29 Ekim 2017 Pazar

Tintilia

Bugün yemek için uzun süredir arkadaşımız olan İtalyan bir ailenin evine davetliydik.

🐝Mezzy🐝'den bir yaş büyük bir kızları var, o yüzden çocuklar mutlu mutlu beraberce oynuyorlar. Anne ve baba ise italyan mutfağı ve daha da önemlisi İtalyan mahzeninin, kelimenin tam anlamıyla hakkını verecek kadar olaya hakimler. Baba örneğin geçenlerde bana evde pesto sosu yapmayı öğretti. Jelena da, anneden aldığı tiramisu tarifi sayesinde üç ülkede tiramisu ustası diye anılıyor :)

Sözün kısası, onların sayesinde İtalyan mutfağının gizli, karanlık köşelerini keşfeder, her görüştüğümüzde de bir-iki kilo alıp eve döneriz.

Bu akşam da yemeğe başladık ve tabi ki şarabımızdan birer yudum aldık. İlk tanıştığımız zamanlarda adetten dolayı yemek öncesi aperitif falan ikram ediyorduk birbirimize, sonraları olayı çözdüğümüzden damardan kırmızı şaraba giriyoruz :)

Şaraptan aldığım ilk yudumdan sonra aklım karıştı, başladığım cümlenin sonunu getiremedim. Türkçe "Ne bu lan?" dedim kendi kendime. Şarap değil, aşk çeşmesinden dökülen mey! Bu kadar mı güzel olur be bu meret?

Şarabı karafa koymuşlar. Normalde karafta gelen şaraba, bu ne diye sormam ama nazımız geçtiği için bu kez sordum.

Tintilia dediler.

Üç kuruşluk şarap içmişliğim vardır, hattızatında içmemiş olsam da şarapların isimlerini iyi kötü bilirim, ancak hayatımda o ana kadar kadar "Tintilia" diye bir şarap duymamıştım.

Bizim memleketten bir üzüm türü dedi arkadaş. Peki şarabın ismi ne diye sordum, ismi yok, evde yaptık, geçen gittiğimizde getirdim dedi.

Walla eğer ben senin yerinde olsam buraya getirmez, oturup hepsini kaynağında içerdim dedim 😛

Gerçekten de bu şarabın bir kadehini Şato Margaux'ya gönder, sonra da otur şantaj yap, söylediklerimi yapmazsan piyasaya sürerim diye.

Kendimi tekrarlamak pahasına, bu kadar mı güzel olur bir şarap?...

Yemek boyunca su bile içmedim. Yemek sonrası, yine adetten gelen grappa, vesaire gibi dijestiflere bile bulaşmadım, hep "Tintilia" içtim. Karafı bitirdiğimizde vidalı kapaklı şişede ikinci raundu getirdiler, yine aynı şarapla devam ettik. Yanına da dört farklı İtalyan peyniri hazırlamışlar ki, şarabın tadı ikiye katlandı.

Eve gelir gelmez Tintilia'yı araştırdım.

Tintilia, İtalyanın Molise bölgesinde yetişen bir üzüm türüymüş arkadaşlar.

İngilizce'de crop yield derler, yani ekin randımanı, yani metre kareye yada dönüm başına aldıkları ürün miktarı çok düşük olduğu için bir süre ekmeyi bırakmışlar. Az daha nesli tükeniyormuş, son anda yeniden ekmeye başlamışlar.

Crop yield'in düşük olması aslında üzümün kalitesi bakımından genelde iyi bir göstergedir. Düşünün, toprağın, güneşin, yağmurun nimetlerini daha az sayıda üzüm paylaştığından, tatları da bir o kadar güzel olur. Yurt dışında yaşayanlarınız beni daha iyi anlayacaktır, marketlerde antibiyotiklerle, genetik oynamalarla yetiştirilen, kolum kadar büyük ama saman tadında salatalıklardan sonra memlekete geldiğimde küçücük ama güzelim tatlı salatalıklara, kavunlara, karpuzlara saldırırım.

Tintilia üzümü de işte bu yüzden küçük ve full-body şarapla sonlanan bir üzüm olmasına rağmen, normalde merlot gibi büyük ve etli üzümlerde bulunan meyve aromalarını da barındırabilmiş. Bunun sayesinde ortaya koyu, kıpkırmızı, kalın ama aynı zamanda buram buram meyve bir şarap çıkmış.

Tinto İspanyolca'da kırmızı demek olduğundan İspanyollar bu üzüme sahip çıkmışlar. Bir ara da Sardunyalılar yok bu üzüm bizden diye atlamışlar. Ancak DNA testleri göstermiş ki, Tintilia tamamen Molise bölgesine özgü bir üzümmüş ve Romalılardan önce bile bu bölgede yetişiyormuş. Başka bir deyişle Alparslan atının kuyruğunu bağlayıp Malazgirt kapılarına dayandığında bu şarap bin iki yüz yıldır içiliyormuş!

Bugün şarap denildiğinde yan gözle bakıp, konuşmak için izin aldığımız anlı şanlı Fransızlara şarap yapmayı Romalıların öğrettiklerini düşünürseniz, İtalyan şaraplarının gerisindeki birikimi daha da iyi anlarsınız sevgili arkadaşlar.

Tintilia'yı araştırırken benzeri adı duyulmamış bir dolu üzüm ve şarap türüne rast geldim. Demek İtalyan şaraplarından anlarım diyebilmek için önümde daha gidecek çok yol varmış. Ama bu yolda yürümenin zevki başka hiç bir yerde yok, ondandır çok mızmızlanmıyorum :)

Tintilia şaraplarını İsviçre'de hiç görmedim, belki karanlık köşelerdeki raflarda vardır ama yaygın olmadığı kesin. Bir sonraki gidişimizde İtalyadan bakacağız artık.

Sevgi ile kalın.

23 Ekim 2017 Pazartesi

Bu Günlerde Kendimi Hıyar Gibi Hissediyorum

Yıllar öncesinden kalma bir şarkı vardı bilmem hatırlar mısınız, bu günlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum diye?

İşte şu sıralar aynen öyleyim sevgili arkadaşlar. Elim hiçbirşeye gitmiyor. Ne yazasım var, ne oturup müzik dinleyesim. Nadir anlarda bir şey yapmaya başlasam da sonu bir türlü gelmiyor. Magandaların denize attıkları pet su şişesi gibi amaçsızca, bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalaya yalpalaya sürükleniyorum.

İki yeni projemiz var, ve doğal olarak biraz vakit alıyor ama onlara da pek öyle "umph" asılamıyorum.

Bu gün iki termos kahve içip, sekiz saat bilgisayarın başında reklam slaytları hazırladım. Böyle bol kafeinli ve zihin doldurucu aktivitelerden sonra, bilirsiniz, öyle cup diye uyuyamıyor insan. Ben de uzanıp aldım iPad'i elime ve sizlerle biraz dertleşeyim dedim.

Aman telaşa düşmeyin. Kılıçdaroğlu falan yazmayacağım. Tanrı size bağışlasın onu, ağzımı açarsam dişim kırılsın!

Zaten memleket meselelerini de yazmayı bıraktım. Bir sonucu olmadığı gibi, kendi kendimin de sinirini bozuyorum. Bu meyanda memleketi de sizlere ve hülooooğğğ'lara emanet ediyorum. Tepe tepe yaşayın 😀

Gelin çok ciddiyete dalmadan, hafif, hafif, tatlı tatlı geyikleyelim.

🐝Mezzy🐝 ve Jelena uyuyorlar, o yüzden kulaklıkta gecenin bu saatinin anlam ve önemine uygun tatlı bir müzik çalıyor. Omega isimli Macar bir gurubun Pearls in Her Hair isimli şarkısı. İsminden tanıyamadıysanız Youtube ya da Spotıfy'dan dinleyin, kesin hatırlarsınız.

Lise yıllarımda ilk defa dinlemiştim Omega'yı. Sonrasında paketlenip kalktı tabi. Taa ki iş için 2001 di yanılmıyorsam, Macaristan'a gidene kadar.

Eğer kentine iner inmez bir müzik mağazasına koşup ellerindeki bütün Omega CD'lerini almış, eksikleri de Budapeşte'den tamamlamıştım.

Böyle böyle, o zamaki işimin beni götürdüğü her ülkenin tabi ki rock müzik yapan guruplarını dinlemeye başladım.

İstisnasız her ülkede de çok özgün, çok başarılı müzisyenler ve bunların şarkılarını keşfettim.

Üç sene kadar yaşadığım Polonya'da bir taksideyken radyoda mükemmel gitar eşliğinde çalan rock şarkıyı duyar duymaz şoför'e bu kim diye sordum. O da bana şarkının adını söyledi, ben de bir kağıda anladığım kadarını yazdım.

Taksiden inip beraber yemek planı yaptığımız Polonyalı arkadaşa mağazalar kapanmadan şu CD'yi alalım mı diye miyavladım. O da sağ olsun tabi dedi, ve ilk gördüğümüz CD mağazasına daldık.

Tezgahtar hangi CD'yi istiyorsun diye sordu, ben de takside yazdığım kağıdı çıkarıp gösterdim. Kız kağıdı evirdi, çevirdi, baktı, bir daha baktı, "Nie razumiem - anlamadım" deyip geri verdi.

Yanımdaki arkadaş bu kez kağıdı alıp okumaya çalıştı ama sonunda o da ayıp olmasın diye sadece gülümseyip kağıdı geri verdi. Haliyle taksiciden duyup yazdığım kadarı Polonyacada çok manalı olmamıştı.

Polonyaca telaffuzu en zor dillerden biridir arkadaşlar. Bu dili konuşan bir tanıdığınız varsa mesela çok popüler isimler olan Grzegorz - ki bunca seneden sonra hala yanlış yazmış olabilirim ya da Krzysztof'u telaffuz etmesini isteyin, ne demek istediğimi anlarsınız.

O güne dönersek, taksicinin bana söylediği Polonyacadaki doğru hali "Bo do tanga trzeba dwojga" olan şarkı ismini nasıl uydurup yazdığımı artık siz düşünün.

Neyse ki yanımdaki arkadaş kağıda karaladığım abur cuburun içinde gördüğü tango sözcüğüne uyandı ve bu Budka Suflera olmasın dedi.

Tezgahtar kız şarkıyı çaldı ve hedef on iki, benim şarkı.

Taksici bana şarkının ismi yerine nakaratını söylemiş. Şarkının asıl ismi Takie Tango, söyleyen gurup ise Budka Suflera. Canavar bir şarkı!

Hemen aldım diski tabi. O günden bu güne üç ev, üç ülke değiştirmiş olsam da halen sapasağlam durur 😛

Polonya'dan başka bir favorim Urszula. Biraz daha pop ama Supernova isimli bir albümü var ki, baştan sona mükemmel dinlemelik.

Çek cumhuriyetinden, Kazakistan'dan, Romanya'dan, hatta Rusya'dan böyle cımbız çekimi favori müziklerim var, ama gelin onları tek tek sayıp yazıyı bir Billboard chart'ına çevirmeyelim.

Ancak yaşadığım yerlerde müziği en zengin olanı tartışmasız Sırbistan.

Müzik Sırpların, daha doğru deyişiyle eski Yugoslavların hayatlarının mütemmim cüzü. Herkes her yerde fanatik bir biçimde müzik dinliyor. Göreceli olarak küçük bir ülke olmasına rağmen Sırbistan'da herhalde Türkiyeden daha çok müzisyen ve müzik vardır.

Turbo Folk dedikleri bizim arabeskin modern aletlerle çalındığı felaket bir müzik türü var. Benim midem kaldırmıyor ama milyonlarca insan dinliyor bu müziği.

Ceca (Tsetsa okunuyor) diye bir hatun var mesela, bir konser veriyor, insanlar Bulgaristan'dan dinlemeye geliyor. Konser günü hayat duruyor, kavgalar çıkıyor, kıyametler kopuyor, vesaire... Yine Beşiktaşlı Toşiç'in karısı Jelena Karleuša da turbo folk söyler. Bizim Jelena çok gıcık olur bu hatuna hattızatında 😛

Ümit Besen'in Nikahına beni de çağır, şahidin olayım sevgilim gibi bir iki şarkısı kelime kelime çevrilip, genelde Bosnalı Şaban Bayramoviç falan gibi sanatçılar tarafından söylenmiş.

Sırpların kendi folk müziği, tür olarak yakın olduğum bir müzik olmasa da gerçekten çok severek dinlediğim şarkıları var. Bir de Niş'te yaşadığım üç sene boyunca o kadar çok dinledim ki artık bazı şarkıların Sırpça sözlerini ezbere biliyorum.

Katibim falan gibi bir iki ortak şarkımız da var, kim kimden çalmış bilemiyoruz tabi.

Ancak Sırp pop müziği bence gerçekten on numara. Örneğin Zdravko Colic diye bir müzisyenleri var ki sabah akşam hiç durmadan dinlenir. Mükemmel müzik yapıyor! Bir de yanılıp yenilip lokal şarkıcı muamelesi yapmayın. Bu arkadaş uzun bir süre Abba gurubunun anlı şanlı esmeri prenses Frida'yı boinklemiş 😜

Yine Karadağ'lı Vlada Giorgiev isimli bir popçularını da çok severim. İki kere canlı dinledim. Gerçekten güzel müzik yapar.

Herkesin bildiği Goran Bregoviç'in gurubu Bijelo Dugme (Bijelo beyaz, dugme de bizim düğme) için her halde çok reklam yapmaya gerek yok. Gerçek birer müzisyen bunlar, ancak Bijelo Dugme'nin üç farklı lineup'ı var ve müzikleri çok farklılık gösteriyor. Benim zevkime daha ziyade Zeljko Bebek hitab etmişti. İşin komiği, bu arkadaşları canlı olarak Sırbistanda değil, ilk defa Zürihte dinlemek kısmet olmuştu😛

Rock tarzında ise mükemmel bir maden bölgesi Sırbistan.

Çok güzel müzik yapan Van Gogh, Ekateeina Velijka gibi guruplar var tabi, ancak benim tartışmasız favorim Bora Corba.

Aslında gurubun adı Riblja Corba (Riblja balık, Corba da bizim çorba). Bora (Đorđević) ise grubun solisti ve en renkli üyesi. Tam bir bohem, tam bir rock virtiözü. Nefis bir müzikleri var. O kadar çok ve bir o kadar zevkle dinledik ki daha fazla nasıl üzerine basarak yazıya dökerim bilmiyorum.

İşte böyle.

Müzik evrensel bir dil. İstisnasız herkes bu dili konuşuyor, duygularını, zevklerini, arzularını dünyanın gerisi ile sınırsızca paylaşabiliyor.

Haftanız, hatta tüm hayatınız müzikli olsun.

🎶🎸

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...