![]() |
Vadi Rum |
Bu aile durumu, Lawrence’ın çocukluğu boyunca sosyal baskılara maruz kalmasına ve toplumdan belli ölçüde uzak kalmasına neden olmuştu. Bu dışlanma duygusunun, sonuçları ileride geliştirdiği bağımsızlık, isyan ruhu, ve otoriteyle çatışma eğilimi üzerinde etkili olacaktı.
Lawrence, Oxford Üniversitesi’nde tarih ve arkeoloji eğitimi aldı. Mezuniyet tezinde Orta Doğu’daki Haçlı kalelerini inceledi ve bu süreçte Arapça öğrendi. Mezuniyetinin ardından Osmanlı topraklarında, özellikle Suriye ve Ürdün bölgelerinde arkeolojik kazılara katıldı.
Lawrence, Oxford mezunu genç bir arkeolog olarak, British Museum adına yürütülen kazılara katılmak üzere Karkamış’a (Carchemish), bugünkü Gaziantep’e geldi. Orada çalışan yerli Araplar arasında, genç bir çocuk dikkatini çekti. Selim Ahmed, ya da halk arasında "Dubba" veya "Dahoum" lakabıyla anılan bu gençle aralarında bir arkadaşlık başladı.
Bu arkadaşlık, İngiliz tarihçilerin sugar coat ettikleri şekilde romantik bir ilişki, Lawrence da latent (gizli) yada repressed (represe/baskılanmış) homoseksüel veya aseksüeldir.
İşin aslı bunlar gecelerini birlikte geçiren, birbirlerinin elbiselerini giyen, çölde el ele gezen, Lawrence’ın mektup ve kitaplarında Dahoum’a olan arzusunu, sevgisini ve aşkını belirttiği aleni bir çifttir. Kısaca Lawrence represe homoseksüel falan değil, basbayağı ibnedir.
Yanılmıyorsam Fatih Altaylı, bir keresinde Lawrence için yanlış küfürü kullanarak “Bu pezevenk” demişti. Doğrusunun altını çizelim…
Tarihçiler, Lawrence’ın yazılarında açıkça homoseksüel olduğunu belirtmediğinden dolayı “Kesin bir şey söyleyemeyiz” falan derler, sanki 1910'larda birisi “Ben ibneyim, Dahoum da dün akşam beni düdükledi!” falan diye yazabilirmiş gibi.
Ayrıca Dahoum ilk ve tek de değildir. Vincent W. Yorke, Lawrence’ın Oxford yıllarından yakın arkadaşıdır. Aralarında geçen bazı mektuplarda Lawrence’ın yoğun duygusal ifadeler kullandığı görülür. Bu ilişki de, bazı akademisyenler tarafından platonik aşk olarak değerlendirilmiştir.
Lawrence, yine Türklerin eline geçip, fantastik bir biçimde önce kamçılanıp, sonrasında düdüklendiğini ima eden bir şeyler yazmıştır. Ancak birçok tarihçi bunun, Lawrence’ın bir fantezisi olduğuna neredeyse emindir.
İşin aslı, Lawrence, ibnemiydi, değilmiydi, bizi ilgilendirmez. Ancak bu Arap çocuğa duyduğu aşk yüzünden Araplar’ı büyük bir tutkuyla Osmanlı'ya karşı isyana teşvik etmiş ve başarılı da olmuştur. Yani bir pipi uğruna kim bilir ne güneşler batmıştır.
Lawrence, bu isyan sırasında Araplar’ı örgütlemiş, bizzat onlara katılarak hem taktik, hem de özellikle patlayıcı kullanımı üzerinde operasyonel destek sağlamıştır.
O yıllarda II. Abdülhamit’in Müslümanlar Hacca rahat gitsin diye Suriye’den Mekke’ye uzanan bir demiryolu projesi başlatmıştı. Malumunuz, Mekke, Medine falan Osmanlının Hicaz isimli eyaletinin şehirleriydi, ondan dolayı bu demiryoluna “Hicaz Demiryolu” ismi verilmişti.
Bu projeyi Ümmet-i Muhammed, yani İslam Dünyası finanse etmekteydi.
Demiryolu Medine’ye kadar inşa edilmiş, ancak hiç bir zaman Mekke’ye ulaşamamıştı.
Savaş esnasında ise bu demiryolu üzerinden hacılar değil, askerler taşınıyordu.
İsyan boyunca Lawrence ve Arap birlikleri, Hicaz demiryolu üzerindeki köprüleri, istasyonları, rayları havaya uçurmuş, trenlere saldırmıştır.
Araplara İngiliz hükümeti ve Lawrence tarafından verilen söz, yani isyanın temeli, bağımsız bir Arap devletiydi.
Ancak, Lawrence, daha İngiliz hükümeti tarafından görevlendirilmeden, Suriye Fransızlara, Irak İngilizlere, Filistin de İsrailliler’e söz verilmişti. Yani Araplar bağımsızlık yerine babayı alacaklardı.
Çoğumuzun en azından ismini bildiği Sykes-Picot Anlaşması, Birinci Dünya Savaşı sırasında 1916 yılında gizlice imzalanan ve Osmanlı topraklarının savaş sonrası paylaşımını planlayan İngiltere ve Fransa arasındaki gizli bir anlaşmadır. Anlaşmaya sonradan Rusya Çarlığı da dâhil olmuştur. Bu anlaşma, Arap topraklarının paylaşımının belgesiydi. Sykes-Picot Anlaşmasını hep bize karşı yapılmış gibi düşünürüz, ancak bu anlaşmadan en büyük kazığı Araplar yemiştir.
İşin güzeli, Lawrence en başından beri Araplar’a bağımsızlık falan verilmeyeceğini birinci elden biliyordu. Buna rağmen isyan boyunca Araplara yalan söyledi. Demek ki yurt sevgisi, Araplara duyduğu yakınlıktan daha önce gelmekteymiş.
Lawrence, başta Seven Pillars of Wisdom kitabında, bu sözde “ikileme” değinmiş, “Arada kaldım, şimdi ne yapacağım, ben bu Arapları çok seviyorum” falan şeklinde sayfalarca miyavlamış olsa da, Arapları bağımsızlık vaatleriyle kandırıp, Osmanlı’yla ölümüne savaştırırken gözünü bile kırpmamıştır.
Savaş bitince Lawrence, belki biraz da vicdan azabı sonucu, Araplar’a yardım olsun diye, Emir Faysal’ın Paris Konferansında söz almasını falan sağlamıştır ama, at, Üsküdar ve Yalova Kaymakamı durumları tabii.
Sonunda bildiğiniz üzere, bütün Arap dünyası saçma sapan sınırlarla krallara ve diktatörlere bırakılmış, Filistin ise bütün topraklarını kaybetmiş çoğu da kendi istekleriyle.
Araplar’ın bağımsızlığı bizde çok büyük bir ihanet gibi algılanır. Halbuki aynı mücadeleyi Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar gibi halklar da vermiştir. Yani Arapların isyanında bence anlaşılmayacak bir şey yok. Adamların kendi ülkeleri, kendi toprakları. Biz gidip, çökmüşüz.
Problemim, bu isyan sırasında katlettikleri Türklerle.
Bugünkü konumuzla bağlantılı bir örnek.
Lawrence’a, Deraa bölgesinde, Halep’ten gelen Osmanlı birliklerinin kaçışı sırasında bazı Arap sivillerini öldürüldüğü bilgisi ulaşır. Araplar, bu sözde katliamı yapan Türk askerlerine saldırır, 250 askeri esir alırlar. Lawrence’ın kimine göre Araplar’a göz yumarak, kimine göre bizzat kendisi emir vererek, bazılarına göre de kendi silahını kullanarak bu esirleri acımasızca katleder.
Lawrence, kitabında bu katliam için şöyle der:
“O sabah 250 Türk esiri vardı. Akşama sadece birkaç tanesi kaldı. Çoğu kılıçla, bazıları da kurşunla öldürüldü.”
Bu, Lawrence yalakaları tarafından nasıl paketlenirse paketlensin, aleni bir savaş suçu ve bunun yazılı itirafıdır.
Esir alınıp, katledilen bu Türk birliğinin, daha önce yaptığı sivil Arap katliamı hakkında ise tek bir delil, döküman, tanık yoktur. Sadece Lawrence’ın söylediklerine dayanır.
Araplar’a kızdığım başka bir husus ise başta Filistinliler, bunların, üzerine vazife olmayan işlere kalkıp, Kıbrıs Rumları’nı, Ermeniler’i, Türkiye’ye karşı desteklemelerindedir. İnanın problemim Ermeniler’le, Rumlar’la değil. Onların tepkileri hem beklenebilir, hem de anlaşılabilir - haklı haksız tartışmasına girmiyorum. Beni sinirlendiren, Araplar’ın kendilerini ortaya atıp, zeybeklik yapmaları. Sonra da Gazze, mazze diye bunların arkasında duruyoruz.
Savaş sonrası Lawrence İngiltere’ye döner, kimliğini değiştirerek İngiliz Ordusu’nda bir süre çalışır, sonunda da bir motosiklet kazasında ölür.
Çoğunuz, Lawrence of Arabia filmini izlemişsinizdir. 1962 yapımı, başrollerini Peter O’Toole ve Omar Şerifin oynadığı, sinema tarihinin en büyük ve en etkileyici epik yapımlarından biridir. Gerçek olaylara dayansa da, filmde tarihî kurgu ve dramatizasyon ön plandadır.
Filmde Lawrence uzun, güzel görünümlü, baskın karakterli biri olarak canlandırılır, halbuki gerçek Lawrence 1.65m boyunda, içedönük, utangaç bir kişiliktir. Yine filmde Lawrence’ın Araplar’a ihaneti bir iç çatışma olarak gösterilse de, Sykes–Picot Anlaşması’na hiç değinilmez. Halbuki bu anlaşma, Araplar’a atılan en büyük, en kazlın kazıktır.
Tarih böyle. Dönelim günümüze…
![]() |
Jelena'nın CV'si için... |
Ürdün’deki son ziyaret noktamız olan Vadi Rum, buram buram Lawrence of Arabia kokan bir yer.
Vadi Rum, Amman’a dört buçuk saat uzaklıkta, çöl ve kayalıklardan oluşmuş bir vadi. Burada kumlar ve kayalar hep kırmızı. Bu yüzden de, başta bilim kurgu, birçok film için doğal bir set olarak kullanılmış. The Martian, Dune, Star Wars: The Rise of Skywalker, Aladdin, Transformers: Revenge of the Fallen, Prometheus, Red Planet gibi filmlerin gezegen sahneleri hep burada çekilmiş.
Elbette ki, Lawrence of Arabia da Vadi Rum’da filme alınmış.
![]() |
Hicaz demiryolundan kalanlar |
Sevgili kızıma bunların Türkler’e ait olduğunu söylediğimde, “N’apalım yani” olduğunu hissettim. Ben, Viyana’dan Bakü’ye, Sırbistan’dan Arap çöllerine, “Bunu Türkler yapmış”, “Burada Türkler şunlarla savaşmış” diye anlattıkça sevgili kızım bunları olağan şeyler olarak görmeye başlamış. Büyüyünce, olan bitenin boyutlarını anlayacak elbette.
Hicaz demiryolundan ayrılıp, Vadi Rum’un ziyaretçi merkezinin bulunduğu binanın nizamiyesine geldik. Bariyerin önünde herhalde bir görevli, çünkü üniforması yok, Arap giysileri içinde, bize gelip, felaket bir İngilizce ile bir numara istedi. Anlamadım. “Ne numarası?” diye bir daha sordum. “Number rezervasyon… Number rezervasyon…” diye defalarca tekrarladı, ama bu arada heyecanla konuşuyor, sesini yükseltiyor, oraya buraya koşup, geri geliyor.
![]() |
Lawrence Springs |
"No number rezervasyon” dedim, o da yine aynı heyecanla “Tikıt bay, tikıt bay” dedi. Demek number rezervasyonunuz yoksa bilet alıyormuş sunuz. “Alırız” dedim, “Kaç para?” Adam başı beş dinar falan gibi küçük bir meblağ imiş. Yine pasaportlara baktılar, biletimizi verdiler ve kapıyı açtılar.
Vadi Rum muhteşem bir yer sevgili arkadaşlar. Petra dahil, Ürdün’ün gördüğüm en güzel ziyaret bölgesi. Ancak Ürdünlüler diğer ziyaret noktalarını ne kadar akıllıca tasarımlayıp, liyakatli çalışanlarla donatılmışsa, Vadi Rum da o kadar kötü tasarımlanıp, bir kelime İngilizce konuşamayan tuhaf adamlarla doldurulmuş.
Vadi Rum köyü denen yerde ne normal standardlarda bir şeyler yiyebileceğiniz, ne de akıllı bir kahve içebileceğiniz bir yer var. Kirli, harabe denebilecek bir iki kafemsi mekan, hepsi o.
Bir bakkalın gölgesine sığınıp, rehberimizi aradık. Buluşma yeri olan kafe bir inşaat sahası. Resmen içinde badanacıların kovaları, iskeleleri falan var. İçeri giremiyorsunuz, çünkü kapıda size dişlerini göstererek hırlayan koca bir köpek var.
![]() |
Red Sand Dune |
Turlar çoğunlukla ciplerle yapılıyor. Toyota’ların arkasına iki sıra bank koyuyorlar ve açıkta oturarak geziyorsunuz.
Rehberimiz, Vadi Rum’un yerlisi bir Bedevi’ydi. Çok iyi İngilizce ve Fransızca konuşuyordu. `İki karısı, dört de çocuğu varmış. Güneş batımı turu için bizden başka müşterisi olmadığından, yanına iki çocuğunu da almış, hep beraber geziyoruz.
Vadi Rum’un ziyaret noktalarına ulaşmadan bile insan etkileniyor sevgili arkadaşlar. İnanılması güç bir manzara. Kıpkırmızı kumlar, koyu kırmızı taştan tepeler ve masmavi bir gökyüzü. Kaya formasyonları insanın düşlerinin sınırını zorluyor. Benim ağızım açık kaldı, öyle bakındım.
İlk ziyaret noktamız Lawrence Springs dedikleri, çöl ortasındaki bir minik kaynak oldu.
![]() |
Ark |
Vadi Rum’daki ikinci ziyaret noktamız Red Sand Dune ismindeki kum tepesiydi.İsminden de anlaşılacağı üzere burada kum gerçekten kıpkırmızı. Oldukça yüksek, simetrik yüzeyli bir tepe. İnsanlar burada snowboard ile kum üzerinde kayıyorlar.
🐝Mezzy🐝 burayı çok sevdi. Tepenin zirvesine çıkıp, yuvarlanarak aşağı iniyordu. Çok güzel vakit geçirdik. Sonrasında bir kanyona, oradan bir Bedevi kampına, oradan da kayaların bir ark oluşturduğu çok ilginç bir formasyona gittik.
![]() |
Vadi Rum'da günbatımı |
Vadi Rum içinde çok daha fazla ziyaret noktası var, ancak kısıtlı zamanımız yüzünden biz hafif ekspresi bir tur aldık. Yarım gün süren turlar var. Hatta geceyi vadideki kamplardan birinde geçirebilirsiniz. Doğayla aranız iyiyse, biraz da formdaysanız, daha uzun süreli alternatifleri değerlendirebilirsiniz. Geceyi çölde, yıldızların altında geçirmek insanın kulağına fazlasıyla romantik geliyor ancak duyduklarıma dayanarak söyleyeyim, geceler çok soğuk oluyormuş. Bir de yemekler için çok fazla nefesinizi tutmayı diyorlar. Bilginiz olsun.
Vadi Rum, Ürdün’de bulunduğum en görmeye değer yer. Vaktiniz azsa iki saatlik, çoksa tarım günlük, bir doğa aşığıysanız da gecelik bir ziyaret düşünebilirsiniz.
Önümüzdeki yazıyla Ürdün gezimizi bitireceğiz.
Şimdilik sevgi ile kalın❤️
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder