen yasakla, ertesi gün senin gözünün içine baka baka Facebook'a da girer, porno da seyreder (hem de history den senin ziyaret ettiğin siteleri bulup arama zahmetine de katlanmazlar), sen hala ne iyi ettim de yasakladım, İnternet artık çocuğumu kirletemeyecek diye avunursun.

Sen çocuğuna doğruyu yanlıştan ayırmayı öğret, gerisinden korkma. İnternet dünyanın en önemli bilgi kaynağı. Dünya İnternet sayesinde gelişecek. Çocuğunun elinden bu kaynağı salakça bir nedenle almak yerine vaktini ayır, doğru düzgün iyiyi, kötüyü, faydalıyı, faydasızı anlat ona.

Sen yasaklasan da, yasaklamasan da çocuğun İnternete de girecek, Facebook'da da chat edecek.

Aşağıya hiç aramadan karşıma çıkan bir iki viyaklamayı koyuyorum.

Tanrı hepimizi bu boş tenekelerden korusun.


14 Nisan 2016 Perşembe

Ben Muhafazakarım!

Ben muhafazakarım, karım çalışmasın, evde otursun.

Ben muhafazakarım, kızım okumasın, evde otursun.

Ben muhafazakarım. Devlet öğretmen yetiştireceğine imam yetiştirsin.

Ben muhafazakarım, kimse benim karıma, kızıma bakmasın ama ben yolda gördüğüm her kadını, kızı taciz edeyim.

Ben muhafazakarım. Hiç çalışmayayım, devlet bana versin.

Ben muhafazakarım, ülkem her ülkeden ileri olsun.

Ben muhafazakarım, ülkem her ülkeden kuvvetli olsun, lafım geçsin.

Ben muhafazakarım, ülkem refah içinde yaşasın.

.
.
.

De get la....

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...