4 Nisan 2017 Salı

Bavyera

Sabah yedi buçukta yola koyulmuştuk. Yolumuz bizi Bern, Zürih ve St-Gallen üzerinden Avusturya'ya götürdü. Planlarımıza göre bu gezimizde 🐝Mezzycik🐝şimdiye kadar görmediği üç yeni ülkeyi görecekti.

Avusturya bunlardan ilkiydi.

Sınırı geçip, Alplerin eteğinde bir yeşil alanda durduk. Bir aile selfie'si ile bu tarihi anımızı belgeledik ve arabaya binip Almanya'ya doğru yola koyulduk.

Hedefimiz Bavyera bölgesindeki Schwangau köyüydü. Ünlü Neuschwanstein ve Hohenschwangau şatolarının hemen dibindeki bu köyde sevgili karım Jelena ile onuncu evlilik yıldönümümüzü kutlayacaktık.

Avusturya'dayız
Yolumuzun Avusturya kısmı kısa sürdü ve AB yüzünden işlevini büyük ölçüde kaybetmiş teorik sınırı geçerek Almanya'ya girdik.

Bu sınırların kalan tek önemi ülkeler ile birlikte hız sınırlarının da değişmesi. Hele Almanya"ya giriyorsanız bu hız sınırları biraz daha güç anlaşılır hale geliyor. Sağolsun, geçenlerde bir arkadaşım söyledi, yolda köy ismi yazan bir levha gördüğünüzde hız sınırı otomatik olarak 50 km oluyormuş. Yani 50 km işareti olmadan sınır 50 km'ye düşüyor. Araba ile geziyorsanız dikkat.

Tüm bunlara rağmen Almanya'da, otoyolda araba kullanmanın zevki başka hiç bir yerde yok arkadaşlar. Hatrı sayılır bir kısmında hız sınırlaması yok. Yani basın gaza, arabanın gücü yettiği kadar gitsin.

2000'li yılların başında canavar bir arabam vardı. Ayda bir Deustchland'a gider, hız sınırının olmadığı yollarda 240, 250 km, o an kıçım ne kadar yiyiyorsa basardım gaza.

Ancak her balıktan büyük başka bir balık oluyor işte. Biraz da gençliğin verdiği cesaretle dişlerimi sıkıp, direksiyona yapışıp, "lan ne gidiyoruz be" dediğim zamanlarda, arkamda, kıçıma yapışmış bir Ferrari, Porsche falan görüp, kendimi sağ şeride zor attığım anlar da olmuştur.

Arabada 🐝Mezzy🐝 olduğundan beri bırakın 200 km üstü gereksiz hızları, 120 km üzerine çıkmamaya özen gösteriyorum, ama itiraf edeyim Almanya'da bir kaç kez kendimi kaptırıp, 150 km'ye yaklaştım ve arka koltuktaki GPS'im hemen uyarıda bulundu tabi. "Bugiiii..."

Her şey bir kenara, sonunda Bavyera'daydık.

Sevgili kızım Melissa bu gezimiz kapsamımdaki ikinci yeni ülkesini de görmüş oldu. İşin aslı, 🐝Mezzycik🐝 annesinin karnındayken Almanya'nın Freiburg şehri ve kara orman bölgesinde bulunmuştu, ancak o zamanlar sevgili kızımın varlığından bizim bile haberimiz yoktu.

Bavyera - ki hala doğru mu söylüyorum, emin değilim, bildiğim diğer dillerde hep "Bavarya" 'nın bir türevidir, belki de Ukranya-Ukrayna benzeri bir karmaşa yaşıyorum - Almanya'nın en büyük eyaleti. Başkenti Münih. İnsan olarak, Almanya'nın gerisine göre biraz daha muhafazakar, biraz daha katolik bir bölge.

Yer olarak Almanya'nın güney doğusuna, İsviçre, Avusturya taraflarına düşüyor.

Dünyanın tartılmasız en güzel dağları olan Alplerin doğu tarafları buralar.

Alpler, aslen Afrika'nın bir parçası sayılabilecek İtalya adasının Avrupa'ya çarpması sonunda oluşmuş bir dağ sırası. Fransa, İtalya, İsviçre, Avusturya ve Almanya aslan payını İsviçreye bırakıp, bu güzelim dağları aralarında paylaşmışlar.

Alplerin her tarafı bir başka güzeldir arkadaşlar. Buradaki yeşili, beyazı, maviyi dünyanın başka bir yerinde görmek çok zordur. Buz gibi nehirleri ve yamaçlardaki ormanların yansımasından dolayı tamamen yeşile bürünmüş dağ gölleri bu dağların birer incisidir.

Daha önceleri, Almanya'nın şehirlerinden pek haz etmediğimi bir kaç kez yazmıştım. Savaştan sonra yıkılıp, gereğinden biraz fazla, ellilerin modernlik anlayışında, tam bir karadenizli müteahhit tarzı ile yapıldıklarından, Avrupanın gerisine kıyasla biraz ucube görünürler hep bana.

Ancak Almanya'nın yemyeşil doğası, dünyanın en güzellerinden biridir. Allah için Almanlar da bu Hazinelerine çok iyi bakar ve sahip çıkarlar.

Bu güzelim doğaya Alplerin dağlarını, ormanlarını, nehirlerini ve göllerini de eklediğinizde sonuç Bavyera olur ki, her geldiğimizde, karım ve ben İsviçre gibi tanrı vergisi doğası olan bir ülkede yaşamamıza rağmen, ağızımız açık, hayranlıkla izleriz.

Neuschwanstein
Arzın merkezine seyahat ettiğimizi düşündüren, mahşeri uzunlukta bir tünelden geçip otoyolu bıraktık ve Mart ayının sonu da olmamıza rağmen, yeşilin artık gözlerimizi aldığı köy yollarından devam edip, otelimize ulaştık. Geniş bir çiftlik evinden otele dönüştürülmüş, her santimetre karesinden cazibe akan bir otel. Otel dediysem öyle lobisi, resepsiyonu, piyano barı falan olan bir snob mekan değil. Bir ailenin işlettiği, restoranında da, iki tabureli barında da, resepsiyon sayılabilecek 50 cm x 30 cm tahta tezgahında da aynı yüzlerin size yardımcı olduğu bir auberge.

Böyle bir oteli bin kere Hilton'a, Sheraton'a falan tercih ederim.

Odamızın balkonundan Neuschwanstein net olarak görünüyordu. Kasabanın gerisinde ise elli tane ev ya vardı, ya yoktu.

Zaten tek parça valizimiz vardı, onu da odaya atıp arabaya atladık ve şatoya doğru yola koyulduk. Hohenschwangau köyünde arabayı bırakıp bir otobüse atladık ve Neuschwanstein'in üzerinde bulunduğu tepeye tırmandık. 🐝Mezzy🐝 ve arabası ile birlikte olduğumuzdan otobüsten başka şansımız yoktu ancak yolunuz düşerse yayan ya da faytonlarla da şatoya çıkabilirsiniz.

Otobüsten inip bir patikayı takip ederek şatoya doğru yolumuza devam ettik.

Neuschwanstein
Yaklaştıkça bu yapının azametini idrak etmeye başladık. Dimdik bir tepenin üzerine, bembeyaz taşlarla yapılmış devasa bir bina. Bir önceki yazıda da bahsettiğim gibi eski, ortaçağdan kalma bir şato değil. Oldukça yeni ve modern sayılabilecek bir görüntüsü var.

Şatonun hemen önünde patika ikiye ayrıldı. Sola doğru şatonun kendisine, sağa doğru ise şatoyu bir kaç yüz metreden gören bir köprüye gidiliyordu.

Biz ilk olarak köprüye gidip, bu güzelim şatonun resimlerini çektik.

Geri dönüp şatonun içine de biraz girdik, avlusunda bir kaç resim çektik. Ancak şatolar hep dışardan güzel görünürler. İçlerine girdiğinizde, şatonun kendisini artık göremediğiniz için her yer bol bol duvar, oda ve merdiven olur. Bu yüzden karım da, bem de pek haz etmeyiz, şato, kale ve saray gezmeyi.

Şatonun içi
Böyle turistik iç mekanların başka bir sorunlu tarafları daha vardır. Ziyarete açık kısımları genelde sanat tarihçileri tarafından tasarlanır. Örneğin bir kaleye girersiniz, içinde bilmem kimin resim sergisi çıkar. Malaga'da Picasso'nun müze haline getirdikleri evini pavyona çevirmişlerdi, nasıl hayal kırıklığına uğramıştım...

Halbuki bir şatoyu gezen alelade bir turistin beklentisi, o şatonun içini tarihte olduğu biçimde görmek, geçmiş zamanı hissedebilmektir, yoksa resim sergisi gezmek değil.

Neyse, herkesin fikri farklı tabi.

Hohenschwangau'ya geri döndük ve buradaki şatoyu da dışardan şöyle bir gördük. Hohenschwangau Şatosu da oldukça güzel bir yapı, ancak Neuschwanstein'dan sonra tabi ki biraz altı-gıdıkladı oluyor.

Hohenschwangau Şatosu

Bir cafe'ye oturduk, garson geldi, ne istersiniz diye sordu. Birer kahve dedik.

"Coffee? No beer?", diye şakayla karışık şaşırarak sordu. Eh, Almanya'da bira içilir tabi.

"Nein!", dedim.

Benim Almanca "nein" dediğimi duyunca, şirinlik yaptı.

"Warum?"

"Çünkü bugün evlilik yıldönümümüz, akşam şaraba yer kalsın istiyorum."

Güldük hep beraber. Bu bölgenin insanları çok sıcak ve çok kibarlar. Şakır şakır da İngilizce konuşuyorlar. Ziyaret etmesi çok kolay sizin anlayacağınız.

Füssen

Bir sonraki durağımız ise Füssen kenti oldu. Kent diyorum ama çok ufak bir yerleşim merkezi, ancak Almanya'da gördüğüm en şirin yerlerden biri. Renkli binaları, basamaklı çatıları, arnavut kaldırımları ile bal dök yala bir kent merkezi var. Nehir kıyısında ise manastır yada konvent olduğunu düşündüğüm eski ve büyük bir yapı görülecek yerler arasında. Sözün kısası çok güzel bir kent Füssen.

Akşam yemeğimiz için rezervasyonumuzu İsviçredeyken yapmıştık. Otelimizin alt katındaki İtalyan restoranında şato manzaralı masamıza oturduk, bir şişe Momtepulciano D'Abruzzo eşliğimde sevgili karım ve kızımla onuncu evlilik yıldönümümüzü kutladık.

Jelena bir ara gel yıldönümümüzü Lichtenstein'da kutlayalım demişti, sonra Bavyera'ya dönmüştük. Ancak Lichtenstein dönüş yolumuzun üstündeydi ve yıldönümümüzü burada kutlayamamış da olsak en azından ertesi gün bir kahve içebilirdik.

Füssen
Ertesi sabah yine mükemmel bir kahvaltının ardından Almanya'yı bırakıp, Avusturya üzerinden Lichtenstein'a ulaştık.

Lichtenstein İsviçre-Avusturya sınırında minicik bir prenslik. Nüfusu kırk binden az, ama on bir tane şehri yada bölgesi var. Tabi biraz hızlı yürürseniz, farkında olmadan bu bölgelerin birini geçebilirsiniz :)

Ancak küçük falan diye küçümsemeyin. Dünyanın kişi başına en yüksek milli gelirlerinden biri burada. Kendi paraları, ordusu falan yok. İsviçre Frangı kullanıyorlar ama örneğin plakaları İsviçrenin beyaz zeminine göre tam tersi, simsiyah. Eh, böyle ufak farklılıklar da olaya bir cazibe katıyor işte.

Arabayı "başkent" Vaduz'da bir park yerine bırakmadan önce kraliyet şatosunu ziyaret ettik - dışardan tabi. Prens ve ailesi burada yaşıyor. Hattızatında prensin liseden bir arkadaşını şahsen tanıyorum. Prensleri devlet lisesine gidiyor sizin anlayacağınız.

Vaduz, Prenslik Şatosu

İşte böyle. Lichtenstein bir refah adası, ama çok fazla görecek yeri yok. Buna rağmen merkezi Asyalı turistlerle dolu. Kış sporları ile aranız varsa varsa, buralarda çok güzel kayak merkezleri olduğunu duydum, belki ilginizi çeker.

Bu arada 🐝Mezzycik🐝 de bu gezimizdeki üçüncü ve son yeni ülkesini görmüş oldu😍

Birer kahve içip yola koyulduk. Bu kez, yine bölgenin çok ünlü ve ilginç bir noktasını görecektik.

Hepimiz Heidi'yi biliriz, değil mi arkadaşlar? Hani şu Alp dağlarının kızı. Benim yaşıtlarım o güzelim çizgi filmi mutlaka hatırlarlar. Heidi'nin dedesi vardı, Alp Amca, sonra çoban arkadaşı Peter ve gözleri görmeyen büyük annesi. Frankfurt'da kaldığı evde ise tekerlekli sandalyesiyle Clara, bir de nalet bir kadın olan Bayan Rottenmeier.

Heidi'nin Dağları
Heidi, aslında İsviçreli bir kadın yazar, Johanna Spyri'nin 1880'lerin sonunda yazdığı iki kitaplık bir seri. Dünyanın en çok okunan kitaplarından biri ve İsviçre edebiyatının tartışmasız en çok tanınan eseri.

Heidi yetim bir çocuk. Annesi ve babasını erken yaşlarımda kaybeder ve teyzesi Dete tarafımdan büyütülür. Dete, Heidi altı yaşına geldiğinde onu dağda yaşayan Alp Amca isimli dedesinin yanına bırakır. Heidi burada Peter ve ailesiyle tanışır.

Teyzesi daha sonra Heidi'yi Frankfurta, Clara isimli kötürüm bir kıza arkadaşlık etmek üzere götürür. Heidi ve Clara çok iyi arkadaş olurlar. Heidi köyden gelip şehir hayatına alışıncaya kadar zorluk çeker, çamlar devirir, yanlışlar yapar ama zekası sayesinde bu zorlukları aşıp, kendini kabul ettirir.

Sonra Clara'yı dağa, Alp Amca'nın yanına gelmeye ikna eder. Peter Clara'yı kıskanır ve onun tekerlekli sandalyesini uçurumdan atıp kullanılmaz hale getirir. Clara sandalyesiz kalmanın da teşvikiyle yürümeye başlar, Peter kabahatini itiraf eder ve özür diler, herkes mutlu olur.

Hatırlamayanlara üç paragrafta bir özet, yada plaza diliyle "executive summary".

İşte kısa gezimizin son ayağında coğrafik olarak Heidi'ye yaklaşmaya çalışacağız.

Johanna Spyri aslen Zürihli ancak çocukluğunun önemli bir bölümünü Grisons kantonunun da başkenti olan Chur kenti civarlarında geçirmiş. Heidi romanı da bu bölgedeki Maienfeld köyünde geçer. Heidi hayali bir karekter, yani gerçekte yaşamamış, o yüzden doğduğu ev, büyüdüğü mahalle gibi noktalar bulunmamakta.

Heidi'nin Evi
Ancak Maienfeld 1800'lerde nasılsa bu gün de öyle. İsviçreyi bilenleriniz için bu sürpriz olmasa gerek. İsviçreliler, bu köy ve çevresini Heidiland diye isimlendirmişler. Üstüne köyde bir evi romanda anlatıldığı şekilde Heidi'nin evi haline getirmişler ve buradan başlayıp Alp amcanın dağdaki kulübesine, oradan da Peter'ın keçileri otlattığı meralara kadar öyküye sadık kalarak etrafında olayların geçtiği noktaların işaretlendiği bir hiking yani yürüme patikası yapmışlar.

Bu güzelim yerleri görmemek gerçekten insanlık adına bir kayıp. Grisons kantonu ve çevresi, doğa olarak İsviçrenin ve iddamın ne kadar ileri gittiğinin tamamen farkında olarak rahatça söylüyorum, dünyanın en güzel yerlerinden biri.

Alplerin bir ressamın fırçasından çıkmışcasına bazen sivri, bazen küt zirveleri, yemyeşil çam ormanları, meraları, gölleriyle bir cennet köşesi burası.

Buralara gelmişken, Lichtenstein'a sadece yirmi kilometre uzaklıktaki Heidiland'i görmemek tabi ki olmazdı.

Bir on dakikalık araba yolculuğu bizi Heidiland'e getirdi. Maienfeld'İ geçip arabamızı Heidi Hotel'in hemen altındaki park yerine bıraktık ve bir Alpin patikasından yürüyerek Heidi köyüne yani Heididorf'a ulaştık.

🐝Mezzy🐝'cik burada Heidi ve Peter'ın evlerini gördü, yapma ineklere bindi, Alplerin çayırlarında koştu. İki saatlik yürüme için hala çok küçük sevgili kızım, o yüzden bütün patikayı tamamlayıp, Alp Amcanın dağdaki kulübesini görmek bir kaç sene sonrasına kaldı.

İşte size yarısı yolda geçmiş hızlı bir iki günün öyküsü.

Sevgi ile kalın.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...