9 Mayıs 2016 Pazartesi

Barselona

Sizlere biraz Barselona yazayım dedim ama bir türlü elim gitmedi.

Lafı eveleyip gevelemeden baştan söyleyeyim de, siz de rahatlayın, ben de rahatlayayım.

Barselona Avrupanın en az haz ettiğim şehridir.

Barselonayla ilk teşviki mesaimiz bundan yirmi sene falan önce olmuştu. Daha arabadan inip, ayağım toprağa basmadan soyulmuş, para, kredi kartı, pasaport, herşeyi çaldırmıştım. Adres sorma bahanesi ile, kırmızı ışıkta durmuşken, arka kapıyı açıp, arka koltuktaki köpeğe rağmen herşeyi alıp götürmüşlerdi.

Karakola gittiğimde daha "Kırmızı ışıkta durmuştum..." diye lafa başlamıştım ki, polis elime bir form tutuşturdu. Başıma gelen herşey matbu biçimde formda yazılıydı, sadece fill in the blanks tarzı, detayları doldurdum.

Şaka yapmıyorum, form aynen şöyleydi. "Ben __, kırmızı ışıkta durduğumda __ kişi yanıma yaklaşıp bana adres sordu. Yanında __ kişi arka kapıyı açıp, __ peso eşiti nakit, aşağıdaki listede detaylandırılmış __ peso değerinde eşyayı aldı,..."

Düşünceli adamlar vesselam. Öyle karakolda olanı biteni uzun uzun yazıp vakit kaybettirmiyorlar vatandaşa. İnsanın aklına madem bu iş matbuata dökülecek kadar yaygın, niye önlemek için birşeyler yapmıyorlar gibi sorular gelse de, anarşistliğin alemi yok, kurcalamamak en iyisi.

O zaman yuro, şengen, mengen yok tabii, her ülke sınırında kontrol var. Barselonada bir pezosuz üç gün geçirmiş, koca Fransayı pasaportsuz geçip eve dönmüştüm.

Bu gelişimizde de, uçaktan inip, telefonu açtığımızda hemen Swisscom'dan bir text geldi. "Barselonaya hoş geldiniz. Lütfen dikkat, telefonunuzu çaldırmayın!"

Aradan geçen yirmi yılda çok fazla şey değişmemiş, demek ki :)

Bu güvenlik sorunu cidden can sıkıcı birşey arkadaşlar. İnsan kıçını kollamaktan, gezmenin zevkini çıkaramıyor.

Benim şehirleri sıraladığım, resmi olmayan bir güvenlik skalam var.

Bu skaladaki ilk gurup, caddelerinde yürümenin bile bir sorun olduğu, sakinlerinin sizi taciz ettiği, trafikleri felaket, kıçınızın tehlikede olduğu şehirler. Örneğin Rio, Buenos Aires, Moskova, Kahire, Marakeş ve - içim kan ağlayarak - İstanbul.

Barselona, bu guruptan bir puan farkla sıyrılıp, üst lige çıkmış bir şehir.

Yürürken İstanbuldaki gibi insanlar, hele bir de kadınsanız, sizi taciz etmiyor, satıcılar paçanıza yapışıp, onu al, bunu al diye rahatsızlık vermiyor.

Ama gerisi aynı.

İnsanları kaba, saygısız hatta zaman zaman agresif, trafiği felaket, toplu taşımı kötü, imarı zevksiz, sıradan bir şehir Barselona, benim gözümde.

Ancak, bu görüşümde biraz yalnız kaldığımı da itiraf edeyim. Barselona dünyanın en çok ziyaret edilen şehirlerinden biri. Eşim Jelena, örneğin, ayılıp bayılır Barselona için. O yüzden benim söylediklerimi biraz şüpheyle, yani İngilizcede dedikleri gibi take it with a grain of salt, yani bir tane tuzla alın.

Ne dersek diyelim, sonunda Barselonadayız işte. En azından tadını çıkarmaya çalışalım...

Barselona aslında İspanyoldan ziyade bir Katalon kenti, hatta Katalonyanın başkenti. Katalonlar dilleriyle falan ayrı bir millet.

Katalonlar, İspanyadan ayrılıp bağımsızlıklarını ilan edecekler de, İspanyollar ayrılırsanız, sizi La Liga'dan atarız dedikleri için ayrılamıyorlar. Mazallah, FC Barcelona'nın oynayacağı bir lig kalmazsa, nice olur Katalonların halı?

Neyse. FC Barcelonaya ilerde döneceğiz.

Red eye yani kırmızı göz dedikleri, sabahın köründe bir uçuşla Barselonaya vardığımız için saat on olmasına rağmen acıkmıştık. Jelena, sağ olsun, gelmeden araştırmış, Barselonada bir Taco Bell restoranı bulmuştu.

Taco Bell bir Meksika fast-food zinciri olup, ABD'de fazlasıyla popüler olsa da, Avrupada pek tutunamamış bir şirket. Hafızam yanıltmıyorsa Avrupa'da, sadece Malaga'da bir tane bulabilmiştik. Amerika gibi yemek standardlarının çok yüksek olmadığı bir ülkede bile Taco Bell için kalitesiz derler ki, siz anlayın niye Avrupada tutulmadığını.

Ne var ki, hem midesiz, hem de ters biri olduğum için, bayılırım Taco Bell'e. Hiç durmadan, günlerce Taco Bell yiyebilirim.

Bir iş gezisi için Stamford'a gitmiştim. Adettir, misafiri akşam yemeğe götürmek, o yüzden lokal arkadaşlar bizi fazlasıyla lüks, ancak nasıl söylesem, Amerikan görgüsüzlüğüyle ana yemeğe "Antre" dedikleri bir Fransız restoranına götürdüler.

Taş yerinde ağırdır, Fransa'ya yirmi kilometre uzakta yaşıyorum, Fransız yemeği nedir, nasıl olur bilirim. O yüzden beşbin kilometre gidip New York'da Kaberne şaraba "keey-böör-neyy" dedikleri kötü bir taklit mekanda Fransız yemeği yemenin pek bir manası yoktu tabii.

N'apalım, bir şey diyemezsin. Şirketin porsiyonuna olasılıkla yüz dolar ödediği kötü bifteği "keebörney" şarapla yedik.

Ertesi akşam yine bir münazara çıktı, bu kez hangi restorana gidelim diye. Lokallerden birine sordum, burada Taco Bell var mı diye. Var dedi, hemen adresini aldım. Guruptan özür dileyip, ikinci akşam onlara katılamayacağımı söyledim ve bir-iki arkadaşla gidip, mis gibi Taco Bell yedim.

Bu Taco Bell hususunda fazlasıyla dertliyim arkadaşlar. Eski gezi yazılarından ikinci baskı yapıyor olabilirim, kusuruma bakmayın

Balayımızda, Los Angeles'dan bir araba kiralamış, Las Vegas'a gidiyorduk. Mojave çölünün tam başladığı noktada, Red Kit maceralarından anımsayacağınız Son Şans Kasabası tarzı ufacık bir kasabada durduk. Burada olasılıkla sadece bir şerif ofisi, bir de Taco Bell restoranı vardı. Otuz tane falan hard ve soft taco ısmarlayıp, bir torbanın içinde iki koltuğun arasına koyduk. Bütün çölü geçerken hiç durmadan taco yemiştik.

Vegas'da, otelimize geldiğimizde, arabayı park eden vale Meksikalıydı. Herhalde kokudan anladı ki, bize dönüp "Meksika yemeği seviyorsunuz ha?" diye sormuştu :)

İşte Taco Bell ile aramızdaki çarpık ilişkinin bir özeti size :)

Çantaları otele atarken, Taco Bell'in adresini sorduk. Resepsiyondaki yeni arkadaşımız Pablo, "Biliyorum" dedi. "Maquinista'da bir tane var". Maquinista, Makinista diye okunuyor, yani bildiğimiz makinist.

Barselona'nın sanayi semti herhalde dedik, iki metro değiştirdik ve bize söyledikleri durakta indik.

Yeri gelmişken söyleyeyim, yaşlı, sakat ya da çocuklu iseniz gitmeyin Barselonaya. Metroları merdiven dolu. Düz yolda bile üç basamak çıkıp, üç basamak inerek aynı seviyeye geliyorsunuz. Asansör bazen yok, bazen çalışmıyor. Çalışsa da, içinde beş dakikadan fazla kalırsanız, hastalık kaparsınız zaten.

Metro ise sizi sadece bir bölgeden başka bölgeye taşımaya yarıyor, öyle nokta atışı pek mümkün değil. Metrodan inip, gideceğimiz yere istisnalar dışında kırk beş dakikadan daha az hiç yürümedik, siz anlayın.

İlk gördüğümüz amigoya sorduk Taco Bell nirde diye. Anlamadı. Maquinista nerede dedik, hemen tarif etti. Yüz metre ilerde, gasolineradan (benzin istasyonu) sağa dönün, on dakika daha yürüyün, sonra görürsünüz dedi.

Bu "görürsünüz" kısmı biraz kafamı karıştırmıştı. Demek ki Maquinista görülebilecek bir şeydi, yani daha önce kafamda canlandırdığım gibi bir semt adı değidi.

Hayırlısı dedik, koyulduk yola. Benzinciyi bulup, sağa döndük, yürümeye devam ettik, ancak on dakika yürüyüş hedefimizin sonuna doğru yavaş yavaş panik başladı.

Üçümüz de maquinista'nın ne olduğunu bilmiyorduk.

Bir amigo daha bulduk. Böyle durumlarda Jelena'nın enteresan bir huyu vardır. Birini durdurup, öyle "buraya nasıl gidilir" falan gibi bir soru cümlesi kurmaz, cart diye gideceği yerin adını söyleyip, ellerini nasıl gidilir gibilerinden iki yana açar.

Bu Amigoya da aynısını yaptı. "Pardon!" deyip durdurdu, gözlerinin içine bakıp ellerini iki yana açarak "Maquinista?" dedi. Adam eliyle bir yönü işaret etti.

Bu iyi olmuştu. Demek ki bu maquinista her ne ise henüz ona gelmemiştik.

Ben "What is maquinista?" diye bir soru cümlesi kurayım dedim, amigo "Sori, no sipiik ingiliş." dedi ve yürüdü, gitti.

Bir beş dakika daha yürüdük. Yoldan çıkmış, sanki belediye otobüslerinin park yeri gibi büyük bir alana gelmiştik. Hani makinist ismini çağrıştırmıyor da değil. Otobüsün olduğu yerde tamirci de vardır, değil mi?

Bu kez bir amiga bulduk. Jelena yine ellerini açıp "Maquinista?" dedi. Kadın da eliyle bir köşeyi işaret edip, hemen şurada gibisinden parmaklarını şıklattı.

La Maquinista
Köşeyi döndük ve karşımıza koca bir tabela çıktı "La Maquinista". Meğer bizim makinist bir alış-veriş merkezinin adıymış.

Bu alış-veriş merkezinin ikinci katı da neredeyse "Amarika"da food-court dedikleri, bir fast food cenneti. McDonalds, Burger King, vesaire, vesaire, ve hatta Dunkin' Donuts bile var.

Ve tabii ki Taco Bell!

Ancak Taco Bell'de bir enteresanlık göze çarpıyordu. Işıklar kapalı, sandalyeler tersine çevrilmiş, bir hayat belirtisi gözlemleyememiştik.

Yaklaşıp kapıdaki notu okuyunca acı gerçeği anladık. Bütün diğer fast food restoranları açıkken, Taco Bell saat 12:30'a kadar kapalıydı.

Meksika dahil bütün Güney Amerika'da birinden birşey istediğinizde size "mañana", (manyana) yani yarına der. Ertesi gün gittiğinizde de yine mañana cevabını alırsınız... Yani kimse kıçını kaldırıp çalışmaz.

Hattızatında, İspanyollar da çok farklı sayılmazlar. Sabah erken ya da öğleden sonraları sokakta İspanyol göremezsiniz. Hepsi siestasını yani öğlen uykularını icra ederler. Bu yüzden İspanya'da özellikle enternasyonel, bir çok restoranı İngilizler işletir.

İşte bu yüzden Jelena "Niye sadece Taco Bell kapalı?" diye sorduğunda "Siesta ülkesinde mañana aklı ile Meksika restoranı açarlarsa böyle oluyor." dedim.

Mezzy Burger King'de
Hemen yanda Burger King'e girdik.

"Double whopper, cheese, no tomatoes please..."

Bilenleriniz bilir, futbolla neredeyse tamamen alakasız biriyimdir. Sadece haberlerde kulağıma çalındığı kadarını bilir, arada denk gelirse milli maçları yada Türk takımlarının yurt dışı oyunlarını izlerim.

Ancak karmamdan mıdır, nedir, özel bir gayret göstermemiş olsam da anlı şanlı stadyumların birkaçını görmüşlüğüm vardır. Santiago Barnabeu, River Plate, Boka Juniors, Sporting Lisbon, Benfica, Marecana ve adını hatırlamadığım bir iki tane daha stad mesela. Santiago Barnabeu'yu bayağı da bir gezmiştim.

Eh, Barselonaya gelip de Barça'nın anlı şanlı Camp Nou stadını görmemek olmazdı tabii. Üstüne bir de Arda Turan'ı görmek mesela, fazlasıyla mükemmel olurdu.

Ya da Messi.

Gerçi Messi ile bir teşviki mesaimiz olmuştu beş yıl kadar önce.

Cenevrede, bir otelde bir toplantımız vardı
Cenevrede, bir otelde bir toplantımız vardı. Uzun saatlerden sonra biraz temiz hava alayım diye toplantı salonunun kapısını açmıştım ki, kısa boylu, eşofmanlı bir adamı hafifçe teyit geçti kapı. Sorry falan derken, beraber toplantıda olduğumuz bir arkadaş "Anaaa Messi" diye atladı. O öyle deyince bir baktım gerçekten Messi. Yanında Di Maria falan da var.

Portekizle bir friendly maçları varmış Arjantinin ve her nedense Cenevre'yi seçmişler stad olarak. Portekiz takımında da, Messi'nin belalısı Ronaldo var yani. İlginç maç anlayacağınız. Arjantin 2-1 yenmiş diye kalmış aklımda. Neyse...

Düşününce Camp Nou'da Messi ile karşılaşmasak daha iyi olur sonucuna vardım. Eğer beni hatırlarsa, bu hıyar yüzünden az daha sakatlanıyordum diyebilir, ben de durduk yerde mahçup olurum. Kayım biraderim var yanımda, o bakımdan 🥴:)

Sahayı gezerken demirlerin altından resim çektim
Sonunda, ne Ardayla, ne de Messiyle karşılaştık. Barca'lı olarak sadece stadın bekçisi vardı, o da sahayı gezerken demirlerin altından resim çektim diye ters ters baktı bana.

Santiago Barnabeu'da olduğu gibi çok güzel ayarlanmış bir tur çerçevesinde gezdik Camp Nou'yu.

Müzede binlerce kupa tabii. Kim bilir kaç kere La Liga şampiyonu olmuşlar. Elli-altmış kupadan sonra artık insanın içi sıkılıyor, seçici olmaya başlıyorsunuz. Ben de Şampiyonlar Ligi kupalarına baktım bol bol.

Müzenin hatrı sayılır bir bölümü Messi'den nemalanmış. Dört beş altın top, yine dört beş altın ayakkabı kazanmış Lionel abi.

Camp Nou'nun tahmin edeceğiniz üzere en ilginç tarafı müzeden ziyade stadın kendisi.

Sahaya futbolcu ve hakemlerin çıktığı tünel
Oyuncuların soyunma odalarını, duşlarını, maçtan önce dua ettikleri küçük bir chappel'ı, basın toplantılarını yaptıkları salonu tek tek gezebiliyorsunuz. Sahaya futbolcu ve hakemlerin çıktığı tünelden çıkıp, zeminin küçük bir bölümünde ve trübünlerde gezebiliyorsunuz,

Söylemeye bile gerek yok tabii, devasa bir stadyum burası. Anıtsal bir yapı, çağımızın kolezyumu. Oğuz Aral bir Utanmaz Adam macerasında anlatmıştı, Frankonun futbol sayesinde nasıl İspanyol halkını mutlu tuttuğunu. Camp Nou'yu görünce bu tutkunun boyutunu anlıyor insan.

Hakkıyla gezmek en az bir, normal bir gezi ise yarım gün alıyor.

Ardayı göremesek de, stadyumu müzeye bağlayan tünelde bir resmini bulup, yanında bir fotoğraf çektim.

Barcelonaya gelip de Gaudi ismini duymamak imkansızdır arkadaşlar.

Gaudi, Katalon bir mimar ve Barselonanın neredeyse yarısını inşa etmiş. En bilinen eseri ise Sagrada Familia isimli kilise. Sagrada Familia, Sacred Family yani Kutsanmış Ailenin kilisesi demek.

Sagrada Familia
Biz de rotamızı Sagrada Familia kilisesine çevirdik tabii.

Ancak bilinenin aksine, bu kilisenin inşasına başlayan da bitiren de Gaudi değil. Gaudi, proje başladıktan sonra işi ele alıp planları adam etmeye çalışmış, ve öldüğünde ancak inşaatın dörtte biri tamamlanmış.

Hoş, bu gün hala tamamlanmış değil, hatta, tamamlanmamış bölümünün de tadilatı başladığı için, kulelerinin üzeri örtülü, hemen yanında bütün manzaranın içine eden vinçlerle dolu, çirkin bir şantiye görünümünde. Yirmi sene önce çok daha iyi durumdaydı, hatta bir kuleye merdivenlerle, çıkmış, Mükemmel bir Barselona manzarasının tadını çıkarmıştım.

Yine de bu kilise dünyanın en çok ziyaret edilen yerlerinden biri. Barcelonaya gelmişken görmemek olmaz.

Gün uzadıkça uzuyordu. Sabahın üçünden beri ayaktaydık ve artık yavaş yavaş enerjimiz bitiyordu.

Akşam yemeği için yolumuzun üzerinde tapa yapan tipik bir İspanyol barına girdik. Ancak içerisi bir felaketti. Kapıda bir amigo, olasılıkla içinde tütünden başka şeylerin de olduğu sigarasını içiyordu. Bir masa bulup oturduk. Kolumu masaya koyduğumda geri kaldıramadım, çünkü kolum masaya yapışmıştı.

Kalktık, başka bir restoran aramaya koyulduk. Birkaç denemeden sonra, menüsünde chateaubriand'dan döner kebaba kadar her yemek bulunan bir restoran bulduk. Sahipleri Hindistan, Pakistan ya da Afganistandanlardı, ki bu Barcelona için sürpriz değil. Barselonada, dünyanın bu bölgesinden birçok göçmen var.

Garsona menüden siparişimizi verirken şu nasıl, bu nasıl diye sorduk ama menünün yarısının nasıl telaffuz edildiğini bile bilmiyordu, o yüzden çok fazla derinlere dalmadık ve birer parça biftek sipariş verdik. Jelena biraz risk alıp, hint usulü bir salata bile istedi :) Yine İspanya ve İtalyaya özgü, hemen her restoranda bulabileceğiniz bir şişe house wine, yani ev yapımı şarapla yemeği tamamladık.

Ertesi günün ilk hedefi Guell (Guey) parkıydı. Bu parkı kimin yaptığını söylesem inanmazsınız.

Gaudi!

Zaten Barselona'ya geldiğinizden itibaren kısmetiniz bağlanmış demektir arkadaşlar. Gaudi'nin kilisesi, Gaudi'nin evi, Gaudi'nin parkı, Gaudi'nin tapınağı, Gaudi'nin kıçı, her şey, her yer Gaudi. Yaşasaydı Barca'da da futbol oynarmış herhalde.

Jelena vagonlarla "MELISSA" yazıyor
Neyse. Guell parkını önceki gelişimde gezmiştim, cidden güzel yer. Ancak Kophenag'daki küçük denizkızı gibi ünlü, renkli bir kertenkele heykeli var ki, onunla hayatımın sayılı hayal kırıklıklarından, daha da doğru bir deyişle sinir bozukluklarından birini yaşamıştım.

Herkesin yere göğe koyamadığı o kertenkele, ufacıcık, sıradan bir heykel. Antalya'da, turistik otellerin girişlerinde ondan güzel heykeller var :)

Yine de gittik Gueıll Park'a. Çok büyük bir alan. Yine yirmi sene öncesinin aksine parkı serbest ve anıtsal olarak iki bölüme ayırmışlar. Bu kertenkelenin de bulunduğu anıtsal bölüm için dört saat sonrasına zaman verdiler, böylece, hem Jelena, hem de ben kulunuz bu "etkileyici" sanat eserini bir kez daha görmekten mahrum olduk. Kayım biraderim Milan ise hayatının sonuna kadar bu acıyı yaşayacak, ne yazık ki :)

Parkın serbest kısmı ise, bu kez şaka yapmıyorum, gerçekten görmeye değer. Arklarıyla, sütunlarıyla, bitki örtüsüyle cennetten bir köşe.

Melissa'ya kırmızı bir sombrero aldık
Parkın girişinde Melissa'ya kırmızı bir sombrero aldık, parkın içinde de her vagonunun isminden bir harf taşıdığı ahşap bir oyuncak tren. Vagon başına para verdiğimiz için içimizden canım kızımın adını keşke "Melissa" yerine "Mia" falan koysaydık diye geçti :)

Barcelona'ya gidip de görmesen olmaz yerlerden biri La Rambla arkadaşlar. Hernedense İspanyol arkadaşlar buraya Ramblas diyorlar ama resmi literatürde adı La Rambla. Paris için Champs-Elyesses ya da İstanbul için İstiklal caddesi ne ise Barcelona için de Ramblas o. Ha, bir de dünyada en çok yankesiciliğin yapıldığı cadde. Yerlileri hemen turistlerden ayırmak mümkün, çünkü durumu bildiklerinden çantalarına, telefonlarına sarılarak yürüyorlar. Hattızatında yirmi sene önce ben de bu caddenin başında soyulmuştum.

Ama yine de güzel, çok cazibeli, hem lüks, hem de bohem bir yer.

Ramblas
Milan Barcelonada bulunan bi gurup arkadaşını görmeye gittiği için, biz çekirdek aile kalmıştık. Önce Starbucks'da bir kahve içtik, sonra da Ramblas boyunca, Barcelona limanına doğru yürüdük.

Limana gelmeden kaldırım üzerinde bir sokak cafesinde birşeyler içmek için durduk. Ben geleneksel house wine siparişini verdim, Jelena da çok sevdiği sangriasını istedi. Sangria bir litrelik, kova boyutlarında bir "bardak" içerisinde geldi. Anlaşılan, bir bardak şaraptan daha. Uzun kalacaktık bu cafede.

Önümüzde iki sokak ressamından biri karşısında oturan müşterisinin karikatürünü çiziyor, diğeri de ilham kaynağı olan şişesini yudumlarken kafasından bir manzara resmi yapıyordu. Gitarı ile başka bir sokak çalgıcısı La Bamba ile Guantanamera füzyonu bir şarkı çalıyor, biz içkimizi yudumlarken, gençler, yaşlılar önümüzde sanki bizim için bir geçit töreni icra ediyorlardı.

Çok severim böyle yerleri anasını satayım
Çok severim böyle yerleri anasını satayım, yazarken bile melodramatik oldum. Pariste vardır Monmartre diye bir yer, bu kutsal kalp kilisesinin hemen dibinde. Orası da bu anlattığım sahneye dekor olabilir. Konuyu fazla dağıtmayalım, yolunuz düşerse ikisini de görün, ha tabii ki Ramblas'da cüzdanlara dikkat :)

Güneş battı, batacak, kendimizi limanda bulduk. Yazının başından beri Barselonaya bok atıyorum, bu kez hakkını vereyim. Deniz kıyısı şeker gibi kilometrelerce uzunlukta, her tarafı ayrı bir güzel bölge. Eski limanın en kayda değer noktası ise koca bir sütunun üzerine dikilmiş Kristof Kolomb heykeli.

Bu Kristof Kolomb'a herkes sahip çıkıyor. İtalyanlar, İspanyollar, Portekizliler, sağdan sayın güney Avrupa ülkelerini. Her gittiğim yerde bir Kolomb gördüğüm için artık bem de nerede ne yapmış karıştırıyor olabilirim. İtalya'da, Cenova kentinde doğmuş, Sevilya'da ünlü yolculuğuna başlamış. Barselona'da ne girmiş, çıkmış derseniz, İspanya kraliçesi İzabela, Kolomb'a burada denize açılması için para vermiş. Civilization oynadıysanız bilirsiniz İzabela'yı. Nalet bir hatundur. Zart zurt saldırır, küser, taciz eder sizi.

Mezzy Ramblas'da Bohem oldu
Kolomb, burada size arkasını dönmüş, denize doğru bakar. Aklı denizlerde yani, o zamanın ruhunu yansıtıyor. Hemen yanında ise eski liman binası ve sahil boyunca olasılıkla eskiden pazar yeri, depo, meyhane falan olup da bugün müze, cafe, vesaireye dönüşen tarihi binaları görüyorsunuz. Sahil boyunca, bir Rus korvetinin replikası dahil farklı farklı tekneler, heykeller, parklar, büyük bir akvaryum, olimpik liman gibi birçok ilginç ve görmeye değer atraksiyonlar var.

Biz de karımla ve kızımla mükemmel bir günbatımı geçirdik bu herşeyiyle keşifler çağından kalma bölgede. Hala biraz daha ışık kalmışken Ramblas'ı kuzeye doğru geçip Katalunya meydanına ve Milanla buluşacağımız Hard Rock Cafe'ye ulaştık. Akşam yemeği ve biraz dinlenmek iyi gelmişti. Hemen yanımızda Türkiyeden gelen bir aile oturuyordu, kızları Mezzy'le oynadı, biz de tatlı bir sohbet ettik.

Sahil boyunca olimpiyat köyüne yürüdük
Ertesi gün yine sahil boyunca olimpiyat köyüne yürüdük. Bu sahil hattı geniş ve uzun bir yaya yolu ile tam gezmelik. Barselona'daki son günümüzde hava biraz kasvetliydi. Kara bulutlar, biraz rüzgar ve kabarmış bir deniz.

İşte tam bu dekorun üstüne sahile doğru yürüyen üç tane Budist rahip gördük. Tamam dedim içimden, gezimizin flaş fotoğrafları buradan çıkacak, ayin yapacak bunlar.

Öyle ciddi bir teleobjektif yok yanımda, mecburen kumsala çıkıp bunların arkasından koşmaya başladım. Asya gezimizden biliyorum, fotoğraf çekenlerle hiç problemleri yoktur bu iyi insanların.

Denize ulaştıklarında biri uzun pelerinini havaya kaldırdı, pelerin rüzgarda bayrak gibi dalgalanıyor, arkasında dalgalar, kara bulutlar falan, olay tam senik, sizin anlayacağınız.

Ben tütsüler, diz çökmeler, dualar falan beklerken...
Ben tütsüler, diz çökmeler, dualar falan beklerken, rahiplerden biri cep telefonunu çıkarıp cart diye bir selfie çekti. Sonrasında hepsi sırayla poz verip resimlerini çektiler.

Demek teknoloji bu mütevazi insanları bile bulmuştu. Benim fotoğrafik ayinim başka bir bahara kaldı tabii.

Barselona akvaryumunu ziyaretle noktaladık gezimizi. Yolunuz düşerse görün. Bir Lizbon kadar canlı çeşidi yok ama çok derli toplu ve temiz. Canım kızım ilk defa köpek balıklarını, ahtapotları falan gördü. İşin aslı, ilk defa bir balığı burada gördü Mezzycik. Hiç korkmadı benim güzel kızım, balıklara bakıp gülüyor, ellerini uzatıp onları tutmaya çalışıyordu. Cam tünelin içinden geçerken, testere gibi dişleriyle ağzını açmış üzerimize gelen koca bir köpekbalığını bile sevmeye kalktı.

Barselona akvaryumunu ziyaretle noktaladık gezimizi
Mezzy'i beklerken Jelenayla bebekle gezmek nasıl olacak diye konuşuyorduk. Artık tempoyu düşürürüz, az gezer, çocuğu yormamaya çalışırız falan diyorduk.

Melissa düşündüğümüzün tersine bize hiç problemsiz ayak uydurdu. Uykusu geldiğinde nerde olursa olsun uyudu, uçak, gemi, metro, tren, otobüs demeden bizle gezdi sevgili kızım.

Ancak Melissa ile gezmek şimdiye kadar çok fazla karşılaşmadığımız bir fenomeni getirdi hayatımıza.

Sosyalizasyon.

Yani tanımadığımız insanlarla sohbet. Eskiden Jelenayla gezerken kafamızı eğdik mi kimse bizle konuşmaz, gençleri yalnız bırakalım mantığıyla çok sosyalleşmezdi.

Ancak bu Melissa ile temelden değişti. Yeni durum eskisinden çok daha iyi tabii ama alışmamız, özellikle benim alışmam, biraz zaman aldı.

Herkesin kızı gibi benim kızım da gözümde dünyanın en güzel, en tatlı kızıdır tabii. O yüzden insanların onla yada unun aracılığı ile bizle konuşmaları sürpriz deği diyeceğim, ancak bu olayı tam tarif etmiyor.

Mezzy, güzelliği, tatlılığı bir kenara, gerçekten sosyal bir bebek.

Bu yaşında olur mu demeyin, gerçekten de oturduğu yerden iki masa ötesiyle bakışan, gülen, diğerlerinin hareketlerine karşılık veren, onlarla konuşan bir karekteri var sevgili kızımın. Üstüne babasının da ben olduğunu düşünürseniz, bu aşırı sosyalliği anlamak daha da güçleşiyor. Anasına çekmiş demek ki :)

Nou Camp'da Jelena, bir cafe'de, Milan ve beni beklerken iki kız İngilizce yanınıza oturabilirmiyiz diye sormuş. O da tabii demiş.

Nou Camp'da bir cafe'de...
Üç beş dakika sonra kızlar başlamış, fıstık, yerim seni falan demeye, Mezzy de tabii ki tam gaz flört halinde bunlarla.

Jelena, benden şerbetli, fıstık, yerim falan laflarını duyunca Türk müsünüz diye sormuş. Eh onlar da hayır, İskandinavyalıyız dememişler tabii.

Sohbet başlamış, Melissa başrolde tabii. Jelena kızım da Türk demiş. Hadi canım demişler. Jelena, valla billa Türk, hatta adı da Nezahat, hattızatında ben de Türk vatandaşıyım demiş ama, nafile diye anlattı bize sonra. İnanmamışlar.

Biz Milan'la Jelena sıkılır tek başına deyip biraz hızlı gezdik stadı. Cafeye geldiğimizde, ne Jelena, ne Melissa sıkılmışa benziyorlardı. Kapının girişinde bir masada oturmuşlar, Mezzy her kapıdan gelene sataşıyor, kahvesini bitirip giden herkes ona baybay diyor, garson kız her geçtiğinde şaap diye onu öpüyordu falan.

Metrolarda, otobüslerde, yollarda Melissa geçenleri tavlıyor, onlar da gelip onu seviyor, bizle konuşuyordu. Restoranlarda garson kızlar arkadaşlarını çağırıyor, Mezzy'le sohbet ediyorlardı. Mağazalarda Mezzy yüzenden indirim bile yaptılar :)

İşte böyle canım kızımın hayatımıza getirdiği başka bir neşe.

Sağlıcakla kalın.

20 Nisan 2016 Çarşamba

Dünyanın Sonunun Geldiğini Nasıl Anlarsınız?

Dünyanın sonunun geldiğini nasıl anlarsınız, biliyor musunuz arkadaşlar?

Bir Türk dükkanında başka milletten birini çalıştırdığı zaman.

Bugün Lozanın göbeğinde, bir Türk restoranında çalışan iki kişiyle biraz sohbet ettim.

Biri Afgan, diğeri Suriyeli.

İçim sızladı. Afgana nasıl sizin memleket diye sordum. Gözleri doldu. Dünyanın en güzel ülkesi dedi.

Sonra da devam etti.

Burada bir çocuğun başı ağrısa helikopter geliyor. Daha dün bir teknede dört yüz Afgan öldü. Böcek gibi.

Dedi.

İşte bizim oralar böyle diye cevapladı sorumu.

İçim cız etti.

Birinin ülkesini sözde dindarlar, diğerinin ülkesini de bir diktatör mahvetmiş.

Hayatları beş para etmiyor - bunu içim kan ağlayarak söylüyorum. Kendi değimiyle böcek gibi ölüyorlar. Ülkelerine gidemiyor, sevdikleriyle bir arada olamıyorlar. Afgan işçinin Türkiye, Sırbistan, Macaristan vesaire üzerinden bir hikayesi var ki yüreğiniz acır duysanız.

Lan Hülooooğğğğlar, aklınızı başınıza alın. Buradan başka ülkeniz yok. Anlamadığınız, ucunu görmediğiniz bir din sömürüsünün peşine takılıp yakmayın kendinizi de, ülkenizi de.

Ve eyyyyy teneke aydınlar. Bırakın işin havasını, hem kendi kıçınızı, hem de ülkenizinkini kurtarmak için viyaklamak dışında faydalı birşeyler yapın.

Yarın nasılsa bugün gibi olur demeyin.

Çayınızı içip işenize gittiğiniz bir gün ile, evlerinizin yıkılıp harabeye döndüğü, mevkiniz, öğretiminiz ne olursa olsun, açlıktan, çaresizlikten dilendiğiniz, diğer insanların sizi böcek gibi gördüğü bir gün arasındaki uzaklık zannettiğinizden çok daha kısa.

18 Nisan 2016 Pazartesi

Yassah!

Bir sorunu çözmeye çalışmanın en ahmakça yolu, o soruna yol açan olguyu yasaklamaktır.

İki kere altında çalışanı telefonla konuşurken mi gördün, telefonu yasakla. Yemekten sonra miden mi ağrıdı, yemeği yasakla. Bir doğum günü kutlamasında, biri ahlaksız bir eylem mi yaptı, doğum günü kutlamasını yasakla. Biri denizde mi boğuldu, yüzmeyi yasakla.

Rahmetli Zeki Alasya ve Metin Akpınar koca bir kabare yazdılar bu konu üzerine. Evrensel bir oyundur Yasaklar. Şimdi de, yüz sene sonra da geçerliliğini koruyacaktır. Ahmakların nüfusa oranının azalacağına inanmamız için hiçbir neden yok ortada.

Beyin eksikliğinden muzdarip karar vermeye yetkili ahmaklar sorunun kaynağına inip onu çözmeden, böyle aptalca yasaklarla tedbir aldıklarını, istemedikleri olayları engellediklerini zannederler.

Amerikada bir ara içki yasaktı. En çok içki o zaman içilmiş, üstüne mafya adlı koca bir suç örgütü büyüyüp neredeyse küresel bir güç olmuştu. Aynı şey bugün uyuşturucuda da oluyor. Pekaka dan Talibana, bütün terör örgütleri mali kaynaklarını uyuşturucudan sağlıyor.

Burada potansiyel viyaklamaları önlemek için, beyaz üstüne siyahla bir kez daha tekrarlayayım. Uyuşturucuyu, alkolü vesaire savunmuyorum, onların zararlı olmadığını söylemiyorum. Sadece yasaklamayla sorunun çözülmeyeceğini anlatmaya çalışıyorum.

AKP hükümeti yakın zamanda mutlu, ileri ve müreffeh ülkemizde buna en güzel örnektir. Sığ anlayışları ve tecrübesizlikleriyle tivitırı, yutubu, mivitırı yasaklayıp akıllarınca sosyal medyadan kaynaklı baskıyı engellemeyi hayal ettiler. Yine ona yayın yasağı, buna gizlilik yasağı koyup aptalca insanları kontrol etmeye çalışıyorlar.

Özgecan'ın ölmüş katilini yeniden asıp kesmekten sıkılan teneke aydınlar, şimdi de Facebook'da Avataria oyununa taktılar. Ben ne gördüm, ne oynadım, ama oradaki rezilliklerin gerçek olduğuna tüm kalbimle inanıyorum.

Teneke aydınlarımız tabii ki böyle bir viyaklama fırsatını kaçırmadı. Hepsi doğuştan herşeyi bilmeleri ve bilmeselerde ölümcül, şeytani zekalarıyla şıp diye anlamaları sayesinde olayı hemen çözdüler.

Erişim engellensin!

Çocukların Facebook'da ne işi var, yasaklansın.

Çocuklar İnternete girmesin.

Bu kadar zeka yoksunu ile aynı havayı solumak zorunda olmamı hayli aşağılayıcı buluyorum.

Bu boş tenekelerin hayallerinde bile çocuklarına İnternete girmeyi yasaklayabileceklerine inanması toplumsal bir sorun. Sen yasakla, ertesi gün senin gözünün içine baka baka Facebook'a da girer, porno da seyreder (hem de history den senin ziyaret ettiğin siteleri bulup arama zahmetine de katlanmazlar), sen hala ne iyi ettim de yasakladım, İnternet artık çocuğumu kirletemeyecek diye avunursun.

Sen çocuğuna doğruyu yanlıştan ayırmayı öğret, gerisinden korkma. İnternet dünyanın en önemli bilgi kaynağı. Dünya İnternet sayesinde gelişecek. Çocuğunun elinden bu kaynağı salakça bir nedenle almak yerine vaktini ayır, doğru düzgün iyiyi, kötüyü, faydalıyı, faydasızı anlat ona.

Sen yasaklasan da, yasaklamasan da çocuğun İnternete de girecek, Facebook'da da chat edecek.

Aşağıya hiç aramadan karşıma çıkan bir iki viyaklamayı koyuyorum.

Tanrı hepimizi bu boş tenekelerden korusun.


14 Nisan 2016 Perşembe

Ben Muhafazakarım!

Ben muhafazakarım, karım çalışmasın, evde otursun.

Ben muhafazakarım, kızım okumasın, evde otursun.

Ben muhafazakarım. Devlet öğretmen yetiştireceğine imam yetiştirsin.

Ben muhafazakarım, kimse benim karıma, kızıma bakmasın ama ben yolda gördüğüm her kadını, kızı taciz edeyim.

Ben muhafazakarım. Hiç çalışmayayım, devlet bana versin.

Ben muhafazakarım, ülkem her ülkeden ileri olsun.

Ben muhafazakarım, ülkem her ülkeden kuvvetli olsun, lafım geçsin.

Ben muhafazakarım, ülkem refah içinde yaşasın.

.
.
.

De get la....

31 Mart 2016 Perşembe

Oğlancılık

Herkes öyle bir havaya girdi ki, sanki ilk defa oğlan çocuklarına tecavüz ediyorlar.

Osmanlı tarihidir bu oğlancılık işi.

Lafım gay'lere değil ha, doğru anlaşılsın. Bir erkek midesi kaldırıyorsa, rızasıyla başka bir erkekle ne yaparsa yapsın, umurumda değil - ha, bir de bana çok yaklaşmasın tabi.

Lafım, ufacık çocuklara zorla sarkan şerefsizlere...

Yine herkes İslama kaydırıyor bu işi. O da yanlış bana sorarsanız.

Katolik kilisesinin en büyük sorunudur bu, papazların oğlanlara sarkması.

Çünkü sorun İslam, İsevilik falan değil, muhafazakarlıktır.

Katolik papazlar evlenemez. Seks, meks günahtır.

Bizde de çocuk kazık kadar adam olur, hala seks yok.

Açlık kadar güçlü ve temel bir duygu işte bu seks.

Sonra ne yapsın, kimi koyunlara, keçilere, kimi de oğlan çocuklarına.

Muhafazakarlık illetinin yasakladığı bu işler, hadi adını koyalım, heteroseksüel ilişkisizlik yüzünden akıl sağlığını kaybeder insanlar.

Sağlıklı düşünemez, ilmi, bilmi, sanatı bırakır, aklında bir tek karı kalır benim kavruk muhafazakarımın.

Kadını da aynı. Türk kadını genelde kibirlidir, sinirlidir, temizlik hastasıdır, kaprislidir. Hep bu muhafazakarlık yüzünden bana sorarsanız.

Çok genelleme yapmış olmayayım ama insan da insan işte.

Seks günah, kadını kapa, evlenmeyi yasakla, işte böyle manyaklar yaratırsınız.

İ.lik, oğlancılık, ensest, çocuk evlilikleri, akraba evlilikleri falan hep muhafazakar topluluklarda yaygındır.

Başladığımız yere dönersek, aaa, çocuklara tecavüz etmişler diye şaşırmayın.

Hep ediyorlardı.

Sadece bugün tivitır, mivitır var da oradan duyuyoruz, yoksa...

22 Mart 2016 Salı

Bedlam in Belgium!

Belçika hükümeti hemen medyaya yayın yasağı koydu. Tivitırı kapadı. Hükümet saldırıyı şiddetle kınadı, suçluların derhal adalete teslim edileceğini söyledi.

Muhafazakar Belçikalılar Ya Jesus, Ya Maria, God is King diye bağırarak ellerinde sopalarla yakaladıkları müslümanları dövmeye başladılar.

İsminin açıklanmasını istemeyen bir hükümet yetkilisi, olayların Belçikanın büyümesini kıskanan Hollandanın işi olduğunu söyledi.

Belçikalı aydınlar olayı derhal ABD'nin emperyalist politikalarına bağladılar. Halkların özgürlüğü için emperyalist güçlerin ellerini Belçikanın emekçilerinin üzerinden çekmesi gerektiğini, sol ellerini kaldırarak protesto ettiler.

Bir başka gurup, pekaka türkiyeyi bölecek diye gösteri yaptı. Sonradan bunların Belçikada tatil yaptıklarını unutup kendilerini olaya kaptıran türk aydınları olduğu ortaya çıktı. Bu gurup, Belçikada oldukları hatırlatılsa da viyaklamaya devam etti.

Belçika cumhurbaşkanı, terör yüzünden asıl konunun dağılmasına sinirlenip, derhal başkanlık tartışılmasına geri dönülmesini istedi.

Eyyy Avrupa, benim başkanlığıma engel olamayacaksın diye bir beyanat verdi.

Başbakan, hemen bir açıklama yapıp, suçlunun Belçika çikolatalarını kıskanan İsviçre hükümetinin finanse ettiği, radikal bir gurup olduğunu, intahar bombacısının kendisini patlattıktan sonra derhal kıskıvrak yakalandığını söyledi.

Daha sonra İsviçrellilerin olayla ilgisi olmadığı anlaşıldı. Başbakan hemen konuyu değiştirip, Belçikanın tez zamanda komşu Hollandadaki Emevi katedralinde ayin yapacağını buyurdu.

Hükümetin bedava patates kızartması dağıttığı Belçika halkı, yine hükümetin dağıttığı haçlarını öpüp, mutlu biçimde hayatlarına devam etti.

13 Şubat 2016 Cumartesi

Yerçekimi Dalgaları

Sevgili arkadaşlar, son iki gündür bilim dünyası ayakta, herkes işi gücü bırakmış, büyük bir heyecanla aynı şeyi konuşmakta.

Konu yerçekimi dalgaları.

Yerçekimi dalgaları sonunda gözlenebildi.

Dünyanın bildiğimiz kadarıyla en zeki insanı Albert Einstein'ın (Aynştayn) yüz yıl önceki öngörüsünün gerçek olduğunu anlamış olduk ve bir kere daha bu dahinin önünde şapkamızı çıkarıp onu selamladık.

Size dilimin döndüğünce neyi selamladık, niye selamladık, anlatayım istedim arkadaşlar.

Bilim insanları on küsür bin yıldır etraflarında gözlemledikleri olayları açıklamaya çalışmaktadırlar. Günümüzde teorik fizik diye kısaltabileceğimiz bu herşeyi açıklama fenomeni aslında gelmiş geçmiş en bilimsel sallama işidir.

Teorik fizikçiler, aynı boğaza karşı ellerinde pipo ve viskileri ile oturdukları yerden memleketi kurtaran aydınlarımız misali, dünya yuvarlaktır çünkü..., kutuplar soğuktur çünkü... diye ahkam kesen bilim insanlarıdır.

Teorik fizikçilerin başarılarının ölçütü, çoğunlukla kehanetlerinin sonradan yapılan gözlemlerle ters "düşmemesi", yani yanlışlıklarının ispatlanmamasıdır. Yoksa söyledikleri zaten o anki gözlemlerle uyuşmaktadır.

Empedocles (Empedoklis) isimli, zamanında filozof denilse de, bu günkü tanımıyla tam bir teorik fizikçi olan Yunanlı bilim adamı, milattan önce 400 yıllarında, gözlenebilen evrendeki herşey su, hava, toprak ve ateşten oluşmuştur diye sallamıştı. Aristotales (Aristo) bu dört temel elemente bir de Aether'ı (Eter, Güneş, Ay ve yıldızlar gibi o zaman ulvi sayılan cisimleri oluşturan madde) eklemiş, kendi çapında bir varoluş teorisi oluşturmuştu.

Şu an bize komik gelse de, bu teori zamanının gözlemlerine aykırı değildi ve iyi kötü etrafta olan biteni açıklayabiliyordu.

Sonrasında su, hava ve toprağın farklı elementlerden oluşmuş maddeler, ateşin de kimyasal bir fenomen olduğu anlaşıldı ve bu teori tamamen çöpe gitti.

Gelişen gözlem yöntemleri ve ilerleyen matematik sayesinde teorik fizikçiler, maddelerin temel elementler yani atomlardan oluştuğunu salladı.

Bu teoriye göre bir elementi sonsuza kadar ikiye ayırdığınızda, her iki parça da aynı özellikleri taşıyan, aynı element olacaktı.

Bu teori gözlemlere ters düşmüyor ve kendi çapında olan biteni açıklayabiliyordu. Ancak sonunda bir teoriydi, çünkü kimse gözleriyle bir atomu görmemiş, sonsuza kadar bir maddeyi ikiyle ayırmamıştı.

Sonra atomların da, elektron, proton ve nötron gibi daha küçük parçacıklardan oluştuğu ortaya çıktı ve bu teori de çöpe gitti.

Atomik teori, yani nötron, proton ve elektronları temel parçacık sayan teori de proton ve nötronların quark isimli daha küçük parçacıklardan oluştuğu ortaya çıkınca çöpe gitti.

İşte böyle. Teorik fizik ve fizikçilerin kaderlerini özetlersek, birileri doğal bir fenomeni açıklamak için bilimin o anki gerçeklerine ters düşmeyen bir önermeyi ortaya atıyor, zamanla bilim ilerleyip, gözlemlerin hassaslığı arttıkça bu teorinin yanlışlığı ortaya çıkıyor ve yeni gözlemler ışığında başka bir teorik fizikçi yeni bir teori ortaya atıp sallamaya devam ediyor.

Einstein işte burada fark yaratıyor.

Adam ne salladıysa doğru çıkıyor. Şimdiye kadar daha yanılmadı. Kendisinin bile yanlış zannedip, hayatımın en büyük aptallığı dediği teorisi bile bugün kara enerji adıyla doğrulanmaya başladı.

İşte bu yerçekimi dalgaları da Einstein'ın ciddi sonuçları olan bir önermesi.

Ciddi sonuçlarını anlatmadan önce bu dalgaların ne olduğuna bir bakalım.

Kütlesi, yani maddesi olan herşey birbirini çeker. Buna yerçekimi diyoruz. Bu evrenimizin a-be-cesi gibi açık, bilinen bir olgu.

Yerçekiminin bilinmeyen tarafı ise bu çekimin nasıl gerçekleştiği.

Kuantumvari bir teoriye göre yerçekimi bir güçtür ve diğer temel güçler gibi onu taşıyan bir parçacık sayesinde iletilir.

Örneğin elektronları atomun çekirdeği etrafımda döndüren, ışığı oluşturan, kimyanın temeli ve günlük hayatımızın en önemli parçası elektro-manyetik güç foton isimli parçacıkların değişimiyle taşınır.

Benzeri biçimde yerçekimini bir güç olarak kabul eden teori, bu gücün graviton isimli parçacıklarla taşındığını varsayar. Söylemeye bile gerek yok, kimse henüz bir graviton falan görmüş değildir. Bu sadece aksi ispatlanmamış bir teorik fizik sallamasıdır.

Einstein ise yerçekiminin bir güç değil, maddesi olan cisimlerin etrafını eğip bükmesinin bir sonucu olduğunu ileri sürmüştür.

Bu noktayı tam anlamak için biraz hayal gücünüzü zorlamanız gerekecek.

Kafanızda, bir yatak çarşafını alın ve onu her tarafından gererek yerden yarım metre yükseklikte, bir odanın duvarlarına çivileyin.

Tramboline benzer bir şey çıktı ortaya değil mi?

Bu hayali dekorda, çarşaf dümdüz, pürüzsüz, gergin bir yüzey oluşturur.

Bir pinpon topunu bu gergin çarşaf üzerinde yuvarlarsak dümdüz gidecektir.

Şimdi bu çarşafın tam ortasına ağır, metal bir gülle koyalım.

Çarşaf istediği kadar gergin olsun, güllenin ağırlığı onu aşağı doğru bükecek, güllenin etrafında giderek keskinleşen ve derinleşen bir çukur oluşturacaktır. Çarşaf yırtılmasa da artık düz değil, güllenin bulunduğu merkeze yaklaştıkça daha fazla eğilmiş, bükülmüş bir haldedir.

Tam bu anda çarşaf düzken yuvarladığımız pinpon topunu yeniden yuvarlarsak, top gülleye yaklaştıkça düz gitmek yerine güllenin etrafında yolunu değiştirip dönme eğilimi gösterecektir. Başka bir değişle gülleye yaklaşmaya başlayacaktır.

Einstein genel görecelilik, yani rölativite teorisinde yerçekimini böyle tanımlar. Kaba bir benzetmeyle gülleyi güneş, pinpon topunu da dünya olarak kabul edebiliriz. Güneş çarşafı büktüğü için dünya düz gitmek yerine güneşin etrafında dönmektedir. Bunu da biz yerçekimi olarak algılamaktayız.

Burada tüm dikkatimle şimdiye kadar kaçınmayı başardığım bir soruya artık cevap vermek zorundayım.

Gülle güneş, pinpon topu dünyaysa çarşaf ne?

İşte çarşaf evreni oluşturan uzay.

Tabii ki bir madde değil, ancak bir boyut, hatta üç boyut, işin gerçeği uzunluk, genişlik ve yüksekliğe zamanı da eklersek dört boyut.

İşte madde bu dört boyutu da bükerek yerçekimini oluşturuyor. Uzunluk, genişlik ve yükseklik, maddesi olan gülle gibi bir cisime yaklaştıkça uzuyor, zaman da daha ağır geçmeye başlıyor, yani bir nevi zaman da bükülüyor.

İşin burasına çok takılmayın. Gülle/çarşaf deneyimde iki boyutlu çarşafın bükülmesini üç boyutta düşünmeye alışmış beynimizle çok rahat anladık. Dört boyutlu uzay-zamanın bükülmesini anlamak için ise beş boyutta düşünmeye alışmış bir beyine ya da Einstein olmaya ihtiyacımız var :).

Şimdi hayali çarşaf deneyimizde, güllenin, çarşafın ortasında küçük bir daire çizerek hareket ettiğini varsayalım.

Çarşafın bükülmesi güllenin hareketiyle değişecektir. Gülle hareket ettikçe, çarşafın güllenin altında kalan en derin noktasının yeri gülleyle birlikte değişecek, çarşafın üstünde deyimi uygunsa dalgalar oluşacaktır.

Ahan size yerçekimi dalgaları.

Evrende, güllenin temsil ettiği yüksek maddeli yani göreceli olarak ağır cisimler olan nötron yıldızları, kara delikler falan hareket ettikçe, uzay-zamanda çarşafın üzerinde olduğu gibi yerçekimi dalgaları oluştururlar. Eğer bu cisimler birbiri etrafında dönüyorlarsa yerçekimi dalgaları gözlemlenebilecek kadar yoğun olurlar.

İşte iki gün önce tespit edilen de birkaç milyon yıl önce birbirlerinin etrafında dönüp sonrasında çarpışan iki kara deliğin ortaya çıkardığı yerçekimi dalgaları. Aradan geçen birkaç milyon yılın nedeni ise yerçekimi dalgalarının bile en çok ışık hızında hareket edebilmeleri. Galaksiler arasındaki mesafeyi anca kat edip bize ulaşabilmişler. Evrende bildiğimiz hiç birşey ışıktan hızlı gidemiyor arkadaşlar...

Olayın özüne dönersek, yerçekimi dalgalarının gözlemlenmesinin önemi sadece ve sadece yerçekiminin Einstein'ın dediği gibi maddenin uzayı bükmesi lehine önemli bir kanıt olması, yoksa bu dalgaların kendilerinin fazlaca bir önemi yok.

Einstein'ın haklı çıkmasının nasıl bir sonucu var derseniz, burası önemli işte.

Eğer uzay bükülebiliyorsa, örneğin uzaktaki yıldızlara ulaşmak için ışık hızının empoze ettiği limiti aşabiliriz. Işık hızından yavaş yolculuk etsek de aradaki uzayı bükerek mesafeyi kısaltabilir, kısa zamanda büyük mesafeleri kat edebiliriz. Böylece Einstein-Rosen köprülerinin gerçekliğini kanıtlar, Einstein'ı da bir kez daha haklı çıkarmış oluruz :) Ama bunu da başka bir yazıya bırakalım.

Yerçekimi dalgalarının gözlemlenmesi ile Einstein'ın uzayı bükme teorisinin kanıtlanmasının başka bir sonucu ise anlı şanlı kuantum teorisinin bir gol daha yemesidir.

Kuantum teorisi umut vadeden, çok önemli ve ciddi bir teoridir arkadaşlar ama bazılarının düşündüğü gibi tanrıların bize bir hediyesi değil işte. Herşeyi parçacıklarla açıklamak yerine genel rölativite gibi teorilere de şans tanımak gerekiyor.

Burada eminim, birileri gravitonlarla nasıl yerçekimi dalgalarının oluşabileceğini açıklamaya çalışacaktır, aynı filmi ışık dalga mıdır, parçacık mıdır tartışmasında gördük. Ancak şu an itibarıyla scoreboard genel rölativite lehinde.

Durum böyle işte. İnsanlık olarak hep öğreniyoruz. Önemli olan enerjimizi böyle konulara yöneltmek. Yine de kaynağını nereden aldığını bilmediğim, her şeyi bilme yetisindeki diyanet kurumunun bu işe ne diyeceğine bir bakalım. Zat eğer haram derse yüz yıllık zekayı at çöpe. Hele bir de Einstein'ın yahudi olduğunu anlarsa... Vay anam vay!

Sağlıcakla kalın...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...