Şarap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şarap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2025 Pazar

Frankfurt

Frankfurt, Almanya’da belki de en sık geldiğim şehrdir sevgili arkadaşlar, ancak bugüne kadar sadece bir kez, o da otuz sene önce gezebildim. Bunun nedeni, Frankfurt’a genelde gelişlerimin nedeni, buradan final destinasyonuma aktarma yapmaktı.

Frankfurt'tayız
Frankfurt havaalanı, dünyanın en aktif havaalanlarından biri ve Luftwaffe’nin (Lufthansa’ya, birçokları gibi espiri olsun diye Alman Hava Kuvvetleri anlamında Luftwaffe deriz) merkez hub’ıdır. Devasa bir havaalanıdır. Bazen yakınlarında arabayla otoyoldan giderken altından geçtiğiniz bir köprünün üzerinde bir B-747 Jumbo, hır hır, bir terminalden, diğerine tepenizden taksi yapar.

Kaç kez ABD’ye, Güney Amerika’ya, Asya’ya uçtuk buradan sevgili karımla…

Şehir merkezine gidiyorduk. Yine hangi trene binelim sorunsalıyla karşı karşıya kalmıştık. Google bize hangi trene bineceğimizi söylese de, hangi yöne gideceğimizi kestirememiştik. Google’ın söylediği yön geçen trenlerin üzerinde yazmıyordu.

Askeri detaylara haiz ulaşım haritası
İlk olarak, sizlere daha önceki yazılarımda bahsettiğim, askeri detaylara haiz ulaşım haritası içinde kaybolduk. Tabii ki içinden çıkamadık.

Sonrasında trenlerin farklı renklerde gösterildiği başka bir harita bulduk. Bu ikinci haritanın tek kusuru, rayların ötesinde bir duvara asılmış olmasıydı. Yani hele gözleriniz benimkiler gibiyse, mazallah, haritayı okuyacağım diye raylara düşüp, elektrikli kızartma olabilirdiniz.

Cep telefonuyla resmini çekip, zoom yaparak haritayı okumaya çalıştık ama heyhat!

Abarttığımı düşünenler için her iki haritanın da resmini koyuyorum. Takdir sizin.

Her neyse, sonunda geleneksel Serbo-Türk yöntemiyle doğru yönü bulduk. İlk gelen trene bindik ve Google Maps’den merkeze yaklaşıyor muyuz, uzaklaşıyor muyuz diye baktık. Uzaklaştığımızı görünce doğru yönün karşı taraf olduğunu anladık. İlk istasyonda trenden inip, aksi yönde giden trene bindik ve şehir merkezine ulaştık.

Rayların karşısındaki harita.
Hauptwache’deydik. Burası aynı isimli bir barok binanın bulunduğu bir meydan. Bina gerçekten fazlasıyla göz alıcı. Meydan ise cıvıl cıvıl. Hauptwache’nin ilginç bir özelliği, etrafındaki çok yüksek olmayan binaların arka planındaki New York tarzı gökdelenler. Bunlar yüzünden Frankfurt’a, New York daki Manhattan adasına atıfla, Main-Hattan da derler. Main, Frankfurt’un üzerine kurulduğu nehrin ismi.

Paulsplatz meydanına geçip, öğlen yemeği için bir burger restoranına oturduk. Avrupa’nın bu bölümünde burger, fast-food’dan ziyade fine dining statüsünde. Bir bardak kırmızı şarapla, cheese burgerimi yedim, ancak eğer görselerdi hem İsviçre’deki arkadaşlar, “Şarapla hamburger ha”, hem de Amerika’daki arkadaşlar, “Hamburgerle şarap ha” şeklinde beni kınarlardı.

Paulsplatz
Paulsplatz, mimarisinin eski hallinin korunduğu çok güzel bir yer. Meydanın en çok göze batan yapısı ise St. Paul Kilisesi.

St. Paul Kilisesi dışardan bir kiliseye benzese de, içine girdiğimizde daha ziyade bir konser salonu hissini verdi. Salonun etrafındaki silindirik duvarın üzeri fresklerle doluydu, ama öyle çarmıha gerilmiş İsa, melekler falan değil, Hürriyet gazetesinin ilk sayfası gibi politik kişiliklerin betimlendiği freskler.

Salonun içinde dev hoparlörler, koca bir Yamaha sound mikseri, kablolar, amfiler falan vardı. Belki bir event için hazırlanmıştı ancak teknik cihazlar geçici olarak kurulmuş değil, daha ziyade binanın demirbaşları gibiydiler.

Şimdiye kadar gördüğümüz en ilginç kiliselerden biri oldu St. Paul Kilisesi.

Bir sonraki ziyaret noktamız hakkında herhalde yapılmamış espiri, söylenmemiş mizah kalmamıştır. Ancak ben yine de dayanamadım ve sevgili kızım “Nereye gidiyoruz?” diye sorduğunda “To the ‘booty’ house”, yani “Kıç evine, popo evine gidiyoruz” diye cevap verdim. İngilizce’ye hakkıyla transferi mümkün değil tabii, ama siz anlarsınız, “Göte gelmiştik”. Başka bir deyişle Almanya’nın en ünlü şairi diyebileceğimiz Johann Wolfgang von Goethe’nin evine. “Goethe”, aynen yukarda yazdığım gibi telaffuz edilir.

Goethe geldik...
Bu ev 1600’lü yıllarda yapılmış, Goethe 1749 yılında bu evde doğmuş ve 1765 yılında Leipzig’de üniversiteye başlayana kadar burada yaşamış.

Bina İkinci Dünya Savaşı esnasında dümdüz olmuş, 1947 ve 1951 yılları arasında, eski planlarına sadık kalınarak yeniden yapılmış.

Goethe’nin yazdığı ilk roman, “Werther’in Hüzünleri”, Avrupa’da hit olmuş, kitaptaki tanıma uygun, mavi ceket ve sarı pantolonlu bir “Werther Modası” oluşmuş. Werther kitapta, karşılıksız aşk yüzünden intihar eder. Avrupa’da da karşılıksız aşktan muzdarip delikanlılar, Werther Modası giyinip, yanlarında kitabın bir kopyasıyla intahar etmeye başlamışlar. Buna da “Werther Etkisi” denmiş. Werther Etkisi, günümüzün psikolojisinde geçerli bir tanım sevgili arkadaşlar.

Alman edebiyatının en ünlü eseri olan “Faust” ‘u yirmilerinde yazmaya başlamış ve seksenlerinde tamamlamış.

Goethe her gördüğü kadına aşık olan acayip romantik bir kişilikmiş. Eserlerine bu kadınlara olan tutkusunun büyük katkısı olduğuna inanılır.

Goethe sadece bir şair ve yazar değil, aynı zamanda bir bilim adamıymış. Biyoloji, astronomi gibi alanlara birçok bilimsel katkıda bulunmuş.

Gezmeyi çok severmiş. 1786 ile 1788 arasında İtalya’ya yaptığı geziyi “Yeniden doğuş” şeklinde tanımlamış. Bu gezi sonraki yapıtlarını derinden etkilemiş.

Napolyon, Goethe’yi çok severek okurmuş. Werther için de “Gerçek bir adam” demiş.

Goethe ölürken de şairliği bırakmamış. Son sözleri aydınlanmaya atıfla “Mehr Licht!” yani “Daha fazla ışık” olmuş.

Goethe’nin evini ardımızda bıraktık ve merkezdeki Römerberg meydanına ulaştık.

Römer Binası
Römerberg Meydanı, Frankfurt’un eski şehir merkezi ve bence en görülesi yeri. Savaştan sonra yine dümdüz olmasına rağmen, burası da eski haline sadık kalınarak baştan inşa edilmiş.

Meydanın en önemli binası, meydanın ismini de aldığı Römer. Römer, şehrin artık eski valiliği mi, belediye binası mı, nesi derseniz, city hall’u. Burada aynı zamanda Kutsal Roma İmparatorluğu hükümdarlarından onunun taç giyme töreni yapılmış. Merdiven şeklindeki çatılarıyla bu bina kompleksi gerçekten göze çok güzel görünüyor.

Meydanın gerisi ise “half timbered” dedikleri mimariyle yapılmış binalardan oluşuyor. Bu mimariyi Alsace’da da bol bol görebilirsiniz. Kütüklerle dikdörtgen şeklinde yapılmış panelleri başka kütüklerle çaprazlamasına keserler ve arasını kerpiç, kum, kurumuş bitkilerle falan doldururlar. Binaların duvarları bu panelleri birleştirerek yapılır. Kütükler dışardan gözüktüğü için izlemesi harika görüntüler oluştururlar.

Römerberg Meydanı
Römerberg Meydanı binaları, tam ortasındaki çeşmesi, kafe ve restoranları ile mutlaka ziyaret edilesi bir yer sevgili arkadaşlar. Yolunuz düşerse mutlaka görün.

Frankfurt’ta yapılası başka bir aktivite ise Main üzerinde bir tekne turu sevgili arkadaşlar.

Bu tekne turu Paris’te, Seine üzerindeki Bateaux-Mouche yada Budapeşte’de Tuna üzerindeki bir tur kadar görkemli değil elbette, ancak şehri başka bir perspektiften göstermesi bakımından yapılmaya değer.

Tekne size Maine üzerindeki köprüleri ve kıyıdaki önemli noktaları gösteriyor.

İlk gördüğünüz, Frankfurt’un etkileyici gökdelenleri. Frankfurt Katedrali de nehirden çok güzel görünüyor.

Frankfurt Skyline
Tekne, ECB şeklinde kısaltılan Avrupa Merkez Bankası’nın da önünden geçiyor. Cam cepheli, çok güzel bir gökdelen.

Frankfurt bir finans merkezi sevgili arkadaşlar. Deutsche Bundesbank yani Alman Merkez Bankası’da Frankfurt’ta bulunuyor. Gerçi Deutsche Mark basmayı bıraktıktan sonra karizması biraz çizildi ancak hala fonksiyonel ve etkili bir kurum.

Frankfurt, Londra ve Paris’ten sonraki en zengin üçüncü Avrupa şehri. Frankfurt Stock Exchange, hani şu DAX endeksi ile izlediğimiz menkul kıymetler borsası, Almanya’nın en büyük bankası Deutsche Bank’ın ve yine Almanya’nın en eski bankalarından biri olan Commerzbank ‘ın merkezleri hep Frankfurt’ta.

Tekne turundan sonra Frankfurt’un en çok ziyaret edilen köprüsü olan Eiserner Steg’e geldik. Burası bir yaya köprüsü. Köprü boyunca aşıkların ayrılmayalım diye astıkları kilitler görülebiliyor. Bunlar gercekten aşıklar tarafından asılmış. Biz Tiflis’te benzeri bir köprü görmüştük. Kilitlerin hepsi seri imalat birbirlerinin aynısıydı. Yani sipariş üzerine imalat aşkları. Frankfurt’taki böyle değil. Onun dışında köprü altı, gıdıkladı. Öyle bir Charles Bridge değil sizin anlayacağınız.

Bu köprü de savaşta yıkılmış ve sonradan yeniden yapılmış. Ancak yıkanlar müttefikler değil, Almanlar’ın kendileri. Çekilirken takip eden orduların işlerini zorlaştırmak için havaya uçurmuşlar.

Son olarak Frankfurt Katedrali’ni, hem de servis esnasında gördük. Bir kafede bir şeyler içip, otele döndük ve hemen uyuduk.

Ertesi sabah erkenden kalkıp, kahvaltı etmek için bir yer aramaya başladık. Günlerden Pazar’dı ve ortalık leş gibiydi. Gerçekten Kuzey Avrupa’da Cumartesi geceleri biraz fazla alkol yoğun geçiyor sevgili arkadaşlar. Neyse bir bakery bulup, birer kahve croissant falan aldık. Sonra da bir Uber ile Senckenberg Müzesine ulaştık.

Senckenberg Müzesi,
🐝Mezzy🐝 ve T-Rex
Burası bir tarih ve doğa müzesi. 🐝Mezzy🐝 deli oldu. İçeride dinozor fosillerinden mamut iskeletlerine kadar her şey var. Labaratuarlarda çocuklar mikroskoplarla hayvan kalıntılarına, fosillere, kemiklere bakabiliyorlar. Görevliler büyük bir sabırla her soruyu cevaplıyor. Birinci sınıf, harika bir müze, inanılmaz bir deneyim. Hele Stuttgasrt’taki planetarium fiyaskosundan sonra bu müze çok iyi geldi. Şapka çıkardım.

Frankfurt’taki son durağımız Alte Oper Frankfurt, yani eski opera binasıydı. Çok güzel bir bina, umarım bir gün içerisinde bir opera izleyebiliriz.

Frankfurt böyleydi sevgili arkadaşlar.

Frankfurt görmeye değer mi?

Kesinlikle evet.

Her şeyden önce Frankfurt’un bir ruhu var. Yani Frankfurt’ta olmakla Almanya’nın başka bir şehrinde olmak ciddi anlamda pozitif bir farklılık yaratıyor.

Şehrin başta merkezi, eskisine sadık kalarak yapılmış eski binaları çok cazibeli. Modern gökdelenler de aksi taraftan önemli bir güzellik katıyor.

Alte Oper Frankfurt
Frankfurt, farklı etnisitelerin kaynaştığı bir kent. Almanlar ve Türkler elbette var, ancak bunların yanında örneğin bindiğimiz iki Uber’den biri Pakistanlı, diğeri de Afgan’dı, hemde Peştun, yani Taliban. Müze’de bize yardımcı olan görevli büyük olasılıkla Afrika kökenli bir siyahi, restoranların birindeki garson kız ise Asyalı’ydı.

Yemeklere gelirsek, Grüne Soße ile başlayalım. Bu Frankfurt’a özgü, yeşil, taze bir sos. Salata ve etle güzel gidiyor. Frankfurter Würstchen (Fraknfurt Sosisi) ise hele domuz etiyle aranız varsa denemeniz gerekli bir klasik. Frankfurt’un bir de elma şarabı (Apfelwein) var ama beyaz şarap içmeyen ben “şahsım”, bu elma şarabının tadına bile bakmadım. Onun dışında Alman yemekleri, defalarca yazdığım üzere size yılın şefi ünvanını kazandıramazlar, ancak denenebilir. Yemek olarak Frankfurt’un güzelliği, dünya mutfaklarının tümünün burda bulunması.

Şehir fazlasıyla güvenli, aktif, neşeli, ancak insanlar turistlere karşı çok ilgili değil.

Kısaca gelin ve görün sevgili arkadaşlar.

Almanya gezimiz devam ediyor.

Bizi izlemeye devam edin.

Auf Wiedersehen❤️

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Nalcı'ların Almanya Projesi

Sevgili arkadaşlar, yaşadığımız ülke İsviçre, Avrupa’nın tam ortasında yer alıyor ve neredeyse tüm Avrupa ülkelerine oldukça yakın. Sınır komşularımız ise İtalya, Fransa, Almanya ve Avusturya.

Avusturya’yı bir kenara bırakırsak, komşuluk münasebetiyle büyük abilerden İtalya ve Fransa’yı neredeyse şehir şehir gezmişliğimiz olsa da, Almanya, yaşadığımız yere yalnızca iki saat mesafede olmasına rağmen, bugüne dek çok az ziyaret ettiğimiz bir ülke olarak kaldı.

Frankfurt, 1996
İş ve eğlence için birkaç kez Berlin ve Frankfurt’ta bulundum/bulunduk. Biraz Münih, biraz Bavyera’nın gerisi, ve birer günlüğüne Köln, Trier, Freiburg, Füssen, Konstanz gibi bir iki şehirde bulunsak da, bu ziyaretler Almanya gibi büyük bir ülkenin küçük sayılabilecek bir bölümü ile sınırlı kaldı.

Almanya elbette çok güzel ve görülesi bir ülke, ancak Avrupa’nın gerisi biraz daha güzel ve görülesi olunca, gezilerimizde Almanya’ya sıra biraz geç geldi.

Amacım Almanya’ya kötü bir ülke demek değil. Ne demek istediğimi gelin, biraz daha iyi anlatayım.

Avrupa’nın tümü İkinci Dünya Savaşı sırasında yerle bir olmuş sevgili arkadaşlar. Savaştan sonra Avrupa’nın geri kalanı şehirlerini eski hallerine restore ederken, Almanlar “Biz modern olalım” deyip, şehirlerini o günün modern mimarisiyle yeniden inşa etmişler. Elbette Berlin, Münih, Köln gibi şehirlerde kısmen bazı eski binaları orijinal hallerine sadık kalarak yeniden yapmış olsalar da, şehirlerin büyük bölümü 1945-50’lerin ‘modern’ mimarisi Karadenizli Müteahhit binalarının tarzıdır. Kutu gibi binalar, düz duvarlar, kare camlar. İleri sanat için bazen cepheleri banyo fayansı gibi iki renkte falan tasarlamışlar.

Karadeniz Müteahhidi Binalar
Stuttgart
Bu yüzden, İtalya’da, Fransa’da kentler Ortaçağ’dan, Rönesans’tan kalma güzelim tarihi binalarla dolu iken, Alman şehirlerini gezerken kendinizi çocukluğumun Ankara’sının, Kızılay meydanında geziyor gibi hissedersiniz. Yeni Karamürsel mağazaları, İzmir Caddesi falan…

Modernliği perçinlemek için Almanlar bir de büyük şehirlerine işlevi belirsiz, pipi gibi birer TV kulesi dikmişler. Hayatımda gördüğüm en anlamsız, en gereksiz yapıların başında gelir bu Jetgiller çizgi filmlerinden fırlamış komik kuleler. Hele bir de günümüzde kimsenin havadan antenle TV izlemediğini düşünürseniz, bu kuleleri artık ne yaparlar, siz düşünün.

Almanya’da gezerken karşıma çıkan Almanların çoğunluğu öyle çok fazla kibar, turist canlısı kişiler değillerdi. Çok sevdiğim, çok iyi anlaştığım, kibar, düşünceli Alman arkadaşlarım var, ancak Almanya’ya gittiğimde ne yazık ki çoğunlukla kaba, ters, nezaketsiz tarzda insanlarla karşılaşıyorum.

Almanya’nın yemekleri de bence bir felaket. Apple Strudel’ı bir kenara bırakırsak, yemeklerin çoğunlukla patates ve domuzdan başka bir özelliği yok. Ancak takdiriniz üzere beni en çok üzen Alman şarapları. İçtiklerimin çoğu, belki benim şansım, birer felaketti. Fransa’ya yakın Alsace bölgesini saymazsanız içilecek şarap neredeyse yok gibi. Bunu söylemişken, Almanlar’ın dünyaca bilinen Riesling gibi şarapları olduğunu da hatırlayalım.

Berlin TV Kulesi
Almanya’da gezinmek de zordur sevgili arkadaşlar.

Bu konuya biraz açıklık getireyim.

Aşağıda yazdıklarımı okurken lütfen bunların sadece benim subjektif görüş ve gözlemlerim olduklarını bir kenara not edin. Amacım kalp kırmak değil, arzuhalimi anlatmak.

Almanlar fazlasıyla zeki ve başarılı bir ulus. Teknolojide, mühendislikte gerçekten bir numaralar. Bugünkü modern teknolojilerin çoğunu Almanlar’a borçluyuz. Gerçekten düzenli, kurallara uyan, uygar bir halk.

Ancak, Almanlar’ın kafaları sanki dünyanın gerisinden biraz farklı işliyor.

Almanya’da yaşamak ya da gezmek için Almanlar gibi düşünmeniz gerekiyor. Alman düşünce sisteminin temeli ise bilmek. Intuition, yani sezgilere yönelik bir sistemleri yok. Bileceksin, yok bilmiyorsan öğreneceksin. Sistem, senin bilmediğini varsayarak sana yardımcı olmaya yönelik tasarımlanmamış.

Stuttgart’da bir benzin istasyonuna girdik. Pompanın üzerinde dört hortum var, hortumlarda da “Super Plus”, “Super”, “Super E10” ve “Diesel” yazıyor. Hadi dizeli anladık, geri kalanın hepsi süper anasını satayım. Süper ile süper plus’ın farkı nedir? Daha da kötüsü süper E10 ne demek? Hangisi kaç oktan, yazsa anlayacağız ama yok işte. Bileceksin.

Hepsi süper de...
Yine Stuttgart’ta bir metro istasyonunda, yavrukurt gibi bir haritaya bakıp, iz sürerek aktarmalı bir tren yolculuğu yapmıştık. Dünyanın pek çok yerinde alışık olduğumuz, istasyondan geçen trenlerin başka hangi istasyonlarda durduğunu gösteren bir tabela yoktu. Sadece Stuttgart’daki bütün trenlerin nereye gittiğini gösteren Piri Reis kılıklı, kocaman, karmakarışık bir harita asmışlardı. Birisi şurada inin, şu trene aktarma yapın demese gideceğimiz yere ulaşmamız mümkün olmayacaktı.

Benzeri bir olay Berlin’de başımıza gelmişti. Karşı taraftaki yol, bulunduğumuz yoldan geçen trenin aksi istikametine gitmiyordu, bambaşka bir trene aitti. Hangi yolu kullanacağımızı bulmak için yol boyu sıralanmış sütunlara boyadıkları tren isimlerine bakmamız gerekmişti. Her sütuna bir trenin güzergahını yazmışlardı. Sütunlar silindirik olduklarından her açıdan okunamıyordu. O yüzden deli gibi bir yoldan diğerine, yol üzerinde de bir sütundan diğerine koşup, okuyabilmek için doğru pozisyonu alarak trenin hangi yoldan geçtiğini aramıştık.

Başka bir ilginçlik. Stuttgart’ta araba yollarında asfaltın üzerine metrelerce büyüklükte 14, 23, 98 gibi numaralar yazılmıştı. Hız limiti mi acaba diye düşündük, sonra “Yok artık” dedik. 14 km, 23 km gibi küsuratlı limitler olamazdı. Sonradan bunların yol numaraları olduklarını anladık. Dünyada ilk kez Almanya’da, yol numaralarının metrelerce boyda asfalta yazılı olduklarını görmüştüm. Düşünürseniz, bu yol numaralarının, numarası yazılı yolun nereye gittiğini bilmezseniz, size beş kuruşluk faydası yoktur. Ama Alman mantığı, bileceksin işte.

Freiburg - Kartpostal gibi!
Eklemeden geçemeyeceğim, örneğin Heidelberg’de, asfaltlara aynı puntolarla, aynı boylarla bu kez hız limitleri yazılıydı. Yine ya hangisi hız, hangisi yol numarası, bileceksiniz, ya da “Her şeritte aynı numara yazılı, sayılar da onun katları, demek ki bunlar hız limiti” şeklinde tümevarım uygulayacaksınız.

Kısacası Alman kültürü, Alman sistemi, sezgiselliği, kolaylığı öncelemiyor. Sadece bilgiyi edinmek gerekliliğinin üstüne kurulmuş.

Her neyse. Gelelim Almanya’nın güzelliklerine…

Münih, Frankfurt, Stuttgart gibi büyük şehirleri aklınızdan silin - belki Berlin tarihi önemi bakımından bir istisna olabilir ama diğerleri çok görülesi yerler değil. Bu şehirler yukarıda yazdığım gibi Karadeniz Müteahhidi şehirleri.

Trier - Kartpostal gibi!
Almanya’nın güzelliği küçük şehirlerinde sevgili arkadaşlar. Konstanz, Füssen, Heidelberg gibi şehirler bir ressamın fırçasından çıkmışcasına harikulade yerler. En son Heidelberg’deydik, kendimi bir peri masalında hissettim. O kadar cazibeli bir kent. Mimarisi, doğası, yemekleri falan, gerçekten anlatması zor, görmek gerekiyor. Henüz gitmemiş olsak da Dresden için, Leipzig için falan da çok güzel şehirler diyorlar.

Almanya’nın başka sevdiğim bir tarafı şatoları. Özellikle Bavyera’da gerçekten çok ihtişamlı, çok güzel şatoları var. Gençliğimin “Wolfenstein” video oyunu boşuna Alman şatoları temalı değil sizin anlayacağınız.

Yine Almanya’da gezmenin bir güzelliği lokal dili biliyor olmam. Almanca’yı kast etmiyorum, kast ettiğim Türkçe. Türkçe ile Almanya’da rahat rahat gezilebiliyor. Almanların çoğu da iyi derecede İngilizce konuşuyor.. Yani dil problemi sıfıra yakın.

Neuschwanstein Şatosu
Eğer bira seviyorsanız Almanya sizi ihya edecektir.

Almanya’nın doğası da olağanüstü güzellikte. Dağları, ormanları ile yemyeşil bir ülke.

Trafik şehir içinde bence bir felaket. Hız limitleri bazen 40’a, 30’a düşebiliyor. Bu afaki limitlere kimse uymadığı için de benim gibi limitlere uyan avanaklar bol bol korna yiyiyorlar.

Ancak otoyolların büyük bölümünde hız limiti yok. Gençken, bir de canavar arabam varken, sık sık Almanya’ya gelir, gaza basardım. Hız yapmayı seviyorsanız Alman otoyolları tam size göre. Ancak dikkat. Bir çok kez 160’la falan sol şeritte giderken, bir anda arkamda beliren arabaların frene asılıp, selektör yapmışlıkları var. Kısacası sol şeriti alırken iki kere bakın derim.

Almanya’daki trafik işaretleri ise beni çileden çıkarıyorlar.

Öncelikle “Zusatzzeichen” ya da “Conditional Signs” dedikleri “Eğer İşaretleri”. 160’la giderken bir anda 80 km/s işareti görüyorsunuz. Refleksle hobaraaaa frene asılıyorsunuz, sonrasında da altındaki küçük “Eğer İşaretini” farkediyorsunuz. Küçük işaret, havuza düşüp yüzmeye çalışan bir araba simgesi mesela. Yine bileceksiniz, bu işaret “Eğer yol ıslaksa” demek.

Ancak sorun burada başlıyor. Islak yol ne demek? Ahmak ıslatan bir yağmur ile, bir dolu esnasındaki yol koşulları çok farklıdır. Bunların hangisinde 80’e düşelim? Öyle yağmurlar vardır ki, 80’le bile gidemezsiniz.

O ıslak yol işareti olsa da olmasa da aklı başında sürücüler zaten hızlarını koşullara göre ayarlarlar. Dolu yağarken işaret yok diye 180’le gidecek bir avanak varsa, zaten o işareti koysanız da, koymasanız da çok fazla yaşamaz. Ez cümle, böyle muğlak işaretler sadece kafa karıştırmaya yarıyor.

Bu “Eğer İşaretlerinden” İtalya ve Fransa’da da bol bol vardır.

Yine yol üzerinde bir yerleşim merkezinin ismini gördüğünüzde hız limiti otomatik olarak 50 km/s oluyor. Hiç bir yerde yazmaz, bunu da bileceksiniz.

Gözünü sevdiğimin İsviçresi. Bu zırvaların hiç biri yoktur memleketimde. Örneğin eğer yol ıslakken kayma tehlikesi varsa, sadece bir kayma tehlikesi işareti koyarlar. Bu işareti gördüğünüzde, sadece yol ıslakken hızınızı düşürmeniz gerektiğini değil, örneğin ani direksiyon kırmamanız ya da ani frenleme yapmamanız gerektiğini de anlarsınız.

Almanya projemiz başlıyor
Ancak tüm eksileri ve artılarıyla Almanya dünyanın en önemli, en fark yaratan ülkelerinden biri sevgili arkadaşlar. Bu ülkeyi görmemek olmaz.

İşte bu bağlamda, Nalcı’ların uzun zamandır ertelediği Almanya’yı fetih projesini resmi olarak başlattık. Almanya’nın bütün kentlerini olmasa da, belli başlı büyük ve görülmeye değer küçük yerleşim merkezlerini, tarihi noktalarını, doğal zenginliklerini gezeceğiz.

Kim bilir, belki ülkeyi yakından görünce Alman şarapları hakkında fikrim değişebilir.

Ancak bu demek değil ki sizleri sürekli Almanya yazılarıyla bombardıman edeceğim.

Almanya projemiz birkaç yıl sürecek. Bu süre boyunca elbette Almanya’dan başka bir çok yere gideceğiz. Ancak arada bir Almanya’dan bir iki kenti dilimin döndüğünce size anlatmaya çalışacağım.

Şimdilik sevgi ile kalın.

Auf Wiedersehen

28 Nisan 2025 Pazartesi

Budapeşte'yi Geziyoruz

“I don’t want to go to ‘Budipest’!” diye bağrınıyordu sevgili kızım. Annesi düzeltti “Not ‘Budipest’, ‘Budapest’…”. Ama heyhat, Budapeşte’nin ailemizdeki ismi “Budipest” olarak kaldı. Jelena’nın ağızı öyle alışmıştı ki, üçüncü şahıslara bile “We will be in ‘Budipest’ next week” falan diyordu, onlar da muhtemelen “Yazık, köylü, Budapest diyemiyor” falan diye üzülüyorlardı.

🐝Mezzy🐝’yi ikna etmek için bir rüşvet gerekiyordu. Budapeşte öncesine iki günlük bir Europa Park gezisi ekledik. Uçağımız zaten Basel Havaalanı’ndan kalkıyordu ve Europa Park Basel’a sadece bir saatlik uzaklıktaydı.

Europa Park bildiğiniz üzere bir amusement park. Disneyland’den daha büyük ve yaşça biraz ileri çocuklara ve ruhu hep çocuk kalanlara hitap ediyor. 🐝Mezzy🐝 ile son zamanlarda bu parkı tercih ediyoruz.

Europa Park’ta iki gün ve sonrasında bir EasyJet uçuşu ile Budapeşte’ye ulaştık.

Otele akşam geç saatte ulaşmıştık. 🐝Mezzy🐝 ile kendimize Wolt üzerinden birer Whopper söyledik, sonra da hemen uyuduk.

Sabah kahvaltımızı St. Stephen Basilica’sının yanında bir cafede ettik. Kahvaltı ettik dediğime bakmayın, doğru anlamıyla kahvaltı eden sadece 🐝Mezzy🐝 oldu. Jelena bir kahve içti, ben de kahve üstüne bir Egri Bikavér içtim. Macaristan’ın bir şarap ülkesi olmasının sonucu, sabahın dokuzunda şarap isteyince acayip karşılamıyorlar.

St. Stephen’s Basilica
St. Stephen’s Basilica, çok büyük bir kilise sevgili arkadaşlar. ilk Macar kralı Szent István’ın anısına isimlendirilmiş. Ve tabii ki bir Katolik kilisesi. Bu kilisenin bulunduğu meydanda önceleri hayvan dövüşleri yapılırmış. Sonrasında geçici bir kilise, ve en sonunda bugünkü basilica’yı yapmışlar.

Bu basilica’yı gezmek ücretli sevgili arkadaşlar - normalde kiliseleri gezmek için para ödemezsiniz, ancak anlaşıldığı kadarıyla Macarlar bu işi biraz ticarete dökmüşler. Bilet alıp gezmek de öyle kolay değil.

Biz oradayken, işaretler bizi caddenin karşısında bir bilet ofisine yönlendirdi, ancak burada çok uzun bir sıra vardı. Bunun nedeni ise gişede kimsenin olmamasıydı. Online bilet alabilmek için bir QR code koymuşlardı, ancak bu kodun yönlendirdiği web sitesi de çalışmıyordu.

Aziz Stefan bizi affetsin, kilisesini gezmedik.

Kilisenin hemen önündeki duraktan Hop On-Hop Off otobüsümüze bindik. Bu otobüsler Budapeşte’de çok işe yaradı. Hem anlatım, hem de ulaşım için çok uygunlardı. Üstüne fiyata bir de ücretsiz Tuna nehrinde bir tekne turu dahil olunca, tadından yenmedi. Daha önceden bir tekne turu almıştık, ancak hop-hop otobüsler aynı turu bedava verince, ilkini iptal ettirdik.

Hop-hop otobüslerinin tek problemi İngilizce kaydın felaket bir aksanla yapılmış olmasıydı. Kız, “Hızlı konuşmak iyi konuşmaktır” ekolünden geldiği için, ki bu ekol Orta Avrupa’nın eski komünist ülkelerinde çok popülerdir, cümlelerinin ilk beş sözcüğü neredeyse anlaşılmaz durumdaydı. Cümlelerinin sonu da ağır, artık Macar mı, Hollandalı mı desem aksanı yüzünden zar zor anlaşılabilir olunca, söylenenleri anlamak biraz hayal gücümüze kalıyordu. Ancak giderseniz, endişe etmenize gerek yok. Dil seçeneklerinin içerisinde Türkçe de var.

Hava yağmurluydu, ancak hava raporuna göre yağmurlu olmaması gerekiyordu. Jelena ve 🐝Mezzy🐝 ceketlerini yanına almışlardı, ancak ben şahsım zibidi gibi bir t-shirt ile geziyordum. Otobüsten inip, bir mağazadan kendime bir sweat-shirt aldım.

Budapeşte’nin önemli ziyaret noktalarından biri Heroes’ Square, yani Kahramanlar Meydanı’dır sevgili arkadaşlar.

Heroes’ Square
Heroes’ Square, yarısı, sütunlu iki çeyrek dairesel bir yapı ile çevrili, ortasında bir sütun olan bir anıtın bulunduğu bir meydan. Anıtın altında, başta Arpad, Macarlar’ı Karpatlara getiren yedi Macar reisinin heykelleri var. Sütunun üzerinde ise Melek Gabriel’in yani Cebrail’in heykeli olması gerekiyordu ama biz oradayken herhalde tatile çıkmıştı.

Anıtı çevreleyen sütunlu yapıda ise Macar tarihinin önemli figürlerinin heykelleri bulunuyor.

Meydanın diğer tarafında bir Meçhul Asker anıtı var, ancak buna yaklaşamıyorsunuz.

Bu meydan yapıldığında Macaristan, hala Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun bir parçasıymış. Bağımsızlıktan sonra Habsburg hanedanlarının heykelleri yerine Macar figürler konmuş.

Heroes’ Square etkileyici, görülesi bir yer.

Hop-hop otobüsleri ile durup, ziyaret etmeden şehrin gerisini dolaştık, ve ertesi günkü ziyaret noktalarını belirledik.

Akşamımızı Hard Rock Cafe’de sonlandırdık. Ok bekledim ama hiç Omega çalmadılar.

Hard Rock Cafe
Ertesi günkü ilk ziyaret noktamız Dohány Street Sinagogu’ydu.

Bu sinagog, İkinci Dünya Savaşı başlarında oluşturulan Yahudi Gettosu’nun girişinde bulunuyor.

Yahudi Gettoları, sadece Macaristanda değil, bir çok Orta Avrupa ülkesinde Yahudileri bir araya toplamak için yapılmışlar. Böylece karar verildiğinde hepsini buradan alıp, ölüm kamplarına getirmek kolay olacaktı.

İlk başlarda sadece barınma amacı güdülüyor gibi gösterilen bu mahallelerde çevrede oturanlar kim Yahudiler, hangileridir görsünler diye açık alanlı giriş ve çıkışlar vardı. Sonrasında Yahudilere, sol kollarına, Yahudi oldukları anlaşılsın diye, çoğunlukla sarı, Davut Yıldızları dikme zorunluluğu getirildi. Daha da sonrasında Yahudi Gettoları’na giriş ve çıkışlar izne bağlandı. Karar verildiğinde ise bu gettolara girilip, içinde bulunan Yahudiler ya öldürüldü, ya da toparlanıp, ölüm kamplarına gönderildi.

Macaristan’ın savaş esnasında önemli bir Yahudi nüfusu vardı. Herkesin bildiği Auschwitz kampı, aslen Macar Yahudilerin katli için tasarlanmıştı. 600 bin Macar Yahudisi Auschwitz’de can verdi. Bu rakam, Auschwitz’de ölen her üç Yahudi’den birine denk gelir.

Dohány Street Sinagogunun bahçesinde, savaşın en büyük toplu mezarlarından biri var. Yahudiler burada ya vurulmuş, ya da soğuktan ve hastalıktan can vermişler.

Dohány Street Sinagogu savaşta çok fazla hasar görmemiş. Birçok kişi bunu, Almanlar’ın Yahudi bölgesinin başladığı noktayı belirleyen bir yapı olduğu için sağlam bıraktıklarını düşünüyor.

Ben Holocaust hakkında çok kitap okudum, bu facianın önemli tarihi noktalarını ziyaret ettim sevgili arkadaşlar. Yahudilere bu bakımdan çok derin sempati duyarım. Bugün, Gazze’de olanlar yüzünden aklınızdan geçenleri elbette biliyorum, ancak bir yanlış, bir doğruyu götürmüyor. Şimdilik bu iki olayı, ve ırklar ile hükümetleri bir birlerinden ayrı tutalım. Bir gün Gazze’de olanlar da konuşulacak elbette.

Sinagogu gezerken erkeklerin Yarmulke yada Kipa ismi verilen başlığı giymeleri zorunlu. Bu nedenle ben de hayatımda ilk kez bir Yarmulke giymiş oldum.

Yarmulke
Avrupa’nın en büyüğü olan bu sinagogun içi çok güzel, bahçesinde ise toplu mezarın bulunduğu avludan başka, Holocaust kurbanlarının ve savaş esnasında Yahudilere yardım eden Yahudi olmayan kişilerin anıldığı ufak bir park var. Bu parkta ise Tony Curtis’in yapımına büyük katkı sağladığı bir metal ağaç anıtı var. Tony Curtis’i hatırlarsınız, Kaygısızlar’ın Danny Wilde’ıydı. Curtis’in annesi ve babası, Amerika’ya göç etmiş Macar Yahudileriydiler. Curtis kökenlerini hiç unutmamış ve ölene kadar her fırsatta Budapeşte’ye gelip, bu Sinagogu ziyaret etmiş.

Aynı parkta üzerinin taşlarla bezendiği mezarlar var. Yahudilik inancında mezarlara canlı sayılan çiçekler yerine taşlar bırakılıyor, çünkü yaşayanlarla ölülerin karışmaması gerekiyor.

Dohány Street Synagogu’nu ziyaret etmenizi kuvvetle öneririm sevgili arkadaşlar. Hem tarihi bir yer, hem de Yahudi olmayanlar için, Yahudilik inancına bir pencere açıyor.

Bu konuyu kapatmadan, son zamanlarda bayağı popüler olan gereksiz bir ayrım için de iki kelam edeyim.

Efendim, Yahudiler bir ırkmış ve inançlarına da Yahudilik yerine Musevilik denmesi gerekiyormuş.

Uzak geçmişte belki biraz doğru sayılabilecek bir ayrım bu. İngilizcede mesela Musevi anlamına gelen “Mosaic” diye arkaik bir kelime vardır, ancak bugün bir Yahudi’ye “Mosaic” derseniz size gülecektir. Günümüzde aklı başında herkes bu inanca “Yahudilik” der. İngilizcesi de Judaism. Etiyopyadan gelen siyahi de, Polonya’dan gelen sarı saçlı, mavi gözlü Aşkanazi de Yahudidir. Bunların her ikisinin de Arap Yarımadası kökenli etnik Yahudilerle bir akrabalığı yoktur. İnancın kendisi de zaten Yahudi ırkını Yahudiliğe inanan kişiler olarak tanımlar - bir de anne tarafından Yahudilik bağı gerekir.

Neyse, çok uzatmayalım. Hristiyanlığa “İsevilik”, “Müslümanlığa da “Muhammedilik” demiyoruz. Böyle gereksiz ayrımlara kendimizi kaptırmayalım.

Bir Macar restoranında öğle yemeğimizi yedikten sonra Széchenyi Köprüsü’ne geldik.

Széchenyi Köprüsü
Biliyorsunuz, Budapeşte, Tuna Nehri'nin ikiye ayırdığı Buda ve Peşt bölgelerinden oluşan bir şehirdir. Bu iki bölgeyi birbirine bağlayan sekiz köprü vardır. Bu köprülerin en ünlüsü, hatta Budapeşte’nin resmi sembolü hâline gelmiş olanı ise Széchenyi Zincir Köprüsü’dür.

Széchenyi Köprüsü gerçek bir sanat eseridir. 1849 yılında yapılmış ve Buda ile Peşt’i birleştiren ilk kalıcı köprü olmuştur.

Almanlar, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Macaristan’dan geri çekilirken, Tuna üzerindeki Széchenyi Köprüsü dahil bütün köprüleri imha etmişler. Sadece kuleleri ayakta kalan Széchenyi Köprüsü, savaş sonrası aslına sadık kalınarak yeniden inşa edilmiştir.

Budapeşte’ye gelirseniz, Széchenyi Köprüsü’nü görmemeniz zaten mümkün olmayacaktır. Biraz vakit ayırıp, bu ikonik yapıyı sindire sindire gezin derim.

Köprüden sonra altı numaralı rıhtımdan Tuna Nehri tekne turumuza başladık.

Budapeşte, nehir üzerinden gezilmesi en keyifli şehirlerden biri sevgili arkadaşlar. Şehir zaten Tuna boyunca kurulduğu için, tekne turu Budapeşte’nin en görülesi noktalarını adeta bir açık hava müzesi gibi sergiliyor.

Bunların başında güzelim Parlamento Binası geliyor. Orban, sadece bu bina sayesinde bile Avrupa’nın en şanslı devlet başkanlarından biri sayılabilir.

Parlamento Binası
Parlamento Binası 1902 yılında açılmış. Bir hükümet binasından çok, büyük bir katedrali andırıyor.
Neo-Gotik tarzda, sivri kulelerle süslü bir mimarisi var. Hatta biraz Londra’daki Westminster Sarayı’nı andırıyor.

Tur üzerindeki diğer ikonik yapı ise Buda Kalesi. 1250’lerde yapılmış. Geçmişte Macar Kraliyetinin meskeni olan bu muazzam yapı, bugün bir tarih ve sanat müzesi ile bir kütüphaneye ev sahipliği yapıyor.

Mohaç Savaşı sonrası Kanuni Sultan Süleyman Budapeşte’yi yağmalatsa da, bu yapıya büyük zarar vermemiş. Bazı sanat eserleri İstanbul’a götürülmüş, ancak kale Osmanlı valilerinin ikametgahı olarak kullanılmamış. Bir bölümü kışlaya çevrilmiş, genel olarak ise çürümeye terk edilmiş.

Habsburgların kuşatması sırasında, kalede barut deposu olarak kullanılan bir kule isabet alıp patlamış ve yaklaşık 1500 Türk askerinin ölümüyle sonuçlanmış.

Nehir üzerinde başka bir cazibeli yapı ise kalenin hemen altındaki Fisherman's Bastion (Balıkçı Tabyası) ve onun yanındaki Matthias Church (Mátyás-templom) isimli görkemli kilise.
Gellért Hill adlı tepede ise, New York’taki Özgürlük Anıtı’nı çağrıştıran bir Özgürlük Heykeli bulunuyor.

Bu söz ettiğim yapıları karadan görmek de mümkün; ancak tekne turu, tembel işi, hiç koşuşturmadan hepsini bir arada görebilmenizi sağlıyor.

Akşam yemeğimizi, “Ruin Bars” bölgesinde yedik.

“Ruin”, bildiğiniz gibi "yıkıntı" demektir.

Bir "Ruin Bar" 'da
İkinci Dünya Savaşı ve özellikle Komünist dönem boyunca eski Yahudi mahallesindeki binalar terk edilmiş halde kalmış. Bu binaların tamiri çok masraflı, yıkılmaları ise tarihi değerlerinden ötürü istenmeyen bir durumdaymış.

Komünizmin çöküşünden sonra birçok sanatçı ve girişimci, bu binaları restore etmek yerine, özgün bir şekilde kullanmaya karar vermişler.

Bu binalara, ucuz ve rahat barlar açmışlar. Dekorasyonda ise çoğunlukla akıllarına ilk gelen şekilde yaptıkları resimler, heykeller ve bitpazarından topladıkları eşyaları kullanmışlar. Hedef lüks değil; samimi, halka açık bir atmosfer yaratmakmış.

Bu konsept çok tutmuş ve ruin barlar kısa sürede büyük popülerlik kazanmış.

Bu barların renkli zamanları elbette gece, parti durumları ama iki yaşlı insan ve on yaşında bir çocuk için çaresiz akşamın erken saatlerinde bir ziyaret gerçekleştirdik. Ne olursa olsun, mükemmel ötesi bir Merlot ve güzelim Macar yemekleriyle mükemmel birkaç saat geçirdik.

Budapeşte’deki bir sonraki günümüz sadece birkaç saatle sınırlıydı, onu da öğlen yemeği için kullandık.

Gezimizi toparlarsak, Budapeşte mükemmel bir şehir ve herkesin ziyaret etmesi gerekli bir destinasyon. Tarihi, mimarisi, yemekleri, şarapları ve en önemlisi insanlarının nezaketi ile bizden on puan aldı.

Sevgi ile kalın❤️

21 Nisan 2025 Pazartesi

Macaristan ve Budapeşte

Yıl 2001, bir toplantı için Macaristan’daki Eger kentine gitmem gerekiyordu. Macaristan’a ilk gidişim olacaktı, ancak daha gitmeden ülke ile ilgili önemli birkaç bilgiye sahiptim. Bunların en önemlisi Egri Bikavér isimli şaraptı. O aralar Macaristan’la çalıştığımdan, toplantı için Lozan’a gelen Macar arkadaşlar, sağolsunlar, hep bir şişe Egri Bikavér getirirlerdi.

Yıl 2001. Gençlik ve "sigara"
Söylemeye bile gerek yok, mükemmel bir şaraptır. Bikavér dedikleri şarabın Eger’de üretilenine Egri Bikavér derler ki, anlaşılacağı üzere bu şarabın memleketine gidiyordum.

Toplantı üç tam gün sürecekti, ancak otelde sabah saat onda verilen çay/kahve molasında, toprağı bol olsun, alkolü çok seven patronumla Egri Bikavér içmeye başlıyorduk. Bu toplantıların öğleden sonraki bölümlerini hiç hatırlayamamıştık!

Eger’dan Budapeşte’ye geçmiştik. Eve dönmek yerine, birkaç gün geçirip, kenti görmek için geziyi uzatmıştım. Bu güzel şehrin tadını çıkararak yaşadım. Eger’de olmamış olsak da, Egri Bikavér seansları Budapeşte’de de devam etmişti.

Yirmi dört yıldan sonra yeniden Budapeşte’ye gelmek beni heyecanlandırmıştı.

Budapeşte’nin ailemizce başka bir önemi ise, sevgili karımla ayrı ayrı görüp, bir arada bulunamadığımız sayılı kentlerden biri olmasıydı. Böyle yerlere bir arada geldiğimizde, orayı “nötralize ettik” deriz. Bu vesileyle Budapeşte’yi de nötralize etmiş olduk.

Budapeşte’yi de nötralize ettik...
Macaristan çok güzel bir ülke, Macarlar da çok iyi insanlar sevgili arkadaşlar.

Macarlar aslen hayli bahtsız bir halktır. Tarihleri boyunca savaşmışlar, ancak pek de başarılı olamamışlardır.

Çok başınızı ağrıtmadan kısaca arz edeyim.

Macarlar bizim toprağımızdır sevgili arkadaşlar. Etnik olarak çok Türk sayılmasalar da, bizler gibi Orta Asya’nın steplerinden gelirler. Peçenek ve Kıpçaklar’la çok yakın ilişkileri olduğundan hem kan, hem de gelenek-görenek olarak Türkler’e benzerler.

Arpad isimli liderleri Macarlar’ı Karpatlara taşımış. Avrupa’ya göçtükten sonra Hristiyanlaşmış, mutlu ve bağımsız bir şekilde yaşarken Kanuni bunları Mohaç’la fethetmiş, yüz elli yıl sonra da II. Mustafa, Karlofça ile Habsburg’lara vermiş.

Habsburg’lar, malumunuz bir Avusturya Hanedanıdır. Macarlar da bunların egemenliğinde yaşamaya başlamış. Sonra Habsburg’lara baş kaldırmışlar ve bağımsız olmasalar da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ismi altında yarı otonom olarak imparatorluğa ortak sayılmışlar.

Bu yüzdendir, Macarlar, Habsburg tarihlerini çok da iyi duygularla anmazlar. Halbuki isimlerinin Osmanlı ile aynı mertebede sayılan bir imparatorluğun ünvanında geçmesi nedeniyle normalde biraz paye alıp, böbürlenmeleri bekleyebilirdik. Bunu söylemişken, Macarlar’ın Türk tarihlerine de herhangi bir sempati ile bakmadıklarını eklemiş olayım. Macarlar, yüz küsür yıllık Türk dönemi hiç yaşanmamış gibi davranırlar.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Macarlar darmadağın olmuşlar sevgili arkadaşlar. Topraklarının üçte ikisiyle birlikte, nüfuslarının milyonlarcasını Romanya, Yugoslavya ve Çekoslovakya’ya kaptırmışlar.

Béla Kun isimli bir Bolşevik, Macaristan’da, iki savaş arasında kısa süreli bir komünist yönetim kurmuş.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazilerle ittifak kurmuşlar, ancak savaşı kaybedince Stalin, bunların tepesine çökmüş.

1956’da Sovyetler’e karşı şu ünlü Macar Ayaklanmasına kalkışmışlar. Yine malumunuz, Sovyet tankları Macaristan’a girip, bu ayaklanmayı bastırmış. Sonrasında, János Kádár isimli liderleri “Gulaş Komünizmi” şeklinde adlandırılan özel bir yönetimle biraz ekonomiyi yumuşatmış, Macarlar da Sovyet Bloğu’nda kalmaya devam etmiş.

Sovyetler çökünce Macaristan Avrupa Birliğine ve Nato’ya üye olmuş, bu günlere gelmişler.

Başkent Budapeşte ise, Tuna nehrinin Buda ve Peşt isimleriyle ikiye böldüğü bir kent. Her iki yaka da çok güzel, cazibeli ve tarihi bölgeler. Bir çok Orta Avrupa başkenti, küçük sayılabilecek, eski ve tarihi bir merkezin etrafında büyümüş zevksiz modern sayılabilecek semtlerden oluşurken, Budapeşte gerçekten büyük, her tarafı tarih, emperyal bir başkent. Gördüyseniz, Prag ayarında bir yer.

Tuna nehri şehre çok büyük bir cazibe katmış. Nehir kenarları birbirinden güzel yapılarla süslenmiş. Bu nedenle Budapeşte’ye gelmişken mutlaka yapılması gerekli ilk aktivite tekne ile bir Tuna gezisi. Bu gezi esnasında şehrin görülmeye değer bir çok yeri bütün güzellikleri ile, ve daha da önemlisi, zahmetsizce görülebiliyor. Bu arada Tuna Nehri akıyor sevgili arkadaşlar.

Marhapörkölt
Budapeşte ve daha genel anlamda Macaristan bir yemek cenneti. Macar mutfağı, kendine has, çok geniş ve çok güzel bir mutfak. Bu özelliği de Budapeşte’yi diğer Orta Avrupa başkentlerinden ayırıyor.

Gelmişken elbette Gulaş denemeniz bir gereklilik. Ancak Macar mutfağı sadece Gulaş değil.

Benim bir numaram Marhapörkölt. Dana etini kırmızı şarapla marine edip, dumpling denilen, makarna benzeri bir hamur işi ile servis ediyorlar. Ayıp olmasın diye tabağı yalamadım. Langos da pide ile börek arası, çok lezzetli bir hamur işi.

Şarap ise Nirvana. Egri Bikavér’den bahsetmiştik. Bu bir harman şarap ve çok farklı üzümler içeriyor. Bunların en önemlileri Blaufränkisch (Macarcası Kékfrankos) dedikleri, Blue French ya da Mavi Fransız, Blauburger ve Zweigelt üzümleri.

Macaristan’ın gerçek bir şarap olması nedeniyle, nereye giderseniz gidin, şarabınız doğru sıcaklıkta, doğru bardakla servis ediliyor. Ancak en önemlisi, kötü bir şarap bulmak imkansıza yakın. O yüzden hangi restorana giderseniz gidin, gönül rahatlığıyla bir Macar şarabı söyleyin. Mutlaka beğeneceksinizdir.

Çocukken, ama gerçekten çocukken Omega isimli bir Macar rock grubunu dinlerdim. Çok güzel müzikleri vardır, hatta alameti farika şarkıları “Girl with the Pearls in Her Hair” ‘i dinlerseniz kesin hatırlayacaksınızdır. O gün, bu gün, Macar müziğine ilgi duydum. Transilvanyalı, Rumen olsa da aslen Macar bir arkadaşın koleksiyonundan başka Macar şarkılarını da beğenerek dinledim.

Ez cümle Macaristan, müzik zevki olan bir ülke. Budapeşte’de temasını bilmeden, sadece yorulduk diye girdiğimiz barlarda bol bol “Stairway To Heaven”, “The Logical Song”, “April” falan dinledik. Ne yazık ki hiç Omega çalmadılar.


Kenti İngilizce ile sorunsuz gezebiliyorsunuz. Çöpçüler bile düzgün İngilizce konuşuyorlar.

Taksi için ise Bolt uygulaması çok kullanışlı. Fiyatlar taksilerden çok fazla ucuz değil ama Bolt, sizi para alış verişi ve gereksiz dolaştırmalardan falan kurtarıyor.

Fiyatlar ise Batı Avrupa standardlarına göre bir tık daha ucuz ama öyle mucizeler beklemeyin.

Budapeşte dikensiz gül bahçesi değil elbette.

Gezimiz boyunca en çok sinirimi kaldıran ambulanslar oldu sevgili arkadaşlar. O siren sesi o kadar yüksek ki, bunlar cayır cayır caddelerde giderken, sağlıklı Budapeşteliler’e bile inme falan geliyordur. Bütün Orta Avrupa ülkeleri gibi Macarların da ellerinin ayarı yok. Açabiliyorlar ya, aç sonuna kadar anasını satayım. Tuna nehrinin ortasında bir geminin içinden bile, şehrin merkezindeki ambulansları duyabiliyorduk. Her siren sesi duyduğumuzda 🐝Mezzy🐝 ile “Radioactive fallout” diye bağırıyorduk, “To the shelters!”

Bir de biz oradayken Orban karşıtı gösteriler yüzünden bazı yolları trafiğe kapamışlardı. Hayat öyle felç olmadı ancak biraz sevimsizdi tabii.

Bu arada Budapeşte çok güvenli bir şehir. Gece günduz, bırakın sorunu, en ufak bir tedirginlik bile yaşamadık.

Kısacası Budapeşte çok güzel bir şehir.

Bir sonraki yazımızda bu güzel kenti gezmeye başlayacağız.

Sevgi ile kalın❤️

28 Mart 2025 Cuma

Ljubljana

Galataport’ta bol bol kahve içip, kendimi uzun geceye hazırlamıştım. İstanbul’da akşam işlerimi bitirip, sabaha karşı Ljubljana’ya uçacaktım.

Galataport
Son zamanlarda benzeri nedenlerle İstanbul’a gelip, gidiyordum. Bu seyahatlerin çoğunda. otelim Avrupa tarafındayken Sabiha Gökçen’e, Asya tarafındayken de İstanbul Havaalanına inmiştim. Yine çoğu kez Sabiha Gökçen’e inip, Asya tarafında kalsam da Avrupa tarafına geçmek zorunda kalmıştım.

Asya-Avrupa arasındaki bu mahşeri yolculuk en az iki saat sürüyor sevgili arkadaşlar. Yolculuğun eğer varsa metro kısmı göreceli olarak biraz rahat, ancak o metrobüs denen satanist araca binince, saatlerce ayakta, hiç durmadan gaz-fren, böyle patates çuvalı gibi sağa sola savrula savrula gidiyorsunuz. Denemediyseniz söyleyeyim, nefret bir şey.

Manyak mısın, niye böyle kendine eziyet ediyorsun diye sorarsanız, kısa cevabım pintilik. Nerede ucuz uçak bileti bulursam onu alıp, Avrupa-Asya arası yol eziyetine katlanarak bir kaç yüz frank harcamaktan kurtuluyordum.

Ancak şansıma, bu kez Avrupa tarafındaydım ve İstanbul Havaalanı’ndan uçuyordum. Epik yolculuğum bir saat kadar kısalmıştı. Hele hele metrobüs yerine iki metro ile gidiyordum ki, limuzin gibi gelmişti.

İstanbul Havaalanına ilk gelişim değildi, ancak buradan ilk gidişim olacaktı. Bir kaç hafta önce kızlarla gelmiştik ve hemen pasaport kontrolünden geçip, çıkmıştık. Yani havaalanında gezip, dolaşacak fırsatımız olmamıştı. Bu kez saat on bir de gelmiştim ve saat sabah beşe kadar vaktim vardı.

Gördüğümde inanmakta zorlandım. Gerçekten devasa bir yer. Ancak insanın bütün enerjisini alıp, götürüyor. Uzun mesafeleri yürümek, daha tatilinize başlamadan sizi yoruyor. Fiyatlar ise İsviçre’nin en pahalı kayak merkezinden bile pahalı. Orta kararda bir yemek ve şarap için bir aylık kira parası harcamak mümkün.

Yine de gerçekten güzel görünümlü bir havaalanı.

Havaalanındaki her cafe ve barda bir şeyler içerek beş saat geçirdim. Telefonumu ve powerbank’imi şarj ettim (yeni Türkiyede buna “sarj” ettim diyorlar, karnıma ağrılar giriyor).

Air Serbia ile uçuyordum. Uçağımız saat beşte İstanbul’dan kalktı ve yine saat beşte Belgrad’a indi. Uçakta “Plazma Cookie” ikram ettiler. Sırbistan’dayken sevgili karımla her gün bunları yerdik.

Belgrad’a indik ve Ljubljana uçuşunun bir saat rötar yaptığını öğrendim. Bu da, bir üç saatlik daha vakit öldürmek demekti. Sabahın beşi olmasına rağmen havaalanındaki tek bara gittim. Kendime bir Krupac - Sırbistan’ın en güzel şarabi - söyledim. Bardaki kızla biraz geyikledik. O da, ben de, sabahın o saatinde gözlerimizi açık tutmaya çalışıyorduk.

Krupac’dan sonra bana Sırbistan’da olduğumu hatırlatan ikinci fenomen, havaalanındaki mahşeri sıcaklıktı. Sırplar’ın da, Türkler’in olduğu gibi ortaları yoktur. Ya en sıcak, ya en soğuk, ya sesi sonuna kadar açılmış müzik, ya sıfır müzik, vs.

Pervaneli bir ATR-72 bizi Ljubljana’ya götürdü. İndiğimizde hostes beni uyandırmıştı. Her iki uçuşta da birer saatlik uykuyla biraz kendime gelir gibi olmuştum.

İnince bir otobüsle Ljubljana’nın (Türkçe fonetik ile Liubliana) merkezine ulaştım.

Ljubljana, bildiğiniz gibi Slovenya’nın başkenti. Slovenya da eski Yugoslavya’nın bir parçası.

Yugoslavya çok büyük, çok ileri, refah düzeyi çok yüksek bir ülkeydi sevgili arkadaşlar. Parçalandığında Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ, Bosna, Makedonya ve Slovenya ortaya çıktı. Bölgesel bir güç olan büyük bir devlet, ayrıldıktan sonra birbirlerinin gırtlaklarına sarılan küçük, etkisiz ülkelere dönüştü. Aklı başında her Türk’ün bence biraz düşünüp, kendi ülkesinin geleceği için Yugoslavya’da ne olup bittiğini anlaması gerekir. Neyse, çok vakit kaybetmeyelim. Bütün Türkler zaten doğuştan her şeyi bildikleri için genelde benim fikirlerime ihtiyaç duymazlar.

Eski Yugoslavya’da çok vakit geçirdiğim için dillerini, adetlerini, yemeklerini, zevklerini falan biraz bilirim. Ancak Slovenya beni fazlasıyla şaşırttı.

Ljubljana’da yürürken insan kendisini eski Yugoslavya’dan ziyade sanki Prag yada daha da yakın benzerlikte, Bratislava’da hissediyor. Mimari fazlasıyla bu kentleri andırıyor.

Yemekler kontinental Avrupa yemekleri. Burek, cevapcici, pleskovica gibi tipik balkan yemeklerini hiç görmedim. Anlayamadığım bir sebeple hemen her menüde hamburger vardı. Olasılıkla Hollywood filmlerinin bir sonucu. Şaraplar ise biraz Çek, ama daha ziyade Avusturya şaraplarını andırıyordu.

Ancak beni en fazla şaşırtan Slovence oldu. Gramer ve kelime hazinesi olarak eski Yugoslavya’nın neredeyse aynısı olmasına rağmen, Slovenlerin konuşma şekli çok farklıydı.

Her Slav ulusu, dillerini biraz farklı tonlamalarla, vurgularla konuşurlar sevgili arkadaşlar. Polonyaca, daha doğrusu Lehçe mesela, çok yumuşak, aynı müzik gibidir. Devamlı “ş” sesini duyarsınız. Çekler ve Slovaklar biraz daha az “ş” kullansalar da tonlamaları yine çok yumuşaktır.

Ancak bana göre en komiği Ruslardır. Devamlı “lyı”, “myı”, “nyı” seslerini duyarsınız, sanki ağızlarında ekşi bir limon varmış gibi. Kulağıma çok efemine gelir.

Slav dilleri arasında en delikanlısını Sırplar konuşur. Genelde siyahlar içerisinde, kolları açık, bir omuz düşük, kallavi bir ses tonuyla “GDE Sİ BRATE, YASSEM DRAGAN, ŞTA RADİŞ” şeklinde kükreyerek konuşurlar. Hırvatlar ve Makedonlar hemen hemen aynı tonla, Bosnalılar ise belki biraz daha yumuşak olsa da yine yakın bir tarzla konuşurlar.

Slovenler ise Sırpçayı, yumuşak, sakin, Çekçe benzeri bir tonlamayla konuşuyorlar. Yürümeleri, oturup kalkmaları da fazlasıyla sakin.

Ez cümle, Slovenya’dayken eski Yugoslavya’da olduğumu çok fazla hissetmedim.

Slovenya, Avusturya, İtalya, Hırvatistan ve Macaristan’la komşu. Önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, sonra da Yugoslavya’nın bir parçası olmuş. Tüm komşularının olduğu gibi Katolik ağırlıklı bir nüfusu var.

Slovenya, Yugoslavya’dan ayrılan ilk ülke olmuş. 1991 yılında, sadece 60 kişinin hayatını kaybettiği, on gün süren bir savaş sonunda bağımsızlığını fiilen kazanmış. Yugoslavya’da sonradan olup, bitenleri göz önüne alırsanız, neredeyse barışçıl bir ayrılık olmuş diyebiliriz.

Sonrasında AB ve NATO üyelikleri gelmiş.

Slovenya, Alpler’in dibinde bir ülke. Kayak turizmi çok popüler, belki de Alplerin en ucuz kayak yapılabilen ülkesi. Bled isimli bir gölleri var. Gölün ortasındaki şato ile her mevsim kartpostallık bir manzara sunuyor gelenlere. Bled Gölü’nü 🐝Mezzy🐝 de görsün istediğimden bu kez tek başıma gitmedim.

Ljubljana’ya uzun süredir gitmek istiyordum ama sevgili karımın inadı yüzünden kısmet olmamıştı. Her eski Yugoslavyalı gibi, “şehir” deyince onun da aklına Belgrad, Zagreb falan gelir. Ben Ljubljana dedikçe, n’apacaksın Ljubljana’yı, Moudon’a git, aynı şey dedi, durdu. Kötü anlamda değil tabii. Moudon yakınımızdaki küçük bir şehir. İçinden minik bir nehir geçer, acayip de güzeldir. Hatta oraya taşınma olasılığımız var. Jelena’nın vurgusu Ljubljana’nın küçüklüğü üzerine. İşin aslı, Ljubljana, Moudon kadar küçük olmasa da, yine de ziyaret edilebilecek noktaları göz önüne alındığında, gerçekten de küçük sayılabilecek bir başkent.

Hal böyle olunca biz de Ljubljana gezimizi erteledik durduk. En sonunda İstanbul seyahatimi bahane edip, “Sen gelmeyeceksen ben dönüşte iki gün geçireyim” dedim, öyle Ljubljana’ya geldim.

Ljubljana, Ljubljanica nehrinin üzerine kurulmuş. Kırk kilometre uzunluğunda, küçücük bir nehir Ljubljanica. Sava nehrine dökülür. Malumunuz Sava Nehri, Belgrad’da Tuna Nehri’ne, Tuna Nehri, her ne kadar akmam dese de akıp, Romanya’da Karadenize dökülür.

Ljubljanica Nehri
Ljubljanica yemyeşil bir nehir sevgili arkadaşlar, ama yeşil dediysem, yeşil boya dökülmüş gibi, yemyeşil bir yeşil - çok yeşil dedim, farkındayım. Gördüyseniz, üzerine Mostar köprüsünün yapıldığı Neretva nehri kadar yeşil.

Ljubljana’nın merkezinde ise bu nehir boyunca bir çok cafe, bar ve restoran var. Bunların hepsi de inanılmaz güzel. Bazılarının nehir üzerindeki platformlarda bahçeleri var. Ben ilk gün seri bir bar-hopping yaparak bunların birkaçında şarap içip, bir şeyler yedim.

Bu restoranların birinde çok sevdiğim ekmek arası mantar çorbası buldum, iki gün boyunca her önünden geçtiğimde bir çorba içtim. Ekmek arası dediğime bakmayın, ekmekten yapılmış mantar biçiminde bir kap içerisinde getiriyorlar. Mantarın şapkası kızarmış, kruton gibi bir tadı oluyor. Bunu koparıp, çorba ile içebiliyorsunuz. Çorba geldikten bir süre sonra da ekmekten çeper yumuşuyor, kaşığınızla kazıyarak mükemmel bir lezzet elde edebiliyorsunuz. Bu çorbayı uzun yıllar önce Krakow’da çok içmişliğim vardır. Eski havaalanındaki yegane restoranda yaparlardı. Ekmek arası mantar çorbası o günlerde “Cuma olmuş, eve dönüyorum” anlamına gelirdi.

Yine nehir boyunca hepsi farklı bir tarzda yapılmış köprüler var. Bunların şehir merkezine en yakını ve en havalısı da Dragon Bridge, yani Ejder Köprüsü. Ljubljana’nın bir çok yerinde bu ejderlere rastlıyorsunuz. Şehrin simgesi herhalde.

Merkezdeki Preseren isimli meydan ve etrafındaki binalar, kelimenin tam anlamıyla muhteşem. Kırmızı ve pembe arası renkte bir kilise ve tabii ki ejder temalı bir heykel var.

Bir cadde üstte ise eski şehir isimli bölge var. Burası da ortaçağ/rönesans tarzı binalarla çevrili.

Ljubljana Kalesi
Eski şehrin üzerinde ise Ljubljana Kalesi var. Buraya giden bir kaç trekking patikası yapmışlar, ancak bayağı dik bir yokuş. Tembeller için ise bir füniküler var. Ben tabii ki patikaların biriyle yürüyerek çıktım (!)

Fünikülerden inince gerçekten hayal kırıklığına uğradım. Kalenin dışı mükemmel bir ortaçağ kalesi görünümündeyken, Slovenler avluyu ve kalenin içini bir Montreux Jazz Festival salonuna çevirmişler. Bir kalenin değil de bir AVM’nin içinde yürüyor gibi oluyorsunuz. Kalenin kulesi, Cenevre Havaalanı’nın kontrol kulesi gibi olmuş. Modernlik adına bütün tarihi dokuyu yok etmişler sizin anlayacağınız.

Eski şehirde kendime mükemmel bir et restoranı buldum. Katedralin tam yanında, Pazar günü de olduğu için servis var, çanlarla, ilahilerle, hüdai bir havada öğlen yemeğimi yedim. Sertifikalı, kaşarlanmış bir etobur olarak söyleyebilirim ki çok az bunun kadar güzel bir et yemiştim. Yanında da bir bardak mükemmel Sloven şarabı ile anılarıma kazındı.

Mükemmel Steak
Dönüş yine Belgrad üzerindendi. Belgrad’da aynı barda, aynı kızla ama bu kez normal bir saatte yine geyik yaptık. Tabii ki bol bol Krupac ile.

Ljubljana’da on üç saat kesintisiz uyumuştum, ama hala pestil gibiydim. Zürih’ten bir tren ile Lozan’a geldim. Üç gün de olsa, kızları özlemiştim. Sonunda evimdeydim.

Ljubljana gezisini toparlarsak…

Ljubljana cennet gibi, çok güzel, çok cazibeli bir kent ama çok küçük. Burayı görmek isterseniz müzeler hariç bir tam gün fazla bile gelir. O yüzden bavulu toplayıp, bir Ljubljana gezisi planlayın diyemiyorum. Ancak Ljubljana gezisini Bled gölü’nü de dahil ederek bir Zagreb yada Trieste ziyareti ile birleştirebilirsiniz. Biraz cesaretle Viyana’dan bile gelinebilir. Kısaca her hangi bir sebeple yakınına gelirseniz, kaçırmayın derim.

Slovenya ziyaret ettiğim 59’uncu ülke oldu. Bu da 60’a tamamlama stresini beraberinde getirdi. Jelena, 60’ıncı ülke Suudi Arabistan olsun diyor. Gerçi gidersek Mekke’yi göremeyecek, bildiğiniz gibi şehre sadece müslümanlar girebiliyor, ama o hala Mekke olmasa da gömek istiyor. Bana da fena bir fikir gibi gelmedi. Bakalım, zaman gösterecek, nasılsa buradan izlersiniz.

Şimdilik hepinize sevgi ve mutluluk dileyerek bitiriyorum

24 Mart 2025 Pazartesi

Bakü - İlk Uzun Günümüz

Bu yazıyı daha ilerki bir zamanda okuyorsanız hatırlatayım. 2024 Şubatında başta İstanbul, tüm Türkiye için yoğun kar yağışı ve soğuk hava dalgası uyarısı yapmışlardı. Meteorolojik fenomenler öyle Birleşmiş Milletler sınırlarını dinlemiyor, sadece Türkiye değil, tüm bölge bundan etkilenmişti. Bizim de Kafkasya’ya tam bu zamanda gideceğimiz tuttu.

Tiflis’i rahat sayılabilecek bir biçimde atlatabilmiştik. Hava sıcak değildi elbette, ancak öyle tahammül edilemeyecek kadar soğuk da yoktu.

Bakü ise bambaşka bir öykü oldu sevgili arkadaşlar.

Malumunuz, Bakü’ye rüzgarlar şehri derler. Üstüne bir de soğuk dalgasını eklerseniz, varın siz düşünün. O rüzgar bir esiyor, sanki derinizi kesip, içine giriyor.

Otelden çıkıp İçerişeher’in yolunu tuttuğumuzda üçümüzde de polar kar ceketleri vardı, hani rüzgar girmesin diye fermuarı bile olmayan, kazak gibi başınızdan aşağı geçirerek giydiğiniz türden. Jelena başlığının altına bir de bere giymişti ama başta ellerimiz, her tarafımız donuyordu.

O havada İçerişeher’de bizden başka avanak olmadığı için, yalnız başımıza boş sokaklarda yürüyorduk. Açık hiçbir dükkan, cafe, vesaire yoktu. Yukarı Şirvanşahlar Sarayına doğru yürürken açık bir souvenir dükkanı bulduk. Eldiven, şapka falan da satıyordu. Kızlar kendilerine eldivenler, şallar falan aldılar, ben de bir bere. Dükkan sahibi Nahçıvanlı’ymış, komşu yani. Türk olduğumuzu görünce bize ciddi bir indirim de yaptı.

Kendime bir Kafkas kalpağı aldım
Biraz daha ilerde başka bir dükkan bulduk. Oradan kendime bir Kafkas kalpağı aldım. Kuzu derisinden, böyle kulakları da kapatan, alttan bağlanan bir modeldi ve mükemmel rüzgar koruması sağlıyordu.

Kutup teşkilatımızı tamamladıktan sonra artık sağa sola bakabiliyorduk.

İçerişeher bölgesi tamamen eski, bir-iki katlı binalardan oluşmuş şehrin çok cazibeli bir bölgesi. Bakü’nün gerisi ne kadar modern, hatta zaman zaman ultra-modernse, İçerişeher de o kadar klasik, o kadar tarihi.

Binalar, yollar eski ama fazlasıyla bakımlı.

İçerişeher’de görecek Qız Qalası yada Şirvanşahlar Sarayı gibi ziyaret noktaları olsa da, burada yapılması gerekli ilk sıradaki aktivite, sokaklarda yürümek. Ben yine “çok güzel” deyip, şöyle bir kenara koyayım, sizler yolunuz düştüğünde kendi gözlerinizle görürsünüz ve bana hak verirsiniz.

Bir daha tekrar etmiş olayım, “Güzel bir havada!”.

Aniden bir rüzgar ve kar bastırdı. Yürümek mümkün değildi. Şirvanşahlar Sarayı hedefimizi geçici olarak iptal edip, “alternate” ‘ımıza yöneldik, yani bir cafeye…

Sevgili karım da kendine bir çay söyledi
Girer girmez kendime bir mercimek çorbası söyledim. Tadından zevk almak için değil, ısınmak için. Sevgili karım da kendine bir çay söyledi, 🐝Mezzy🐝 ise, soğuk kola!

Mercimek çorbasını müteakiben bir çay içtikten sonra, şaraba geçtim. Azerbaycan şarapları Gürcü şaraplarının aynısı. Bunda da büyük bir sürpriz yok. Bölge aynı bölge, üzümler aynı üzüm, şarap adetleri aynı şarap adetleri.

Mekanın sahibi olduğunu düşündüğüm arkadaşla sohbete başladık. Türkçesi, biraz şüphe çekercesine Türkiye Türkçesine yakındı. Dayanamadım, “Nasıl?” diye sordum. Karısı Türkiye’denmiş, hem de Ankara’dan. Toprağım yani, ama Azerbaycandayız, “Torpağım” şeklinde düzelteyim.

Rüzgar ve kar biraz hafifleyince, yine yola düzüldük. Biraz tırmanınca, Bakü’nün en önemli ziyaret noktalarından biri olan Şirvanşahlar Sarayına ulaştık.

Şirvanşahlar Sünni mezhebine bağlı bir hanedanlıktı ve 9. yüzyıldan, 15. yüzyıla kadar bugünkü Azerbaycan’da hüküm sürmüşlerdi. Büyük olasılıkla Arap kökenliydiler.

Şirvanşahlar, bölgenin Müslümanlaşmasında önemli bir rol oynamışlar. Sünni olsalar da, çoğu zaman esnek bir mezhepsel politika izlemişler.

Sonunda Şah İsmail, yani Safevi Devleti, Şirvanşahların hükümranlığını sonlandırmış.

Şirvanşahlar, Azerbaycan devlet geleneğinin ilk büyük örneklerinden biridir. Kültürel ve bilimsel gelişmelere büyük önem vermişlerdir. Şirvanşahlar dönemi, Azerbaycan’da edebiyat ve mimarinin altın çağlarından biri kabul edilir.

Hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış
İlk başkentleri Şirvan, sonradan Bakü’ye taşınmış ve hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış.

Güzelliği sanat değerinden kaynaklı bu tür yerleri yazıyla anlatmayı çok sevmiyorum. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ndeki bu sarayı mutlaka ziyaret edip, kendi gözlerinizle görün sevgili arkadaşlar.

🐝Mezzy🐝 sarayın içinde iki tane kedi buldu, onlara "Cookie" ve "Mitten" isimlerini verdi, biraz sonra da "Baba, gel bunları eve götürelim" dedi. "Etme kızım, bunlar kraliyet kedileri, onları saraydan alıp, bizim fakirhaneye götürürsek üzüntüden ölürler" dedim!

Saraydan çıkıp, şehre doğru yürümeye başladık. Böyle iki basamak, uzun bir düzlem, sonra iki basamak daha şeklinde hafif yokuşlar vardır, bilirsiniz, öyle bir yoldan aşağı yürüyoruz, Jelena yanımda, koluma girmiş. Bir anda kolum boş kaldı, karım kayboldu. Olağan bir insan için şaşırtıcı olsa da, bana çok fazla yabancı olmayan bir fenomendir bu. Bazen sevgili karım böyle kaybolduğunda fark etmez, havaya konuşmaya devam ederim.

Jelena böyle nasıl kayboluyor diye sorarsanız, basit haliyle kayıp, kıçının üstüne düşüyor şeklinde izah edebilirim.

Bu kez de böyle olmuştu. Hem 🐝Mezzy🐝, hem de ben idmanlı olduğumuz için iki taraftan koluna girip kaldırdık. Üçümüz de gülüyorduk. Sevgili karım, üzerindeki karları silkeleyip, yürümeye devam etti. Hafif aksıyordu. “İyi misin?” diye sorduğumda, “Bir şey yok” dedi.

Ne var ki Jelena, bu düşüşüyle ayak bileğini kırmıştı. Bunu bir hafta sonra, doktorunun ısrarı ile çektirdiği röntgenle öğrenecektik. Bu yedi gün boyunca “My Serbian Warrior”, kırık bileğine rağmen bizle birlikte yürümeye devam edecekti.

Metroya doğru giderken ilginç bir müzeye rastladık. Minyatür Kitaplar Müzesi. Müze hususunda ailecek çok seçiciyizdir, ancak böyle bir müzeyi ilk kez gördüğümüz için girelim dedik. İceride, isminden de anlaşılacağı üzere minik kitaplar var. Türk ve İsviçre standlarına baktık. Minyatür Nutuk’un resmini çektik, ve yolumuza devam ettik.

Heydar Aliyev Müzesi
Metro bizi Heydar Aliyev Müzesi’ne beş yüz metre uzaklığa kadar getirdi. Oradan da yürürken, büfeden bir döner aldım. Dönerci bana paranın üzerini bozuk parayla verdi. “Buna ne diyorsunuz?” diye sorduğumda, gençler gülerek “Kepik” dediler, “Sizde kuruş kullanılmaz ama burada kepik hala iyi para”. Ben de güldüm tabii.

Heydar Aliyev Müzesi ve Merkezi, çok etkileyici, ultra-modern bir bina içinde sevgili arkadaşlar. Çok ilginç bir mimarisi var, acayip de para harcanmış. Mutlaka görün derim.

İçerideki müzede Azerbaycan’ın yöresel adetleri, giysileri, müziği, şiiri ve tarihi, insanın içini baymayacak bir biçimde, çok zevkli bir tasarımla sergilenmiş. 🐝Mezzy🐝, önünde durduğunuzda sesini duyduğunuz müzik aletleri ile kendinden geçti.

Siz şöyle eyleşin
Müzede her nedense bir katı kuklalara ayırmışlar. Anlaşılan kuklalar, Gürcistan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da popüler bir fenomen. Ben şahsen kukla görmeyi sanat önceliklerimin içinde bulundurmadığım için, o katı pas geçtim. Sevgili kızım da bana katıldı.

Geziyi bitirip, merkezin cafesine oturduk. Ben barda sipariş verip, self servis diye düşündüğümden içecekleri beklerken, garson kız, koltukları gösterip “Siz şöyle eğleşin, ben getiririm” dedi. “Bacım çocuk var, onun yanında olmaz” diye geçirdim içimden 😜

Akşam yemeğimizi Şirvanşahlar Müze Restoran’da yiyecektik. Bu restoranın adını bir çok gezi videosunda duymuştum.

Jelena tesettüre girdi!
Hava kararmış ve soğumuştu. Jelena üşüdüğü için sabah aldığı şalı başörtüsü gibi başına sardı, tam o aklınıza gelen görüntüyü aldı. Ellisinden sonra tesettüre girdi neyse diye geçirdim içimden.

Restorana girdiğimizde, resimlerde, videolarda içerisini görmüş olsam da, aslı aklımı başımdan aldı. Müze Restoran deseler de aslen bir müze, içerisinde de yemek satılıyor diye düşünebilirsiniz.

Yerler, duvarlar, tavan falan hep halılarla, kilimlerle, binlerce, hani İngilizce’de “artifact” derler ya, bakır, demir, ahşap sanat eserleriyle dolu. O kadar zevkle dekore etmişler ki, ilk defa böyle bir yer görüyordum.

İçerde canlı müzik var. Sesi de çok güzel ayarlamışlar. Bizdeki gibi köküne kadar açıp, yemeği bir azap haline getirmemişler.

Yemeklere gelince, çok az bu kadar lezzeti bir arada tattım.

Öncelikle kişnişi sevmeye alışın sevgili arkadaşlar. Çok kısa zamanda bir tad geliştiriyor insan. Kişniş deyince “Ayyy, ben bir türlü alışamadım, deterjan gibi” falan diyenlere de aldırmayın.

Restoran mı, müze mi?
Bir de nar. Birçok yemeğe nar katıyor Azerbaycanlı kardeşlerimiz. Nar olmasa da ana yemeklerin içinde tatlı bir şeyler olması sürpriz olmayacaktır.

Azerbaycan’a gelince şart olan yemekler içinde eti ve sebze ile hazırlanmış şah pilavı, İzmirliler için sarma şeklinde tercüme edebileceğim dolma, çiğ böreği andıran gutab, yahni/güveç benzeri bir yemek olan piti, yayla çorbası benzeri dovğa ve hamurlu, kıymalı hengel. Kaderimdir, bir problem çocuk olduğumdan, çok fazla malzeme ile yapılan yemeklerin içinde mutlaka yiyemeyeceğim bir şeyler çıkar. Ben o yüzden en çok göreceli olarak sade bir biçimde hazırlanan düşbereyi sevdim. Düşbere, minik mantılarla yapılan bir çorba. Üstüne de dana bastırma, yani steak yedim.

Tatlı, yani “Şirin” olarak elbette ki baklava, yani pakhlava. Azerbaycanlılar, kendi baklavalarının Türkiye’deki baklavalardan farklı olduğunu idda etseler de, bana sorarsanız aradaki fark Sütiş ile Güllüoğlu baklavalarının arasındaki fark kadar. Başka tatlılar var elbette ama benim gibi “sweet tooth” ‘u olmayan birinden öneri almamanız daha iyi olur.

Mükemmel bir restoran
Şarap ise gecenin en güzel sürprizi oldu. Savalan isimli şaraphanenin Nobel isimli şarabını önerdi garson arkadaşlar. Üç kuruşluk şarap tatmış biri olarak söyleyebilirim ki, bu şarap Château Margaux kalitesinde. Aradaki fark sadece damak zevkiniz. Fiyatı ise bu kaliteye göre komik düzeylerde ucuz. Yetmiş santilitrelik full-size bir şişesi, Sabiha Gökçen havaalanında, biniş kapılarında bulabileceğiniz on beş santilitrelik, beşinci sınıf, parmak kadar bir şişe kalitesiz Türk şarabıyla aynı fiyatta.

Bu şarap üstüne, bir de liste başı şarapları değildi. O birinci sıradaki şarabı isteseydik, her halde bittiğinde şişeyi kırıp, dibini yalardım.

Restoranda servis bir numara. Garsonlar hem yardımsever, hem güleryüzlü, bir o kadar da kibarlar.

Müzik Türkiye ve Azerbaycan füzyonu. Ama gözlerimden yaş getiren İzmir Marşı’nı çalmaları oldu. Bütün salon “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” diye hep bir ağızdan söyledik. Kendi vatanında dudak büktükleri Atatürk’e burada sahip çıkmışlardı. Bütün kalbimi aldılar, götürdüler.

Bakü’deki ilk uzun günümüzü böyle sonlandırmıştık. Bir Bolt bizi otelimize götürdü.

Devam edeceğiz.

Frankfurt

Frankfurt, Almanya’da belki de en sık geldiğim şehrdir sevgili arkadaşlar, ancak bugüne kadar sadece bir kez, o da otuz sene önce gezebildim...