Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Heidelberg

Eğer bana dünyanın en ilginç gelen şatosu hangisidir diye sorarsanız, hiç düşünmeden Heidelberg Şatosu derim. Bu ne heybetinden, ne tarihinden, ne de mimarisinden dolayı verilmiş bir cevap. Heidelberg Şatosu elbette bir mimari harikası, inanılmaz cazibesiyle görenleri bu dünyadan alıp götürecek kadar güzel bir yer, ancak bu şatoyu benim gözümde dünyanın en ilginç şatosu yapan neden, şatonun ortasında bir havuz boyutlarında, koca bir şarap fıçısının bulunması.

Bu fıçıyı 1751 yılında yapmışlar. Dokuz metre boyunda, yedi metre yüksekliğindeki bu devasa fıçı iki yüz yirmi bin litre şarap depolayabiliyor!

Bu fıçının şatoda ne aradığını sorarsanız, cevabı daha da ilginç. Fıçı, vergi toplamaya yarıyormuş, sevgili arkadaşlar.

Şöyle arzedeyim.

Şatonun yapıldığı günlerde, köylüler vergilerini para yerine şarapla ödüyorlarmış. Yerel şarapların güzel ve dolayısıyla değerli olmasının sonucu, bu ayni vergi sistemi gayet güzel çalışıyormuş.

Heidelberg Şatosu
Perkeo isimli bir saray soytarısı cücenin heykeli bu fıçının üzerinde durur. Rivayete göre bu cüce eğer şarap yerine su içerse ölürmüş. Şöyle boyum bir metre daha kısa olsaymış, reenkarnasyon falan diyecektim ama…

Heidelberg Şatosunun avlusuna kadar girmemize rağmen, kısıtlı zamanımızdan dolayı bu fıçıyı göremedim, ancak bu muhteşem şatonun tadını sonuna kadar çıkardım.

Daha önceki yazılarımda, size, Alman şatolarının güzelliklerinden bahsetmiştim. Heidelberg Şatosu işte bu şatoların tartışmasız en güzellerinden biri.

13. yüzyılda bir kale olarak yapımına başlamış. Sonrasında Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu döneminde bugünkü Gotik-Barok görünümünü almış.

Bu fenomeni Avrupa’daki birçok şatoda gözlemleyebilirsiniz sevgili arkadaşlar.

Günümüzde bir çocuğa, bir kale resmi yap derseniz, çoğunlukla size kalın duvarları, kare kare burçlarıyla bir Osmanlı Kalesi çizecektir. İşin aslı, Selçuklu ve Osmanlı’nın parlak günlerinde kaleler hep böyleydi. Ortaçağ’ın sonu ve Rönesansın ardından Avrupa kalelerinin burçları kayboldu, surlar kaledeki binalarla birleşti, kulelerin tepesine sivri damlar yapıldı ve bugün ziyaret ettiğinizde gördüğünüz görünümlerine ulaştılar.

Türkler, bu sanatsal geleneği izlemediklerinden, Avrupa’ya kaptırmadıkları kaleler, hep Ortaçağ ve öncesi görünümünde kaldı. Örneğin İstanbul surları, Ankara Kalesi, Bodrum Kalesi, ve başka birçoğu…

Ben şahsen bu durumdan fazlasıyla memnunum. Örneğin Bodrum Kalesi eğer aynı paterni izleseydi, bugün sivri kuleleri. Yeşil damları falan olurdu. Daha önceki çağların mimarisine sahip bir şeyler kalması iyi olmuş.

Heidelberg şatosunu geride bırakıp, kentin eski merkezine indik.

Bu kadar güzelliği nasıl anlatacağım, bilmiyorum ama deneyelim.

Sanki bir Rönesans film setinde gibi hissediyor insan kendini. O rengarenk güzelim binalar, heybetli bir katedral ile birlikte, heybetli şatonun gölgesinde yiyecek ve hatıralık satan kioskları ile cıvıl cıvıl bir meydan. Meydanın etrafında ve meydana giden yolların üzerinde sayısız kafe ve restoran var. Şato şehre bakan dimdik bir yamacın üstüne yapıldığı için neredeyse şehrin her tarafından görülebiliyor.

Bir film seti gibi...
Her ne kadar günümüzde bu sokaklar renkli, neşeli yerler olsa da, eski çağlarda aynı yerde bir çok kadın, cadı diye canlı canlı yakılmış.

Heidelberg, Avrupa’da birçok kent gibi ilk başlarda Katolikmiş. Reform hareketi sonucunda 16. yüzyılın büyük bir bölümünde Protestan kalmış. Sonra bir süre için yeniden Katolik olmuş. Her iki dönemde de bir çok kadın “Witch Trial” yani cadı yargılamaları ile cezalandırılmış. Bu kadınlar çoğunlukla yaşlı ve toplumun gerisine göre hafif marjinal tiplermiş. Mahkemelerin verdiği tipik ceza ise yakılarak öldürmekmiş. Elbette bu kararlar ağır işkence altında alınan itiraflara dayanıyormuş.

Cadı yargılamaları çoğunlukla kişisel çatışmalar, hastalıklar, ürün kıtlığı veya beklenmeyen ölümler sonrasında ortaya çıkmış.

Örneğin bir köylü kadın olan Margaretha, komşusunun ineklerinin ani ölümünden sorumlu tutulmuş. Komşu, onun “garip baktığını” ve “sabaha karşı tuhaf dualar ettiğini” söylemiş.

Margaretha, Heidelberg şehir meclisinin emriyle gözaltına alınmış ve cadılık şüphesiyle kilise mahkemesine çıkarılmış. Suçu doğaya aykırı davranış yani yağmur duası dışında dua etmek, bitkisel ilaç hazırlamak ve şeytanla anlaşma yapmakmış.

Bu yargılamalarda genellikle şahit ifadeleri yeterli sayılır, maddi delil aranmazmış. Eğer sanık suçlamaları kabul etmezse, zorla itiraf almanın yolu açılırmış. İşkence uygulaması, o dönem “Tanrı'nın işaretiyle günahkârı ortaya çıkarmak” olarak görülmüş.

Margaretha, günlerce süren başparmak ezme (Daumenschraube), germe sehpasında (Streckbank) vücudu gererek eklemleri ayırma, kızgın maşalarla dağlama, aç bırakma ve uykusuzluk gibi işkencelerin sonunda “Bir gece Şeytan bana siyah bir keçi suretinde göründü. Onunla ant içtim. Bana yağ yapmayı öğretti. Fırtına çıkarabildim.” şeklinde bir itirafta bulunmuş.

Margaretha elbette suçlu bulunmuş. Hüküm, önce afaroz, sonrasında da halkın önünde yakılarak idam şeklinde açıklanmış. İdam günü, halk şehir meydanında toplanmış. Margaretha önce papaz eşliğinde dua etmeye zorlanmış, ardından, kazığa bağlanmış ve yaş odunlarla bir ateş yakılmış. Ölümü çok yavaş ve acılı olmuş.

Bu öykü gerçek sevgili arkadaşlar. Avrupa, bu günleri gördüğü için, bugünkü uygarlık düzeyine ulaşabilmiş. Darısı ulaşamayanların başına diyelim.

Karnımız acıkmıştı. Lokal bir restorana girdik. Kızlar her şeyi yese de, midesiz ben şahsım mecburen dana etine talim ettiğimden, kendime bir roast beef söyledim. Alman yemeklerine önceleri laf atmış olsam da affola, bu et bir lezzet abidesiydi.

Yemek sonrasında Heidelberg’in en cazibeli ziyaret noktalarından biri olan Eski Köprü’ye yani Karl-Theodor-Brücke’e geldik.

Bu köprü 1788 yılında Elektor Karl Theodor tarafından yapılmış. O yüzden zaman zaman İngilizce kaynaklarda Charles Bridge olarak da anılırmış. Prag’da da bir Charles Bridge vardır bilirsiniz. O da çok güzel bir köprüdür.

Eski Köprü
Bu ikisine bakarak, Charles isimli köprülerin fazlalığına bir gönderme yapabilsek de bu aslında Charles isminin popülerliğinden öteye gitmez.

Aslen Alman “Karl” isminden gelmedir. Anlamı “Özgür” dür. İngilizceye “Charles” olarak geçmiş, “Charlie”, “Chuck”, “Chas”, “Chip” şekillerinde kısaltılmıştır. İtalyancası “Carlo”, İspanyolcası “Carlos” dur. Hemen her dilde bir karşılığı bulunur. Charles isminde bol bol kral, imparator falan vardır. Malum, Prenses Diana’nın eşi Charles’ı saymazsak, en önemlilerinden biri Alman imparatorlarının Kanuni’si Charlemagne’dir. Bizde yanlış olarak “Şarlmanj” diye telaffuz edilir. Doğrusu “Şarlmein” dir. Latince Carolus Magnus, yani Büyük Charles’ın karşılığıdır.

Neyse, dağılmayalım. Elektor Chuck reis iyi etmiş de bu köprüyü yaptırmış, çünkü gerçekten bir sanat eseri.

Bu köprü Neckar Nehri üzerinde zarif bir şekilde uzanıyor ve kentin tarihi merkeziyle karşı kıyıdaki Neuenheim semtini birbirine bağlıyor. Bu yapı, aynı noktada inşa edilen ilk köprü değilmiş. Tarih boyunca burada tam sekiz defa ahşap köprü yapılmış, her biri ya sel baskınlarıyla ya da savaşlarla yok olmuş.

Eski Köprü’nün en özel unsurlarından biri, köprünün başında bulunan bronz maymun heykeli sevgili arkadaşlar. Bu heykelin, elinde bir ayna var. Efsaneye göre, bu ayna insanlara "Kendini fazla büyük görme, sen de karşı kıyıdakiler gibisin" mesajını veriyormuş.

Böyle incik boncuklu heykellerin hep insanları mutlu edecek efsaneleri vardır. Bunun da parmaklarına dokununca şans, aynasına da dokununca zenginlik getirdiğine inanılıyor. Bir de yanındaki küçük fare heykellerine dokunursanız doğurganlığınız artıyormuş. Sözün kısası öyle vitro mitro gibi suni yöntemlerle uğraşmayın. Heidelberg’e gelip, fareyi ellerseniz çocuğunuz oluyor.

Bu köprü bir de evlenenlerin fotoğraf çektirme noktasıymış. Biz de oradayken bir iki gelin-damat gördük.

Eski Köprü şans, bereket, bebe falan getiriyor mu, bilemem. Ama görmesinin insana büyük bir haz getirdiği bir gerçek.

Harika bir sanat eseri sevgili arkadaşlar. Mutlaka görün.

Heidelberg böyle.

Almanya’yı gezecekseniz, Heidelberg’e gelin sevgili arkadaşlar. Bırakın Stuttgart’ı, Münih’i, Gelsenkirchen’i falan. Heidelberg, cennetten bir köşe.

Almanya gezimiz devam ediyor. Bizi izlemeye devam edin.

Sevgi ile kalın ❤️

6 Mayıs 2025 Salı

Stuttgart

Sabah, kargalar kahvaltılarını etmeden yola koyulduk. Yollar tenha olduğu için önce Bern, sonra da Basel’a kadar sorunsuz geldik. Alman sınırını geçip, önce Freiburg, sonra da Stuttgart’a ulaştık. Almanya’ya geçtiğimizde iş saati başlangıcı olduğundan, trafik, özellikle şehir çevrelerinde çok sıkışıktı.

Stuttgart’a geldik...
Stuttgart’a girdik ve otelimizi bulduk. Arabayı otelin girişinde kenara çektim. Jelena park yerinin prosedürünü öğrenmek üzere içeri girdi, ben de arabadan inip, biraz uyuşmuş kaslarımı, kemiklerimi açayım dedim. Malumunuz, yaş kemale erdi, siyatik, romatizma falan…

Otelin önünde taksiciler var, konuşuyorlar “Ayıp etti, ben onu adam zannederdim”, “Siktir et abi, takma kafanı…” 

Hepsi Türk!

Jelena geldi, “Tarif ettiler ama anlamadım” dedi. Bu kez ben gittim, gerçekten de resepsiyondaki Alman arkadaş yol tarifinde başarılı değil. Tam o anda resepsiyonistin yanındaki çocuk, ismime bakıp, İngilizce “Türk müsünüz?” Diye sordu. “Evet anam babam, Türküm” dedim. Türkçe, bana bir güzel park yerini anlattı. Jelena’yı resepsiyonda bıraktık, 🐝Mezzy🐝 ile arabayı park etmek üzere çıktık.

Park yerinden asansörle lobiye çıkmak için bekliyoruz, yanımızda da bavul arabasıyla bir bellboy, telefonuyla konuşuyor, “Amk, olmadı mı olmuyor, ben ne yapayım şimdi…”. Asansör geldi. Bellboy eliyle bize buyrun yaptı, ben de “Siz geçin, biz lobide ineceğiz dedim. Türk olduğumu anlayınca biraz utandı, biraz güldü.

Otelin kapısındaki doorman general de Türk’tü.

Odaya çıkmadan akşam için biraz fındık, fıstık alalım dedim. Herhalde otelin yüksek rütbeli bir çalışanı, sağa sola “Gehinzi”, “Şayze”, “Şnel" falan diye emirler yağdırıyor. Yanına gittim, İngilizce nereden fındık fıstık alırız diye soracağım, daha ben başlamadan yanındakine dönüp, Türkçe konuşmaya başladı. Ben de Türkçe, nereden alış veriş yaparız diye sordum, bana dışarda bir büfeyi tarif etti.

Daha sonrasında Stuttgart’ta gezerken her daim Türkçe duymaya devam ettim. Beni asıl şaşırtan, Türkçe aksanının mükemmele yakın olmasıydı. Daha önceki yıllarda hep ağır bir Anadolu aksanı duyardım. Herhalde Türk dizileri nedeniyle diye düşündüm.

Bu Türkçe işine en çok 🐝Mezzy🐝 şaşırmıştı. Hem okulda - malumunuz Almanca, İsviçrenin resmi dillerinden biri, hem de iPad’i üzerinden kendi şevkiyle Almanca öğreniyor sevgili kızım. Almanya’ya gittiğimizde ben size Almancamla yardım ederim demişti. Türkçe ile benim yol bulmama hem anlam veremedi, hem de karizması çizildi diye hafiften bozuldu.

Eşyaları otele atıp, yola koyulduk. Bir U-Bahn istasyonundan alacağımız tren/metro ile şehir merkezine gidecektik. Otomatik bilet makinalarının birine bilet almak için yaklaştık. Dil seçeneklerinden İngilizce’nin üzerine dokunduk ama ekranda bir hareket yok. Bir daha dokundum, nada… Şöyle yumruğumla bir tane çaktım, elim acıdı ama ekran bana mısın demiyor. Acıyan elimi ovalarken ekran İngilizce’ye döndü.

Sonradan anladık, makinenin işlemcisi yada teknik adıyla PLC’si o kadar yavaş ki, makinenin reaksiyon göstermesi gerçekten çok uzun zaman alıyor. Net olarak söylüyorum, evdeki çamaşır makinesinin işlemcisi bile bundan daha hızlı!

Almanya’nın başka bir problemi bu sevgili arkadaşlar. Adamlar öyle bir mühendislikle yapıyorlar ki, nükleer bir patlama sonrası bile makineleri çalışmaya devam edebilecek kadar sağlam. Hal böyle olunca da hala sorunsuz çalışan eski makinelerini on yıllar boyunca değiştirmiyorlar. Proletarya da böyle eski teknolojiyle mahkum kalıyor.

Her neyse, makineyle vurdulu kırdılı bir iletişimle bilet alma aşamasına gelebildik. Bu sefer de makine hangi ‘zone’ diye sordu. Ne bileyim hangi ‘zone’… Durağın ismini biliyoruz ama hangi bölgededir, kim nereden bilsin? Ama Almanya işte, bileceksin!

Bir iki kişiye sorduk ama ya İngilizce anlamadıklarından, ya da bizle uğraşmak istemediklerinden cevap bile vermediler.

Geri makineye döndüğümüzde işlem sıfırlanmış, başa dönmüştü. Tren kalkıyordu ve makineyle dakikalar sürecek aynı kavgayı bir kez daha etmek için zamanımız yoktu. Charlemagne bizi affetsin, trene son anda kapılar kapanırken, biletsiz bindik. Yakalasalardı canımızı alırlar, yüzlerce Euro ödemek zorunda kalırdık. Şansımız yardım etti, yakalanmadan durağımıza ulaşabildik.

Stuttgart ilk bakışta bana bir bir şantiye izlenimi verdi sevgili arkadaşlar. Her yer inşaat. Şehir merkezi, yani tren garının çevresi ise - Almanya’da şehir merkezi, çoğunlukla şehrin birincil tren garının (Hauptbahnhof) çevresi anlamına geliyor - beklendiği üzere ‘Karadenizli Müteahhit’ tarzı binalarla çevrili.

Mükemmel bir steakhouse’da yine mükemmel bir öğlen yemeği yedik. Sonrasında da Königstrasse isimli, şehrin kalbi sayılabilecek yaya yolunda yürümeye başladık. Sağı ve solu yemyeşil ağaçlarla bezeli, hayat dolu bir cadde, ancak binalar yine ‘Karadenizli Müteahhit’ tarzı (Tamam artık bir kez daha tekrarlamayacağım). Artık kanında mı, geninde mi var bilmiyorum, hani Almanya’ya gelince alış-veriş yapılırdı ya bizim eski zamanımızda, sevgili kızım da yüz kremi alacağım diye tutturdu. Biz de cadde üzerindeki mağazalarda zigzaglar yaparak 🐝Mezzy🐝’ye bir yüz kremi bulduk.

Königstrasse caddesi (tekrar oldu, Strasse zaten cadde demek ama idare edin) bizi Schlossplatz meydanına çıkardı (Platz da meydan demek, yine tekrar oldu, yine idare edin).

Schlossplatz
Schlossplatz gerçekten güzel bir meydan sevgili arkadaşlar. Tarihi bir nokta. Eski Kraliyet Sarayı’nın (Neues Schloss) önünde konumlanmış. Barok mimarili saray yapısı, çevresindeki yeşil alanlar, çeşmeler ve modern sanat eserleriyle bezeli. Ben gördüğümde çok etkilendim ve sarayı yıkıp, modernlik olsun diye Kızılay meydanındaki Gima gibi bir gökdelen dikmedikleri için de ayrıca mutlu oldum.

Bir sonraki durağımız ise Stuttgart Planetarium idi. Ben 🐝Mezzy🐝’nin, hem de Alman elinden çıkma böyle bir yeri görmesini çok istedim. O yüzden bu ziyaret çok ilgimi çekmişti.

Almanlar bu astronomi işine hem meraklıdırlar, hem de sunumu çok iyi yaparlar. İşin aslı bugünkü roketler, jet uçakları falan hep Almanlar’ın icadıdır. NASA’nın insanlığı Ay’a götüren Apollo ve ondan önceki tüm hazırlık projelerini Wernher von Braun isimli bir dahi ve aynı zamanda eski bir Nazi ve SS subayı, tasarımlamış ve yönetmiştir. Braun’un Nazi ve SS geçmişi sonradan, İngilizce deyişiyle Amerikalılar tarafından ‘sugarcoat’ edilip (şekerle kaplanıp, tatlı hale getirilip) yumuşatılsa da, bu dökümanlarla sabit bir gerçektir.

Planetarium’a gitmek için yakındaki U-Bahn istasyonuna girdik. Planetarium, Stuttgart Tren İstasyonu’nun hemen dibinde, biz de metro ile bu tren istasyonuna gideceğiz.

Metro istasyonunda istikametlerin her ikisi için de aşağı inen iki yürüyen merdiven var. İnişlerinin üzerinde ise U1, U12, U19, U987749 gibi tren, yani U-Bahn numaraları yazılı. Takdir edersiniz ki trenler her iki yöne gittikleri için, her iki merdivende de aynı tren numaraları var.

Bu trenlerin hangisine binelim diye sorduk birine. Bizi duvarda asılı bir metro haritasına gönderdi. Ancak harita, Hitler’in Barbarossa harekatında kullandığı haritalardan daha karışık. Stuttgart’daki her trenin gittiği her istasyon yazılı, ancak bir liste halinde değil, çizgilerle bezeli bir diagram halinde.

Önce bir beş dakika Stuttgart Tren İstasyonu bu haritanın üzerinde nerede onu bulmaya çalıştık. Bulduktan sonra buradan geçen trenlerin hangisi bulunduğumuz metro istasyonundan geçiyor diye bakınmaya başladık. Şaşı gibi bir merdivenlerin üzerindeki tren numaralarına, bir de tren istasyonundan geçen trenlerin numaralarına bakarak hangi trene binmemiz gerektiğini anlamaya çalıştık. Nada. Stuttgart Tren İstasyonuna giden trenlerin hiç biri bulunduğumuz metro istasyonundan geçmiyordu. Yani aktarma yapmak gerekiyordu.

Ama hangi trene binip, hangi istasyonda aktarma yapalım, bilmiyoruz. Bir kadına sorduk, cevap bile vermedi. Gençten başka bir kadına sorduk, sağolsun, yardımcı oldu. Telefonundan bir aplikasyon ile en kısa bağlantıyı buldu. Hangi trene binip, hangi istasyonda hangi trene aktarma yapacağımızı öğrenmiştik. Tek eksiğimiz hangi istikamete gideceğimizi bulmaktı. Haritadan final istasyon ismine baktık, her iki istikamete giden trenleri görebileceğimiz bir noktada, ilk treni kaçırmak pahasına doğru istikameti bulduk ve trene bindik. Bir durak sonra inip, Google’ın gösterdiği ikinci trene aktarma yaparak Stuttgart Tren İstasyonuna ulaştık.

Hepsi bu mu?
İnşaat yüzünden planetarium’a giden yollar hep kapalıydı. Bina on metre ilerimizde olmasına rağmen bir türlü içine giremiyorduk.

Yarım saat kadar sonra kapıya giden yolu bulabildik ve planetarium’a girdik. İçerisi bomboştu. Bir görevli geldi ve “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. “ Planetarium’u gezmek istiyoruz” dedik. “Buyrun gezin dedi”. İşaret ettiği yönde belki on metrelik bir koridor var. Koridorda ise bir astronot elbisesi, coğrafya derslerinden kalma bir küre, bir de küçük bir camekanın içinde, ya ay taşı, ya yada meteorit olan ufacık bir taş var.

“Hepsi bu mu?” diye sorduk, “Bir de sinema var ama filim başladı, alamayız sizi” dediler.

Hayal kırıklığı içinde ayrıldık.

Planetarium’dan çıkıp, kapıda 'Şimdi nereye gidelim?' olduk.

Stuttgart demek Mercedes demektir sevgili arkadaşlar. Mercedes’in merkezi bu kentte bulunur.

Gottlieb Daimler ve Carl Benz, birbirlerinden bağımsız iki otomobil üreticisiydi. 1926 yılında birleşip, Daimler-Benz AG isimli şirketi kurdular ve ürettikleri binek arabalarını Mercedes-Benz markası ile satmaya başladılar, Mercedes, ilk bayilerinden Emil Jellinek’in kızının ismi, Benz ise Carl Benz’in soyadından gelmedir.

İster inanın, ister inanmayın, 2022 yılına kadar ‘Mercedes’ isimli bir firma yoktu sevgili arkadaşlar. Mercedes, yada tam şekliyle Mercedes Benz sadece bir markaydı. Bu markanın sahibi ve arabaların üreticisi Daimler-Benz AG’ydi. 2022’den sonra bu şirketin ismi Mercedes-Benz Group AG oldu.

Stuttgart’ta da bir Mercedes müzesi var.

Kızlarla bu müzeye gidelim dedik, ancak işin aslı, otuz küsür senedir Alman arabalarını tercih etmeme rağmen, Mercedes’lere bir türlü kanım ısınmadı sevgili arkadaşlar.

Yıllar önce İsviçre’ye ilk geldiğimde bir Volkswagen Golf GTI’ım vardı. Yine bu zamanlarda bir 325 mi, 525 mi, convertible, sonrasında bir M3 BMW kullandım. Sırbistan’da bir Audi A4’üm vardı. İsviçre’ye döndüğümüzde Jelena kendine aklımda yanlış kalmadıysa bir BMW 320, ben de bir convertible Audi TT aldım. Sonrasında ailecek SUV’lere terfi ettik. Jelena bir BMW X3, ben de bir X5 aldım. X5 öldüğünde Jelena bana bir Porsche Cayenne aldı. Şu anda ise yine bir BMW X5 kullanıyoruz.

Bunları size hıyarlık olsun diye değil, Alman arabalarına olan tutkumu anlatabilmek için yazdım. Türkiye’den nasıl görüldüğünün tamamen farkındayım ancak İsviçre için, hele ikinci el olursa, fazlasıyla normal bir durum, bu arabaları kullanmak.

Her neyse. Bu kadar Alman arabası sevmeme rağmen, Mercedes ile yıldızımız bir türlü barışmadı. Belki gençken o aklımıza kazınan kalantor Mafyacı Mercedesciler’in yüzündendir. Kim bilir?

O yüzdendir, Mercedes müzesini gezmek hiç de içimi açmamıştı. Jelena’nın bu taraklarda hiç bezi yoktur, 🐝Mezzy🐝 ise sadece dokuz yaşında, Mercedes falan henüz ilgi alanında değil. Vaz geçtik.

Stuttgart’da bir de Porsche müzesi var sevgili arkadaşlar. Ancak şehrin çok içinde değil. Akşam olduğu için ona da vakit kalmamıştı.

Otomobil konusunu kapatmadan, yolunuz düşerse, Münih’teki BMW müzesini gezmenizi öneririm. Yarım gün alıyor ancak mükemmel yapmışlar. O günden beri, araba anahtarlarımız, bu müzeden aldığımız BMW armalı bir anahtarlığa takılıdır.

Nereye gidelim sorunsalımız için listemize bakmaya devam ettik. Bir iki kilise, bir kütüphane, bir de “Scavenger Hunt” dedikleri, ipuçlarını kovalayarak bir şeyler bulma oyunu vardı.

Kızlar “Bırak bunları, hadi otele gidelim. Hem havuz var, biz yüzeriz, sen de şarabını içersin.” dediler. Kulağıma müzik gibi gelmişti. Akşam biraz erken bir saat olsa da otele döndük.

Ertesi sabah Stuttgart’daki son ziyaret noktamıza gittik. Bir şarap müzesi. Bir ay öncesinden booking.com'dan bilet almıştım.

Stuttgart’ın banliyösünde bir semt. Binalar falan çok güzel. Şarap müzesinin binası ayrı bir güzel.

Binalar falan çok güzel
Kapıya asıldık, kitli. Cam kapıda Garfield olduğumuzu gören bir kadın içerden koştu, kapıyı açtı. Biletimizi gösterip, “Ziyarete geldik” dedik.

Kadın “Kapalıyız, saat ikide açılıyoruz” dedi. Bilete baktım, gün boyu istediğiniz saatte gelin yazıyor. Kadına bileti gösterip, “Bak burada kapalı yazmıyor” dedim. Kadın da bana kapının cam kanadını işaret edip, “Bak burada yazıyor, açılış saati iki” dedi.

Saat on falandı. Bir şarap müzesi için yarım gün öldürmek manasız olacaktı. Kader dedik, döndük arabamıza, bastık gaza.

Herhalde fark ettiniz, Stuttgart bizim için bir hayal kırıklığı olmuştu. Bana biraz Manchester’ı hatırlattı. Büyük bir sanayi kenti, ancak gezip, görecek fazla bir şey yok.

Bir Mercedes meraklısıysanız, bu kentte bir mabediniz var. Değilseniz, önerim, bir yarım saatliğine Schlossplatz’da bir kahve molası verin, ve yolunuza devam edin. Stuttgart’ta görecek bir şey yok.

Çok moral bozmayalım. Bir Sonraki hedefimiz Stuttgart’daki hayal kırıklığımızı tedavi edecek kadar güzel ve görülmeye değer bir yer.

Almanya gezimiz sürüyor.

Sevgi ile kalın 💕

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Nalcı'ların Almanya Projesi

Sevgili arkadaşlar, yaşadığımız ülke İsviçre, Avrupa’nın tam ortasında yer alıyor ve neredeyse tüm Avrupa ülkelerine oldukça yakın. Sınır komşularımız ise İtalya, Fransa, Almanya ve Avusturya.

Avusturya’yı bir kenara bırakırsak, komşuluk münasebetiyle büyük abilerden İtalya ve Fransa’yı neredeyse şehir şehir gezmişliğimiz olsa da, Almanya, yaşadığımız yere yalnızca iki saat mesafede olmasına rağmen, bugüne dek çok az ziyaret ettiğimiz bir ülke olarak kaldı.

Frankfurt, 1996
İş ve eğlence için birkaç kez Berlin ve Frankfurt’ta bulundum/bulunduk. Biraz Münih, biraz Bavyera’nın gerisi, ve birer günlüğüne Köln, Trier, Freiburg, Füssen, Konstanz gibi bir iki şehirde bulunsak da, bu ziyaretler Almanya gibi büyük bir ülkenin küçük sayılabilecek bir bölümü ile sınırlı kaldı.

Almanya elbette çok güzel ve görülesi bir ülke, ancak Avrupa’nın gerisi biraz daha güzel ve görülesi olunca, gezilerimizde Almanya’ya sıra biraz geç geldi.

Amacım Almanya’ya kötü bir ülke demek değil. Ne demek istediğimi gelin, biraz daha iyi anlatayım.

Avrupa’nın tümü İkinci Dünya Savaşı sırasında yerle bir olmuş sevgili arkadaşlar. Savaştan sonra Avrupa’nın geri kalanı şehirlerini eski hallerine restore ederken, Almanlar “Biz modern olalım” deyip, şehirlerini o günün modern mimarisiyle yeniden inşa etmişler. Elbette Berlin, Münih, Köln gibi şehirlerde kısmen bazı eski binaları orijinal hallerine sadık kalarak yeniden yapmış olsalar da, şehirlerin büyük bölümü 1945-50’lerin ‘modern’ mimarisi Karadenizli Müteahhit binalarının tarzıdır. Kutu gibi binalar, düz duvarlar, kare camlar. İleri sanat için bazen cepheleri banyo fayansı gibi iki renkte falan tasarlamışlar.

Karadeniz Müteahhidi Binalar
Stuttgart
Bu yüzden, İtalya’da, Fransa’da kentler Ortaçağ’dan, Rönesans’tan kalma güzelim tarihi binalarla dolu iken, Alman şehirlerini gezerken kendinizi çocukluğumun Ankara’sının, Kızılay meydanında geziyor gibi hissedersiniz. Yeni Karamürsel mağazaları, İzmir Caddesi falan…

Modernliği perçinlemek için Almanlar bir de büyük şehirlerine işlevi belirsiz, pipi gibi birer TV kulesi dikmişler. Hayatımda gördüğüm en anlamsız, en gereksiz yapıların başında gelir bu Jetgiller çizgi filmlerinden fırlamış komik kuleler. Hele bir de günümüzde kimsenin havadan antenle TV izlemediğini düşünürseniz, bu kuleleri artık ne yaparlar, siz düşünün.

Almanya’da gezerken karşıma çıkan Almanların çoğunluğu öyle çok fazla kibar, turist canlısı kişiler değillerdi. Çok sevdiğim, çok iyi anlaştığım, kibar, düşünceli Alman arkadaşlarım var, ancak Almanya’ya gittiğimde ne yazık ki çoğunlukla kaba, ters, nezaketsiz tarzda insanlarla karşılaşıyorum.

Almanya’nın yemekleri de bence bir felaket. Apple Strudel’ı bir kenara bırakırsak, yemeklerin çoğunlukla patates ve domuzdan başka bir özelliği yok. Ancak takdiriniz üzere beni en çok üzen Alman şarapları. İçtiklerimin çoğu, belki benim şansım, birer felaketti. Fransa’ya yakın Alsace bölgesini saymazsanız içilecek şarap neredeyse yok gibi. Bunu söylemişken, Almanlar’ın dünyaca bilinen Riesling gibi şarapları olduğunu da hatırlayalım.

Berlin TV Kulesi
Almanya’da gezinmek de zordur sevgili arkadaşlar.

Bu konuya biraz açıklık getireyim.

Aşağıda yazdıklarımı okurken lütfen bunların sadece benim subjektif görüş ve gözlemlerim olduklarını bir kenara not edin. Amacım kalp kırmak değil, arzuhalimi anlatmak.

Almanlar fazlasıyla zeki ve başarılı bir ulus. Teknolojide, mühendislikte gerçekten bir numaralar. Bugünkü modern teknolojilerin çoğunu Almanlar’a borçluyuz. Gerçekten düzenli, kurallara uyan, uygar bir halk.

Ancak, Almanlar’ın kafaları sanki dünyanın gerisinden biraz farklı işliyor.

Almanya’da yaşamak ya da gezmek için Almanlar gibi düşünmeniz gerekiyor. Alman düşünce sisteminin temeli ise bilmek. Intuition, yani sezgilere yönelik bir sistemleri yok. Bileceksin, yok bilmiyorsan öğreneceksin. Sistem, senin bilmediğini varsayarak sana yardımcı olmaya yönelik tasarımlanmamış.

Stuttgart’da bir benzin istasyonuna girdik. Pompanın üzerinde dört hortum var, hortumlarda da “Super Plus”, “Super”, “Super E10” ve “Diesel” yazıyor. Hadi dizeli anladık, geri kalanın hepsi süper anasını satayım. Süper ile süper plus’ın farkı nedir? Daha da kötüsü süper E10 ne demek? Hangisi kaç oktan, yazsa anlayacağız ama yok işte. Bileceksin.

Hepsi süper de...
Yine Stuttgart’ta bir metro istasyonunda, yavrukurt gibi bir haritaya bakıp, iz sürerek aktarmalı bir tren yolculuğu yapmıştık. Dünyanın pek çok yerinde alışık olduğumuz, istasyondan geçen trenlerin başka hangi istasyonlarda durduğunu gösteren bir tabela yoktu. Sadece Stuttgart’daki bütün trenlerin nereye gittiğini gösteren Piri Reis kılıklı, kocaman, karmakarışık bir harita asmışlardı. Birisi şurada inin, şu trene aktarma yapın demese gideceğimiz yere ulaşmamız mümkün olmayacaktı.

Benzeri bir olay Berlin’de başımıza gelmişti. Karşı taraftaki yol, bulunduğumuz yoldan geçen trenin aksi istikametine gitmiyordu, bambaşka bir trene aitti. Hangi yolu kullanacağımızı bulmak için yol boyu sıralanmış sütunlara boyadıkları tren isimlerine bakmamız gerekmişti. Her sütuna bir trenin güzergahını yazmışlardı. Sütunlar silindirik olduklarından her açıdan okunamıyordu. O yüzden deli gibi bir yoldan diğerine, yol üzerinde de bir sütundan diğerine koşup, okuyabilmek için doğru pozisyonu alarak trenin hangi yoldan geçtiğini aramıştık.

Başka bir ilginçlik. Stuttgart’ta araba yollarında asfaltın üzerine metrelerce büyüklükte 14, 23, 98 gibi numaralar yazılmıştı. Hız limiti mi acaba diye düşündük, sonra “Yok artık” dedik. 14 km, 23 km gibi küsuratlı limitler olamazdı. Sonradan bunların yol numaraları olduklarını anladık. Dünyada ilk kez Almanya’da, yol numaralarının metrelerce boyda asfalta yazılı olduklarını görmüştüm. Düşünürseniz, bu yol numaralarının, numarası yazılı yolun nereye gittiğini bilmezseniz, size beş kuruşluk faydası yoktur. Ama Alman mantığı, bileceksin işte.

Freiburg - Kartpostal gibi!
Eklemeden geçemeyeceğim, örneğin Heidelberg’de, asfaltlara aynı puntolarla, aynı boylarla bu kez hız limitleri yazılıydı. Yine ya hangisi hız, hangisi yol numarası, bileceksiniz, ya da “Her şeritte aynı numara yazılı, sayılar da onun katları, demek ki bunlar hız limiti” şeklinde tümevarım uygulayacaksınız.

Kısacası Alman kültürü, Alman sistemi, sezgiselliği, kolaylığı öncelemiyor. Sadece bilgiyi edinmek gerekliliğinin üstüne kurulmuş.

Her neyse. Gelelim Almanya’nın güzelliklerine…

Münih, Frankfurt, Stuttgart gibi büyük şehirleri aklınızdan silin - belki Berlin tarihi önemi bakımından bir istisna olabilir ama diğerleri çok görülesi yerler değil. Bu şehirler yukarıda yazdığım gibi Karadeniz Müteahhidi şehirleri.

Trier - Kartpostal gibi!
Almanya’nın güzelliği küçük şehirlerinde sevgili arkadaşlar. Konstanz, Füssen, Heidelberg gibi şehirler bir ressamın fırçasından çıkmışcasına harikulade yerler. En son Heidelberg’deydik, kendimi bir peri masalında hissettim. O kadar cazibeli bir kent. Mimarisi, doğası, yemekleri falan, gerçekten anlatması zor, görmek gerekiyor. Henüz gitmemiş olsak da Dresden için, Leipzig için falan da çok güzel şehirler diyorlar.

Almanya’nın başka sevdiğim bir tarafı şatoları. Özellikle Bavyera’da gerçekten çok ihtişamlı, çok güzel şatoları var. Gençliğimin “Wolfenstein” video oyunu boşuna Alman şatoları temalı değil sizin anlayacağınız.

Yine Almanya’da gezmenin bir güzelliği lokal dili biliyor olmam. Almanca’yı kast etmiyorum, kast ettiğim Türkçe. Türkçe ile Almanya’da rahat rahat gezilebiliyor. Almanların çoğu da iyi derecede İngilizce konuşuyor.. Yani dil problemi sıfıra yakın.

Neuschwanstein Şatosu
Eğer bira seviyorsanız Almanya sizi ihya edecektir.

Almanya’nın doğası da olağanüstü güzellikte. Dağları, ormanları ile yemyeşil bir ülke.

Trafik şehir içinde bence bir felaket. Hız limitleri bazen 40’a, 30’a düşebiliyor. Bu afaki limitlere kimse uymadığı için de benim gibi limitlere uyan avanaklar bol bol korna yiyiyorlar.

Ancak otoyolların büyük bölümünde hız limiti yok. Gençken, bir de canavar arabam varken, sık sık Almanya’ya gelir, gaza basardım. Hız yapmayı seviyorsanız Alman otoyolları tam size göre. Ancak dikkat. Bir çok kez 160’la falan sol şeritte giderken, bir anda arkamda beliren arabaların frene asılıp, selektör yapmışlıkları var. Kısacası sol şeriti alırken iki kere bakın derim.

Almanya’daki trafik işaretleri ise beni çileden çıkarıyorlar.

Öncelikle “Zusatzzeichen” ya da “Conditional Signs” dedikleri “Eğer İşaretleri”. 160’la giderken bir anda 80 km/s işareti görüyorsunuz. Refleksle hobaraaaa frene asılıyorsunuz, sonrasında da altındaki küçük “Eğer İşaretini” farkediyorsunuz. Küçük işaret, havuza düşüp yüzmeye çalışan bir araba simgesi mesela. Yine bileceksiniz, bu işaret “Eğer yol ıslaksa” demek.

Ancak sorun burada başlıyor. Islak yol ne demek? Ahmak ıslatan bir yağmur ile, bir dolu esnasındaki yol koşulları çok farklıdır. Bunların hangisinde 80’e düşelim? Öyle yağmurlar vardır ki, 80’le bile gidemezsiniz.

O ıslak yol işareti olsa da olmasa da aklı başında sürücüler zaten hızlarını koşullara göre ayarlarlar. Dolu yağarken işaret yok diye 180’le gidecek bir avanak varsa, zaten o işareti koysanız da, koymasanız da çok fazla yaşamaz. Ez cümle, böyle muğlak işaretler sadece kafa karıştırmaya yarıyor.

Bu “Eğer İşaretlerinden” İtalya ve Fransa’da da bol bol vardır.

Yine yol üzerinde bir yerleşim merkezinin ismini gördüğünüzde hız limiti otomatik olarak 50 km/s oluyor. Hiç bir yerde yazmaz, bunu da bileceksiniz.

Gözünü sevdiğimin İsviçresi. Bu zırvaların hiç biri yoktur memleketimde. Örneğin eğer yol ıslakken kayma tehlikesi varsa, sadece bir kayma tehlikesi işareti koyarlar. Bu işareti gördüğünüzde, sadece yol ıslakken hızınızı düşürmeniz gerektiğini değil, örneğin ani direksiyon kırmamanız ya da ani frenleme yapmamanız gerektiğini de anlarsınız.

Almanya projemiz başlıyor
Ancak tüm eksileri ve artılarıyla Almanya dünyanın en önemli, en fark yaratan ülkelerinden biri sevgili arkadaşlar. Bu ülkeyi görmemek olmaz.

İşte bu bağlamda, Nalcı’ların uzun zamandır ertelediği Almanya’yı fetih projesini resmi olarak başlattık. Almanya’nın bütün kentlerini olmasa da, belli başlı büyük ve görülmeye değer küçük yerleşim merkezlerini, tarihi noktalarını, doğal zenginliklerini gezeceğiz.

Kim bilir, belki ülkeyi yakından görünce Alman şarapları hakkında fikrim değişebilir.

Ancak bu demek değil ki sizleri sürekli Almanya yazılarıyla bombardıman edeceğim.

Almanya projemiz birkaç yıl sürecek. Bu süre boyunca elbette Almanya’dan başka bir çok yere gideceğiz. Ancak arada bir Almanya’dan bir iki kenti dilimin döndüğünce size anlatmaya çalışacağım.

Şimdilik sevgi ile kalın.

Auf Wiedersehen

28 Nisan 2025 Pazartesi

Budapeşte'yi Geziyoruz

“I don’t want to go to ‘Budipest’!” diye bağrınıyordu sevgili kızım. Annesi düzeltti “Not ‘Budipest’, ‘Budapest’…”. Ama heyhat, Budapeşte’nin ailemizdeki ismi “Budipest” olarak kaldı. Jelena’nın ağızı öyle alışmıştı ki, üçüncü şahıslara bile “We will be in ‘Budipest’ next week” falan diyordu, onlar da muhtemelen “Yazık, köylü, Budapest diyemiyor” falan diye üzülüyorlardı.

🐝Mezzy🐝’yi ikna etmek için bir rüşvet gerekiyordu. Budapeşte öncesine iki günlük bir Europa Park gezisi ekledik. Uçağımız zaten Basel Havaalanı’ndan kalkıyordu ve Europa Park Basel’a sadece bir saatlik uzaklıktaydı.

Europa Park bildiğiniz üzere bir amusement park. Disneyland’den daha büyük ve yaşça biraz ileri çocuklara ve ruhu hep çocuk kalanlara hitap ediyor. 🐝Mezzy🐝 ile son zamanlarda bu parkı tercih ediyoruz.

Europa Park’ta iki gün ve sonrasında bir EasyJet uçuşu ile Budapeşte’ye ulaştık.

Otele akşam geç saatte ulaşmıştık. 🐝Mezzy🐝 ile kendimize Wolt üzerinden birer Whopper söyledik, sonra da hemen uyuduk.

Sabah kahvaltımızı St. Stephen Basilica’sının yanında bir cafede ettik. Kahvaltı ettik dediğime bakmayın, doğru anlamıyla kahvaltı eden sadece 🐝Mezzy🐝 oldu. Jelena bir kahve içti, ben de kahve üstüne bir Egri Bikavér içtim. Macaristan’ın bir şarap ülkesi olmasının sonucu, sabahın dokuzunda şarap isteyince acayip karşılamıyorlar.

St. Stephen’s Basilica
St. Stephen’s Basilica, çok büyük bir kilise sevgili arkadaşlar. ilk Macar kralı Szent István’ın anısına isimlendirilmiş. Ve tabii ki bir Katolik kilisesi. Bu kilisenin bulunduğu meydanda önceleri hayvan dövüşleri yapılırmış. Sonrasında geçici bir kilise, ve en sonunda bugünkü basilica’yı yapmışlar.

Bu basilica’yı gezmek ücretli sevgili arkadaşlar - normalde kiliseleri gezmek için para ödemezsiniz, ancak anlaşıldığı kadarıyla Macarlar bu işi biraz ticarete dökmüşler. Bilet alıp gezmek de öyle kolay değil.

Biz oradayken, işaretler bizi caddenin karşısında bir bilet ofisine yönlendirdi, ancak burada çok uzun bir sıra vardı. Bunun nedeni ise gişede kimsenin olmamasıydı. Online bilet alabilmek için bir QR code koymuşlardı, ancak bu kodun yönlendirdiği web sitesi de çalışmıyordu.

Aziz Stefan bizi affetsin, kilisesini gezmedik.

Kilisenin hemen önündeki duraktan Hop On-Hop Off otobüsümüze bindik. Bu otobüsler Budapeşte’de çok işe yaradı. Hem anlatım, hem de ulaşım için çok uygunlardı. Üstüne fiyata bir de ücretsiz Tuna nehrinde bir tekne turu dahil olunca, tadından yenmedi. Daha önceden bir tekne turu almıştık, ancak hop-hop otobüsler aynı turu bedava verince, ilkini iptal ettirdik.

Hop-hop otobüslerinin tek problemi İngilizce kaydın felaket bir aksanla yapılmış olmasıydı. Kız, “Hızlı konuşmak iyi konuşmaktır” ekolünden geldiği için, ki bu ekol Orta Avrupa’nın eski komünist ülkelerinde çok popülerdir, cümlelerinin ilk beş sözcüğü neredeyse anlaşılmaz durumdaydı. Cümlelerinin sonu da ağır, artık Macar mı, Hollandalı mı desem aksanı yüzünden zar zor anlaşılabilir olunca, söylenenleri anlamak biraz hayal gücümüze kalıyordu. Ancak giderseniz, endişe etmenize gerek yok. Dil seçeneklerinin içerisinde Türkçe de var.

Hava yağmurluydu, ancak hava raporuna göre yağmurlu olmaması gerekiyordu. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 ceketlerini yanına almışlardı, ancak ben şahsım zibidi gibi bir t-shirt ile geziyordum. Otobüsten inip, bir mağazadan kendime bir sweat-shirt aldım.

Budapeşte’nin önemli ziyaret noktalarından biri Heroes’ Square, yani Kahramanlar Meydanı’dır sevgili arkadaşlar.

Heroes’ Square
Heroes’ Square, yarısı, sütunlu iki çeyrek dairesel bir yapı ile çevrili, ortasında bir sütun olan bir anıtın bulunduğu bir meydan. Anıtın altında, başta Arpad, Macarlar’ı Karpatlara getiren yedi Macar reisinin heykelleri var. Sütunun üzerinde ise Melek Gabriel’in yani Cebrail’in heykeli olması gerekiyordu ama biz oradayken herhalde tatile çıkmıştı.

Anıtı çevreleyen sütunlu yapıda ise Macar tarihinin önemli figürlerinin heykelleri bulunuyor.

Meydanın diğer tarafında bir Meçhul Asker anıtı var, ancak buna yaklaşamıyorsunuz.

Bu meydan yapıldığında Macaristan, hala Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun bir parçasıymış. Bağımsızlıktan sonra Habsburg hanedanlarının heykelleri yerine Macar figürler konmuş.

Heroes’ Square etkileyici, görülesi bir yer.

Hop-hop otobüsleri ile durup, ziyaret etmeden şehrin gerisini dolaştık, ve ertesi günkü ziyaret noktalarını belirledik.

Akşamımızı Hard Rock Cafe’de sonlandırdık. Ok bekledim ama hiç Omega çalmadılar.

Hard Rock Cafe
Ertesi günkü ilk ziyaret noktamız Dohány Street Sinagogu’ydu.

Bu sinagog, İkinci Dünya Savaşı başlarında oluşturulan Yahudi Gettosu’nun girişinde bulunuyor.

Yahudi Gettoları, sadece Macaristanda değil, bir çok Orta Avrupa ülkesinde Yahudileri bir araya toplamak için yapılmışlar. Böylece karar verildiğinde hepsini buradan alıp, ölüm kamplarına getirmek kolay olacaktı.

İlk başlarda sadece barınma amacı güdülüyor gibi gösterilen bu mahallelerde çevrede oturanlar kim Yahudiler, hangileridir görsünler diye açık alanlı giriş ve çıkışlar vardı. Sonrasında Yahudilere, sol kollarına, Yahudi oldukları anlaşılsın diye, çoğunlukla sarı, Davut Yıldızları dikme zorunluluğu getirildi. Daha da sonrasında Yahudi Gettoları’na giriş ve çıkışlar izne bağlandı. Karar verildiğinde ise bu gettolara girilip, içinde bulunan Yahudiler ya öldürüldü, ya da toparlanıp, ölüm kamplarına gönderildi.

Macaristan’ın savaş esnasında önemli bir Yahudi nüfusu vardı. Herkesin bildiği Auschwitz kampı, aslen Macar Yahudilerin katli için tasarlanmıştı. 600 bin Macar Yahudisi Auschwitz’de can verdi. Bu rakam, Auschwitz’de ölen her üç Yahudi’den birine denk gelir.

Dohány Street Sinagogunun bahçesinde, savaşın en büyük toplu mezarlarından biri var. Yahudiler burada ya vurulmuş, ya da soğuktan ve hastalıktan can vermişler.

Dohány Street Sinagogu savaşta çok fazla hasar görmemiş. Birçok kişi bunu, Almanlar’ın Yahudi bölgesinin başladığı noktayı belirleyen bir yapı olduğu için sağlam bıraktıklarını düşünüyor.

Ben Holocaust hakkında çok kitap okudum, bu facianın önemli tarihi noktalarını ziyaret ettim sevgili arkadaşlar. Yahudilere bu bakımdan çok derin sempati duyarım. Bugün, Gazze’de olanlar yüzünden aklınızdan geçenleri elbette biliyorum, ancak bir yanlış, bir doğruyu götürmüyor. Şimdilik bu iki olayı, ve ırklar ile hükümetleri bir birlerinden ayrı tutalım. Bir gün Gazze’de olanlar da konuşulacak elbette.

Sinagogu gezerken erkeklerin Yarmulke yada Kipa ismi verilen başlığı giymeleri zorunlu. Bu nedenle ben de hayatımda ilk kez bir Yarmulke giymiş oldum.

Yarmulke
Avrupa’nın en büyüğü olan bu sinagogun içi çok güzel, bahçesinde ise toplu mezarın bulunduğu avludan başka, Holocaust kurbanlarının ve savaş esnasında Yahudilere yardım eden Yahudi olmayan kişilerin anıldığı ufak bir park var. Bu parkta ise Tony Curtis’in yapımına büyük katkı sağladığı bir metal ağaç anıtı var. Tony Curtis’i hatırlarsınız, Kaygısızlar’ın Danny Wilde’ıydı. Curtis’in annesi ve babası, Amerika’ya göç etmiş Macar Yahudileriydiler. Curtis kökenlerini hiç unutmamış ve ölene kadar her fırsatta Budapeşte’ye gelip, bu Sinagogu ziyaret etmiş.

Aynı parkta üzerinin taşlarla bezendiği mezarlar var. Yahudilik inancında mezarlara canlı sayılan çiçekler yerine taşlar bırakılıyor, çünkü yaşayanlarla ölülerin karışmaması gerekiyor.

Dohány Street Synagogu’nu ziyaret etmenizi kuvvetle öneririm sevgili arkadaşlar. Hem tarihi bir yer, hem de Yahudi olmayanlar için, Yahudilik inancına bir pencere açıyor.

Bu konuyu kapatmadan, son zamanlarda bayağı popüler olan gereksiz bir ayrım için de iki kelam edeyim.

Efendim, Yahudiler bir ırkmış ve inançlarına da Yahudilik yerine Musevilik denmesi gerekiyormuş.

Uzak geçmişte belki biraz doğru sayılabilecek bir ayrım bu. İngilizcede mesela Musevi anlamına gelen “Mosaic” diye arkaik bir kelime vardır, ancak bugün bir Yahudi’ye “Mosaic” derseniz size gülecektir. Günümüzde aklı başında herkes bu inanca “Yahudilik” der. İngilizcesi de Judaism. Etiyopyadan gelen siyahi de, Polonya’dan gelen sarı saçlı, mavi gözlü Aşkanazi de Yahudidir. Bunların her ikisinin de Arap Yarımadası kökenli etnik Yahudilerle bir akrabalığı yoktur. İnancın kendisi de zaten Yahudi ırkını Yahudiliğe inanan kişiler olarak tanımlar - bir de anne tarafından Yahudilik bağı gerekir.

Neyse, çok uzatmayalım. Hristiyanlığa “İsevilik”, “Müslümanlığa da “Muhammedilik” demiyoruz. Böyle gereksiz ayrımlara kendimizi kaptırmayalım.

Bir Macar restoranında öğle yemeğimizi yedikten sonra Széchenyi Köprüsü’ne geldik.

Széchenyi Köprüsü
Biliyorsunuz, Budapeşte, Tuna Nehri'nin ikiye ayırdığı Buda ve Peşt bölgelerinden oluşan bir şehirdir. Bu iki bölgeyi birbirine bağlayan sekiz köprü vardır. Bu köprülerin en ünlüsü, hatta Budapeşte’nin resmi sembolü hâline gelmiş olanı ise Széchenyi Zincir Köprüsü’dür.

Széchenyi Köprüsü gerçek bir sanat eseridir. 1849 yılında yapılmış ve Buda ile Peşt’i birleştiren ilk kalıcı köprü olmuştur.

Almanlar, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Macaristan’dan geri çekilirken, Tuna üzerindeki Széchenyi Köprüsü dahil bütün köprüleri imha etmişler. Sadece kuleleri ayakta kalan Széchenyi Köprüsü, savaş sonrası aslına sadık kalınarak yeniden inşa edilmiştir.

Budapeşte’ye gelirseniz, Széchenyi Köprüsü’nü görmemeniz zaten mümkün olmayacaktır. Biraz vakit ayırıp, bu ikonik yapıyı sindire sindire gezin derim.

Köprüden sonra altı numaralı rıhtımdan Tuna Nehri tekne turumuza başladık.

Budapeşte, nehir üzerinden gezilmesi en keyifli şehirlerden biri sevgili arkadaşlar. Şehir zaten Tuna boyunca kurulduğu için, tekne turu Budapeşte’nin en görülesi noktalarını adeta bir açık hava müzesi gibi sergiliyor.

Bunların başında güzelim Parlamento Binası geliyor. Orban, sadece bu bina sayesinde bile Avrupa’nın en şanslı devlet başkanlarından biri sayılabilir.

Parlamento Binası
Parlamento Binası 1902 yılında açılmış. Bir hükümet binasından çok, büyük bir katedrali andırıyor.
Neo-Gotik tarzda, sivri kulelerle süslü bir mimarisi var. Hatta biraz Londra’daki Westminster Sarayı’nı andırıyor.

Tur üzerindeki diğer ikonik yapı ise Buda Kalesi. 1250’lerde yapılmış. Geçmişte Macar Kraliyetinin meskeni olan bu muazzam yapı, bugün bir tarih ve sanat müzesi ile bir kütüphaneye ev sahipliği yapıyor.

Mohaç Savaşı sonrası Kanuni Sultan Süleyman Budapeşte’yi yağmalatsa da, bu yapıya büyük zarar vermemiş. Bazı sanat eserleri İstanbul’a götürülmüş, ancak kale Osmanlı valilerinin ikametgahı olarak kullanılmamış. Bir bölümü kışlaya çevrilmiş, genel olarak ise çürümeye terk edilmiş.

Habsburgların kuşatması sırasında, kalede barut deposu olarak kullanılan bir kule isabet alıp patlamış ve yaklaşık 1500 Türk askerinin ölümüyle sonuçlanmış.

Nehir üzerinde başka bir cazibeli yapı ise kalenin hemen altındaki Fisherman's Bastion (Balıkçı Tabyası) ve onun yanındaki Matthias Church (Mátyás-templom) isimli görkemli kilise.
Gellért Hill adlı tepede ise, New York’taki Özgürlük Anıtı’nı çağrıştıran bir Özgürlük Heykeli bulunuyor.

Bu söz ettiğim yapıları karadan görmek de mümkün; ancak tekne turu, tembel işi, hiç koşuşturmadan hepsini bir arada görebilmenizi sağlıyor.

Akşam yemeğimizi, “Ruin Bars” bölgesinde yedik.

“Ruin”, bildiğiniz gibi "yıkıntı" demektir.

Bir "Ruin Bar" 'da
İkinci Dünya Savaşı ve özellikle Komünist dönem boyunca eski Yahudi mahallesindeki binalar terk edilmiş halde kalmış. Bu binaların tamiri çok masraflı, yıkılmaları ise tarihi değerlerinden ötürü istenmeyen bir durumdaymış.

Komünizmin çöküşünden sonra birçok sanatçı ve girişimci, bu binaları restore etmek yerine, özgün bir şekilde kullanmaya karar vermişler.

Bu binalara, ucuz ve rahat barlar açmışlar. Dekorasyonda ise çoğunlukla akıllarına ilk gelen şekilde yaptıkları resimler, heykeller ve bitpazarından topladıkları eşyaları kullanmışlar. Hedef lüks değil; samimi, halka açık bir atmosfer yaratmakmış.

Bu konsept çok tutmuş ve ruin barlar kısa sürede büyük popülerlik kazanmış.

Bu barların renkli zamanları elbette gece, parti durumları ama iki yaşlı insan ve on yaşında bir çocuk için çaresiz akşamın erken saatlerinde bir ziyaret gerçekleştirdik. Ne olursa olsun, mükemmel ötesi bir Merlot ve güzelim Macar yemekleriyle mükemmel birkaç saat geçirdik.

Budapeşte’deki bir sonraki günümüz sadece birkaç saatle sınırlıydı, onu da öğlen yemeği için kullandık.

Gezimizi toparlarsak, Budapeşte mükemmel bir şehir ve herkesin ziyaret etmesi gerekli bir destinasyon. Tarihi, mimarisi, yemekleri, şarapları ve en önemlisi insanlarının nezaketi ile bizden on puan aldı.

Sevgi ile kalın❤️

21 Nisan 2025 Pazartesi

Macaristan ve Budapeşte

Yıl 2001, bir toplantı için Macaristan’daki Eger kentine gitmem gerekiyordu. Macaristan’a ilk gidişim olacaktı, ancak daha gitmeden ülke ile ilgili önemli birkaç bilgiye sahiptim. Bunların en önemlisi Egri Bikavér isimli şaraptı. O aralar Macaristan’la çalıştığımdan, toplantı için Lozan’a gelen Macar arkadaşlar, sağolsunlar, hep bir şişe Egri Bikavér getirirlerdi.

Yıl 2001. Gençlik ve "sigara"
Söylemeye bile gerek yok, mükemmel bir şaraptır. Bikavér dedikleri şarabın Eger’de üretilenine Egri Bikavér derler ki, anlaşılacağı üzere bu şarabın memleketine gidiyordum.

Toplantı üç tam gün sürecekti, ancak otelde sabah saat onda verilen çay/kahve molasında, toprağı bol olsun, alkolü çok seven patronumla Egri Bikavér içmeye başlıyorduk. Bu toplantıların öğleden sonraki bölümlerini hiç hatırlayamamıştık!

Eger’dan Budapeşte’ye geçmiştik. Eve dönmek yerine, birkaç gün geçirip, kenti görmek için geziyi uzatmıştım. Bu güzel şehrin tadını çıkararak yaşadım. Eger’de olmamış olsak da, Egri Bikavér seansları Budapeşte’de de devam etmişti.

Yirmi dört yıldan sonra yeniden Budapeşte’ye gelmek beni heyecanlandırmıştı.

Budapeşte’nin ailemizce başka bir önemi ise, sevgili karımla ayrı ayrı görüp, bir arada bulunamadığımız sayılı kentlerden biri olmasıydı. Böyle yerlere bir arada geldiğimizde, orayı “nötralize ettik” deriz. Bu vesileyle Budapeşte’yi de nötralize etmiş olduk.

Budapeşte’yi de nötralize ettik...
Macaristan çok güzel bir ülke, Macarlar da çok iyi insanlar sevgili arkadaşlar.

Macarlar aslen hayli bahtsız bir halktır. Tarihleri boyunca savaşmışlar, ancak pek de başarılı olamamışlardır.

Çok başınızı ağrıtmadan kısaca arz edeyim.

Macarlar bizim toprağımızdır sevgili arkadaşlar. Etnik olarak çok Türk sayılmasalar da, bizler gibi Orta Asya’nın steplerinden gelirler. Peçenek ve Kıpçaklar’la çok yakın ilişkileri olduğundan hem kan, hem de gelenek-görenek olarak Türkler’e benzerler.

Arpad isimli liderleri Macarlar’ı Karpatlara taşımış. Avrupa’ya göçtükten sonra Hristiyanlaşmış, mutlu ve bağımsız bir şekilde yaşarken Kanuni bunları Mohaç’la fethetmiş, yüz elli yıl sonra da II. Mustafa, Karlofça ile Habsburg’lara vermiş.

Habsburg’lar, malumunuz bir Avusturya Hanedanıdır. Macarlar da bunların egemenliğinde yaşamaya başlamış. Sonra Habsburg’lara baş kaldırmışlar ve bağımsız olmasalar da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ismi altında yarı otonom olarak imparatorluğa ortak sayılmışlar.

Bu yüzdendir, Macarlar, Habsburg tarihlerini çok da iyi duygularla anmazlar. Halbuki isimlerinin Osmanlı ile aynı mertebede sayılan bir imparatorluğun ünvanında geçmesi nedeniyle normalde biraz paye alıp, böbürlenmeleri bekleyebilirdik. Bunu söylemişken, Macarlar’ın Türk tarihlerine de herhangi bir sempati ile bakmadıklarını eklemiş olayım. Macarlar, yüz küsür yıllık Türk dönemi hiç yaşanmamış gibi davranırlar.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Macarlar darmadağın olmuşlar sevgili arkadaşlar. Topraklarının üçte ikisiyle birlikte, nüfuslarının milyonlarcasını Romanya, Yugoslavya ve Çekoslovakya’ya kaptırmışlar.

Béla Kun isimli bir Bolşevik, Macaristan’da, iki savaş arasında kısa süreli bir komünist yönetim kurmuş.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazilerle ittifak kurmuşlar, ancak savaşı kaybedince Stalin, bunların tepesine çökmüş.

1956’da Sovyetler’e karşı şu ünlü Macar Ayaklanmasına kalkışmışlar. Yine malumunuz, Sovyet tankları Macaristan’a girip, bu ayaklanmayı bastırmış. Sonrasında, János Kádár isimli liderleri “Gulaş Komünizmi” şeklinde adlandırılan özel bir yönetimle biraz ekonomiyi yumuşatmış, Macarlar da Sovyet Bloğu’nda kalmaya devam etmiş.

Sovyetler çökünce Macaristan Avrupa Birliğine ve Nato’ya üye olmuş, bu günlere gelmişler.

Başkent Budapeşte ise, Tuna nehrinin Buda ve Peşt isimleriyle ikiye böldüğü bir kent. Her iki yaka da çok güzel, cazibeli ve tarihi bölgeler. Bir çok Orta Avrupa başkenti, küçük sayılabilecek, eski ve tarihi bir merkezin etrafında büyümüş zevksiz modern sayılabilecek semtlerden oluşurken, Budapeşte gerçekten büyük, her tarafı tarih, emperyal bir başkent. Gördüyseniz, Prag ayarında bir yer.

Tuna nehri şehre çok büyük bir cazibe katmış. Nehir kenarları birbirinden güzel yapılarla süslenmiş. Bu nedenle Budapeşte’ye gelmişken mutlaka yapılması gerekli ilk aktivite tekne ile bir Tuna gezisi. Bu gezi esnasında şehrin görülmeye değer bir çok yeri bütün güzellikleri ile, ve daha da önemlisi, zahmetsizce görülebiliyor. Bu arada Tuna Nehri akıyor sevgili arkadaşlar.

Marhapörkölt
Budapeşte ve daha genel anlamda Macaristan bir yemek cenneti. Macar mutfağı, kendine has, çok geniş ve çok güzel bir mutfak. Bu özelliği de Budapeşte’yi diğer Orta Avrupa başkentlerinden ayırıyor.

Gelmişken elbette Gulaş denemeniz bir gereklilik. Ancak Macar mutfağı sadece Gulaş değil.

Benim bir numaram Marhapörkölt. Dana etini kırmızı şarapla marine edip, dumpling denilen, makarna benzeri bir hamur işi ile servis ediyorlar. Ayıp olmasın diye tabağı yalamadım. Langos da pide ile börek arası, çok lezzetli bir hamur işi.

Şarap ise Nirvana. Egri Bikavér’den bahsetmiştik. Bu bir harman şarap ve çok farklı üzümler içeriyor. Bunların en önemlileri Blaufränkisch (Macarcası Kékfrankos) dedikleri, Blue French ya da Mavi Fransız, Blauburger ve Zweigelt üzümleri.

Macaristan’ın gerçek bir şarap olması nedeniyle, nereye giderseniz gidin, şarabınız doğru sıcaklıkta, doğru bardakla servis ediliyor. Ancak en önemlisi, kötü bir şarap bulmak imkansıza yakın. O yüzden hangi restorana giderseniz gidin, gönül rahatlığıyla bir Macar şarabı söyleyin. Mutlaka beğeneceksinizdir.

Çocukken, ama gerçekten çocukken Omega isimli bir Macar rock grubunu dinlerdim. Çok güzel müzikleri vardır, hatta alameti farika şarkıları “Girl with the Pearls in Her Hair” ‘i dinlerseniz kesin hatırlayacaksınızdır. O gün, bu gün, Macar müziğine ilgi duydum. Transilvanyalı, Rumen olsa da aslen Macar bir arkadaşın koleksiyonundan başka Macar şarkılarını da beğenerek dinledim.

Ez cümle Macaristan, müzik zevki olan bir ülke. Budapeşte’de temasını bilmeden, sadece yorulduk diye girdiğimiz barlarda bol bol “Stairway To Heaven”, “The Logical Song”, “April” falan dinledik. Ne yazık ki hiç Omega çalmadılar.


Kenti İngilizce ile sorunsuz gezebiliyorsunuz. Çöpçüler bile düzgün İngilizce konuşuyorlar.

Taksi için ise Bolt uygulaması çok kullanışlı. Fiyatlar taksilerden çok fazla ucuz değil ama Bolt, sizi para alış verişi ve gereksiz dolaştırmalardan falan kurtarıyor.

Fiyatlar ise Batı Avrupa standardlarına göre bir tık daha ucuz ama öyle mucizeler beklemeyin.

Budapeşte dikensiz gül bahçesi değil elbette.

Gezimiz boyunca en çok sinirimi kaldıran ambulanslar oldu sevgili arkadaşlar. O siren sesi o kadar yüksek ki, bunlar cayır cayır caddelerde giderken, sağlıklı Budapeşteliler’e bile inme falan geliyordur. Bütün Orta Avrupa ülkeleri gibi Macarların da ellerinin ayarı yok. Açabiliyorlar ya, aç sonuna kadar anasını satayım. Tuna nehrinin ortasında bir geminin içinden bile, şehrin merkezindeki ambulansları duyabiliyorduk. Her siren sesi duyduğumuzda 🐝Mezzy🐝 ile “Radioactive fallout” diye bağırıyorduk, “To the shelters!”

Bir de biz oradayken Orban karşıtı gösteriler yüzünden bazı yolları trafiğe kapamışlardı. Hayat öyle felç olmadı ancak biraz sevimsizdi tabii.

Bu arada Budapeşte çok güvenli bir şehir. Gece günduz, bırakın sorunu, en ufak bir tedirginlik bile yaşamadık.

Kısacası Budapeşte çok güzel bir şehir.

Bir sonraki yazımızda bu güzel kenti gezmeye başlayacağız.

Sevgi ile kalın❤️

28 Mart 2025 Cuma

Ljubljana

Galataport’ta bol bol kahve içip, kendimi uzun geceye hazırlamıştım. İstanbul’da akşam işlerimi bitirip, sabaha karşı Ljubljana’ya uçacaktım.

Galataport
Son zamanlarda benzeri nedenlerle İstanbul’a gelip, gidiyordum. Bu seyahatlerin çoğunda. otelim Avrupa tarafındayken Sabiha Gökçen’e, Asya tarafındayken de İstanbul Havaalanına inmiştim. Yine çoğu kez Sabiha Gökçen’e inip, Asya tarafında kalsam da Avrupa tarafına geçmek zorunda kalmıştım.

Asya-Avrupa arasındaki bu mahşeri yolculuk en az iki saat sürüyor sevgili arkadaşlar. Yolculuğun eğer varsa metro kısmı göreceli olarak biraz rahat, ancak o metrobüs denen satanist araca binince, saatlerce ayakta, hiç durmadan gaz-fren, böyle patates çuvalı gibi sağa sola savrula savrula gidiyorsunuz. Denemediyseniz söyleyeyim, nefret bir şey.

Manyak mısın, niye böyle kendine eziyet ediyorsun diye sorarsanız, kısa cevabım pintilik. Nerede ucuz uçak bileti bulursam onu alıp, Avrupa-Asya arası yol eziyetine katlanarak bir kaç yüz frank harcamaktan kurtuluyordum.

Ancak şansıma, bu kez Avrupa tarafındaydım ve İstanbul Havaalanı’ndan uçuyordum. Epik yolculuğum bir saat kadar kısalmıştı. Hele hele metrobüs yerine iki metro ile gidiyordum ki, limuzin gibi gelmişti.

İstanbul Havaalanına ilk gelişim değildi, ancak buradan ilk gidişim olacaktı. Bir kaç hafta önce kızlarla gelmiştik ve hemen pasaport kontrolünden geçip, çıkmıştık. Yani havaalanında gezip, dolaşacak fırsatımız olmamıştı. Bu kez saat on bir de gelmiştim ve saat sabah beşe kadar vaktim vardı.

Gördüğümde inanmakta zorlandım. Gerçekten devasa bir yer. Ancak insanın bütün enerjisini alıp, götürüyor. Uzun mesafeleri yürümek, daha tatilinize başlamadan sizi yoruyor. Fiyatlar ise İsviçre’nin en pahalı kayak merkezinden bile pahalı. Orta kararda bir yemek ve şarap için bir aylık kira parası harcamak mümkün.

Yine de gerçekten güzel görünümlü bir havaalanı.

Havaalanındaki her cafe ve barda bir şeyler içerek beş saat geçirdim. Telefonumu ve powerbank’imi şarj ettim (yeni Türkiyede buna “sarj” ettim diyorlar, karnıma ağrılar giriyor).

Air Serbia ile uçuyordum. Uçağımız saat beşte İstanbul’dan kalktı ve yine saat beşte Belgrad’a indi. Uçakta “Plazma Cookie” ikram ettiler. Sırbistan’dayken sevgili karımla her gün bunları yerdik.

Belgrad’a indik ve Ljubljana uçuşunun bir saat rötar yaptığını öğrendim. Bu da, bir üç saatlik daha vakit öldürmek demekti. Sabahın beşi olmasına rağmen havaalanındaki tek bara gittim. Kendime bir Krupac - Sırbistan’ın en güzel şarabi - söyledim. Bardaki kızla biraz geyikledik. O da, ben de, sabahın o saatinde gözlerimizi açık tutmaya çalışıyorduk.

Krupac’dan sonra bana Sırbistan’da olduğumu hatırlatan ikinci fenomen, havaalanındaki mahşeri sıcaklıktı. Sırplar’ın da, Türkler’in olduğu gibi ortaları yoktur. Ya en sıcak, ya en soğuk, ya sesi sonuna kadar açılmış müzik, ya sıfır müzik, vs.

Pervaneli bir ATR-72 bizi Ljubljana’ya götürdü. İndiğimizde hostes beni uyandırmıştı. Her iki uçuşta da birer saatlik uykuyla biraz kendime gelir gibi olmuştum.

İnince bir otobüsle Ljubljana’nın (Türkçe fonetik ile Liubliana) merkezine ulaştım.

Ljubljana, bildiğiniz gibi Slovenya’nın başkenti. Slovenya da eski Yugoslavya’nın bir parçası.

Yugoslavya çok büyük, çok ileri, refah düzeyi çok yüksek bir ülkeydi sevgili arkadaşlar. Parçalandığında Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ, Bosna, Makedonya ve Slovenya ortaya çıktı. Bölgesel bir güç olan büyük bir devlet, ayrıldıktan sonra birbirlerinin gırtlaklarına sarılan küçük, etkisiz ülkelere dönüştü. Aklı başında her Türk’ün bence biraz düşünüp, kendi ülkesinin geleceği için Yugoslavya’da ne olup bittiğini anlaması gerekir. Neyse, çok vakit kaybetmeyelim. Bütün Türkler zaten doğuştan her şeyi bildikleri için genelde benim fikirlerime ihtiyaç duymazlar.

Eski Yugoslavya’da çok vakit geçirdiğim için dillerini, adetlerini, yemeklerini, zevklerini falan biraz bilirim. Ancak Slovenya beni fazlasıyla şaşırttı.

Ljubljana’da yürürken insan kendisini eski Yugoslavya’dan ziyade sanki Prag yada daha da yakın benzerlikte, Bratislava’da hissediyor. Mimari fazlasıyla bu kentleri andırıyor.

Yemekler kontinental Avrupa yemekleri. Burek, cevapcici, pleskovica gibi tipik balkan yemeklerini hiç görmedim. Anlayamadığım bir sebeple hemen her menüde hamburger vardı. Olasılıkla Hollywood filmlerinin bir sonucu. Şaraplar ise biraz Çek, ama daha ziyade Avusturya şaraplarını andırıyordu.

Ancak beni en fazla şaşırtan Slovence oldu. Gramer ve kelime hazinesi olarak eski Yugoslavya’nın neredeyse aynısı olmasına rağmen, Slovenlerin konuşma şekli çok farklıydı.

Her Slav ulusu, dillerini biraz farklı tonlamalarla, vurgularla konuşurlar sevgili arkadaşlar. Polonyaca, daha doğrusu Lehçe mesela, çok yumuşak, aynı müzik gibidir. Devamlı “ş” sesini duyarsınız. Çekler ve Slovaklar biraz daha az “ş” kullansalar da tonlamaları yine çok yumuşaktır.

Ancak bana göre en komiği Ruslardır. Devamlı “lyı”, “myı”, “nyı” seslerini duyarsınız, sanki ağızlarında ekşi bir limon varmış gibi. Kulağıma çok efemine gelir.

Slav dilleri arasında en delikanlısını Sırplar konuşur. Genelde siyahlar içerisinde, kolları açık, bir omuz düşük, kallavi bir ses tonuyla “GDE Sİ BRATE, YASSEM DRAGAN, ŞTA RADİŞ” şeklinde kükreyerek konuşurlar. Hırvatlar ve Makedonlar hemen hemen aynı tonla, Bosnalılar ise belki biraz daha yumuşak olsa da yine yakın bir tarzla konuşurlar.

Slovenler ise Sırpçayı, yumuşak, sakin, Çekçe benzeri bir tonlamayla konuşuyorlar. Yürümeleri, oturup kalkmaları da fazlasıyla sakin.

Ez cümle, Slovenya’dayken eski Yugoslavya’da olduğumu çok fazla hissetmedim.

Slovenya, Avusturya, İtalya, Hırvatistan ve Macaristan’la komşu. Önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, sonra da Yugoslavya’nın bir parçası olmuş. Tüm komşularının olduğu gibi Katolik ağırlıklı bir nüfusu var.

Slovenya, Yugoslavya’dan ayrılan ilk ülke olmuş. 1991 yılında, sadece 60 kişinin hayatını kaybettiği, on gün süren bir savaş sonunda bağımsızlığını fiilen kazanmış. Yugoslavya’da sonradan olup, bitenleri göz önüne alırsanız, neredeyse barışçıl bir ayrılık olmuş diyebiliriz.

Sonrasında AB ve NATO üyelikleri gelmiş.

Slovenya, Alpler’in dibinde bir ülke. Kayak turizmi çok popüler, belki de Alplerin en ucuz kayak yapılabilen ülkesi. Bled isimli bir gölleri var. Gölün ortasındaki şato ile her mevsim kartpostallık bir manzara sunuyor gelenlere. Bled Gölü’nü 🐝Mezzy🐝 de görsün istediğimden bu kez tek başıma gitmedim.

Ljubljana’ya uzun süredir gitmek istiyordum ama sevgili karımın inadı yüzünden kısmet olmamıştı. Her eski Yugoslavyalı gibi, “şehir” deyince onun da aklına Belgrad, Zagreb falan gelir. Ben Ljubljana dedikçe, n’apacaksın Ljubljana’yı, Moudon’a git, aynı şey dedi, durdu. Kötü anlamda değil tabii. Moudon yakınımızdaki küçük bir şehir. İçinden minik bir nehir geçer, acayip de güzeldir. Hatta oraya taşınma olasılığımız var. Jelena’nın vurgusu Ljubljana’nın küçüklüğü üzerine. İşin aslı, Ljubljana, Moudon kadar küçük olmasa da, yine de ziyaret edilebilecek noktaları göz önüne alındığında, gerçekten de küçük sayılabilecek bir başkent.

Hal böyle olunca biz de Ljubljana gezimizi erteledik durduk. En sonunda İstanbul seyahatimi bahane edip, “Sen gelmeyeceksen ben dönüşte iki gün geçireyim” dedim, öyle Ljubljana’ya geldim.

Ljubljana, Ljubljanica nehrinin üzerine kurulmuş. Kırk kilometre uzunluğunda, küçücük bir nehir Ljubljanica. Sava nehrine dökülür. Malumunuz Sava Nehri, Belgrad’da Tuna Nehri’ne, Tuna Nehri, her ne kadar akmam dese de akıp, Romanya’da Karadenize dökülür.

Ljubljanica Nehri
Ljubljanica yemyeşil bir nehir sevgili arkadaşlar, ama yeşil dediysem, yeşil boya dökülmüş gibi, yemyeşil bir yeşil - çok yeşil dedim, farkındayım. Gördüyseniz, üzerine Mostar köprüsünün yapıldığı Neretva nehri kadar yeşil.

Ljubljana’nın merkezinde ise bu nehir boyunca bir çok cafe, bar ve restoran var. Bunların hepsi de inanılmaz güzel. Bazılarının nehir üzerindeki platformlarda bahçeleri var. Ben ilk gün seri bir bar-hopping yaparak bunların birkaçında şarap içip, bir şeyler yedim.

Bu restoranların birinde çok sevdiğim ekmek arası mantar çorbası buldum, iki gün boyunca her önünden geçtiğimde bir çorba içtim. Ekmek arası dediğime bakmayın, ekmekten yapılmış mantar biçiminde bir kap içerisinde getiriyorlar. Mantarın şapkası kızarmış, kruton gibi bir tadı oluyor. Bunu koparıp, çorba ile içebiliyorsunuz. Çorba geldikten bir süre sonra da ekmekten çeper yumuşuyor, kaşığınızla kazıyarak mükemmel bir lezzet elde edebiliyorsunuz. Bu çorbayı uzun yıllar önce Krakow’da çok içmişliğim vardır. Eski havaalanındaki yegane restoranda yaparlardı. Ekmek arası mantar çorbası o günlerde “Cuma olmuş, eve dönüyorum” anlamına gelirdi.

Yine nehir boyunca hepsi farklı bir tarzda yapılmış köprüler var. Bunların şehir merkezine en yakını ve en havalısı da Dragon Bridge, yani Ejder Köprüsü. Ljubljana’nın bir çok yerinde bu ejderlere rastlıyorsunuz. Şehrin simgesi herhalde.

Merkezdeki Preseren isimli meydan ve etrafındaki binalar, kelimenin tam anlamıyla muhteşem. Kırmızı ve pembe arası renkte bir kilise ve tabii ki ejder temalı bir heykel var.

Bir cadde üstte ise eski şehir isimli bölge var. Burası da ortaçağ/rönesans tarzı binalarla çevrili.

Ljubljana Kalesi
Eski şehrin üzerinde ise Ljubljana Kalesi var. Buraya giden bir kaç trekking patikası yapmışlar, ancak bayağı dik bir yokuş. Tembeller için ise bir füniküler var. Ben tabii ki patikaların biriyle yürüyerek çıktım (!)

Fünikülerden inince gerçekten hayal kırıklığına uğradım. Kalenin dışı mükemmel bir ortaçağ kalesi görünümündeyken, Slovenler avluyu ve kalenin içini bir Montreux Jazz Festival salonuna çevirmişler. Bir kalenin değil de bir AVM’nin içinde yürüyor gibi oluyorsunuz. Kalenin kulesi, Cenevre Havaalanı’nın kontrol kulesi gibi olmuş. Modernlik adına bütün tarihi dokuyu yok etmişler sizin anlayacağınız.

Eski şehirde kendime mükemmel bir et restoranı buldum. Katedralin tam yanında, Pazar günü de olduğu için servis var, çanlarla, ilahilerle, hüdai bir havada öğlen yemeğimi yedim. Sertifikalı, kaşarlanmış bir etobur olarak söyleyebilirim ki çok az bunun kadar güzel bir et yemiştim. Yanında da bir bardak mükemmel Sloven şarabı ile anılarıma kazındı.

Mükemmel Steak
Dönüş yine Belgrad üzerindendi. Belgrad’da aynı barda, aynı kızla ama bu kez normal bir saatte yine geyik yaptık. Tabii ki bol bol Krupac ile.

Ljubljana’da on üç saat kesintisiz uyumuştum, ama hala pestil gibiydim. Zürih’ten bir tren ile Lozan’a geldim. Üç gün de olsa, kızları özlemiştim. Sonunda evimdeydim.

Ljubljana gezisini toparlarsak…

Ljubljana cennet gibi, çok güzel, çok cazibeli bir kent ama çok küçük. Burayı görmek isterseniz müzeler hariç bir tam gün fazla bile gelir. O yüzden bavulu toplayıp, bir Ljubljana gezisi planlayın diyemiyorum. Ancak Ljubljana gezisini Bled gölü’nü de dahil ederek bir Zagreb yada Trieste ziyareti ile birleştirebilirsiniz. Biraz cesaretle Viyana’dan bile gelinebilir. Kısaca her hangi bir sebeple yakınına gelirseniz, kaçırmayın derim.

Slovenya ziyaret ettiğim 59’uncu ülke oldu. Bu da 60’a tamamlama stresini beraberinde getirdi. Jelena, 60’ıncı ülke Suudi Arabistan olsun diyor. Gerçi gidersek Mekke’yi göremeyecek, bildiğiniz gibi şehre sadece müslümanlar girebiliyor, ama o hala Mekke olmasa da gömek istiyor. Bana da fena bir fikir gibi gelmedi. Bakalım, zaman gösterecek, nasılsa buradan izlersiniz.

Şimdilik hepinize sevgi ve mutluluk dileyerek bitiriyorum

26 Mart 2025 Çarşamba

Bakü Gezimiz Sonlanırken

Gece uyumadan tesadüfen emailime bakıyordum, A-Jet’den bir mesaj gördüm, “Yarınki uçuş iptal oldu” diye. Ama sadece bu kadar, başka bir kelime yok, hani onun yerine şu uçağa binin, ya da paranızı iade etmemiz için şunu yapın falan gibi.

Gezi planımız da o kadar karışık ki, A-Jet ile Sabiha Gökçen’e uçuyoruz, indikten iki saat sonra kızlar Pegasus ile Cenevre’ye gidiyorlar, ben de Ataşehir’de bir otel’e geçip, ertesi gün bir evrak işini hallettikten sonra kızların bir gün önce uçtuğu saatte Cenevre’ye gidiyorum.

A-Jet Bakü-İstanbul uçuşunu iptal edince her şey bir anda değişti. Plana sadık kalsaydık, Bakü-İstanbul için Cenevre-New York kadar para verecektik. Bir gün sonrasına makule yakın bir bilet bulduk. Oteli bir gün uzattık, Kızların ilk İstanbul-Cenevre uçuşunu iptal ettik.

A-Jet’in başımıza açtığı bu iş bize yaklaşık iki bin dolara mal oldu. Çok küfür ettim onlara, buraya yazsam mahkemelik oluruz.

Mukadderat…

Ertesi gün açık bir Azerbaycan çayı ile bol pendirli/peynirli bir kahvaltıdan sonra otelimizden çıktık. Hava hala soğuktu ancak güneş açmış, masmavi bir gökyüzünün altında Bakü gezimiz devam ediyordu.

Dağüstü Park’a gitmek için bir fünikülere binecektik. Aslında bindiğimiz Bolt bizi parka kadar götürebilirdi ama videolarda gördüğüm bu fünikülerle çıkmak ziyaretimize farklı bir tad getirecekti.

Fünikülere geldiğimizde, Sovyet zamanlarından bu yana alışkanlıkların tamamen değişmediğini gördüm. Fünikülerin kabini istasyonda ve bir grup turistin de dışarda soğuktan titremesine rağmen, fünikülerler kralı kapıyı açmıyor, hiçbir şey yapmadan, kapının diğer tarafından bizleri seyrediyordu. Kabine binemesek de, en azından kapıyı açsa, soğuktan donmayacaktık, ancak umrunda bile değildik.

Kral bir on beş dakika falan sonra kapıyı açtı!

Kredi kartını gösterince, sen şöyle geç kenara dedi. Biletli diğer insanlar binmeye devam ederken başka biri bana bilet makinesini işaret etti. Gidip, biletleri aldım ancak kral ne beni sıraya alıyor, ne de ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Öyle hıyar gibi beklemeye devam ettik. Bir ara gözü bana takıldı, “Niye orada, arkamda bekliyorsun?” diye ilkokul çocuğunu azarlar gibi sordu. Bakü’de karşıma çıkmış ilk ve tek dangalak buydu. “Söylesene o zaman nerede duracağımı” diye hırladım. Bir şey demeden biletlerimizi aldı, ben de ağzımızın tadı bozulmasın diye uzatmadım.

Yolculuk kısa ama çok güzeldi. Yükselen irtifamız ile tamamen camla kaplı kabinden, Bakü manzaramızı değişik açılardan görmüş olduk.

Dağüstü Parkı ve Alev Kuleleri
Dağüstü Parkı, deniz kıyısındaki Bakü Bulvarı’ni gören bir tepeye yapılmış çok güzel bir park sevgili arkadaşlar. Bir tarafında deniz, diğer tarafında da Bakü’nün belkide en bilinen simgesi olan Alev Kuleleri isimli üç gökdelen bulunmakta. Alev Kuleleri’ni gece görmek çok önemli. Binanın yüzeyinde ışıklar ile inanılmaz bir şov yapıyorlar. Şovun içeriği askerli, bayraklı, yani biraz militaristik, ancak fazlasıyla görülesi.

Kulelerin hemen yakınında ise Azerbaycan Meclis Binası bulunmakta.

Dağüstü parkının benim için önemi burada bulunan şehitlik sevgili arkadaşlar.

Ben bir asker çocuğuyum. Askerlerin arasında doğdum, büyüdüm. O yüzdendir asker kimdir, hangi ruh haline sahiptir, bilmekle kalmam, aynı zamanda içimde hissederim. Bu nedenle milliyeti ne olursa olsun, askerlere - ama gerçek askerlere, çapulculara değil, fazlasıyla takdir besler ve saygı duyarım.

Aynı duyguları örneğin bir Kızıl Ordu şehitliğinde, ya da General Patton’ın yattığı Amerikan Üçüncü Ordusu’nun şehitliğinde de hissettim. Henüz ziyaret etmedim ama etseydim, bir Yunan ya da Ermeni şehitliğinde de aynı saygı ve takdir duygularına sahip olurdum.

Bazıların isimleri bile yok...
Yine tekrarlayayım, gerçek askerlerden bahsediyorum, sivillere eziyet eden, kadınlara tecavüz eden, katliam yapan, hırsızlık yapan şerefsizlerden değil.

Bu insanların ölmeyi nasıl meslek edindiklerini, inandıkları şeyler için neler yapabileceklerini iyi bilirim. Bu yüzden sonsuz saygı duyarım.

Parktaki şehitlikte, Azerbaycan’ın 1990 yılında Sovyetler’e karşı gerçekleştirdiği ayaklanma sırasında hayatlarını kaybeden siviller ile her iki Karabağ savaşında şehit olan asker kardeşlerim var.

Sönmeyen ateş ve bir anıt ile Azerbaycanlı şehitler anılıyor.

Bu şehitliğin bir bölümü ise 1918’de hayatlarını kaybeden Nuri Paşanın askerlerine ayrılmış. Yani bizim şehitlerimiz. İsimlerinin hepsi mermer üzerine siyah plaketlere yazılmış. Hepsi dedim ama bir bölümünün isimleri bile yok, sadece "Türk Şehidi" yazıyor. Osmanlının dört bir yanından gelme kahramanlar, son nefeslerini Azerbaycan topraklarında vermişler..

Kızım görmesin diye biraz uzaklaştım, gözlerimden bir-iki damla yaş geldi.

Bizimkiler, şehitliğin yanına bir anıt, bir de cami yapmışlar. Anıttaki yazıt Türkiye ve Azerbaycan halklarının kardeşliğine atıf yapıyor.

Parktan çıkarken iki gençle karşılaştık. Nasılsın, iyi misin derken, laf arasında “Şehriniz çok güzel” dedim. Gençlerden biri “Bu da senin şeherindir qardaş” diye cevap verdi. Ben bu insanları seviyorum sevgili arkadaşlar.

Fünikülerdeki hıyarı bir daha görmemek için bir Bolt çağırdık ve Deniz Mall’a doğru yola çıktık.

Deniz Mall etkileyici modern mimarisi ile muazzam bir alış-veriş merkezi sevgili arkadaşlar. Kısa/orta vadede bütün dünyada ortadan kalkacak bu alış-veriş merkezi konsepti için çok para harcamışlar bana sorarsanız, ama ilerde binayı bir müze, sinema yada sanat aktiviteleri için bir salon olarak kullanabilirler elbette.

Şoförümüz, Deniz Mall’a giden göbekte bir başka bir arabayla kafa kafaya geldi, neredeyse birbirimize giriyorduk. “Koyun oğlu koyun” diye bağırdı, diğer arabanın şoförüne. Kendimi tutamadım, gülmeye başladım. “Niye gülirsen?” diye sordu bizim şoför. “Koyun oğlu koyun dedin, ona gülüyorum” dedim. “Siz ne dersiniz?” diye sordu. “Eşşoğlueşşek” dedim. 😂

Deniz Mall, marka alış-verişi içi çok uygun. Fiyatlar Türkiyeden ucuz - İsviçre’yi düşünün bir de, ve hemen her markayı bulabiliyorsunuz. Foodcourt ise hayli donanımlı, her şeyden önemlisi pide, döner, vesaire, hepsi var.

🐝Mezzy🐝 ise çoklu-katlı bir kayak için deli oldu. Kayak tüp şeklinde ve torpido kovanı gibi ucundan açıp, sizi bir mat üzerinde aşağı yolluyorlar.

Deniz Mall’da yemeğimizi yiyip, alış-verişimizi tamamladıktan sonra rotamızı Filarmoni Park’a yani Filarmoniya Bağı’na çevirdik.

🐝Mezzy🐝 hayali piyanosunu çalarken
Burası çok zevkle tasarlanmış bir park sevgili arkadaşlar. Biz oradayken hala yeşildi ama buranın İlkbahar’daki halini düşünemiyorum. Bana Paris’te, Viyana’da görebileceğiniz parkları çağrıştırdı. Park ismini yakındaki Devlet Filarmoni Orkestrası’ndan almış. Parkın göbeğinde de koca, kuyruklu bir piyano var. Bu soğukta ne çalacak biri, hadi onu buldunuz, ne de oturup dinleyecek kimse olduğu için üzerini örtüp, zincirlemişlerdi. Onun yerine sevgili kızım bize hayali piyanosuyla bir konser verdi.

Parktan ayrılıp, kısa bir yürüyüşle Bakü Bulvarına ulaştık. Burası kıyı boyunca uzanan büyük bir cadde. Caddenin üzerindeki önemli ziyaret noktalarından biri ise Denizkenarı Milli Parkı. Burada başka mükemmel bir Bakü manzarası görmek mümkün. Hatta bana sorarsanız Alev Kuleleri buradan daha bir güzel görünüyor.

Parkın bir bölümü ise Mini Venedik şeklinde isimlendirilmiş. Burada gerçekten kanallar ve bu kanallarda, biraz çağımıza uyarlanmış modernlikte olsalar da gondollar var. Kanalların kıyısında ise restoran ve cafeler bulunmakta. Bunlardan birine girip, biraz şarap ve tatlı takviyesi yaptık.

Akşamki son durağımız yine Nizami Caddesi oldu. Burada bir Cafe’ye oturduk ve mükemmel bir kaç saat geçirdik.

Bakü gezimiz, ertesi gün, ilk başladığı yerde, yani otelimizin rooftop barında son buldu.

Gezimiz başladığı yerde son buldu
Bar'a çıkarken düğün için photoshoot yapan bir ekibe denk geldik. Jelena bir Azerbaycanlı gelin görmek istiyorum dedi. Beyaz bir gelinlik giymiş kızı gösterdim, "Gelin bu" dedim. Sevgili karım duvarın yanında bekleyen başka bir kızı işaret etti, "Bu da gelin" dedi. Kız çok güzel giyinmiş ve makyaj yapmış. Ancak üzerinde bej bir gown var, o yüzden gelin sıfatını konduramadım, "Kız sen Sırpsın, bilmezsin bizim adetleri, bu gelinin en yakın arkadaşı, bridesmaid gibi" dedim. Jelena ısrar etti, "Hayır o da gelin". Gittim kıza "Siz de gelin misiniz?" diye sordum, hemen ardından nasıl büyük bir çam devirdiğimi anladım, ama iş işten geçmişti. Kız biraz da bozuk, "Tabii ki gelinim" dedi. Özür falan diledim ama kalbini kırmıştım çoktan, sanki gelin olabilecek kadar güzel giyinmemiş gibi. Sonradan düşündüğümde de çok üzüldüm ama...

Kar başlamıştı. Havaalanına gitmek için bir Bolt çağırdık. Trafik o kadar sıkışıktı ki, havaalanına gitmek bir saatten fazla aldı. Uçak da iki saat rötar yapınca, dönüş yolculuğu böyle vicdan azabı halini aldı.

Kar yüzünden uçuşumuz gecikti
Uzun süredir Türk Hava Yolları ile uçmamıştık. Havayolumuz gerçekten güzel sevgili arkadaşlar. Mükemmel konfor, mükemmel servis. Ancak son beş senenin en ciddi soğuk hava dalgası sağolsun, kar yüzünden gerçekleşen rötar sayesinde akşam saat yedide olmamız gereken İstanbul Havaalanına ancak gece on birde ulaşabilmiştik.

O saatte bir de taa Ataşehire mahşeri bir metro artı metrobüs yolculuğu yaptık. Otele geldiğimizde odalar karışmıştı, bir saat de onun düzelmesini bekledik. Yattığımızda saat sabah üç olmuştu.

Bakü gezimiz tatsız başlayıp, tatsız bitmişti, ama gezinin kendisi mükemmeldi.

Toparlarsak, Bakü mükemmel insanların yaşadığı mükemmel bir şehir sevgili arkadaşlar. Özellikle ilk kez yurtdışına çıkanlarınız için belki de en çok önereceğim bir destinasyon.

Türkiye’den komik sayılabilecek fiyata bir uçak bileti alıp, sadece kimliğinizle dilini konuştuğunuz, iyi, yardımsever insanlarla dolu, modern bir dünya kentine geliyorsunuz. Yemekler mükemmel, içecekler harika ötesi. Gezecek görecek hem tarihi, hem modern bir çok ziyaret noktası var. Fiyatlar da çok uygun.

Ee, bundan iyisi Şam’da kayısı. Daha ne bekliyorsunuz? Azerbaycan Türkçesiyle söyleyelim “Zahmet olmazsa” haydi Bakü’ye…

Bu arada hiç mi olumsuzluk yoktu derseniz, vardı elbette. Sigara! Azerbaycanlı kardeşlerim, en acısı da gençler her yerde, her zaman, külli miktarda sigara içiyorlar. Hani on beş yıl önce bırakana kadar, otuz yıl boyunca günde üç paket sigara içmiş biri olarak bana mı düşer bu yormu yapmak, emin değilim, ama içmeyin be abicim...

Bu gelişimizde hava muhalefeti yüzünden Bakü dışına çıkamadık, Gobustan, çamur volkanları ve Yanardağ’ı bir dahaki gelişimizde göreceğiz. İkinci gelişimizde kesinlikle Gence ve Karabağ’a da gideceğiz. Hankendi, Hocalı ve Şuşa listemizde.

Şimdilik hoşçakalın!

Heidelberg

Eğer bana dünyanın en ilginç gelen şatosu hangisidir diye sorarsanız, hiç düşünmeden Heidelberg Şatosu derim. Bu ne heybetinden, ne tarihind...