17 Mayıs 2023 Çarşamba

Dubrovnik

Düldül’ün bakım ışığı yandığı için Mostar ve Dubrovnik gezilerini iptal etmiştim, ama aklım bu iki kentteydi. Saat neredeyse öğlen on iki olmuştu ve ben de Sarajevo’da pipi gibi kalmıştım. Gezilecek, görülecek her yeri görmüştüm. Elbette zorlasaydım Bosna Medeniyetleri Müzesi (!) falan gibi bir yer bulup, gidebilirdim ama hiç içimden gelmiyordu.

Düldül iyice hırpani olmuştu. En azından bir duş alsın diye otelin yanındaki car wash’a götürdüm onu.

Sarajevo’da arabaları genellikle kadınlar yıkıyor. Ablaya anahtarı verdim, o arada da “Bosna’ya ilk gelişin mi?” geyiklerini yapıyoruz. Ben “Bosna çok güzel” falan derken, kadın “Mostar’ı gördün mü?” diye sordu. Yara ve tuz tabii, ben başladım ağlamaya, “Tam gidecekken arabanın motor ışığı yandı, ben de korktum, gidemedim…” şeklinde.

“Ne ışığıymış o?” Diye sordu, ben de gösterdim. Ablam arabanın etrafında şöyle bir dolaştı, eğilip altına falan baktı, sonra da “Nema problema” dedi. Tazyikli su hortumunu alıp, egzoz’a soktu ve tetiğe bastı. Garip Düldül kıçından tazyikli suyu yiyince şöyle bir sarsıldı. Ablam biraz daha su sıktı, sonra da içeri girip, kontağı çevirdi ve motoru çalıştırdı. Ne ışık kalmıştı, ne de uyarı.

Bırak teşekkür etmeyi, sarılıp, öpecektim kadını. Ablalar Düldülü kurularken hemen Jelena’yı aradım, “Araba tamir oldu, ben Mostara gidiyorum” diye rapor verdim. Sonrasında da Düldül’le beraber yola koyulduk.

Bu Bosna serisinin başında sizlere yollar ve trafik işaretleri konusunda biraz ağlamıştım sevgili arkadaşlar, ancak bu söylediklerimin hiç biri Sarajevo ile Mostar arasındaki otoyol için geçerli değil. Avrupa standardlarında, canavar gibi bir highway. Düldül 135 kilometre/saat’i bile gördü, öyle güzel yani.

 Manzarayı kelimelere nasıl dökerim, bilmiyorum
Mostar yakınlarında otoyol bitti, ben de bölgesel yollardan devam ettim. Sevgili arkadaşlar, hiç abartıyorum, yolculuğun bu kısmındaki manzarayı kelimelere nasıl dökerim, bilmiyorum. Grand Canyon falan halt etmiş. Rengi yeşil bir nehir, ancak yeşil öyle su yeşili değil. Birileri sanki kovalarca yeşil boya dökmüş nehre. İsmi Neretva, Amazon gibi, kallavi bir su. Etrafında ise İsviçre dağlarına taş çıkartacak sıra sıra dağlar.

Ağızım açık, seyrede seyrede Mostar’a ulaştım.

Bilirsiniz, Mostar’ın köprüsü ünlüdür. Stari Most, yada Eski Köprü isimli bu muhteşem sanat eseri Osmanlıların işi. Neretva’nın inceldiği bir noktaya Kanuni “Yapıla” demiş, onlar da yapmışlar. Sonra da bu köprüden geçenlerden para almaya başlamışlar. Burada hiç sorun yok elbette. Highway toll, sizin anlayacağınız.

Ne yazık ki iç savaş esnasında Hırvatlar bu köprüyü top ateşiyle yıkmışlar.

Savaştan sonra ise içinde İtalya, Hollanda, Türkiye, Hırvatistan ve Bosna gibi ülkelerin bulunduğu bir konsorsiyum gerekli finansmanı sağlamış ve köprü yeniden yapılmış.

Mostar’a girmeden bir on kilometre falan önce trafik öyle bir sıkıştı ki, tam iki buçuk saat milim milim ilerlemek zorunda kaldım. Şehre girmek için yol ayrımına geldiğimde ise Google Maps merkeze kadar iki saat daha gösterdi.

Mostar başka bir bahara kalmıştı, en azından Dubrovnik’i dünya gözüyle bir göreyim bari dedim, sağ yerine sola dönerek Hırvatistan’a doğru yoluma devam ettim.

Sınırın Bosna tarafından sorunsuz geçtim. Hırvat pasaport kontrolünde de bir “hello” yetti. Ancak biraz ilerdeki Hırvat gümrükçüleri yakamı kolay bırakmadılar. Düldül’ün Bosna plakasını görüp, “Dobraveçer” dediklerinde, ben de aynı şekilde cevap versem de, bir aksan problemi yaşadığımızdan “Ver pasaportunu” olduk.

Ablam gümrükçü olduğu için yetkisi dahilindeki en hırpalayıcı soruyu yöneltti şahsıma “Gümrüğe tabii bir eşyan var mı?”. “Yok ablacım” dedim, “Bir paket cipsim, bir şişe suyum, bir de cep telefonum var”.

“Aç bagajı” dedi, ancak bagaj nereden açılır bilmiyorum. Zaten bagaj niyetine sırt çantası hacminde bir yer var. Neyse, sağa sola bakındım, sonunda kontak anahtarını sokup, bagajı açtım.

Ablam nasıl bir hırsla bakınıyor sağa, sola, öne, geriye, yukarı, aşağıya, anlatamam. Araba zaten parmak kadar bir şey, ben içine oturduğumda sola yatıyor. Neresine kaçak mal saklayayım? Aklı başında hiç bir kaçakçı bu arabayı kullanır mı?

Sonra doğrudan sordu “Sigara falan yok di mi?”. Hırvatistan AB olduğu için sigara pahalı, anlaşılan Bosnalılar da sınırdan sigara kaçırmak şeklinde bir part-time iş yaratmışlar kendilerine.

“Yok ablacım” dedim, o da “Tamam, git” dedi, biz de yolumuza devam edebildik.

Bir saate yakın bir yolculuktan sonra Adriyatik’in kokusu gelmeye başladı, sonrasında da kendisi göründü. Ben dünyanın en güzel denizinin Ege olduğuna inanırım ama inanın, Adriyatik Ege’ye yakın güzellikte.

Dubrovnik yolunu Hırvatlar Jetgiller’e çevirmişler. Oraya, buraya modern olsun diye doğayla ilgisiz, bembeyaz renkli, ultra-modern köprüler, viyadükler falan koymuşlar. Benim gözüme çok sakil göründü.

O güne kadar gördüğüm en güzel gün batımı
Ancak Dubrovnik’e yaklaştığımızda işler değişti. Abartmıyorum, bu bölge cennetten bir köşe. Bu kadar güzelliği çok az yerde gördüm. Yemyeşil dağlar solumda, denize saçılmış cennet adacıklar sağımda, belki de o güne kadar gördüğüm en güzel gün batımını yaşıyordum.

Ancak tanrılar, böyle bir gün batımını sevgili karım yanımda olmadan geçirmeme kızmış olacaklar ki, telefonumun şarjı bitti. Bir sonraki benzin istasyonuna geldiğimde güneş neredeyse batmıştı. Bir şarj kablosu alıp, Dubrovnik’e ulaşana kadar yüzde üç beş doldurabildim telefonu.

Dubrovnik, şimdiye kadar gördüğüm en güzel kentlerden biri. Hırvatlar çok iyi bakmışlar buraya. Eski şehir sanki son üç yüz yıldır hiç değişmemiş, ancak çok bakımlı. İnsanın burayı görmeden ölmemesi gerekir.

Eski şehir sanki son üç yüz yıldır hiç değişmemiş
Yalnız, hem de bunu İsviçre’de yaşayan biri olarak söylüyorum sevgili arkadaşlar, Hırvatistan insanın akıl sınırlarını zorlayacak kadar pahalı. Buranın yerlileri nasıl yaşıyor, anlamak zor.

Dubrovnik’de bir saat kadar dolaştım. Buraya tatil için gelmek isterim ancak bu fiyatlarla Maldivler’e yada Hawaii’ye falan gitmek daha ucuza mal olur, o yüzden yapar mıyız, bilmiyorum.

Artık dönüş vakti gelmişti. Düldül’e atlayıp, GPS’i takip ederek Mostar’a geri dönmek üzere yola koyuldum.

GPS beni başka bir yola soktu. Yorgunluktan doğru mu, değil mi diye düşünmeden ne dediyse yaptım.

Bir otoyol gişesinde durdum, umarım kart kabul ediyorlardır dedim kendi kendime. Biletçiye “Kredi kartıyla ödeyebilir miyim?” diye sordum. Adam bana tuhaf tuhaf baktı. “Nakit param yok” dedim. Adam daha bir tuhaf tuhaf bakmaya başladı.

“Burası Hırvatistan sınırı, pasaportunuzu verin lütfen” dedi. Dikkatli bakınca adamın polis olduğunu anladım. Pasaportu verdim, o da şöyle bir bakıp, “Geç” dedi. Hala aklım almamıştı. Bosna sınırından Dubrovnik’e gelmek arabayla bir buçuk saat sürmüştü. Dubrovnik’ten çıktıktan sonra beş dakikada ne sınırıydı bu?

Polis’e “Burası Bosna sınırı mı?” diye sordum, “Hayır Hırvat sınırı” dedi. La havle dedim, herhalde Hırvatistan’dan çıktığımızı biz de biliyoruz, ama hangi ülkeye geçiyoruz?

Üstelemedim, bastım gaza. No man’s land’i geçip, diğer ülkenin pasaport kontrolüne geldim.

Benden bile yaşlı bir polis, “Dobraveçer” dedi. Demek ki eski Yugoslavya ülkelerinden biriydi. O saatte coğrafik bir çözümleme yapacak aklım kalmamıştı. Slovenya olmadığını biliyordum, Karadağ, Bosna, Kosova falan, kim bilir neresiydi.

Benden bile yaşlı bir polis, pasaportu görünce bana “Ayn, zıvay, dıray, şnel”, bir şeyler dedi, “Almanca bilmiyorum dedecim” dedim. Bu kez “Allora, pronto, komestay”, İtalyanca bir şeyler söyledi. “Français?” diye bir kontra-atak yaptım, İngilizce “Fransızca bilmiyorum” dedi. Madem İngilizce biliyorsun, niye beni öttürüyorsun diye geçti içimden, “E hadi İngilizce konuşalım madem” dedim.

Kimsin, nesin falan diye soruyor ama sıkıntıdan geyik olsun diye. Şeker gibi adam. Ben alınmayayım diye pasaportu damgalayıp verdi ama hala muhabbete devam ediyoruz. Online marketing’den kadın iç çamaşırı kalitesine kadar. Abartmıyorum, belki bir yarım saat geyikledik. Ayrılırken “Welcome to Bosnia ‘arkadaş’” dedi. Ben de Sırpça/Bosnaca “Hvala brate” cevap verdim.

Demek Bosna’ya geri dönmüştük.

Biraz daha gittikten sonra bir şehre ulaştım. Tam girişinde de bir levha “Trebinje”...

Güldüm. Uğruna ayılarla, kurtlarla dövüştüğüm Trebinje’ye tesadüf eseri ulaşmıştım. Gecenin bir saatinde her hangi bir şey görmek mümkün değildi ama ne olursa olsun, CV’me “Trebinje’de bulundu” deneyimini ekleyebilirdim. Jelena’ya bir konum atıp, güldüm, ve yola devam ettim.

Geç bir saatte Sarajevo’ya ulaştım. Yolda bir benzin istasyonundan aldığım ıvır-zıvırı yedim ve hemen uyudum.

Ertesi gün olaysız bir yolculuktan sonra Tuzla’ya ulaştım. Tuzla’nin adıyla bağdaşmış tuz göllerini görmeye gittim, ancak tuzu toplamak için bu gölleri boşaltmışlardı.
 
Tuzu toplamak için bu gölleri boşaltmışlardı
Teoride göl kenarı, asliyette taş kenarı bir restoranda Bosna’daki son yemeğimi yedim. Mükemmel bir et ve Vranac şarap. Eski Sovyet ülkelerde bifteği altında bir dilim ekmekle getirirler. Deli olurum bu lezzete.

Düldül’ün deposunu doldurup, ona bir banyo yaptırdım, sonra da evine bıraktım.

Havaalanında eziyetli bir ex-komünist usulü, sağda kuyruğa gir, bir kağıt al, iki metre solda o kağıdı birine vermek için yine kuyruğa gir tarzı ritüelleri tamamladıktan sonra “kapı” ‘ya geldim, ancak kapı dediğiniz havaalanının tek kapısı. Havaalanı da voleybol sahası kadar bir yer zaten.

Olaysız bir uçuş beni Basel’e getirdi. Oradan da arabayı alıp, Lozan’a doğru yola koyuldum.

Son bir kaç senedir bir arabam yok sevgili arkadaşlar. Araba sevgili karımın arabası. Ancak Düldül’den sonra bu arabaya binince bir süre şoku atlatamadım. Jelena’nın arabası cruise’a taktığınızda, radarla öndeki arabayı görüp, otomatik olarak frene basar, F-16 usulü, navigasyonu, hızınızı, vesaireyi heads-up display isimli bir teknoloji ile ön camda gösterir. El freni bile elektroniktir, ‘drive by wire’ yani. Garip Düldülün tek lüksü ise düğmeye bastığınızda açılan camlarıydı.

Bir de şeridinde giden arabalar ve canınızı kurtarmak için sağa sola kaçışmadığınız insancıl kamyonlar…

Bu Bosna gezimin son yazısıydı sevgili arkadaşlar.

Bosna, eski Yugoslavya’nın en az gelişmiş ülkesi. Karmaşık nüfus yapısı nedeniyle çok yavaş ve her zaman doğru olmayan, etnik kökenli kararlarıyla geri kalmış.

Ancak eski Yugoslavya’nın doğasıyla, insanıyla en güzel ülkelerinden biri.

Ömrüm yeterse, kesinlikle bir daha gideceğim. 🐝Mezzy🐝’ye göstermeyi de çok isterim.

Sevgi ile kalın…

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...